22 Şubat 2011 Salı

Kingdom of the Winds: Epik Bir Destan


Ben nasıl büyük bir hükümdar olabilirim?

Bunun için rüzgar gibi olmalısın. Hiç kimsenin görmediği, ama bu ülkenin her karışına esen ve her zaman bizim insanlarımızın yanında olan o rüzgar gibi. İnsanlarımızın yükünü hafifleten, açlığını gideren ve bazen düşmanlarımızı savurmak için boğucu bir fırtınaya dönüşebilen yüce bir hükümdarın rüzgarına.



Kore tarihinin anlatıldığı bir dizi olan Kingdom of the Winds geçtiğimiz günlerde bitirdiğim bir dizi oldu. Her bölümü bir saat olan 36 bölümü ile beni bambaşka ufuklara götürdü. Gerçek hikaye örgüsünden saray entrikalarına, savaşçı ruhtan aşka, natürel duygulardan nefrete kadar bir çok karmaşanın bir potada eritildiği muhteşem epik bir dramaydı. Bu tarz tarihi filmlerin müthiş oyuncusu Song Il Kook’un günümüzde Korelilerin Savaş Tanrısı olarak gördüğü Muhyul (Moo Hyul) karakterini oynadığı dizi her karesi ile beni etkilemiş ve içine çekmişti.

Bir hafta boyunca bambaşka ufuklarda yaşadım. Müzikleriyle yüzyıllar öncesine, rüzgarın o keskin sesine, huzura, mücadeleye ve insan ruhunun en derin noktacıklarına şahitlik ettim. Bazı sahneleriyle gülmekten kırılırken, an geldi kırılgan sahneleriyle gözyaşlarına boğulduk. Onca entrika ve oyunun içinde Muhyul ve Yeon’un aşk öyküleriyle kutsanmıştık. Kötü bir kaderle doğan ama bu kötü kaderini her şeye rağmen yenen bir kralın öyküsüdür Kingdom of the Winds.. 21 parçalık soundtracki ise tek kelimeyle vurucu ve enfestir. Müzik ile kutsanmışların defalarca çarpılacakları ve duygular şelalesinin debili sularına maruz kalacakları bir yoğunluktur. Albümü edinebilmek google’da “kingdom of the wind ost” yazmak kadar yakın.

Dizinin tema şarkısı ise muazzam. Özellikle sonlara doğru doruğa çıkan o ruh hali karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor.

17 Şubat 2011 Perşembe

Son Samuray Üzerinden Hakikatler ve Saigo’nun Kayıp Başı


23 Mayıs 2010 tarihinde bu blogda Son Samuray Filminin Gerçekliği, Son Samuraylar, Mitler isimli bir çalışmam olmuştu. Ünlü Hollywood filmi The Last Samurai üzerinden olayları değerlendirmiş ve olayın aslen nasıl gerçekleştiğini Japonya tarihi üzerinden aktarmıştım. Yazıyı daha fazla uzatmamak için üzerinde konuşulması gereken bir çok şeyi sonraya bırakmak zorunda kalmıştım. Biz en iyisi devamını getirelim.

Saigo Takamori öldükten sonra Japonya üzerinde nice sorular soruldu ve hepsine cevap bulunmaya çalışıldı. Son samuraylar ve özellikle liderleri Saigo Takamori, yıllarca sorgulanıp durdu. Samurayları ortadan kaldırmak ve sonradan ortaya çıkan yeni durumlara çözüm getirebilmek hiç kolay olmamıştı. Saigo öldükten sonra ne gibi sorunlar çıkmıştı, neler yaşanmıştı ve hangi efsaneler yaratılmıştı?

Saigo Takamori’nin başı neredeydi?

1877 yılının bir öğle vakti, bu soru Japon hükümetini kızdırmıştı. Japonya İmparatorluk ordusu, Saigo’nun isyanını etkisiz hale getirmişti. 30,000 kişi korkunç şekilde kaybedilmiş, geriye huzursuz birkaç yüz samuray kalmış ve ölüme direniyorlardı. 24 Eylül 1877 sabahında İmparatorluk ordusu, asi birliklerinden kalan kuvvetler için son saldırıyı başlatmıştı. Geçen saatler içinde Saigo’nun kuvvetleri tamamen yok edilmişti. Satsuma İsyanı, Tokugawa Şogunluğunun kuruluşundan 1877 yılındaki sürece kadarki 300 yıllık dönem içinde en kanlı çatışma olmuş ve sonlandırılmıştı. Ama zafere rağmen hükümet için alarm çanları çalıyordu. İmparatorluk ordusu Saigo’nun bedenini bulmuştu ama başı hiçbir yerde bulunamamıştı. Saigo’nun başı olmadan ve bulunamadan, hükümetin zaferi tamamlanmamış oluyordu.


Saigo’nun başı neden mesele yaratmıştı?


Saigo’nun başının aranmasının en önemli nedeni, savaşçı sınıfın eski geleneklerine göre Japon ordusunun onurlandırılmasıydı. Savaş esnasında elde edilmiş başların savaş sonrasında takdim edilmesi, Ortaçağ’a özgü Japon savaşının en gerekli koşullarından biriydi. Samuraylar yendikleri savaşçıların başını alacak ve takdir kazanmak için liderlerine sunacaklardı. Büyük savaşlarda galip gelmiş ordu, yüzlerce düşman savaşçısının başını toplayacaktı. Kaybeden savaşçıların başları yığın halinde toplanır ve acımasız ganimetler olarak gösterilirdi. Onurlu düşmanların kesilmiş başlarına saygıyla davranılırdı.

Kesilen başların takdim edilmesinin en önemli nedenlerinden biri, yenilmiş komutan ve liderleri teşhis edebilmekti. Diğer taraftan, kelleyi alan savaşçıların kendi liderlerine bağlılıklarını gösterebilme imkanını tanıyordu. Düşman generalinin kesilmiş başı, aynı zamanda bir savaşçının efendisine adağı oluyordu. Bu hediyeyle efendisine değerini kanıtlamış olacaktı.


24 Eylül 1877 tarihi, bu eski töreni akıllara getiriyor ve bir utanç söz konusu oluyordu. Çok garip ve ironiktir ki, kafası ortada olmadığı için Saigo bir nevi zafer kazanmış gibiydi. Burada ilginç bir nokta vardır. Saigo’nun başının aranmasıyla, söz konusu gelenek, samuray bakış açısı ve felsefesi, resmi olarak şereflendirilmiş oluyordu. Halbuki modern Japon ordusu, feodal sorunları ve sembolleri açıkça kabul etmiyordu. Yeni Japon ordusu, modern milliyetçiliği temel almıştı, feodal sadakati değil! İmparatorluk ordusu askerleri, İmparator ve ülkeye bağlıydı, bölgesel feodal liderlere değil! Hatta, 1872 yılında yayınlanan askere alma fermanıyla, samuray geleneği korkunç bir adaletsizlik olarak tanımlanmıştı. Askere alma konusu, büyük eşitlikçi bir proje olarak açıklanmıştı.

Bir taraftan üretim açısından emek vermeyen savaşçıların maaşları azaltılmış ve kılıçları ellerinden alınmıştı. Diğer taraftan sosyal sınıflar dört bölüme ayrılarak (samuray, çiftçiler, sanatkarlar ve tüccarlar) insanlara bir nevi özgürlükleri sunulmuştu. Sınıflar arasındaki üst ve ast dereceler ortadan kaldırılarak herkese eşit haklar bahşetmek reformuna gidiliyordu. Bu yolla çiftçiler ve askerler arasındaki mesafe kapatılıyordu. Artık insanlar önceki günlerin insanları değildi. Onlar şimdi imparatorluğun eşit insanlarıydı ve onların ülkeye karşı yükümlülükleri bağlamında bir ayrım yoktu.

Tüm bu söylediklerimizin ışığında, yeni İmparatorluk ordusunun, Saigo’nun başıyla ilgilenmesi için bir sebep yoktu ki! Hükümet, eski rejimin zalim olduğu örneğinde olduğu gibi, kesilmiş başların alınmasından gerçekte vazgeçmişti. İmparatorluğa bağlı olarak çalışan memurlar, sadakatlerinin bir sembolü olarak İmparator için kafa kesmemişlerdi ve kesemezdi.

Aslında Saigo’nun kaybetmesi ve ölmesi, yeni Japonya’yı kutlamak için bir fırsattı. Satsuma İsyanı’nı bastıran ordu, Japonya’nın hızlı değişiminin bir simgesi olarak algılanabilirdi. İmparatorluk ordusu modern, ulusal bir kuvvetti. Halk askere alınmaya başlanmış, ulusal vergilerle sermaye sağlanmış, demiryolları ve denizyolları yapılmış ve telgraf bağlanmıştı. Japon hükümeti, asilere karşı en modern ve korkunç silahları kullandı. Saigo’nun asileri modern değil, geleneklere bağlı muhafazakar bir kitleydi ve hepsi samuraydı. Yer yer tüfek ve topları kullanmalarına rağmen, daha çok kılıçlarla rahattılar. Onların asıl idealleri, hükümet reformlarına karşı samuray imtiyazlarını savunmaktı. Yeni hükümet, askeri hizmet ve hükümet dairelerindeki samuray tekelini kaldırmıştı. Böylece eski düzenin ana prensiplerinden birine meydan okunmuştu: Çünkü savaşçı olmak için cesaret ve hükümette görev alabilmek için sağlam karaktere sahip olmak, sadece samuraylara özgü olarak kabul ediliyordu.

Saigo ve adamlarının cesareti, meselenin daha da ötesindeydi. Fakat ne olmuştu? Halk arasından alınan askerler, savaş alanında samuraylarla karşı karşıya gelmiş ve zafer kazanmıştı. Eski ve yeni Japonya savaşta karşı karşıya gelmişti. Eski Japonya kaybetmişti. Demek ki, gerçekte asker olmayıp, savaşan sıradan bir insanın da cesaretli olduğu söylenebilirdi o halde! Tabii burada maalesef, o askerlerin son teknolojik silahlarla savaştığını es geçemeyeceğiz. Çünkü hayatında hiç savaşmamış bir insan, elindeki tabancayla, Japonya’nın en yetenekli ve en büyük savaşçısını tek el ateş ederek çok rahat bir şekilde mağlup ederdi. Yani; “silah icat oldu, mertlik bozuldu.”


Madem öyle neden Saigo’nun kafası aranmıştı?


Eski Japon geleneği onurunun modern Japon ordusu tarafından benimsenmek istenmesi tesadüfi olmalıydı. Samuray geleneklerinin savunulması, Saigo’nun liderlik ettiği isyanın özüydü. Saigo ve arkadaşları, samuray bakış açısını geri getirmekte başarısız olmuştu. Onlar çok azimliydiler ve ölümleriyle samuray geleneğini yüceltmişlerdi. Onların ölümü hemen hemen cesaret ve kararlılıklarının resmini çizmişti.



Saigo tepelerdeki bir mağarada barınıyor ve Kagoshima körfezine bakıyordu. Hiç ölüm korkusu hissetmiyordu ve misyonunu tamamlamış gibi huzurluydu. Ölüme ve yenilgiye razıydı. Saigo son günlerinde derin düşünceler içindeydi ve doğduğu yerin güzel manzarasına bakmak hoşuna gidiyordu. Üzüntülü görünmüyordu. Silah arkadaşlarıyla karşılıklı şiirler okuyor, go oynuyor ve şakalaşıyordu. Ruhsal durumunu arkadaşlarıyla paylaşıyordu. 22 Eylül günü, bu savaşın kendilerinin sonu olacağını ve sonlarına cesaretle bakmalarını salık veriyordu. Bunu takip eden gece, yani ölümünün arifesinde, ölüme hazırlıklı olmalarını ve işe başlama vaktinin geldiğini söylemişti bile. Bütün arkadaşları ona sadakatle bağlanmış ve ölmek için kararlıydılar. 23 Eylül akşamı isyankar savaşçılar, gelmekte olan ve yakında gerçekleşecek ölümlerini kutlamışlardı. Ay ışığı altında sakelerini içmişler, şarkılar söylemişler; ölüm,sadakat ve onur üzerine şiirler okumuşlardı.

İmparatorluk ordusunun ani ve son saldırısı, 24 Eylül 1877 sabahı 3:50 civarında başladı. Asiler Shiroyama Tepesi’nin en üst noktasında savunmaya geçmişlerdi ama yüksek donanımlı İmparatorluk ordusu ve modern silahlar karşısında mücadelelerini kaybediyorlardı. Saat 5:30 civarında isyancı samurayların istihkamları yok edilmişti. Topçu birlikleri pozisyonlarını almış ve top ateşine başlamıştı. Saigo’nun yaklaşık 40 kadar adamı kalmıştı. Saat 7:00 gibi Saigo ve onun birliği, tepe aşağı koşturup saldırarak ölümlerine yürümüşlerdi. Saigo yakın arkadaşları tarafından sıkıca kuşatılmıştı ve çevresinde daha dün şakalaştığı, şiirler okuduğu ve sake içtiği, kader arkadaşlığı yaptığı kişiler vardı: Kirino Toshiaki, Murata Shinpachi, Katsura Hisatake ve Beppu Shinsuke. Tepenin yarı yolundayken Saigo sağ kalçasından vurulmuştu. Mermi onun vücuduna girmiş ve sol uyluk kemiğinden çıkmıştı. Saigo yere düştü. Söylenceye göre, Saigo kendisini sakinleştirmiş, samuray intihar töreni seppukuya hazırlanmıştı. Saigo kader arkadaşlarından Beppu Shinsuke’ye dönerek: “Sevgili Shinsuke, ben burada görevimi yerine getireceğim. Lütfen Kaishaku’m (seppukuda, bıçağın karna sokulmasından sonra kafayı kesen, seppuku yapanın en yakın arkadaşlarından biri) ol.”

(Son Samuray filmini izleyenler bahsi geçen sahneyi hatırlayacaklardır. Filmde samuray liderinin Kaishaku’su Tom Cruise olmuştu.)



Saigo başını eğmiş, bıçağını çekmiş, huzurlu bir şekilde karnını kesmiş ve iç organları açığa çıkmıştı. Arkadaşı Beppu da Kaishaku’luk görevini layığıyla yerine getirmiş, tek ve temiz bir hamleyle sevgili dostunun kafasını kesmişti. Beppu, kesilmiş kafayı yaklaşan İmparatorluk ordusundan saklamak için, Saigo’nun oradan uzaklaşmak üzere olan uşağı Kichizaemon’a vermiştir. Böylece kaybeden kahramanın ölüm ayini tamamlanmıştı. Saigo, tam bir samuray olarak ölmüştü.

Saigo’nun intiharı hakkında farklı rivayetler olmuştur. Bunlardan birine göre, Saigo’nun kafası temiz bir şekilde kesilmesine rağmen, onun karnında önemli bir yara yoktu! Kalçasından çok ağır yaralandığı için felç olmuş ve şok etkisi nedeniyle kendisini samuray şerefiyle öbür tarafa gönderememişti. Ama bu detay, Saigo’nun şöhretine küçük bir darbe gibiydi. Saigo efsanesi, şimdi bile bir takım rahatsızlıklara neden olmaktadır, askıda kalan bu tür hikayeler nedeniyle.

Samuray gücünün çöküşüne odaklanınca şunlar ortaya çıkıyordu. Eski feodal sistem yerini yeni bir hükümet sistemine bırakınca, eski askeri sınıfın gücü azalmıştı. Saigo, ulusal meselelerde idarenin eski militarist statüyle çözümlenmesini ve samuraylara eski güçlerinin verilmesini istemişti. Bu bağlamda imparatorluğun elde ettiği zafer, sadece Saigo’nun isyanını bastırmak değildi. Aynı zamanda samurayların üstünlüğüne ve feodal sisteme karşı elde edilmiş bir zaferdi. Bunun üzerine bir makale bile yayınlanmıştı, içinde şöyle bir cümle geçen: “Bunun gibi iyi haberleri işitmek ülkemizdeki tüm insanları sevindirmedi mi?”

Bunu kutlayan Japon insanı gerçekte azdı. Saigo ve samuraylarının yaptıkları, övgüye değer olarak nitelendirilmişti. Hükümet başlangıçlarda samuray düşüncelerine tezat olarak büyük bir kampanya yürütmüştü ama, Saigo çok popüler biri olmuştu. O bir çok yönüyle örnek bir samuray olarak gösteriliyordu: Sadakat, cesaret, ölümden korkmamak, dürüstlük, adalet ve merhamet.

Gerçi Saigo kendisini halk tabakasının üstünde tutmuştu ama merhametli biriydi, zalim bir lider olmamıştı. Saigo için samuray otoritesi, yardımsever liderliği talep etmekti. Otorite için tolerans tanınamazdı. İyi bir samuray, kendisine avantaj ve yarar sağlayarak yönetemezdi ve cennete hizmet ederdi. Samuray sade ve tutumlu yaşamaya mecbur edilmişti. Saigo için tutumluluk ve alçakgönüllülük ahlaki zorunluluklardı. İmparatorluk yönetiminde yüksek görevliyken, fraklı ya da çok süslü elbiseleri tercih etmemişti. Kabine toplantılarına sadece bir kimono ve sandaletle katılırdı. Bir keresinde İmparatorluk Sarayı’ndan çıkarken saray koruması tarafından durdurulmuştu. Çünkü üzerinde o kadar sade ve pejmürde bir kıyafet vardı ki, davetsiz bir misafir sanılmıştı. Saigo’nun sadelik ve dürüstlüğü doğal olarak topluma pozitif bir hava vermişti.

Saigo’nun cazibesi, onun politik muhaliflerine kadar uzanmıştı. Saigo prensiplerinin savunucularından biri, eğitmen ve yazar Fukuzawa Yukichi’ydi. Aynı Fukuzawa, Batı fikir ve değerlerinin ilk temsilcilerindendi. Onun “Bilginin Yüreklendirilmesi” isimli eseri Batı stili eğitimi üzerineydi. Fukuzawa, Saigo’nun samuraylara imtiyaz sağlanması talebini suçluyordu. Ama aynı Fukuzawa, asil bir adamın kötülendiğini gördüğü zaman, İmparatorluk propagandası nedeniyle çileden çıkmıştı. Fukuzawa, Saigo’nun hırslı talep ve mücadelesini yazmıştı. Bu kitapta, Saigo’nun güç elde etmek için değil, hükümetin zalimliğine karşılık isyan ettiğini aktarmıştı. Fukuzawa şiddete karşı çıkmış ama, Saigo’yu otokrasinin bir kurbanı olarak görmüştür. Ve şöyle yazmıştır: “Saigo için merhameti hissediyoruz, onu ölümüne götüren hükümetti.”

Saigo efsanesi bazen dini derinlikleri de sunuyordu. Saigo’ya ait nirvana resimlerinde, Saigo hayırlı bir yeniden uyanış için hazırlık yapan aydınlık olarak sunuluyordu. Askeri elbiseleriyle duruyor, kadın ve erkek, yaşlı ve genç Japon halkı tarafından çevresi kuşatılıyor ve çevresindeki insanlar, onun fiziksel dünyaya dönüşü için dua ediyordu. Halbuki bu resimler yakın zamana kadar, Budizm’in kurucusu Siddhartha’nın yeniden doğuşunu betimliyordu. Böylece Saigo Takamori, Doğu Asya’da saygı duyulan, sevilen dini bir figürle eşit olarak değer görüyordu.

Saigo’nun ölümü sonrası, ona reva görülen tuhaf betimlemeler sembolikti ama çok güçlü, etkili olmuştu. 19. yüzyıl Japonya’sında, yaşanan dünya ile ölünün dünyası arasındaki sınır; gözenekli ve karmaşıktı. Güçlü adamların ruhu, onların fiziksel bedenlerinden daha uzun ömürlü oluyor ve daha uzun süre akıllarda kalıyordu. Hayaletler ciddi meselelere sebep oluyordu. Bir çok Japon, ruhların ölümünden yıllar sonra her yaz mevsiminde kısa bir ziyaret için yaşanan fiziksel dünyaya geri döndüğüne inanıyordu. Japon köylüleri ‘bon odori’ adı verilen bir etkinlikle, her Temmuz ya da Ağustos ayında halk oyunları sahneleyerek ruhları (hayaletleri) yatıştırmaya çalışıyordu. Yazlık kimonolarını giymiş köylüler alkışlama, davullar, gonklar ve flütler eşliğinde şarkı söylüyorlar, dans ediyorlardı. Uygun şekilde eğlenilir, hayaletlerden diğer dünyaya dönmeleri istenirdi.


Saigo örneğinde olduğu gibi güçlü ruhlar özel meselelere neden oluyordu. Saigo gibi kuvvetli olan ruhlar, düşmanlarına fiziksel dünyada zarar verebilirdi. Japon geleneklerine göre; kuvvetli ruhlar, tanrılar (kami) gibi kutsal yere saklandığı ya da uygun tören adakları yapıldığı zaman yatıştırılabilirdi. En önemli örneği; 845-903 yılları arasında yaşamış, yönetici, şair ve önemli bir bilgin olan Sugawara Michizane’de görüyoruz. Sugawara doğumundan itibaren yeteneklerini sergilemiş, İmparatorluk yönetiminde ikinci adam pozisyona kadar yükselmişti. 901 yılında hak etmediği halde düşmanları tarafından hain olarak suçlanmış ve başkent Kyoto’daki görevinden alınıp bir şehirde daha ufak bir pozisyona tayin edilmişti. Sugawara, iki yıl sonra ailesi ve arkadaşlarından uzak olarak hayata gözlerini yummuştu. Sugawara’nın ölümünden sonra, onun düşmanları esrarengiz şekillerde ölmeye başlamıştı: Tuhaf kazalar, şimşek çarpmaları ve açıklanamayan hastalıklar...

Bu şekilde gerçekleşen ölümler, Sugawara’nın ruhuna atfedilmişti. Sugawara’nun ruhu, İmparatorluğun verdiği bir emirle, 947 yılında şair ve bilgin onuruna dikilen bir türbeyle yatıştırılmıştır. (Aşağıdaki resim.) Sugawara bir tanrı olmuş (Japon literatüründe ‘kami’), ona “tenman daicizai tenjin” adı verilmiş, halk arasında “Tenjin” olarak bilinmiştir. Sugawara, tuhaf dualistik bir tanrıdır. Daha çok bilginlikle bir tutulmuştur. Bugüne kadar lise ve fakülte giriş sınavlarına hazırlanan öğrenciler, başarılı olmak için Tenjin türbelerinden muskalar almışlardır. Ama o, aynı zamanda güçlü ve gazaplı bir tanrıydı. Düşmanlarını çarpan şimşeklerin efendisi (Raiko) olması bunu gösteriyordu.


Saigo’nun marsa dönüştürülmesi, ruhlar ve tanrılar geleneğinde modern bir görünüştü. Eğer bir yönetici ve şair olan Sugawara düşmanlarına yıkım verebiliyorsa, Saigo’nun rakipleri bundan ne umabilirdi? Japon hükümeti Saigo’nun ruhundan korktuğunu itiraf edemezdi. Ama aynı zamanda Japon kamuoyu için kalıcı olan bazı gelenekleri, cazibeleri ve alışkanlıkları da görmezlikten gelemezdi. Saigo, imparatorluk hükümetine karşı ana prensipleri savunmanın bir sembolü olmuştu. Japon aydın sınıfı, Saigo’yu şerefli ve dürüst bir sembol olarak kucaklamıştı ve onların bakış açıları, yeni Japonya’nın sembolü olmayabilirdi. Saigo’nun mücadelesinin hikayelerine düşkün olan büyük bir kamuoyu oluşmuştu. Ölü bir adam olmasına rağmen Saigo hala tehlikeliydi.

15 Şubat 2011 Salı

Her Şey Üzerine Bir Röportaj


Geçtiğimiz günlerde O Değil De blogunun duygularımıza tercüman olan yazarı Eren arkadaşımız benimle bir röportaj gerçekleştirdi. O kovalar dolusu soruyu sordu, biz de kepçeyle cevapları doldurduk. Sorular o kadar güzeldi ki nihayetinde ortaya hayata, müziğe, aşka, duygusallığa, mücadeleye, yaşam öyküsüne, edebiyata, sinemaya, kısacası her şeye dair bir röportaj çıktı. Röportaj soruları cevaplandırıldığında ortaya 12-13 word sayfalık bir ürün çıktı. Haliyle Eren arkadaşımız bu röportajı parçalar halinde yayımlamak zorunda kaldı.

İlgili röportaja aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz. Gerçekten çok zevk aldığım bir röportaj oldu. Samimi, içten, dürüst ve hayata dair her şeyin olduğu..

Not: Röportaj 4 bölümde yayımlanacak. Takipte olun.

Bölüm 1:

http://erentolgaonur.blogspot.com/2011/02/kayp-zamann-pesinde-bir-kahraman-atilla.html


Bölüm 2:

http://erentolgaonur.blogspot.com/2011/02/kayp-zamann-pesinde-bir-kahraman-atilla_15.html

Bölüm 3:

http://erentolgaonur.blogspot.com/2011/02/kayp-zamann-pesinde-bir-kahraman-atilla_16.html

10 Şubat 2011 Perşembe

Hayat Fısıldar


Çok karanlıktı. Kendi ellerini göremeyecek kadar karanlık! Nefes alamıyor gibiydi ve ufacık bir kutuya sıkıştırılmış gibi hissediyordu. Nefes alamadığını hissediyor olmasına sebep olan şey neydi? Neden hiçbir şey göremiyordu? Ellerini ya da bedeninin herhangi bir parçasını dahi göremiyordu.

Neden bir şeye sarılmış paket gibi hissediyordu kendini? Hayatın garip bir tezahürü olsa gerekti. Bu kadar basit olabilir mi? Bu kadar sıradan ve anlamsız! Hayatın olduğu yerde sıradanlıktan bahsedilebilir mi?



Işık hızı 299,792,458 m/sn'dir. Acı insanoğlunun bedenini 106 m/sn'de geçer. Hapşırık bile 160 sn/km'ye ulaşır. Peki! Ya hayat? Yaşam konusu? İşte yanınızdan vız diye geçer gider.

Ortalama bir yaşamda kalbiniz iki milyon kez atar. 30.283LT tükürük ve 560 km saç üretirsin. Altı fil ağırlığında yemek yersin. Hayat gerçekten şaşırtıcı değil mi?



-“Yalnızlığın ruhumuza nasıl hükmettiğini hiç düşündün mü? Neler hissettirdiğini, neler yaptırdığını ve neler düşündürdüğünü?”
-“Ne gibi?”
-“Kalabalık içinde olsan bile kendini yalnız hissetmen gibi. Kendi başına olsan kendini hiç yalnız hissetmemen, bizzat kendi farkında olman ve yüzeysellikten uzaklaşmak gibi!”
-“Anlayamıyorum ki!”
-“Ama eğer yalnız başınaysan duvarlarla istediğin gibi konuşabilirsin karanlık odanda. Duvarın seni görmesine, senin duvarı görmene gerek yoktur. Sabahlara kadar, istediğin gibi ve bizzat olduğun, olduğun ‘sen’ gibi rahat rahat konuşabilirsin. Kalabalıklar yabancılaştırır!”



Birden bedeni karıncalanmaya başladı. Ama bedeninin neresi karıncalanmıştı? Anlayamadı bir türlü. Aslında buna karıncalanma da denilemezdi. Sanki bir şeyler üzerinde geziniyor ve kaşınma ihtiyacını doğuruyordu. Belki çiyan, belki karıncaydı üzerinde gezinen. Ya da yılan! Ama kapkaranlıktı. Hiçbir şey göremiyordu.

Ölümün en büyük öğretmen olduğu söylenir. Ölüm söz konusu olduğunda bir çok şeyin kifayetsiz kaldığı söylenir. Cennet ve cehennemin nasıl bir yer olduğu hakkında fikrimiz bile yoktur. Bazılarının varlıklarına dair inançları bile yoktur.



Bu karanlık yerde içi inanılmaz sıkılıyordu. Hareket kabiliyeti sınırlanmış gibiydi. Ne sınırlanması! Hiç hareket edemiyordu ki! Aslında dudaklarını oynatamıyordu dahi. Bedenine ait tüm hareket kabiliyeti sihirli bir değnekle üzerinden tamamen alınmıştı sanki.

Sessizlik...

Karanlık...

Hareketsizlik...



Ortalama bir yaşam, başarı ve başarısızlıklarla doludur. Büyük aşklar ve küçük yıkımlar beraberinde gelir. Mutlu kılan çikolatalar, tüylerinizi diken diken eden melodiler, ruhunuzu ve ufkunuzu açan hayal gücü tavan yapmış görsel sanatlar ve edebi eserler, sahip olduğunuz ufacık odalar, dikkatimizi bile çekmeyecek rast gele yaşamlar ve ayakkabılar..

Sıradan görünüyorlar değil mi? Korkunç derecede normal ve oldukça şaşırtıcı. Farkında olmamız gereken her şey burada. Hem de şimdi!

Derin bir nefes alın ve bir kerede yutun! Hayat yanımızdan akıp geçiyor ve sonra, birdenbire, o… gerçekliğe ulaşırsınız..



Birden gülümsedi. Gülümsemesi kesinlikle maskeden ibaret değildi. Gülümsedi... Birden ağzına toprak dolmaya başladı ve de tüm bedenine. Tek duyduğu, küreğin çıkardığı ses ve küreği hareket ettiren ellerin sahibinin nefesiydi.

İnsanlardan hiçbir iz yoktu. Kürek çalan bir adamdan başka! Ve hiç hareket edemiyordu... Bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Bedenine serpilen topraklarla, aklığı benliğini kaybediyordu.



Hayat gerçek ve korkarsın. O yüzden.. İş işten geçmeden;

Derin bir nefes alın ve bir kerede yutun!

9 Şubat 2011 Çarşamba

Control Denied: Kırılgan Sanat ve Varoluş


Teknik müzik olgusunun limitlerini zorlamak, müzikal yaratıcılığın her türlüsünü beyinlere yerleştirmek, toplum-insanlık-felsefe üzerine filozofça düşünceleri tarif edilmesi zor şekilde lanse etmek, içeriğinde yer yer kalpleri burkucu melodileri içermek, gerçek Heavy Metal olgusunu icra etmek noktasında, karşımıza müziğin üst limitine basmış Control Denied ismi çıkıyor.

Control Denied, 1995 yılında Death grubunun kurucusu ve 2001 yılında ölen Chuck Schuldiner tarafından kuruldu. 1995 yılında Death adıyla çıkarılmış olan ‘Symbolic’ eseri, Chuck’ın müzikal yaşamında artık daha farklı yönlere gideceğinin sinyallerini vermiş gibiydi. Müzikal bakış açısı daha teknik ve melodik yollara gitmişti. Böyle bir grubun kurulması kafalarda soru işaretleri bırakmıştı.

Vokal görevini Tim Aymar’a bırakan Chuck neden vokalleri üstlenmemiş ve yeni bir vokale ihtiyaç duymuştu? Ayrıca Death grubu dururken Control Denied nereden çıkmıştı? Çünkü, Chuck’ın 1995 yılında çıkan ‘Symbolic’ albümünden sonra müzikal gidişatı kıblesini iyice bulmuş gibiydi. Amaç; eski şatafatlı Death Metal öğelerinden iyice kopup daha teknik ve melodik müzikten demetler sunmak, Heavy müziği etiketlere sokmadan gerçek Heavy Metal’i icra etmek, kötüye giden bir endüstride doğru adımların atılmasını sağlamak, müzikal yaratıcılık-toplumsal, felsefi, hayat anlamı içeren lirik zenginliği-müzikal tekniğin bir potada eritilmesi ve daha önce hiç adım atılmamış ormanlara baltayla girmekti. Bu çizgiyle yola çıkan Chuck; tamamen müziğe adapte olabilmek, rifflerinde en teknik, hissi, ustalıklı malzemeleri sunabilmek için vokal görevinden uzaklaşmak ve Control Denied’da tamamıyla gitarlara odaklanmak istemiştir. Ayrıca yeni müzikal perspektif Death adı altında sunulamazdı. Death kendisini kabul ettirmiş ve belli bir çizgiye sahip olan oturmuş bir gruptu ve yapılacak yeni şeyler Death adıyla yapılamaz, yeni bir projeyle yeni perspektifler sunulabilirdi. Chuck, Control Denied’da vokalin her türlüsünden uzak duracak ve gitar virtüözlüğü açısından parmaklarının hünerini sergileyecekti.


Beklentiler 1999’da Nuclear Blast etiketiyle çıkan THE FRAGILE ART OF EXISTENCE albümüyle boşa çıkarılmadı ve Death grubuyla ortaya konulan çizgiden farklı olarak teknik, progressive bir heavy metal eseri ortaya konuldu. Ama albümün içinde Power öğelerinin barındığını es geçmemek lazım.

Albümdeki müzikal çizgi bir çok şeyi aşmıştı, inanılmaz ritmik ve müzikal uyum söz konusuydu. Her parçaya ayrı ayrı nüfuz etmiş özel Chuck Schuldiner soloları, hayatın anlamını bizlere o kadar iyi sunuyordu ki ciğerlerimizin söküldüğünü, hayatın bir çok manasına ulaştığımızı ve aynı zamanda içlerimizi burkucu enstantaneleri de görüyorduk. Vokalist Tim Aymar’ın ses yapısı albüme o kadar çok şey katıyordu ki Chuck’ın dediği gibi söz konusu çığlıklar karşısında dizlerimiz yere kapaklanıyordu. Çünkü albümde aktarılan insanlık, toplum, felsefe, hayat gerçekleri ve doğruları takip etmek gibi liriksel yapı, Tim Aymar’ın vokal çizgisinde temiz giderken bir anda attığı çığlıklarla yerli yerine oturuyordu. Liriksel bağlamda Death’in son albümleriyle ortak içerikler söz konusuydu ve ilginç olan, söz konusu lirikler albümden 2-3 yıl önce yazılmıştı.

Control Denied grubuyla bize sunulan ‘The Fragile Art Of Existence’ eseri, Chuck’ın bize son hediyesi olmuştur. Ama asıl acı olanı; bu kadar muhteşem bir grubun, virtüözler topluluğunun, gerçek ve teknik Heavy Metal olgusunun köküne basan bir müzikal anlayışın, dünya üzerinde pek etki yaratmaması ve hak ettiği ilgiyi piyasada görememesi, ancak underground piyasada görebilmesidir.


The Fragile Art of Existence / Varoluşun Kırılgan Sanatı

Aynı mekan, farklı zaman, aynı kovalayış
Farklı bir yöntem
İyileşmek için bir şans, gerçekleri kabullenmek
Gerekli dersi almak için

Eldeki bir fırçayla
Görebileceğimiz resmi çizmek için
Ve sevmek için
Önsezi açıktır, korkuyla doludur

Diyelim ki geleceği karşılayamayacağım
Ama başarılı bir şekilde değişebilmek için
Geçmişteki gözyaşları ve acılarla
Bilgelik kazandım

Varoluşun kırılgan sanatı
Israrla yoldan sapmadan diri kalabilmektir
Varoluşun kırılgan sanatı

Merhamet duygusu için zaman yok
Sahip olabileceğimiz mesken için zaman yok
Ama şimdilik!

Tehlikeyi göze al ve şansa bırak
Gönülde ve ruhta zerrelerden güvendesin
Kendi değeri olmayanlarca üretilmiş hükümsüzlük
Ve hayallerinin hiçbir hissi olmayan

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails