15 Mart 2011 Salı

Japonya Depremi ve Nehirden Gelen Kızıl Ejderha


11 Mart tarihinde Japonya’da meydana gelen deprem üzerine konuşmak kolay olmasa gerek. Dünyanın herhangi bir yerinde o şiddette bir depremle karşı karşıya kalınsaydı kaç yapı dayanırdıyı geçtim, ardı ardına patlayan 6 ve üzeri şiddetteki artçı depremlerde bile ne hale gelinirdi düşünmek bile istemezdim. Japonya’yı bitiren depremin kendisi değil, insanoğlunun Hollywood senaryolarında bile göremeyeceği ve izlediğimizde bizi şok eden dev tsunamiydi. O görüntülere şahitlik etmek, yetmiş bin nüfuslu bir kasabanın yutuluşuna canlı gözlerle tanıklık etmek ve çaresiz bir şekilde izleyerek elimizden hiçbir şeyin gelmemesi, insanoğlunun doğa karşısında ne kadar güçsüz olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. O görüntüler aklıma geldikçe hala tüylerim ürperiyor. Japon insanlarının dünya üzerindeki en büyük felaketlerden biri yaşanmasına rağmen inanılmaz sakin kalması ve hiç panik yapmaması yüzyıllar boyu alışkın oldukları hayat şartlarının DNA’larına yazılmasıyla ilintili. Dünyanın en dehşetli anları yaşandı. Hala da yaşanmakta. Ve bu anlar yaşanırken Japon halkı marketlerde sırasını hiç bozmuyor, hala kurallara büyük bir sükunetle uyuyor, hala okuluna gidiyor, bisikleti elinde araç yolunda değil hala kaldırımda yürüyor. Bakanları, idarecileri ve yetkilileri başları önde ve utanarak düzenli olarak elektrik kesintileri olacağını söylüyorlar. Gayet doğal ve elden bir şey gelmeyecek bir durumda bile başlarını eğiyorlar oranın yöneticileri. Buranın yöneticileri gibi ekranda radyasyonlu çayları içerek Karadeniz’deki gibi binlerce kansere ve ölüme neden olmuyorlar. Ellerinden hiçbir şey gelmeyecek konularda bile eğiliyorlar halkın önünde..

Japonya yüzyıllar boyu depremlerle yaşadı. Dünyanın en tehlikeli ve hareketli iki tektonik plakanın sürekli birbirine baskı yaptığı bir noktaya tek tek elle konulmuş gibi duran bir ada parçası. Aslında söz konusu iki tektonik plakanın birbirine baskıları olmasaydı Japon adaları da olmayacaktı. Bazen adanın bazı yerlerini ortadan kaldıran, yıkan, sele maruz bırakan tektonik plakalar, aslında Japonya’yı meydana getiren bir hareketlilikti aynı zamanda. Japonya geçmiş çağlarda her daim iç savaşlar yaşamıştır. Yüzlerce klan birbiriyle savaşmıştır. Ama bu savaşlarda ölüm sayısı görece olarak hep az kalmıştır. Asıl büyük yıkımlar ve ölümler hep depremler, veba ve açlıklarla gelmiş. Bir milletin ruhunu ve karakterini çizmiş tüm bu büyük belalar. Akabinde, devasa depremlere bile dayanan bir karakteri ortaya çıkarmışlar. Japonya önceden neydi, şimdi ne olduya en ürkütücü yanıtı şu aşağıdaki iki bağlantı öyle inanılmaz bir yanıt veriyor ki, insanoğlu korkması gerektiğini anlıyor.

http://www.abc.net.au/news/events/japan-quake-2011/beforeafter.htm
http://www.nytimes.com/interactive/2011/03/13/world/asia/satellite-photos-japan-before-and-after-tsunami.html

Ama o dev sular yok mu? Hani, şu önüne ne çıkarsa çıksın alıp götüreceği ve önünde kimsenin, hiçbir şeyin, devasa gemilerin bile duramayacağı dev dalgalar.. Japonya için söylenecek bir şey varsa o da fırtınaların, sellerin ve depremlerin bu ülkenin kaderini çizen en büyük kader atayıcı olmalarıdır. 1274 ve 1281 yılında Moğollar tarafından deniz yoluyla işgal edilen Japonya, büyük tayfunlar sayesinde bir işgalden kurtulmuştu. Kubilay Han yönetimindeki Moğol ordusu müthiş bir rüzgarla ivmelenen dev dalgalar yüzünden geri çekilmek zorunda kalmıştı. Eğer o dev dalgalar olmasaydı şu anki Japonya’dan bahsedemeyebilirdik. O zamanın samurayları bu dev rüzgar ve dalgalara bir isim vermişti hemen: Kamikaze! Yani İlahi rüzgar ya da nefes.. Tanrısal bir fırtına.. Aynı dalgalar Japonya’nın bir kısmını mahvetmiş durumda. Haritadaki yerini bile değiştirmiş durumda. Çin’e 2,4 metre daha yaklaştırmış durumda. Yetmemiş, dünyanın eksenini 10-15 santimetre kadar kaydırmış. 730 yıl önce Japonya’yı kurtaran, esir olmasını engelleyen dev dalgalar, ironik bir atıfla yıkımı getiriyor.


Bu depremle insanların milliyet gözetmeksizin özlerinde ne kadar aynı olduklarını da gördük. Bir çok insanın tüyleri diken diken oldu, ürperdi, gözleri doldu, dualarını sakınmadı Japon insanlarından. Ama bazı insan müsveddeleri vardı ki kendi içimizde barındırdığımız örümcek kafalılardan hiç farklı olmadıklarını göstermişlerdi. Bu depreme ve dev tsunamiye İkinci Dünya Savaşı’ndaki Pearl Harbor’un intikamı gözüyle bakan orospu çocuğu Amerikan evlatlarından dem vurabiliriz. Burada oldukça insani bir durum söz konusuyken ve tüm dünyayı ilgilendiren, korku veren bir afet varken, ölü bedenler ve soğuk havada titreyen bebekler, çocuklar söz konusuyken “işte tanrı Pearl Harbor’da yaptıklarınızın acısını sizlere böyle ödetir” diyen orospu çocukları vardı.

http://m.friendfeed-media.com/f4c36a5050fe097df774024803158fc79e79f4b1

Şerefsiz ve onursuz her yerde şerefsiz ve onursuzdur. Zararlı ve faşist milliyetçi her yerde kötüdür. Hitler ruhludur. Bu şerefsiz ve onursuzluk İngiltere’de de görülmüştür. O kel kafasıyla ve faşist görünümüyle Japonlar’ı numara yapmakla suçlayan ve aslında hiçbir şey olmadığını, her şeyin yolunda olduğunu, bunu söylerken de “anaları becerilmiş Japonlar” diye giriş yapan şeyin oğlu Estebanlar da var bu yerkürede. İşte o orospu çocuğuna da bir göz atabilirsiniz:

http://i.imgur.com/Sq3e3.png

Dünyanın her yerinde var “7,4 yetmedi mi?” diyen zihniyetler. Depremin nedenini çıkarılmaya zorlanan baş örtülerine, saçma sapan hurafelere, her insanın zaten ruhunda olan ve her daim olacak günahlara dayandıran ‘7,4 yetmedi mi’ciler her daim olacak. Daha süt emen bebelerin, daha yeni yürümeye başlamış çocukların depremde ölümünü neye dayandıracaklardır, ilgili günahsızlığı hangi inanca sığdıracaklarını çok merak ediyorum.

Her toplumda günahkarlar olacaktır. Her toplumda iyiler ve kötüler olacaktır. Bir toplumun içinde inanılmaz gaddar insanlar da çıkacaktır. Bunların sayısı eğer 100 ise, geri kalan milyonlarca insanın günahı nedir diye sorgulayacaklar mıdır? Aynı düşünce piçleri Hiroşima ve Nagazaki’deki yüz binlerce ölümü nasıl haklı çıkaracaklardır? Tüm bu ağır afetler inanışa göre kıyamet alameti olarak değerlendiriliyor. Bu kadar faşist ve merhametten uzak düşünceler varken kıyameti beklemeye gerek yok. Merhametsiz şerefsizlerin dünyasında yaşamak zaten cehennemden farksız.


Bu deprem, bu dev tsunami anlarını izlerken aklıma direkt Nevermore geldi. Şu meşhur “The River Dragon Has Come” şaheseri geldi. Bu öyle bir parçadır ki, sözleri insanoğlunun tüylerini diken diken eder. 1975 yılında bir selin Çin’deki Yangtze Nehri’nin üzerindeki bir barajı yıkıp on dakikada 85.000 kişiyi yok etmesi sonucunda bir din adamının çıkıp “Nehir Ejderhası geldi!” demesi üzerine kurulu olan parça, her daim güncelliğini koruyacaktır. 1999 depreminde Körfez suya bulandığında, 2009’da İstanbul sele teslim olduğunda, Japonya dev tsunamiye kurban olduğunda. 2009 yılında, yerkürede İstanbul denen bir yerde, olan bir sel sonucunda Başbakan’ın “yağmur geldi mi durduramazsınız” çıkışı Çin’deki din adamının “Nehir Ejderhası geldi!” demesine hiç ama hiç benzememektedir. Bu parça yoğun bir öfkeyi öyle derin bir hüzünle kaplamıştır ki, selde hayatını veren 85.000 kişinin çığlığını kalplerinizde hissedebilirsiniz. İnsanoğlu o kadar ufak ki, dev dalgalar karşısında elimizden hiçbir şey gelmez. Kızıl nehir ejderhası gelir ve ruhlarımızı alır. Ne kadar zayıf ve güçsüz olduğumuzu, dünyanın asıl sahibinin kim olduğunu ağzından fırlatıverdiği ateş topuyla bizlere yansıtır. Doğa ile baş etmek çok ama çok güç. Bu şarkı da faşistçe zihinlere bir göndermedir aslında..

Bugün tehlike selle birlikte geldi
Mimarlar ve aptalların fakir insanların kanını dökerek
Çektirdikleri seti umursamadı bile
Nehir ejderhası akıntılarda yüzerken
Onlar başka bir set çektiler

Nehir ejderhası geldi
Ruhlar temizlendi
Yerküre konuştu
Ve onları mezarlarına koydu

Üçlü (teslis inancına gönderme) bizi selden koruyacak
Ama boğularak sürüklendik

2 Mart 2011 Çarşamba

Futbol: Bir Aşk, Ölüm ve Çocukluk Hikayesi



Not: Geçtiğimiz günlerde Sportif Cümleler blogunda yazı yazmaya başlamıştım. Fırsat buldukça oraya da bir şeyler karalamaya çalışacağım. Bu yazı da oraya yazdığım bir çalışmadan alıntıdır.


Son zamanlarda vakit sıkıntısı nedeniyle kendi blogumda bile doğru düzgün yazamasam da sevgili kardeşim Burak’ın isteğine nihayetinde kayıtsız kalmamak boynumuzun borcu olmuştu. Yerkürede beni en çok seven insanlardan biridir Burak. Onun için abartılı şeyler yapmadığım halde bu büyük sevgisi neden kaynaklıdır, tam olarak bilemem.

Aslında futbola dair yazılabilecek birçok mecra var. Hele eğer yaşınız Cahit Sıtkı Tarancı’nın deyimiyle ömrün yarısına dayanmışsa, sürdürdüğünüz yaşam örgüsünün sizlere anlattıracağı çok şey vardır. Bazen çok gezen bilir, bazen de çok yaşayan.. Vakitsizlik nedeniyle futbol konusunda uzun uzadıya, farklı kuyulardan girip farklı kaynaklara çıkmayı pek düşünmedim.

Futbol bu. İçine hayatın kendisini, mutluluğu, acılarınızı, hayatınızın anlamını bile boca edebilirsiniz. Bazen ruhunuzun sesidir. Bazen de en büyük eğlenceniz ve mutluluk kaynağınız. Sizlere yaşattığı büyük mutlulukların yanında büyük acılar yaşatmasını da bilir. Bazen buz kesilirsiniz. Bazen sıcaklarsınız. Ateş basar yüzünüzü. Sinirden tırnaklarınızı yersiniz. Ya da elleriniz titrer. Öfkelenirsiniz. Bazen de gönül bağıyla bağlı olduğunuz takım, önemsiz bir takıma gol atsa da büyük bir hırsla yumruklarınızı sıkarsınız. Eğer daha büyük başarılara yelken açmışsanız, bu yolculuk esnasında yapılan her güzel manevra, sonuca her güzel ulaşmalar sizi çılgına çevirebilir.

İnsanoğluna bunca duyguyu kaç şey yaşatabilir? Belki sevgiliniz değil mi? O yüzden futbol fena halde hayata benzer demenin ötesine geçeriz. Futbol bazen fena halde aşka benzer. Karasevdadır bu. Anlamlandırma gereği bile duyulmaz. Futbolda çoğu zaman sevdiğiniz kadını görebilirsiniz. Sizi öfkeye boğabilir, aşka doyurabilir, mutlu edebilir ve sinirlendirebilir. Ama zannedersem futbol daha öte bir duygu. Sonsuza kadar yaşayacak aşk öyküleri ve aynı yastıkta kocayış kısmını halı altına süpürürsek, bir kadını, sevdiğiniz bir erkeği bırakabilirsiniz ama kendi tuttuğunuz takımı kolay kolay bırakamazsınız. Sevdiğiniz birini bırakmanız belki tepki alabilir ama tuttuğunuz bir takımı bırakmanız daha fazla yadırganacaktır. Çok ironik değil mi?


Spora dair turnuvalar insan hayatı için büyük bir zevktir mutlaka. Sıradan bir müsabaka ile uluslar arası bir müsabaka arasında inanılmaz fark vardır. Aldığınız zevk katmerlenir. Özellikle çocukluk zamanlarımda turnuvalardan büyük zevk alırdım. Avrupa Şampiyonası’ndan.. Dünya Kupası’ndan.. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, UEFA Kupası ve Kupa Galipleri Kupası’ndan.. Tenisten atletizme, basketboldan voleybola, hentboldan masa tenisine kadar hiçbir programı kaçırmazdım. Sonuçta TRT dönemine mahkum bir çocuğun farklı bir alternatif yolundan gidebilmesi pek mümkün değildi. TRT ne sunmuşsa ona mahkum kalırdık. Ama inanılmaz zevk alırdım. Özel kanallar çoğaldıkça, alternatifler bir nevi sonsuzluğa yaklaştıkça ve eğer iş hayatınız spora odaklı olmayıp yoğun bir iş hayatı olmuşsa, çocukluğunuzda tattığınız o zevkler farklılaşacaktır. Daha çocukken herhangi bir taraf gözetmeyip her şeyi, her takımı ve sporcuyu büyük bir zevkle izlerken, aradan yıllar geçince elinizde kalan vakitsizlik ve alternatif çokluğu sizi seçimler yapmak zorunda bırakacaktır. Hepsini izleyebilmeniz ve zevkle takip edebilmeniz mümkün değildir artık. Ne yalan söyleyeyim. Öyle bir hayat döngüsüne saplandım ki, Galatasaray dışında hiçbir şeyi geniş ölçekli takip edemez oldum. LİG TV’niz vardır, her ay bir sürü paraya kıyarsınız ve harcanan onca para Galatasaray’ın bir aylık maçları içindir. Diğerlerini es geçmek zorunda kalırsınız.

Çocukken öyle miydi? Hayal meyal de olsa bir spor turnuvasına ilk şahitlik edişim 1986 Meksika Dünya Kupası ile olmuştu. Bir oyuncudan bahsederlerdi. Tanrısal bir güç ithaf edilmişti ona. Onun hakkında kulağıma çalınanlar, televizyonda söylenenler ve büyüklerimizin kelamları beni garip bir şaşkınlığın boyunduruğu altına almıştı. Kendisini ilk kez televizyonda gördüğümde bunu neden o kadar övüyorlardı ki diye hayıflanmıştım. Yerden bitme, bücürüğün tekiydi halbuki. Fakat o da ne? Bir maçta bu bücürük, yerden bitme topçu, başladı iri kıyım adamları takır takır geçmeye. O çalım atmaya doymuyordu, iri kıyım topçular da çalım yemeye! Futbol iksirini içmiş olmalıydı bu bücürük. Kaleciye bile çalımı basmıştı. Sonrasında yere düşerek vuruşunu yapmış ve madara etmişti beni. Daha on yaşında olan bendeniz, böyle bir golle tanışınca neye uğradığını şaşırdı. Boşuna değilmiş demek ki onun Tanrısallaştırılması. Maradona’dan başkası değildi bu insanüstü yetenek.


Bu öyle bir güçtü ki, Napoli gibi sıradan, İtalya’nın kuzeyli kulüpleri karşısında yokları oynayan ve bunun ezikliğini yaşayan bir kulübü devasa bir güce dönüştürmüştü. Hem de neredeyse tek başına! Onu başlangıçta bilmeyen ben, neden Tanrılaştırıldığını anlayamamıştım ama Napoli’de oynamaya başlayıp hünerlerini sergilemeye başlayınca o artık Maradona değildi. Aziz Maradona’ydı. Napoli için oldukça önemli bir aziz olan Gennaro’nun bile adı değiştirilmişti Aziz Gennarmando diye. Yıllarca açık tenli kuzeylilerin boyunduruğu altında ezilen ve gururları çiğnenen güneylilerin aziziydi Maradona. Onun sayesinde Napoli bileği bükülemez bir gurur abidesine dönüştürülmüştü. Ama fazla sevgi her zaman zararlıdır. Yıllar sonra Napoli’den ayrılmak istediğini söylediğinde bırakın halkın galeyana gelmesini, topluma derinden hükmeden mafyayı bile çıldırtıyordu. Futbolun korkutucu bir yönüne şahitlik edilmişti o zamanlar. Maradona’ya benzetilen voodoo bebeklerine iğneler saplayıp pencereden aşağı atan manyaklar vardı Napoli’nin sıcak caddelerinde.

Beni gerçek anlamda ilk kez çok etkilemiş, büyük bir hevesle ve aklı başımda takip ettiğim ilk turnuva ise o zamanki adıyla Batı Almanya’da düzenlenen 1988 Avrupa Futbol Şampiyonası’ydı. Futbolla çok içe içe olduğum zamanlara denk gelmiştir ve sürekli top peşinde koşturup duran iflah olmaz bir futbol manyağıydım o zamanlar. Birçok insan Batı Almanya’yı tutuyordu. Kupayı onların kaldırmasını istiyorlardı. Benim favorim ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) idi. Favori olmaktan öte onları tutuyordum. Ee, o zamanlar bir nevi Soğuk Savaş döneminin son demleri. SSCB yanlısı olmak bir nevi arka taraf istiyor. Boru mu? Adamlar gomonist işte. Ne tutulur, ne de yenilirlerdi. Yahu ben de çocuktum. Ne anlarım gomonizmden, soğuk savaştan, eski kovboy bozması Reagan’dan, Gorbaçov’dan. Dur bir dakika! Gorbaçov’dan bir şeyler anlardım. Kelindeki lekeyi hiç unutmamakla birlikte ne zaman Gorbaçov desem aklıma ‘Glasnost Perestroyka’ değil de çorba içen bir adam gelirdi. Çorba gibi adı vardı işte. Bizimkisi de çocukluk!

Nasıl oldu da kimsenin pek tenezzül etmek istemediği SSCB’yi tutuyordum? Belki de dönemin en iyi takımıydı. Zamanın Dinamo Kiev efsanesi çok meşhurdur. Zamanın topçuları dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek antrenmanlara tabi tutulmuştur. Siz deyin makine, ben diyeyim Robocop. Zerre fark yok. Kondisyonuyla ve ilginç oyun taktikleriyle geleni geçeni ezip geçen bir dev söz konusu. Zamanın Türk takımları Avrupa maçlarına çıktığında 60. dakikadan sonra dil dışarıda bitik şekilde koşmaya çalışırken, bu adamlar peş peşe iki maçı hiç yorulmaksızın tamamlarlarmış.

Türk takımlarının kondisyon olarak bittiğine gözlerimle şahitlik etmiştim zaten. Meşhur bir Bursaspor – Ajax maçı hatırlarım. Deplasmanda oynanan bir maçtır. Maçın 60. dakikasından sonra Bursasporlu oyuncular ayakta bile duramamaktadırlar. 5-0 mağlup olur Bursaspor. Rakip 5-0’a rağmen acımasız davranmaz. Oyunu rölantiye alır. O maçtaki bazı sahneler asla aklımdan çıkmaz. Bursasporlu oyuncular nefes nefese kalmışlar, iki metrelik mesafeye bile ite kaka gidebilmektedir. Düşüp bayılacaklarından korkmuştum. Her neyse.

SSCB neredeyse makine düzeninde işleyen Dinamo Kievli oyunculardan oluşmuştur ve kupanın gizli favorisidirler. O zamanlar futbolla yatıp kalkan ağabeyim ise Igor Belanov hastasıdır. Haliyle Dinamo Kiev hakkında da bayağı bilgisi vardır. Sürekli onu dinleyen ben haliyle adamlardan çok etkilenmiştim. Igor Belanov, Protasov, Kuznetsov, Zavarov, Blokhin, Mikhailichenko ve Dassaev dediğimde benim için akan sular dururdu. O zamanın anlatıları mı abartıydı, yoksa ben çocuk olduğum için çok mu abartıyordum bilmiyorum ama Dassaev dediğimde aklıma muazzam bir dev geliyordu. Dünyanın en iyi kalecisi olduğunu söylüyorlardı. Deve gibi de boy vardı. Gruplar maçında Hollanda karşısında bir performansı vardır ki dillere destandır.

Ne de olsa başlarında büyük taktisyen ve teknisyen Lobanovski vardı. Bambaşka bir futbol dilini dünyaya getirmişti. Mutlak profesyonellik denen bir olguyu futbolla tanıştırmıştı. Michels ve Cruyff kadar anılmayan bu futbol kurdu, üçgenler ve ön alan baskısı denen bir şeyi getirmişti futbola. Makine tadında bir takım kurmuştu. Zamanın tüm en iyi Rus oyuncuları onun eleğinden geçmişti. Biz futbola odaklanırken, manyak Rus matematikçileri de Lobanovski’nin taktiklerini diferansiyel denklemle açıklama çalışıyordu.



Finale kadar makine gibi oynayan ve güzel futboluyla beni etkileyen SSCB, gruplarda yendiği Hollanda ile finalde karşılaşmıştı. Tam bir yıldızlar çarpışmasıydı. Kalede iki dev vardı. Dassaev ve Van Breukhelen. Van Breukhelen, ismiyle bile beni duvara çarpmış gibi hissettirirdi. Muazzam bir kaleciydi. Tipine bakar, kaledeki duruşuna bakar, bir de ismine bakar ve kaçacak delik arardım. Küçükken bazı şeyler bizleri daha çok etkiliyordu haliyle. Sadece isimleri değil, kendimiz o esnada beden olarak da ufak olduğumuz için kendilerini de televizyondan izlememize rağmen dev gibi görürdük. Final maçı nedense istediğim gibi geçmemişti. SSCB pek dikiş tutturamamış ve Hollanda mükemmel Gullit ve Van Basten golleriyle kupayı almıştı.


Bu hiç ama hiç hoşuma gitmemişti. Benim Dassaev’im ve Igor Belanov’um neden yenilmişti? Laboratuvardan çıkmış Robocoplar nasıl olur da lalelere, portakallara yenilirdi. Laleler koklanmak, portakallar yemek için vardı. Ama bu Robocoplar finalde ne koklayabilmiş ne de yiyebilmişlerdi. Olsun! Igor Belanov hala Belanov’du. Beyaz Ayı’ydı. Kutuplarda değil de Kiev’de yaşayan..

Ulan Dassaev! Van Basten’den o golü yemek sana hiç ama hiç yakışmamıştı. Seni dev diye bağrımıza basmıştık halbuki.


Futbol bazen ise fena halde ölüme benzer. Kapanışı ise Eduardo Galeano yapsın:

“Abdôn Porte, Uruguay’da Nacional takımının formasını, dört yılı aşkın bir süreyle ve iki yüzü aşkın maçta taşıdı. Her zaman alkışlandı, zaman zaman da tezahüratlar yapıldı ona ve bir gün yıldızı söndü.

Sonra onu takımdan çıkardılar. Bekledi, dönmek istedi, döndü. Ama çaresi yoktu, kötü talih yakasını bırakmıyordu, insanlar onu ıslıklıyorlardı; savunmada kaplumbağaları bile kaçırıyordu, ataklarda ise etkili olamıyordu.

1918 yazı sonunda, Nacional takımının sahasında Abdôn Porte, kendini öldürdü. Yıldızının parlamış olduğu sahanın ortasında gece yarısı kendine bir kurşun sıktı. Bütün ışıklar sönüktü. Silah sesini de kimse duymadı.

Hava aydınlanırken onu buldular. Bir elinde silahı, öbür elinde ise bir mektup vardı.”

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails