26 Temmuz 2010 Pazartesi

Gozu: Manyaksın Sen Takashi Miike!

Takashi Miike’den uzun uzun bahsetmeme gerek yoktur. Sinema ile ilgilenenler bu dahi herifin aynı zamanda manyak ve grotesk bir havaya sahip olduğunu çok iyi bilir. Normal bir filmini göremezsiniz. Tüm filmlerinde aklınıza gelemeyecek ruh halleri ve görüntüler ile neye uğradığınızı şaşırırsınız.

Gozu isimli filmi ise şaşkınlık verici. Gozu, “İnek Başı” anlamına geliyor. Bir yakuza mafyasının üyesi olan Minami’nin başından geçenlerin anlatıldığı film, Minami’nin çok değer verdiği ve abi diye seslendiği Ozaki’yi yakuza patronunun emriyle ortadan kaldırma macerası üzerinden şekilleniyor. Minami Ozaki’yi kaybedince olaylar birbirini kovalıyor ve kendinizi garip bir dünyanın içinde buluyorsunuz.

Tüm bu olaylara sebebiyet veren şey ise oldukça komik bir şekilde gelişen, yarıcı bir olaydır. Patron aylık raporlama için elemanlarının mekanına gelir. İnanılmaz bir sessizlik vardır. Kimse bir şey konuşmaz. Ozaki patronun gözlerine bakarak yavaş yavaş konuşmaya başlar. Hemen camın önünde duran süs köpeğinin aslında Yakuza Ölüm Köpeği olduğunu ve kendilerini öldürmek için orada beklediğini söyler. Elemanlar bir minicik köpeğe bakar, bir de Ozaki’ye. Ozaki tam bir paranoyak halini almıştır ve bu ilk değildir. Herhangi bir arabayı bile Yakuza Ölüm Makinesi olarak gören, içindekileri öldürmek isteyen paranoyak bir manyak olup çıkmıştır.

Ozaki bir anda dışarı fırlar. Minicik köpeği yerlere vura vura, tekme savura savura, ipinden sallayarak evire çevire döverek ve mekanın camına yapıştırarak katleder. Bu katliam, bu olayın minik bir sahne olduğunu ve sonraki sahneler dikkate alındığında sıradan kalacağının habercisidir.

Şu ana kadar izlediğim en absürd filmlerin başında gelen Gozu, özellikle çekim tekniği, ışıklandırmalar ve kurgusuyla akıllara durgunluk veriyor. İzlediğim en absürd filmlerin bir çoğuna imza atan ismin Miike olması rastlantı değil. Tamamen kendine has bir çizgisi var. Miike’nin neredeyse tüm filmlerinin anormal olması, bir çok olayın bizlere anlamsız gelmesi, normal karakterlerin olmaması, filmi izlerken içeriğini kafamızda bir türlü oturtamamamız ve birçok yozlaşmışlıkla karşı karşıya olmamız sır değil. Miike, uzun zamandır bu tarz filmler çekerek Japonya’nın son yıllarda toplum olarak çöktüğünü, aileler arasındaki eski bağların kalmadığını ve toplumun müthiş bir yozlaşmışlık içinde çürüdüğünü böyle anlatıyor bizlere.

Filme dair karelere bakmak bile nasıl bir film olduğuna dair ufak ipuçları veriyor.

23 Temmuz 2010 Cuma

Masumiyetin Tesisi: Dark Suns

1997 yılında kurulan Alman Progressive Dark Metal grubu Dark Suns, söylemleri, huzurlu, karanlık ve dingin müziği ile en çok hoşuma giden değerlerden biridir. Kendine özgü ilginç müzikleri, huzur veren geçişleri, gaipten geliyormuş gibi kullandıkları gizli ses efektleri, kompleks müzik yapıları ve konsept yapıları ile saygı duyduğum Dark Suns, özellikle 2005 yılı yapımı ‘Existence’ albümü ile onlara bağlanmamı sağlamıştır.

Grubun vokalistliğini davulcusunun yaptığı ender gruplardan olan Dark Suns, oldukça temiz ve huzur verici vokal yapısı ile müzik ve söylemlerini birebir yansıtan bir ruha sahip.

‘Existence’ albümü ise aslında içeriğinde muazzam söylemler içerir. Konsept bir yapıdadır. Tüm parçalar birbiri ile bağlıdır ve bütün bir öyküden bahseder. Adından anlaşılacağı üzere varoluştan bahsedilir. Bu bağlamda bir bebeğin sıfırdan doğuşundan gelişimine kadar ilerler albüm. Bu çağrışımdan yola çıkarak büyüme evresini hayat ile paralel kılarak rüyalar, kişilik, kayboluş ve çözüm buluş şeklinde sonuca ulaştırırlar.

Her insan doğar, büyür, gelişir. Çocukluğun kendine has masumiyetini yaşar. Umut doludur. Ama dışarıdaki dünyanın yaşanması zor şartları bizi yavaş yavaş şekillendirir. Kâh hayata tutunuruz, kâh umudumuzu kaybederiz.


A Slumbering Portrait (Uyuklayan Bir Portre)

Bitmez tükenmez bir dünya
Bütün bir zaman boyunca vazgeçilen
Yağmurda düşen çocukları gör
Saf (ham) inanılmaz düşünceleri
Genç yaşam duvarlarında dans ediyor

Onların gözlerinin içine bak ve gör
Bir çocuktaki dengeyi
Hayaller düşmekten korur ve biliyorum
Endişelenmek için bir sebep yok
Ama dışarıda anlaşılması zor bir dünya var

Tüm zaman sonsuzdu
Kutsal içgüdülerin esin kaynağı neydi
Güçlü bir umutla ruhumdaki çocuğu besleyen
Gizli güçleri harekete geçiren arzum neydi
Beni oldukça genç hissettirecek sevinçlerimi beklediğim
(Başlangıcım sonummuş)


21 Temmuz 2010 Çarşamba

Bıraktım Seni Kahve!


Felemenk bir çiftçinin mahsulü ziyan olur.

Birikmiş hiç parası olmadığından, bir gemide çalışmaya başlar.

Beklenmedik çok güçlü bir rüzgâr onu Endonezya'ya götürür.

Toprağa bir tohum düşürür.

Ve 400 yıl sonra sonuç...

...koyu kahve.

Her şey birbirine bağlıdır..

20 Temmuz 2010 Salı

Dexter Morgan Olmak


Hisler önemli şeylerdir. Akıl, irade ve hayal gücümüzle birlikte biz insanoğlunu insan yapan, bize özgü en önemli özelliklerden biridir. Hisli olmayanlar yeri gelince öküz diye betimlenir. Fazla duygusal olmak da sağlıklı bir durum değildir.

Dexter Morgan olabilmek ise başlı başına bir psikopatlık. İnanılmaz nazik, kibar ve iyiliksever olacaksınız. Ama duyguları hissedemeyeceksiniz. Kendinizce prensipleriniz olacak. Seri katil olmak mevzusunu konu dışında tutmak zorunda kalıyoruz haliyle. Dünyayı pisliklerden Dexter kuralları ile temizlemek bizim işimiz değil sonuçta. Seri katil olma özelliğini yazının dışına savurursak, bir çok insanoğlu muhtemeldir ki bazen Dexter Morgan’dır. Ya da çoğu zamanlar için. Veyahut karakter yapıtaşlarından biridir.

Duygular vardır. Bir de bunları yansıtabilmek. Kimileri inanılmaz mimiklerle yansıtır. Kimileri ise içlerinden şelaleler dökülse bile bunu mimiklerine dökemez. İç dünyasında takılı kalmıştır tüm hisleri. Yansıtamaz. Karakteri bu olmuştur. Budur yapısı. Aşırı duygusal reaksiyonlar da can sıkıcı bir hal alabiliyor yeri gelince ama.

Brendan Fraser’ın Elizabeth Hurley ile birlikte oynadığı 2000 yılı yapımı Bedazzled isimli filmi izlemiş olanlar ne demek istediğimi iyi anlarlar aslında. Filmde umutsuz vaka bir insanın şeytan ile olan anlaşması söz konusudur. Kahramanımız aşık olur ve kadını elde etmek ister. Yedi dilek hakkı vardır. Her dileğinde o kadının hoşuna gidebilecek bir karakter olmayı diler. Ama her seferinde bir yerden patlak verir. Dileklerin birinde inanılmaz duygusal bir adam olmayı seçer. Sahile gidilir. Adamımız inanılmaz yumuşakçadır. Ne zaman batmak üzere olan güneşi görse gülmekten altınıza edeceğiniz şekilde gözyaşı dökmektedir. En ufak bir şeyden etkilenmektedir. Kadının boğazına kadar gelir ve terk eder en sonunda.

Sonuçta hislerin ortalaması ve doğal olanı makbuldür. Her şeyin aşırısı zararlı. Ne çok aşırı duygusal bir tepki göstermek lazım ne de tamamen duvarımsı bir durgunluk. Ama bazen insanlar içlerinde yoğun duygular taşısalar bile bunu tavırlarına hiç dökemezler. Tavırlarına dökmektense yeri gelir yazılarına dökerler. Ya da kendilerine saklarlar.

Büyük abim geçtiğimiz Cumartesi bana gelmişti. İki yaşında dünyalar tatlısı bir yeğenim var. Ne yaptıysam bir türlü bana sarılmamıştı. Benim bilindik kaderimdir bu. Başlangıçta gözlüğüm, keçi sakalım, uzun saçım, küpem, değişik görünüşüm nedeniyle yaşı çok küçük tüm çocuklar benden korkar. Üniversiteye gittiğim sırada doğan erkek kardeşim bile beni ilk gördüğünde kaçacak delik aramıştı. Benden korkmayan tek bebek evladı kız kardeşim olmuştu. Hoş! Onunla hep birlikteydik. Altını bile yıkadığımı hatırlıyorum.

Yeğenim bana bir türlü gelmeyince büyük ağabeyimin bir lafı dikkatimi çekti: “Yavrum, yüzün tepkisiz, o yüzden emin olamıyorlar duygu halinden, sıcaklığından.” Birden durdum. Düşündüm. Doğruydu bu. Ufak bir çocuk gördüğümde çok sevmek istesem bile kadınlar gibi “agubugu cugubugu, ayyyy ne tatlııı, ayy ne güzeeell” gibi tepkiler veremiyorum. Suratımı kadınların suratları, mimikleri gibi değiştiremiyorum. Tıpkı ne zaman fotoğraf çekilecek olsam gülümsemekte çok zorlandığım gibi. Ne hikmetse, eğer kadınlar gibi bir surat takınırsam ya da kameraya bakarken gülümsersem samimi olmayacakmışım gibi hissediyorum. Çünkü surat şeklim, mimiklerim iç dünyamın elektriklerine göre hareket etmiyor. İçimde saklamayı yeğ tutuyorum.

Öte yandan hayatın bir çok sillesinden geçmiş, bir çok şeyle mücadele etmiş, savaşmış bir insanız. Öyle ya da böyle erkeğiz. Erkekliğin de kendince doğal karakteristik yapıları var. Yaşanan tüm hayat, koşullanan tüm şartlar ve tüm hayat hikayesi bazı noktalarda surat ifadesi olarak ifadesiz ve tepkisiz bir duruma karşılık gelebiliyor. İçimizde bir çok fırtına eserken, yeri gelince suratta anlamsız bir ifade.. Temaslarımla, yaklaşımlarımla sıcaklığımı yansıtsam da surat ifadem yeri gelince tepkisiz.

Ben birine hediye verdiğimde gözyaşı dökenler.. İnanılmaz heyecan yapanlar.. Titrek bir hal alanlar... Sevinçlerini inanılmaz yansıtanlar.. Ama bende olan bazı zamanlar bir tepkisizlik.. Aslında bu tarz yönlerimizle hepimizin içinde Dexter Morgan saklı. Benim içimde de bir Dexter Morgan yaşıyor. Seri katil özelliğini ve duygusuzluğunu çıkar; aynı biz insanoğulları..

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Kayıp Cennet’ten


Burada bu cehennem çukurunda, mutluluktan uzak, lanetli
Yaşamaktansa her şeye razı olalım, bunun kötüsü olabilir mi?
Burada acının söndürülemeyen ateşi. Onun öfkesine köle
Olmaktan kurtulma umudunu öldürecek, yalvarışlarımız
Duyulmayacak, işkence görerek pişmanlığımızı mı haykıracağız?
Bu kadar mahvolduktan sonra yok olmamız daha uygun olmaz mı?
O halde neden korkuyoruz?
Onun öfkesini dindirme umudumuz var mı?
O öfkelendiğinde bizi tamamen bitirecektir,
Ama eğer biz kutsalsak,
Bizi bitiremeyecekse burada kalarak hiçbir şey olamayız; gücümüz
Onun cennetini rahatsız etmeye yeter, bunu hissediyorum,
Onun erişilemez ve ölümcül olan tahtına sürekli saldırıyla
Zafer kazanmasak bile intikamımızı almış sayılırız.


John Milton (1608 – 1674)

16 Temmuz 2010 Cuma

Hamamböceğinden mi Geleceğiz?


İnsanoğlunun ortaya çıkışı bazılarına göre muammadır. İlginçtir. Aslında bazılarınca tüm evrenin, canlıların, dünyanın, varlıkların ortaya çıkışı soru işaretidir. Her bakış açısının kendince görüşleri vardır. İnsanoğlu bazen bilimle yaklaşır, bazen gerçekle, bazen din açısından. Dini açıklamadan yaklaşınca her şeyi yaratan bir yaratıcı söz konusudur. Her şeyi o yaratmıştır. Bazı kişiler ise evrim denen bir şeyi ortaya koymuşlar. Ortada daha insan denen bir şey söz konusu değilken tek hücreli canlılardan çeşitli canlılara evrile evrile maymundan nihayetinde insan olabilmişiz!!!

Ben ne mi düşünüyorum? Maymundan geldiğimiz konusuna gülerek yaklaşıyorum. Evrim teorisi inandığım bir şey değil. Bazı canlılarda değişiklikler olduğu doğrudur ama insanoğlunun ilk zamandan beri genel görüntüsünü koruduğunu düşünüyorum. İlk zamanlar belki daha güçlüdürler, daha savaşçı ve mücadelecidirler. Belki günümüz insanları daha az güçlüdür. Ama şu gerçeği unutmamak lazım ki, her çevre şartı ve iklim yapısı kendine özgü insanlar yaratır. İskandinavya soğuğu insanlarının bembeyaz tene sahip olup köse olması pekala anlaşılabilirken, sürekli kuru sıcağın ve yaşanması zor yakıcı güneşin altında yaşayan siyah tenli Afrikalı insanların görünümlerinin anlaşılabileceği gibi.

İnsanoğlunda değişmeyen bir şey varsa o da birbiriyle savaşmaktan asla vazgeçmediğidir. Yüzyıllardır birbirini yiyor insanoğlu. Kıyımları getiriyor. Güce doymuyor. Çıkarların ihtiraslarına kendini kaptırıyor. Binlerce yıl önce de aynıydı. Günümüzde de aynı. Bu her zaman devam edecek. İnsanoğlu öldürmeye devam edecek.

Peki..

Oldu ya, büyük bir savaş yaşandı. Tüm dünya birbirine girdi. Nükleer bombalar ardı sıra patlatıldı. Dünyanın tüm köşesi bombaya boğuldu. O zaman ne olacaktır? İnsanoğlunun böyle bir ortamda yaşayabilmesi mümkün değil. İroniktir ki, eğer dünyanın her kilometrekaresine nükleer bombaları yollasanız yaşayacak tek bir canlı bile yok, o birçoğumuzun gördüğünde iğrendiği ve temas etmeye kalbinin yetmeyeceği hamamböceğinden başka!! Hamamböceği denen şey öyle bir yaratık ki, nükleer bombadan etkilenmeyen tek varlık, hayatta kalabilecek tek canlı oluyor. Halbuki üzerine bir terlik indirdiğinizde tahtalı köye gönderilebilmesi basit bir böcek.

İnsanoğlu bilmez ki, birbirini öldürmeye devam ederse ve dünyayı radyasyona boğarsa ortada hamamböceğinden başka bir şey kalmayacak. Hamamböceğinden de gelemeyecek, o çok inandığı maymundan gelebileceği gibi!!!

Bilinmesi gereken bir gerçek var ama. Hamamböcekleri bize iğrenç görünebilir. Ama o çok güzel bulduğumuz insanoğlunun kendisi çok daha iğrenç yeri gelince. Yüzyıllardır.. Katıksız hem de!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Sarı Kırmızı’nın Çekiciliği


‘Futbola aylardır hasretiz’ gibi bir cümle kursaydık mübalağa etmiş olurduk. Samimi olmazdık. Liglerin başlamasına bir aylık süre kalmışken, her ne kadar fazla zevk almasak da bir ay boyunca yatıp kalktığımız Dünya Kupası varken böyle bir cümleyi deklare etmek saçmalık olurdu. Futboldan uzak değildik. Gelişmelerden de. Ya da transfer haberlerinden ve garipleşen olaylardan. Hepsiyle iç içeydik.

Ama bu durum bizi ne kadar doyuruyordu ve bize yeterli geliyordu? Özlemle kavrulmuyor muyduk? Aidiyet duygusu ile bağlı olduğumuz, gönül verdiğimiz ve karşılıksız sevdiğimiz renklere karşı.. Tuttuğumuz takıma karşı..

Aslında öyle özlemişiz ki! Tuttuğumuz bir takıma duyumsadığımız sevgi öyle farklı ki! Nasıl anlatsam? Bir ay boyunca Dünya Kupası’nda bir çok maç izledik. Bazılarından zevk almadık. Bazılarında fena bir futbol görmedik. Eğer gözlerimize birkaç uzay futbolu boca edilseydi, futbola doysaydık bile takımımıza duyduğumuz özlem dinmezdi. Futbola olan istek, açlık belki dinerdi ama bağlandığımız renklere duyduğumuz özlem?

Kim ne derse desin, ne söylerse söylesin, nice Barcalar çıksın isterse. Bizi futbollarıyla büyülesinler. İstedikleri kadar. Ama şunu bilmelidirler ki bizi asla gönül verdiğimiz takımların heyecanlandırdığı gibi heyecanlandıramayacaklar. Barca futbolunu izlerken zevk alırım, mest olurum ama heyecan yapmam. Ateş basmaz beni. Kış ortasında ter içinde kalmam. Yaz ortasında ayaklarım buz kesmez. Kalbim deli gibi atmaz. Olduğum yerde sürekli sabit dururum. Fazla sakin olurum. Heyecan yapmam.


Sarı Kırmızılı renkleri gördüğüm zaman orada her daim bir heyecan vardır. Bir istek vardır. Bir özlemin dindirilişi. Lig devam ederken bir haftalık süreç bile Sarı Kırmızı’yı özlememe yetiyordu. O heyecanı bile özlüyorum. Ayaklarımın üşümesini. Ellerimin buz kesmesini. Her atakta kanımın yukarı çıkmasını. Baros’a top geldiği zaman göğsümün kabarmasını ve öyle bir futbolcuya sahip olduğumuz için garip bir gurur hissetmemi. Sabri topa tüm gücüyle vurup fezaya gönderdiğinde bile tatlı bir şekilde kızmaksızın gülümsemeyi. Kewell topu ayağına aldığında bir nezaketle kapsanmayı ve gülümsediğinde o anki mutsuzluklarımın o gülücükle örtülmesini..

Nasıl anlatabilirim ki?


Sarı Kırmızı’nın çekiciliği bir başka. Gerçekten de özlem dolu. Messi’nin futbolu, Maradona’nın çalımları gönül verdiğim takımın sıradan oyuncularının yanında bile çerez kalabiliyor. Öyle hissettirebiliyor. Sarı Kırmızı dışındaki güzellikler beni mutlu edebilir. Zevk verebilir. Hoşnut kılabilir iç benliğimi. Futbol güzelliğine doyurabilir. Ama hiçbiri Sarı Kırmızı’nın hissettirdiklerini hissettiremez gönlüme ve içimden geçen her türlü heyecanlara.. Ulaşamaz o ürpertici duyguya.

FC Kleve karşısına çıktı Sarı Kırmızılılar. Sıradan bir maç. Öylesine bir maç. Önemsiz bir maç. Ama öyle özlemişim ki... Hem de çok..

Dünya Kupası, Messi, Barca hikaye.. Sarı Kırmızı renkler gönlümün ta orta yerine çizilmişken ve kalbimin çeperlerini tamamen sarmalamışken hikaye..

13 Temmuz 2010 Salı

Acıyı Isırabilmek.. Sertçe..


1967 yılında Long Island’de doğan Chuck Schuldiner, 9 yaşındayken kardeşi Frank’i kaybeder. Bu olaydan çok etkilenen Chuck, iç dünyasına gömülür, yeni bir uğraş bulur. Elindeki gitar ile müzik yapmaya başlar. 15-16’sına geldiğinde yepyeni bir tür yarattığı söylenir: “Death Metal”. Kardeşinin ölümünün getirdiği derin bir bakış açısıyla grubunun adını DEATH koyar. Akabinde birbirinden mükemmel harika albümler ardı sıra derin ruhlara fırlatılır. Bir farklılık vardır bu eserlerde. Özellikle sözler, etkileyici bir felsefe rafine etmiştir derinliklerinde. Hayatın acımasızlığını gözler önüne serer ama bu acımasız hayat karşısında her daim mücadele edilmesi gerektiğini cümlelerin arasına serpiştirir Chuck. Hem de mükemmel bir şekilde.. Söylemleri çok etkileyici, derin, balyoz kadar ağır ve sersemleticidir.

Aradan geçen yıllar sonrası Chuck kansere yakalanır. Beyninde bir tümöre rastlanır. Hayatını depresif bir şekilde yaşayacağına ya da kendisini öbür dünyaya postalayacağına hayatına her zaman olduğu gibi sıkıca tutunur. Savaşır. Mücadele eder. Her zaman eserlerinde bizlere yansıttığı gibi. Başaramaz ama. Başaramadığında takvim yaprakları 13 Aralık 2001’i göstermektedir.



BITE THE PAIN

Bedenine bakarsan
Yara izlerini görebilirsin
Ama gözlerde
Farkına varan gözlerde
Gerçek farkedilemez

Resmedilen bir kan damlası değildir
Ama nasıl kanadığını bilirsin
Keskin kenarlı silahtan sakınırsın
İnsanoğlu diye isimlendirilen

Arzu bir kalkandır
Ve güçlü olma isteği
Öldürmek yerine
Kazanan biri oluşumdandır

Açlığınızla beslenmeyeceğim, onun yerine
Acıyı ısırıyorum
Geriye bakmayacağım ama ilerisi için
Sert bir şekilde ısırıyorum
Düzenbazlığın izlerini örtebilmek için
Ve hançerler ruhunuzdan fışkırıyor
Acı, pişmanlığın gözyaşları
Faydasızca akıyor, pişmanlık için artık çok geç
Koru bunu
Bir dahaki hastalıklı kader oyununa kadar

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Hayatım Boyunca Okuduğum En Lezzetli Şeylerden: David Gilmour'dan Film Kulübü


Hepimizin ayrı bir ilgi duyduğu, tam konsantre bir şekilde yöneldiği ve uygulamaktan zevk aldığı hobileri vardır. Sinema denen şey ise bunun en önemli parçalarından biri. Hayatımız boyunca sayısız sinema izlemiş, üzerine kritiklerde bulunmuş ve yeri gelince etkisinde kalmışızdır. İzlediğimiz sanat eserlerinden neler alabildiğimiz, hayatımıza ne gibi etkilerde bulunduğuna, neler kattığına dair sorular beraberinde gelir.

Bir de daha önce izlediğiniz ve sizi etkilemiş bazı filmlerin üzerine ilginç diyalogların döndüğünü, bu diyalogların oldukça ilgi çekici ve samimi olduğunu, bambaşka bir bakış açısıyla kapsandığını düşünün.

Toronto Film Festivali gibi bazı film festivallerinde yer alan, sinema üzerine televizyon programları hazırlayan Kanadalı eleştirmen David Gilmour, “Film Kulübü” isimli otobiyografik kitabıyla beni ilk satırlarından itibaren yerime mıhladı. Bu kitap David Gilmour ve oğlu Jesse’nin yaşadıkları bir dönem üzerine yazılmış otobiyografik bir kitap. Kısacası ortada herhangi bir senaryo, kurgulanmış bir olay yok. Tamamen yaşanmış, gerçek bir öykünün yalın ve akıcı bir şekilde bizlere aktarılması söz konusu.

Jesse liseye giden bir gençtir ve okuldan nefret etmektedir. Jesse annesiyle yaşamaktadır. Jesse için işler kötü gidince annesi artık babasının olaya müdahale etmesi gerektiğini söyleyince evlerini değiştirirler ve Jesse babası ile yaşamaya başlar. Babası okuluna asılması için elinden geleni yapar ama görür ki Jesse okuyacak gibi değildir. Bir gün bir karar alır ve alır oğlunu karşısına. Eğer okula gitmek istemiyorsa gitmek zorunda olmadığını ve ama okula gitmeyecekse bazı şartları olduğunu söyler. İnanılmaz bir karar alır David oğlu için.

Oğlunun okula gitmesine, çalışmasına, bir sorumluluk almasına gerek yoktur. Her gün beşe kadar uyuyabilir. Babası sadece şunu ister: Uyuşturucu kullanmayan bir genç olsa da Jesse kesinlikle uyuşturucudan uzak duracaktır. Eğer uyuşturucu ile yan yana görürse babası canına okuyacaktır. Ve en önemlisi, beraber haftada üç film izlenecektir. Filmleri babası seçecektir. İzlenen her film sonrası ilgili film ve hayat üzerine konuşulacak, ne gibi çıkarımlarda bulunduğu sorgulanacak ve film üzerinden farklı bir eğitim üzerine odaklanılacaktır. Filmler sayesinde her şey üzerine konuşmaya başlarlar. Müzikten özel hayatlarına kadar...


Böyle ilginç bir konu ile karşı karşıya kalıp kitabı okumaya başlayınca, David Gilmour’un o sade anlatımı, kullandığı samimi dil, diyalogların güzelliği, paylaşılan konuların ifadesinin akıcılığı derken kendimi kitaba bağlanmış buldum. Ve her şeyden önemlisi sinemayı ayrı bir köşeye koyan kişiler için muazzam bir güzellik yatıyor kitabın içinde. David Gilmour’un izledikleri filmlere dair yaptığı yorumlar ve bakış açısı muazzam. İnanılmaz bilgilendiriyor bizleri. Farklı bir bakış açısı kazandırıyor ruhunuza.

Kitabın en sonunda ise hangi filmler üzerine muhabbet edildiği yer almakta. Baba’dan Temel İçgüdü’ye, Paris’te Son Tango’dan Ran’a, Bettlejuice’den Scarface’e, Casablanca’dan Yurttaş Kane’e, Rocky’den The Dolce Vita’ya kadar klasik olmuş 121 film.. Ve ilgili liste aynı zamanda muhakkak izlemeniz gereken filmlere de karşılık geliyor.


Eğer bu kitabı okumayanlar varsa bir an önce elde etmelerini ve okumalarını salık veririm. İnanılmaz keyif alacaklar. Hatta birçoğunuz kitabı bitirmeden yerinden kalkmak istemeyecektir.

David Gilmour’un herhangi bir film üzerine neler söylediği ve oğlu ile diyalogları nasıl gerçekleştirdiğini merak ediyorsanız kitaptan kısa bir bölümü kullanmamda fayda var.



“Sonra ona bir belgesel izlettim: Yanardağın Altında: Malcolm Lowry’nin Yaşamıyla ve Ölümüyle İlgili Bir Araştırma (1976). Yeri gelmişken söyleyeyim: Yanardağ hayatımda izlediğim en iyi belgeseldir. Yirmi yıldan fazla bir süre önce televizyon dünyasına girdiğimde, bir kıdemli prodüktöre onu izleyip izlemediğini sormuştum. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi kadın. “Televizyon dünyasına girmemin sebebi oydu.” Ondan alıntı bile yapabiliyordu. “Benim kadar çok içmezseniz, sabahın yedisinde bir kantinde domino oynayan yaşlı bir kadının güzelliğini nasıl anlayabilirsiniz?”

O filmin öyküsü muhteşemdir: Zengin bir çocuk olan Malcolm Lowry yirmi beş yaşındayken İngiltere’den ayrılır, içe içe dünyayı gezer, sonra da Meksika’ya yerleşip bir kısa öykü yazmaya başlar. On yıl boyunca içtikten sonra, o kısa öyküyü şimdiye kadar içki içmekle ilgili yazılmış en iyi roman olan Yanardağ’ın Altında’ya dönüştürür ve bu arada neredeyse delirir. Romanın çoğu küçük bir kabinde yazılmıştı.

Bazı yazarların hayatlarının da yazdıkları kadar ilginç ve hayranlık verici olduğunu söyledim. Virginia Woolf’tan (boğularak öldü), Sylvia Plath’dan (gazdan öldü), F. Scott Fitzgerald’dan (durmadan içti ve genç yaşta öldü) bahsettim. Malcolm Lowry de bunlardan biridir. Romanı, özyıkımı yücelten en romantik eserler arasındadır.

“Senin yaşındaki kim bilir kaç delikanlının sarhoş olup aynaya baktıklarını ve Malcolm Lowry’i gördüklerini sandıklarını düşünmek ürkütücü,” diye ekledim. “Kim bilir kaç delikanlı kafayı çekmenin ötesinde önemli, şiirsel bir şey yaptıklarını sanıyorlardı.” Jesse’ye böyle konuşmamın sebebini göstermek için romandan bir pasaj okudum: “Kendimi büyük bir kaşif olarak görüyorum,” diye yazmış Lowry, “ilginç bir diyar keşfeden, ama asla oradan geri dönüp de bildiklerini dünyaya aktaramayacak bir kaşif. Ama bu dünyanın adı… cehennem.”

“Tanrım,” dedi Jesse, kanepe sırtına yaslanarak, “sence ciddi miydi, kendini gerçekten öyle mi görüyordu?”
“Bence evet.”

Bir an düşündükten sonra ekledi: “Bu yanlış bir şey biliyorum, ama tuhaf bir şekilde insanda çıkıp zil zurna sarhoş olma arzusu uyandırıyor.” Sonra ona belgeseldeki, çoğunlukla Lowry’nin yazdıklarının seviyesine çıkan anlatıma dikkat etmesini söyledim. Bir örnek vereyim, Kanadalı film yapımcısı Donald Brittain’in Lowry’nin bir New York devlet akıl hastanesindeki hayatını anlatışından alıntı yapayım: “Buradaki insanlar artık kurtarılamaz olmalarına karşın yaşamayı sürdürüyorlardı. Burası artık insanın yumuşak çimenlerin üstüne düştüğü, zengin burjuvaların dünyası değildi.”



Not: Bu kitabı 30 Haziran'daki doğum günümde bana hediye eden Seyhan’ıma (http://seyhanahen.blogspot.com/) çok teşekkür ediyorum.

6 Temmuz 2010 Salı

Efsanelerim Geçti Unirock’tan


En son geçtiğimiz kış Ankara’daki Hatesphere konserine gidebilmiştim. Uzun zamandır eskisi gibi konser etkinliklerine katılamıyordum. 2-3-4 Temmuz tarihindeki Unirock festivali içerdiği bazı isimler nedeniyle benim için çok cezbediciydi. İşyerindeki inanılmaz yoğunluğa rağmen iki gün işe gitmemeyi bile göze almıştım. Bugün şirkette iki günlük devasa işler beni bekliyordu. Ama mantıklı düşününce bugün için çektiğim strese değer diyorum.

Öncelikle festivale katılan her gruba ilgi duymadığımı söylemeliyim. Benim için özellikle üç isim çok değerliydi: Cannibal Corpse, Obituary ve Nevermore. Bu üç isim benim efsanelerim katındadır. Hatta öyle ki, bundan 10 yıl önce Cannibal ve Obituary’nin ülkemize geleceğini söyleselerdi müsait bir tarafımla gülerdim. Gerçekten de!


1995-1999 yıllarında okuduğum Karadeniz Teknik Üniversite’sinde arkadaşlarım bana Cannibal Ati derdi. Çünkü o dönemler iflah olmaz bir Cannibal Corpse fanıydım. Obituary ise benim için en özel gruplardan biridir. Death Metal arenasında en sevdiğim grup Death’dir ama ‘Death Metal tarihinin en iyi albümü nedir?’ diye bir soru yöneltilseydi, hiç düşünmesizin Obituary’nin Cause Of Death albümünü işaret ederdim. Benim için o kadar değerli bir gruptur. Nevermore’a duyduğum sevgiyi ise blogu takip eden herkes biliyor.


Öncelikle festivalin ses sistemi açısından doyurucu olmadığını, headliner olan Cannibal Corpse, Amorphis gibi gruplarda genele oranla biraz daha iyi bir sound çektiklerini söylemekte fayda var. Bu kadar değerli grubun yer aldığı bir festivalde ekipmanların yetersiz kalışı, ülke olarak bazı şeyleri düzeltmemiz gerektiğine işaret ediyor. Çünkü Nevermore gibi bir grubun asıl performansını ve güzelliğini kulaklarımıza akıtabilmek için onlara özgü soundu birebir yansıtabilecek ekipmanlara ihtiyaç duyulacağı akılla birdir.

Ama her şeye rağmen Cannibal Corpse, Obituary, Nevermore ve Necrophagist’den inanılmaz zevk aldım. Overkill her zamanki gibi harika bir performansa imza attı ama soundun yetersizliği üzücü bir noktaydı. Evergrey’i izlemek de güzeldi. Cannibal, Obituary ve Nevermore’u o sahnede görmek hayal gibi bir şey oldu benim için. En ufak bir hareketlerini bile kaçıramazdım. Baştan sona kadar performanslarına odaklanmıştım. Zaten 5-6 yıldır en sert konserlerde bile headbang yapan biri değilim. Çok odaklanmış bir şekilde izlemek daha fazla zevk veriyor bana. Kafa sallama olayı daha genç ve yeni nesile bırakıldı artık.


Festivallere iştirak eden kitlenin yaş ortalamasının düşük olduğunu, bir çok kişinin bir farklılık peşinde koştuğunu, ne kadar samimi olup olmadıkları konusunda olumsuz bir perspektif aksettirdiklerini, günümüz Heavy dinleyicisinin ne kadar dolu olup olmadığı gibi konularda ise bir sorunun olduğunu söyleyebilirim. Bir yere eğlenmek için gelmek kabul edilebilir bir olgu ama ortaya nasıl bir doluluk koyulduğu ve bu müzikteki samimiyet ilkesi ise bir muamma.

Fotoğraf olayına ilgi duyan biri olmadığım için fotoğraf makinem ya da video kaydedicim yoktu. Sadece cep telefonum ile bazı kareler alabildim. Maalesef onlar da yeterli olmadı. Bu fotoğrafların hiç de iyi olmadığını biliyorum. Ama asıl güzellik ve gerçeklik hafızamda yaşıyor.

Cannibal Corpse’un o azdırıcı müziğinin güzelliğine kendimi kaptırmam, Obituary gibi dev bir efsanenin canlı performansına şahitlik etmem ve benim gibi sessiz bir adama bile çığlık attırmaları ve Nevermore gibi güzide bir gruba kanlı canlı şahitlik etmek muazzamdı. Özellikle Jeff Loomis’in ne kadar insanüstü bir gitarist olduğuna canlı olarak şahitlik etmek harika bir duyguydu. Müzikal gösterge belki agresif ve sert olabilir ama benim için oldukça duygusaldı. Uzun zamandır çalışıyor olmanın ve strese boğulmamın neticesinde içimde birikmiş nice kurtları döktüğümü söyleyebilirim.

Bu hayatta yaşamak ya da görmek istediğim bir çok şeyi yaşadım ve gördüm. Hayata bakış açım nedeniyle hayattan öyle büyük beklentileri olan bir kişi değilim. Aza kanaat getiren, az ve öz olgusunun peşinde koşan, ufak şeylerle hep mutlu olan biri olarak bu festivaldeki bazı isimleri canlı bir şekilde izlemem bile hayallerimi gerçekleştirmek ile eşdeğerdi. Ama hayallerim daha tükenmiş değil. Bir hayalim daha var. O da Nile, Gojira ve Textures isimlerini de görebilmek. Ve yahut olur da bir gün organizatörün biri pamuk elini cebine atarsa Kamelot’u da bu listeye dahil edebilmek.

Not: İlk resim Güven Ceylan isimli birine aittir.





LinkWithin

Related Posts with Thumbnails