26 Ekim 2009 Pazartesi

Fenerbahçe – Galatasaray: Biri Futbolun Özü mü Dedi?




Maça daha saatler var. Bu maç öncesi Liverpool – Manchester United maçını kaçırmak olmazdı. Dünyanın en iyi ligi olarak kabul edilen ve dünyanın en güzel, en tempolu, sert ve hızlı futbolunun oynandığı Premier Lig’in kalburüstü iki takımının maçını izliyorum. İnanılmaz bir futbol. Oynanan oyunun güzelliğinden sarhoş oluyorum adeta. İşte futbol bu diyor insanoğlu. Futbol adına her şey var. İnanılmaz bir tempoya karşılık taşkınlık namına hiçbir şey yok. Taşkınlık olarak kabul edebileceğimiz tek şey ise Hz. İsa’ya ihanet eden Judas’a atıfta bulunarak Owen sahaya girdiğinde Liverpool’lu taraftarların “Judas” diye tempo tutmalarıydı. Futbola tam anlamıyla doymuş ve inanılmaz kıskanmıştım. Bu maç sona erdiğinde en büyük isteğim bizim ligimizde de böyle maçların oynanması ve aynı taraftar profiline sahip olabilmemizdi. Fakat bu bir hayalden öteye gidemeyecekti.

Daha Fenerbahçe ve Galatasaraylı oyuncular ısınırken futbol namına hiçbir şey göremeyeceğimiz ve taş devri taşkınlığının yönlerine şahit olacağımız belliydi. Baroni ve Arda’nın birbirlerine girişini ve yan hakemin kafasının yarılmasını görünce Galatasaray’ın bu maçı yine kazanamayacağını, ortada futbol diye bir şey olmayacağını anlamış oldum. Çünkü Saraçoğlu’nda oynanan maçlarda Fenerbahçe’nin en büyük avantajı gerek taraftarları gerekse oyuncularıyla Galatasaraylı oyuncuları psikolojik olarak tamamen bitirmeleri ve etkisiz hale getirmeleriydi. Argo anlamda bu tavırlar bütününe çirkeflik adını koyabilirsiniz ama olaya bütün olarak yaklaştığınızda ise sözde akıllı profesyonellik(!) terimini söyleyeceklerdir bizlere.

Uzun zamandır hem Saraçoğlu hem de Ali Sami Yen’de adam akıllı Galatasaray – Fenerbahçe maçlarının oynanabileceğine ihtimal vermiyorum. Varsayalım bu iki takım İngiltere, Almanya ya da İspanya’da olsaydı ve bu olaylar orada gerçekleşseydi, ilgili ülkelerin federasyonları iki kulübü ciddi anlamda aforoz ilan eder, doğduklarına pişman eder ve inanılmaz bir ders verirdi. Futbolun asıl özünü ve güzelliğini baltalayan bu mecralara karşı edilgen bir yapı içinde yer tutan federasyonun ülkemiz futboluna ne kazandırabileceği sorusu akılları meşgul etmiyor değil. İngiltere’nin taraftar profilinin yıllar boyu ne gibi taşkınlıklarda bulunduğunu ve sonrasında nasıl adam edildiklerini de biliyoruz.

Eğer bu ülkenin en büyük iki takımı Galatasaray ve Fenerbahçe ise ve aralarında geçen karşılaşmalar futboldan ziyade bir nevi taşlı sopalı bir savaş halini andırıyorsa, bu durum ülke olarak futbolumuzun neden geri kalmış olduğuna işaret ediyor. Çünkü yöntem bellidir.

Kazanmak için her yol mübah.

Bu uğurda Fenerbahçe tarafı her zaman daha iyi hazırlanır derbilere. Takıma yeni katılmış oyunculara bile rakibin hangi oyuncularına tahrike açık olduğu bile aktarılır. Baroni’nin ilgili tavırlarını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Galatasaray’ın en etkin olması beklenen iki oyuncusunun (Arda – Keita) bu yöntemle tamamen pasifize edilmesi şaşırılacak bir durum değil.

Bana kalsa hem Ali Sami Yen hem de Saraçoğlu’nda bu maçların oynanmasının yasaklanması gerekir. Çünkü olayların önüne asla geçilemiyor. Bu ülkenin futbol ile ilgili kurumları üç maymunu oynuyorlar resmen, bu iki takım karşısında. Galatasaray’ın 55.000 kişi tarafından adeta dövülmesi, futbolcuların da bu futbol dışılığın içinde olması neticesinde Galatasaray’ın uzun bir zaman daha burada maç kazanabileceğini sanmıyorum. Galatasaraylı bazı oyuncular maalesef tahriklere çok çabuk kapılıyor, her türlü kirli oyunların üstesinden gelemiyorlar.

Maç hakkında bahsedecek fazla bir şey bulamıyorum. Futbolun daha çok sahada oynanan tarafıyla ilgilenen biriyim ama bunun önüne geçen saçmalıklar olunca tadım kaçıyor. Kazanmak için her yolun mübah olduğu Türkiye futbol gerçeğinden utanıyorum. İstiyorum ki bir Liverpool – Manhester United tadında futbol ve futbola bağlılık izleyelim. Taşkınlık görmeyelim. Hem oyuncular hem de taraftarlar sadece futbolun güzelliğine ve sahada oynanacak güzelliğe kanalize olsunlar. Ama bu ülkemiz futbol gerçeğinde asla göremeyeceğimiz bir hayal olacak.

Saraçoğlu’nda gerçekleşen olayların ve saha içindeki sertliklerin hepsini ayrı ayrı değerlendirmek isteseydik ortada Fenerbahçe ve Galatasaray diye bir şey kalmayabilirdi. Ama madem Türkiye’deyiz, ne yapalım deyip sineye çekeceğiz. Rakip oyuncular, taraftarlar ve hakem tarafından sindirilen Sarı Kırmızılıların böyle bir ortamda kazanması ve gerçek oyununu sergileyebilmesi imkansız. 10 yıldır kaybetmelerinin belki de tek sebebi bu. Hele ki atılan ilk gol ofsaytken ve penaltı da penaltı değilken. Bunun üzerine Alex’in penaltı pozisyonunda yaptığı hareketin aynısını Nonda yaptığında sarı kartı gören oyuncu Nonda olurken, Alex’inkinde ise Alex’e dokunmayan Leo Franco oluyorsa o konuda söylenecek daha fazla bir şey kalmıyor. Galatasaray tarafı da çirkef ve profesyonel olsun o halde açılımına gitmek asla çözüm değil. Sonuçta oyuncular etten, kemikten insanlar. Duyguları var. Bu olaylardan etkilenmemeleri ve asıl performanslarını sergileyememeleri şaşılacak bir durum değil.

Oyun hakkında fazla konuşmak istemesem bile Galatasaray’ın bu ortamda gerçek oyununu sergilemesini beklemiyordum. Isınma sırasında Baroni – Arda çekişmesi sonrası Galatasaray’ın asla kazanamayacağını öngörmem gibi. O olayı görür görmez futbolun futbol olmaktan çıkacağını ve Fenerbahçe’nin bu futbol dışılıktan beslenip Galatasaray’ı sindireceği belliydi. Bunun yanında her iki kanadını ikişer oyuncu ile kapatıp Galatasaray’ın en tehlikeli adamlarını devre dışı bırakan akıllı ve haddini bilen oyun sistemine de bravo diyeceğiz. İlk yarı bittiğinde Galatasaray’ın en çok koşan oyuncusu Fenerbahçe’nin en çok koşan 5. oyuncusundan bile az koşmuşsa, hatta Alex’den bile az koşmuşsa bunu hangi açıdan değerlendirmek gerekir sizlere kalsın. Maç öncesi öngördüğümüz Fenerbahçe’nin daha kontrollü, sert ve diri oynayacağı gerçeğini biliyorduk. Bunlara önlem almak ilgili atmosfer sonucunda iyice zora giriyordu Galatasaray için.

Fenerbahçe, Galatasaray kanatlarını etkisiz hale getirerek Galatasaraylı oyuncuları orta bölgeye itti ve burada bir emniyet sübabı olarak işlerini çok iyi yapan Baroni – Emre ikilisi de gerekeni yaptılar. Baros’un daha 2. dakikada sakatlanıp oyundan çıkması ise Fenerbahçe defansını inanılmaz rahatlattı. Baros tarafından oldukça zorlanacak defansın Nonda ile rahatsız edilmeyecek olması Fenerbahçe’yi tamamen öne çıkarmıştı. Galatasaray futbol namına bir şey ortaya koyamadı. Fenerbahçe de haddini bilerek oynadı. Oynanan oyunun niteliği ise kesinlikle vasatın altındaydı. Türkiye’nin en iyi iki takımının birbirlerine karşı oynadıkları futbol ise bundan ibaretti.

Futbol dışılıklardan beslenen iki büyükler!

Profesyonel ve futbola saygılı davranması gereken futbolcuların çocuksulukları. Hakemin bir çok pozisyonu es geçmesi. Bazı sertlikleri hiç cezalandırmayarak bu tarz bir oyuna çanak tutması. Carlos’un kündesine tepki göstermekte haklı olsa bile asla yapmaması gereken bir hareketi yapan Keita gerçeği. Keita’nın ilgili hareketiyle kendi takımını tamamen bitirmesi. Halbuki o dakikalarda top Galatasaray’ın ayağındaydı ve fazla pozisyona giremeseler bile gol bulabilme ihtimalleri her zaman vardı. Galatasaraylı oyuncular bu tuzaklara hep düşüyorlar ve bu psikolojinin üstesinden gelemiyorlar. Dünyanın en sakin oyuncusunu getirseler bile bunun üstesinden gelemiyorlar. Rijkaard’ın açıklamalarından Galatasaraylı oyuncuların tahriklere kapılmamaları için bir ön çalışma yaptığı görülüyor. Ama bazı Galatasaraylı oyuncular maalesef ilgili ruh hallerinden sıyrılamıyorlar.

Fenerbahçe kanadında hakemin hataları, sahada sergilenen çirkinlikler, kazanmak için her yolun mübah olduğu etkinliklerin dikkate alınmayacağını ve sadece skora bakılacağı bir gerçek. Sonuçta bu ortamdan kazançlı çıkan her daim Fenerbahçe oluyor. Aynı olaylar Sami Yen’de gerçekleştiğinde Galatasaray sürekli ağır bir şekilde cezalandırılırken Fenerbahçe’nin aynı oranda ceza görmemesi bizim iyice irdelememiz gereken bir konu değil. Bu artık ülkemiz futbolu için sıradan karşılanan bir olay haline geldi. Bir futbolsever olarak bu ortamdan hiç haz etmiyor ve ülkemiz futbolu adına inanılmaz üzülüyorum. Ali Sami Yen’deki taşkınlıklardan da, Saraçoğlu’ndaki taşkınlıklardan da nefret ediyorum. Bu taşkınlıkların asla önüne geçilemeyeceğini de biliyoruz. Çünkü başımızda böyle aciz kurumlar varken ve bu sorunlar gerçek anlamda cezalandırılmazken, biz gerçek futbolseverler üzülmeye her daim mahkumuz.

Ali Sami Yen’de oynanacak rövanş karşılaşmasında yine büyük olaylar gerçekleşeceğini şimdiden öngörebilmek müneccimlik olmasa gerek.

Oynanan oyundan pek bahsetmedim. Bahsetmeyeceğim de. Çünkü bu utanç iki takımımıza ve taraftarlara yeter de artar bile. Bu kadar çirkinliğin yaşandığı bir bataklıkta, iyice bataklığa gömülmüşken futbolu yorumlamaya çalışmak üç maymunu oynamaktan başka bir şey olmayacaktır.

İşte Türk futbolu, işte futbolun özü!

Ülkem futbolunun özü!

23 Ekim 2009 Cuma

Galatasaray – Dinamo Bükreş ve Ülke-Takım Puanı


Garip ve hastalıklı bir Perşembe günü yaşadım. İki gün boyunca garip bir kırgınlık hali ile yaşamıştım. Nedenini bir türlü anlayamamıştım. Perşembe günü yataktan uyandığımda ise bulanık bir beyin, sulanan gözler, ağırlamış bir kafa ve akıp duran burun ile baş başa kalmıştım. Günlerdir beyni kasıp kavuran yoğun iş hayatının üzerine bir de hastalığı yaşamak zorunda kalmak pek güzel olmadı. Hal böyle olunca gönlümden geçen kelimeleri ilhamlı bir şekilde aktarabilmek anlamında kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Gribim, hastayım ve ince analiz yapabilme gücünden mahrumum.

Dün gece, maçı izleyemediğim için bulanık gözlerle Galatasaray – Dinamo Bükreş maçının yorumlarını dinlemek istiyorum. Skor ve golleri atanlar haricinde ne olmuş, ne bitmiş hiçbir şey bilmiyorum. Yorum sırası Mustafa Doğan ve Sergen Yalçın’da. Normalde yatıp uyumam lazım. Dinlenmem lazım. Gribin en önemli tedavi yöntemlerinden biri uyumak ve dinlenmek. Ama ilgili iki yorumcudan öyle yorumlar geliyor ki ne uykum geliyor ne de başka bir şey. Aklıma ilgili yorumlar sonrası neler gelmiyor ki? “Galatasaray çok kötü oynadı. İnanılmaz açıklar verdi. Galatasaray rakip gol atamadığı için kazanabildi. Elano topçu bile değil. Bu takımdan iş çıkmaz. Bu takım top oynamıyor. Bu kadar çok pozisyon verilir mi?”

Saatler ilerler. Star TV’de UEFA Avrupa Ligi maçlarının özet görüntüleri vardır. Galatasaray maçının oldukça geniş bir özeti başlamıştır. İzleyelim bakalım şu kötü takımı diyorum. Çok teknik analize giremeyeceğim tabii ki maçın tamamını izleyemediğim için. Ama neredeyse 40-45 dakikayı bulan geniş özetler bir fikir sunabilmeli bizlere değil mi?

Kötü Galatasaray’ı bekliyorum.

Kötü Elano’yu bekliyorum.

Kötü Galatasaray rakibini pas yağmuruna tutmuş durumda. Takımın üzerinde garip bir sükunet ve sakinlik var. Sürekli topu dolaştırıyor Sarı Kırmızılılar. Hatta bir ara topla oynama yüzdesi %70’lere dayanıyor. Maç boyunca ne yaptığını bilen bir takım örgüsü hakim. Skor elde edildikten sonra da oyunu tamamen rölantiye alan ve kendisini zorlamayan bir takım söz konusu. Bu durumda rakibe verilecek pozisyonların üzerinde konuşmak ne kadar doğru bilemiyorum. Galatasaray çok fazla açık veriyor deyip, bu pozisyonların bir iki tanesi dışında net gol pozisyonu olmaması ve bundan dağları devirmek garip olsa gerek. Bu Galatasaray’ın Fenerbahçe karşısında çok defans hatası yapması Mustafa Doğan ve Sergen Yalçın’ı sanki çok üzecekmiş gibi. Hele ki Mustafa Doğan’ı!

Sergen Yalçın deyimiyle “topçu olduğunu belli edecek hiç hareket yapmayan, ne idüğü belirsiz bir oyuncu, doğru düzgün çalım atmayan ve adam gibi pas vermeyen bir adam” olan Elano bu pas organizasyonunun merkezindeki adam.

Hücum organizasyonlarının tam ortasında bir adam var. Hiç ummadık şekilde ters ve isabetli toplar çıkaran, takımı atağa kaldıran, bunlar yetmemiş gibi dakikalar 89’u gösterirken bile pres yapan bir adam.

Adı Elano.

Geldiği günden beri “ben yıldız değilim, takım oyuncusuyum” diyen Elano’dur ilgili kişi. Israrla ondan bir Messi ya da Ronaldo bekleyenlere özellikle duyurmak gerekiyor. Elano kendisini yıldızdan saymayan ve şahsi oynamayan bir oyuncu. Bükreş maçında çok ince hareketleri, uzun ve ters pasları oldu. Ama Elano’nun ilgili futbol diline alışık oldukları söylenemez diğer arkadaşlarının. Ortak bir dile ulaşabilmeleri için daha birlikte oynamaları gereken çok maç var.

Mustafa Doğan ve Sergen Yalçın’ı haksız çıkaracak o kadar nokta var ki, tam olarak ne diyeceğimi de bu gripli halimle bilemiyorum. Galatasaray’ın artılarından bahsetme gereği bile duymuyorlar efendiler. Çünkü Dinamo Bükreş çok kötü ve zayıf bir takımmış! Fakat bilmiyorlar ki Dinamo Bükreş bu yıl hiçbir takımdan 4 gol birden yemedi. Kendi liglerinde 1’den fazla gol bile yememişler. Avrupa arenasında deplasmanlardaki maçlarda çok başarılı maçlar çıkarmışlar ve kazanmışlar. Zayıf addedilip oldukça sert oynayan ve belli bir futbol sistemine sahip bir takımı adamdan bile saymayıp, bu adamdan olmayan bir takıma gösterilen artı performansları göz boyamadan ibaret ve gereksiz sayan yorumculara bizim diyecek bir şeyimiz yok. Demek ki maçları izleyemeseydik bizleri aylar boyu nasıl da kandıracaklardı.

Dediğim gibi. Maçı canlı izleyemedim. Geniş özetlerden takip ettim. Maça dair uzun boylu yazacak değilim. Ama gördüklerim de bana yetti. Sadece şunu söyleyebilirim. Çok pozisyon verilsin ya da verilmesin. Elano süper oynasın ya da oynamasın. Bunlar hiç önemli değil. Eğer bu takımın her seferinde kötü yönleri gözler önüne serilmeye çalışılıyorsa bilin ki o takım çok iyi, tehlikeli ve korku salan bir takımdır. İyi yönleri çok fazla olduğu ve bizzat herkes pozitif futboluna şahitlik ettiği için herkesin gördüğü güzellikleri anlatmak istemiyorlar. Olumsuz yönleri aktarmak daha can alıcı ve dikkat çekici oluyor. Malumunuzdur. Eğer para ile yorumculuk yapıyorsanız can alıcı ve dikkat çekici olmak zorundasınız. İnce nüansı buradan yakalamaya çalışın.

Galatasaray’ın gerçeklerini göz önüne almadan akla estiği gibi yorum yapmak ilgili kişiyi bağlar. Eğer laftan anlamamaya devam ediliyorsa yine kendilerini bağlar. Galatasaray işe koyulurken yediğinden daha fazlasını atma ilkesini şiar edinmiş, sürekli atak ve pozitif oynayacağını, sıkıcı oyun ile ilgilenmeyeceğini ve insanlara zevk veren bir futbol oynayacağını söylemişti, Rijkaard ve ekibinin dilinden… Verilen pozisyonları tamamen hücumcu bir takım olmanın şu anki dezavantajları olarak düşünmek lazım. İnsanlara bir şey beğendirebilmek mümkün değil. Lucescu döneminde defansif bir anlayışa sahipken neden bu kadar defansif bir oyun sorusu sorulurken, çok atak oynandığı zaman da neden bu kadar çok açık veriliyor sorusu gündemden eksik olmuyor. Mustafa Doğan ve Sergen Yalçın, bu sistemin yürümeyeceğini bile iddia edebiliyorlar. Diyecek pek bir şey yok.

Sanki bu sistemin zamana ihtiyacı yokmuş gibi.

Sanki ilgili zaaflar düzeltilmeyecekmiş gibi.

O çok bilmiş futbol profesörlerine Barca’nın uzay takımı kimliğini nasıl kazandığını anlatmak lazım zannedersem.

Her ne kadar bazı isimler Dinamo Bükreş’i takım dahi olamamakla nitelendirseler bile Galatasaray gücü ve akıllı oyunu ile rakibini ilk yarı itibariyle kedinin fare ile oynadığı gibi oynattı. Keita ve Sabri’nin bu takım için artık ne elzem bir gereklilik olduğunu iyice kanıksamış olduk. Bu ikiliyi durdurabilmek adeta imkansıza yakın. Galatasaray’ı durdurmak isteyen takımların özellikle bu iki oyuncunun kanadını etkisiz hale getirmesi gerekiyor. Diğer türlü yapacak hiçbir şeyleri yok. Bu maça dair olarak Sabri’nin uzun-etkili pasları, futbol iştahı, Kewell’ın ilk yarı boyunca diriliği, Mehmet Topal’ın stoper bölgesindeki sakinliği ve sağlam oynayışı, Nonda’nın ise alışılagelmiş bitiriciliği öne çıkan noktalardı. Keita ve Nonda arasında bir özel bağ olduğunu biliyoruz. Bu maç ilgili bağı iyice güçlendirdi.

UEFA Takım puanlarına baktığımızda dünkü galibiyet ile iki puanı cebe atan Galatasaray 4 sıra daha yükselerek toplamda 38.330 puanla 44. sıraya yükseldi. Galatasaray’ın hemen üzerinde Sporting Braga ve Bayern Leverkusen yer alıyorlar. Bu takımlar Avrupa arenasında yer almadıkları için Galatasaray tek bir beraberlik halinde ilgili iki takımı geride bırakacak. Geçen sezonun başında 96. sırada yer alan Galatasaray’a Skibbe ve Rijkaard’ın önemli puanlar kazandırdıkları bir gerçek. Rijkaardlı Galatasaray bu yıl Avrupa arenasında başarısını sürdürmeye devam ederse sezon sonunda 30. sıralarda yer bulacak gibi.

Ülke puanı anlamında ise üç takımızın bu hafta başarılı maçlar çıkarması sonucunda toplamda elde edilen 24 puanın bu yıl Avrupa arenasında yer alan takım sayımız olan 5’e bölünmesi sonucunda çıkan 4.8000 ortalama puanıyla 11. sıradayız. Fenerbahçe ve Galatasaray’ın Bükreş takımlarını mağlup etmesi Romanya’yı 12. sıraya geriletti. 10. sırada 4.800 ortalama puanıyla Ukrayna, 9. sırada 5.000 ortalama puanıyla İsviçre yer alıyor.

İlgili puanlara daha ayrıntılı bir şekilde ulaşmak isterseniz ilgili bağlantıları veriyorum:

Takım puanları için:

http://www.xs4all.nl/~kassiesa/bert/uefa/data/method4/trank2010.html

Ülke puanları için:

http://www.xs4all.nl/~kassiesa/bert/uefa/data/method4/ccoef2010.html


19 Ekim 2009 Pazartesi

Galatasaray – Trabzonspor: Futbol Bir Şölense…




Futbol hem oynanırken hem de seyredilirken zevk vermeli insanoğluna. Milyon dolarların döndüğü ve günümüzde artık bir endüstri olarak anılan bu sektörün, yeşil sahada sergilenirken futbolseverleri sarhoş etmesi beklenir. Futbola dair bir çok göstergenin sürekli değişip durduğu ve öngörülemeyen değişimlere şahit olmanın dayanılmaz ağırlığını hesaba kattığımızda futbolun neden çok sevilen bir oyun olduğunu anlamış olabiliriz. Bazı oyunlarda mantık aranabilir, bazılarında da aranamaz. Mantıklı açıklamalar bulunamaz.

Böyle bir maçtı Galatasaray – Trabzonspor maçı. Futbola dair bir çok lezzetin tadına baktık. Futbolun sadece skor odaklı bir oyun olmadığını, aynı zamanda şölen tadında geçmesi ve hayranlarına büyük zevk vermesi gereken bir etkinlik olduğunu gördük. Bir futbolsever olarak bu yıl Turkcell Süper Ligi’nin en renkli, zevkli ve tempolu oyunlarından birini izledim ve büyük zevk aldım. Skorun sürekli değişip durduğu ve peş peşe gelen gollerin ne zaman gerçekleştiğinin farkına dahi varamadığımız absürd bir oyundu dünkü maç. Her iki takımı her iki devrelik performanslarına göre değerlendirmek istediğimizde birine bir devre ak derken diğerine kara diyebilirdik.

İlk yarıya bakalım. İnanılmaz iştahlı başladı Sarı Kırmızılılar. İlk 10 dakika itibariyle rakibine nefes aldırmayan, ileri bölgede ikili ve üçlü kıskaçlarla pres yapan, topu ayağına aldığında çabucak atağa çıkan ve rakibini bunaltan bir Galatasaray. Galatasaray’ın bu yılki en büyük sıkıntılarından birinin takım olarak etkili pres yapmaması ve orta sahasının çok çabuk, rahat bir şekilde geçilmesi olarak görmüştük. Orta göbeğe monte edilen oyunculardan Sarp takımın defansif sübabını oluştururken, Ayhan ise defans ve forvet arasındaki bağlantıyı sağlayan akışkan madde gibiydi. İlk yarı itibariyle Galatasaray rakibini rehin aldı dersek yeridir. Hem kanatları kullanan hem de ortadan gelen takım hüviyetindeydi Aslanlar. Galatasaray rakiplerine pres yaptığı zaman oyunun kontrolünü tamamen ele geçiriyor, rakibine nefes dahi aldırmıyordu. Rakibine beklenmedik bir pozisyonda gol fırsatı tanırken kendisi ise soyunma odasına giderken skor hanesini çok rahat bir şekilde 5 rakamıyla süsleyebilirdi. Kewell ile kaçan iki gol ve Gökhan Zan’ın direkten dönen kafa vuruşu derken futbola dair şölen tadını çıkarıyordu Sarı Kırmızılılar.

İlk yarı itibariyle ak takımdı Galatasaray. Trabzonspor da koşmaktan başka bir şey yapamayan kara takımdı. İkinci yarı başlamadan önce Galatasaray’dan yine baskın bir futbol ve skoru koparması bekleniyordu. Ama ne olduysa ikinci yarı göstergeler Bordo Mavililer lehine değişmeye başladı. Kaybedecek bir şeyi olmayan Karadeniz’in hırçın çocukları hızlı, dikine, presli ve ayağa çabuk paslarla oynamaya başladı. İlk yarıdaki kara takımın yerinde yeller esiyor, ilk yarının ak takımı ise gardı düşmüş zayıf bir boksör edasında çırpınıyordu. Beklenmeyen bir durumdu bu. Galatasaray üçüncü golü bulana kadar tüm ipleri elinde tutan takımdı Bordo Mavililer. Bu durum sadece Trabzonspor’un hızlı ve akıllı oyunu ile açıklanabilir miydi? Tabii ki hayır. İlk yarı pres yapan ve takım savunmasını iyi yapan Sarı Kırmızılılar’dan eser dahi yoktu. Adeta “buyurun, istediğiniz gibi rahat rahat kalemize akın, biz size baskı uygulamayacağız, pres yapmayacağız” havasındaydılar.

Galatasaray’ın bu yılki en büyük zaaflarından biri belli. Soğuk savaşın en önemli stratejilerinden biri rakibin ya da düşmanın zaaflarını tespit etmek ve zaaflarından beslenmektir. Galatasaray bazı maçlarda rakiplerinin kendi zaaflarından beslenmesine izin veriyor. Halbuki geçmiş yıllarda Sarı Kırmızılıların en önemli gücü ve dinamosuydu günümüzün zaafı. Nedir bu zaaf? Sarı Kırmızılılar gerekli presi uygulayamıyor, orta sahasında darbeli, sert oynamıyordu. Takımın en yumuşak karnı orta sahası oluyor. İzin verildiği sürece rakipler ellerini kollarını sallayarak çok rahat bir şekilde Galatasaray’ın defans adamlarıyla karşı karşıya kalıyor, herhangi bir direnişle karşılaşmadıkları için defans oyuncularının dengelerini bozabiliyorlar. Bu yıl Galatasaray’ın zorlandığı maçlara dikkat edilirse söz konusu problem dikkatleri çekecektir. Trabzonspor’un ikinci yarı ipleri eline almasını en önemli sebebi, hızlı ve ayağa paslı oyunlarıyla birlikte Sarı Kırmızılıların sert olmayan ve pres yapmayan zaafıydı.

İşler Galatasaray için iyi gitmezken geçmişteki bazı maçlarda oyunu okuyamamakla ve bir B planı olmamakla suçlanan Rijkaard, adeta onları haksız çıkarırcasına oyunu okuyabildiğini göstererek gerekli hamlesini yapıyordu. Orta sahası çok rahat bir şekilde geçilen Galatasaray, takım savunması anlamında o dakikalarda oyundan düşen Kewell’ı dışarı alıp Barış Özbek’i alarak orta saha emniyetini sağlıyor, bunun da katkısıyla nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde bir anda farkı yeniden ikiye çıkarıyordu.

İlk yarı Trabzonspor defansı hiç beklenmedik hatalar yaparken ikinci yarı da Galatasaray defansı bu tarz hataları yaptı. Atılan bazı gollerin en büyük sebebinin defans hataları olduğunu söyleyebiliriz. Kopya kağıdı gibi goller görmedik de değil. Örneğin Trabzonspor’un bulduğu ikinci gole baktığınızda Gaziantep deplasmanında yenilen ilk golü hatırlarsınız. Topu ayakta gereksiz bir şekilde gevelemenin ve ayağında topu taşıyan oyuncuya ceza sahası önünde pres yapmamanın nelere yol açtığını yeniden hatırladık. Eğer birazcık yetenekli olan bir oyuncuya gerekli baskıyı kurmazsanız elini kolunu sallayarak, göstere göstere işini yapacaktır. Öte yandan Galatasaray’ın attığı üçüncü gole bakarsanız bir sistem golü olduğunu ve Beşiktaş’a karşı atılan üçüncü golün bir nevi kopyası niteliği taşıdığını göreceksiniz.

Özel bir paragrafı Keita için açmak lazım. Galatasaray’ın bir çok pozisyonunda ve gollerinde adı geçen baş aktörlerden biriydi. Açtığı ortalarla büyük tehlikeler yaratmış ve takımın enerjik yönünü sergilemişti. Bu yıl Sabri ile birlikte yakaladıkları uyum ve takımları adına sağladıkları etkinlikleri ile takımları için çok önemli ve kritik bir hale geldiler. Fakat Keita’nın özel hareketler yapma çabası ve seyirciyi coşturmak istemesi gibi nedenlerle asıl potansiyelini yer yer sekteye uğrattığını düşünüyorum. Eğer Keita’da Kewell’daki sakinlik ve denge duyusunun çeyreği olsaydı maç çok daha erkenden kopabilirdi. Keita’nın en büyük sorunlarından biri savrukluğu ve yer yer takım oyununun önüne geçen şahsi şovudur. Taraftar için tabii ki güzel hareketler yapılmalıdır ama eğer skoru değiştirme imkanını sağlayacak net durumlar söz konusu ise daha tedbirli ve dengeli kararların alınması takım yararına olacaktır.

Geçmiş maçlara nazaran Galatasaray’ın pas kurgusunda iyi işler yaptığını kabul etmekle birlikte ayağa sürekli pas olayının tam anlamıyla oturamadığını gözlemliyoruz. Ayhan’ın bir çok pozisyonda pozisyonu zorlaması, ayağında ısrarla topu tutması beklenmedik anlarda top kayıplarına sebebiyet verdi. Galatasaray bu zaafını hala giderememiş görünüyor. Arda ise bizi şaşırtırcasına egoistlikten kaçınıyordu.

Anlayamadığım durum, skor 2-2 olduktan sonra maçın bitmesine yarım saatten biraz daha fazla süre varken Sarı Kırmızılıların beklenmedik panik ve dağınık haliydi. Son maçlara kadar 90 dakika boyunca paniğin p’sini görmediğimiz takımın bu maçta bu kadar panik yapmasının sebebini anlayabilmiş değilim. Fenerbahçe’nin maçı kaybedip puan farkını 2’ye indirebilme şansının zora girmesinden ve bunun yarattığı baskıdan yola çıkmak isteyeceğiz ama Rijkaard sisteminin en önemli yapıtaşlarından biri olan sisteme sadakat ve disiplin olgusunun 2-2 sonrası sekteye uğradığını, söz konusu panik halinin rakibe daha rahat pozisyonlar yarattığını es geçmeyeceğiz. Rijkaard ne zamanki Barış’ı oyuna alarak oyuna müdahale etti, o zaman kendine gelir gibi oldu Sarı Kırmızılılar.

Gelelim en önemli uyarımıza. İlk yarıda izlediğimiz Galatasaray’ın devamı halinde Turkcell Süper Ligi’nde Sarı Kırmızılıların bileğinin bükülmesinin çok zor olduğunu kabul etmekle birlikte ikinci yarıdaki futbolun ise kabul edilemez bir uyarı niteliği taşıdığını iletmeliyiz. Takım olarak iyi savunma yapamazsanız, forvet oyuncularınız takım savunmasına katkıda bulunmazsa, orta sahanızı darbeli ve sert oyunculardan oluşturmazsanız ve pres yapmadığınız için rakibin elini kolunu sallaya sallaya gelmesine izin verirseniz bir çok maçınız azap içinde geçecektir. Günümüzde futbol mücadele etmeden kolayca kazanılmıyor. Eğer tüm bunların üzerine bir de panik yaparsanız işiniz iyice zora girmiş demektir. Bu açıklamaların ışığında haftaya oldukça önemli bir maça çıkacak olan Sarı Kırmızılılar bu zaaflarının önüne geçemezlerse ezeli rakipleri karşısında çok zor durumlara düşeceklerdir. İkinci yarıda pres yapmayan ve panik yapan Galatasaray’ın devamı halinde Saraçoğlu’nda kesinlikle kazanamaz Sarı Kırmızılılar. Bu zaaflarını aşarlarsa ve ilk yarıdaki oyunlarını sergilerlerse istediklerini elde edebilirler. Yeter ki panik yapmasınlar ve mücadele etsinler.

Maça genel olarak bakacak olursak ben futbola, ikinci yarıdaki o müthiş tempoya, hararetli oyuna ve heyecana bayıldım. Ya siz?

15 Ekim 2009 Perşembe

Great White: Trajedinin Erdeme Dönüşmesi


“Denizin derinliklerinde gizemli yaşamlar, renkli dünyalar;
Doğa Ana kanunlarının kendisini her alanda gösterdiği tılsımlar;
Yeryüzünde yaşayanların içine girmedikleri sürece anlayamayacakları bir dünya
Ve derinlerin kralı Büyük Beyaz!”


Dünyanın bir çok yerinde değişik yaşamlar var. Bazıları gözlerimizin önünde cereyan etmekte, bazıları da gizli kapaklı gözlerimizden ırak gerçekleşmektedir. Bazen sorular sorulur bizlere genel kültür babında, “dünyanın en derin deniz diplerinde yaşam var mıdır” diye. Kimisi basit düzlemde düşünerek, “o kadar dipte oksijen ne arar?” deyip “tabii ki yoktur” cevabını verebilmektedir.

Gelelim bir de kendi yaşamımıza ve çevremizde yaşananlara. Her şey var: Sevinç, hüzün, mutluluk, karamsarlık, asabiyet, stres, keder, eğlence... Tüm bu duyguların gerçekleşme nedeni bellidir. Bir şeyler yaşarız ve bunlar bize demin sıraladığımız hisler olarak geri döner. Kimi insanlara en büyük maddi değerleri verseniz bile asla mutlu ve tatminkar olamayabilir. Kimileri de Polyanna hesabı ufacık şeylerle keyfini ve yolunu bulur, hayatın tadını çıkarır. Bir anlık mutsuzluğa bürünse dahi bazı şeyler vardır. Basit ve sıradan gibi görünür diğer insanlara. Ama görünen öyle değildir halbuki! Yapılması gereken sadece kulak kabartmaktır.

Sahi ya!!! Denizin en dibinde hayat var mıdır sizce? Her neyse! Bu ne kadar önemli ki? Denizlerin, kara parçaları üzerinde yaşananlar gibi çok renkli yaşamlara sahip olduğunu biliyoruz. Belki daha renkli ve etkileyici olduğunu bile söyleyebiliriz; bir müzik, bir nota, melodiler ya da bir köpek balığı gibi!!!

Derin bir müzik düşünün. Dinlediğinizde denizin diplerinde yaşadığınızı farz edin ve kendinizi denizin kralı olmuş “Büyük Beyaz” köpekbalığı gibi hissedin. Mutsuzsanız mutluluğu ve neşeyi bulun. Kendinizi birden çok güçlü hissetmeye başlayacaksınız. Çevresine korku veren Büyük Beyaz gibi. Great White gibi...

Müzik dünyasının en yetenekli, coşkulu, usta gruplarından biri olan Great White, Hard Rock arenasında kendisini dünyaya kabul ettirmesinin yanında, müziğinin ötesine giden bir yöne sahip. Çok ama çok erdemli bir yöne. Ve onların yaptığı müzik, erdemleri nedeniyle okyanusların en diplerinde bile yaşar.


“Büyük Beyaz” Köpekbalığı Gitarı Eline Alırsa!



Grubun vokalisti Jack Russell ve gitaristi Mark Kendall, 1978 yılından beri birlikte çalıyorlardı. Russell ve Kendall aynı yıl ekibi oluşturmuş, günümüze kadar birlikte çalan, birbirinden ayrılmayan iki dost olmuşlardı. İkisi haricinde bir çok eleman girip çıkmıştı. 1980’li yılların Glam Rock tarzına tezat olarak, Blues temelli bir sound benimseyen Great White, o zamandan beri hafızalara kazınan şarkılar üretmeye devam ediyor. 1982 yılında çıkardıkları ilk eserleri “Out of the Nigth”ın (EP) 20.000 kopya satması, EMI ile sözleşme imzalamalarına ve ilk albümleri “Great White”ı 1984 yılında çıkarmalarına yetmişti.

Güney California’lı grup ilk olarak 1984 yılında blues – rock grubu olarak dikkatleri çekti. Ama başlangıçta onlara Hair grubu gözüyle bakılmıştı. Russell böyle bir tanımlandırmaya katılmamıştı. Kabul edilebilir bir şöhrete ulaştılar ve tüm albümleri dünya çapında 6 milyonun üzerinde sattı. “Once Bitten, Twice Shy” parçasıyla “En İyi Hard Rock Performansı” dalında Grammy ödülünü kazandılar ve o parçanın bulunduğu Twice Shy albümü iki platin plak kazandı.

Kendilerine tarihlerinin en iyi turu sorulduğunda 80’lerdeki Whitesnake ve Tesla ile verdikleri konseri işaret ediyorlar. Monster of Rock konserinde 60.000 kişiye konser verdiklerini hatırlıyorlar ve bu onların en kalabalık konseriydi. Russell en favori albüm olarak “Can’t Get There From Here”ı (CGTFH) gösteriyor. “Hooked” ile “Sail Away” albümlerinin çok iyi parçalara sahip olmasına rağmen prodüksiyon açısından kendisini memnun etmediğini kabul ediyor.

Blues temelli olup, güçlü bir ruhu ve yapıyı temsil eden “Rock Me”, “Save Your Love” ve “Face The Day” gibi harika hitlerin yanında, CGTFH albümüyle yeryüzüne başka hitleri de sokmayı başarmışlardır. Bu konuda vokalist Jack Russell’ın bakış açısı farklıdır. Grup güçlü çentikler atmıştı kulvarında ve bunu “Great White, sadece daha büyük ve daha iyi olan bir gruptur” sözüyle açıklığa kavuşturuyordu.

Vokalist Russell, Don Dokken gibi uzun zamandır arkadaşı olduğu kişilerin desteğini de alarak geçmişteki hayatının izlerini sözlere monte etmeyi iyi başarmıştır. Geçmişteki eğlenceli hayatını “Rollin’ Stoned” ve düşkünlüğün daha da ötesine giden adrenalin dolu uzun şiirini “Gone to the Dogs” parçasıyla yansıtmaktan çekinmemiştir. Aslında Russell’ın yapmak istediği şey; geçmişteki hayatından ve tecrübelerinden yola çıkarak, hem iyiliğin hem de kötülüğün keşfedilmesini sağlamaktır. “Saint Lorraine”, “Ain’t No Shame”, “Sister Mary” ile iyi ilişkilerinden yola çıkmışken, “Loveless Age” parçasıyla kötü ilişkiden bir örneği gözler önüne sermiştir. Ama CGTFH albümü daha geniş sosyal yorumları beraberinde getirmiştir: Dinlerin çarpık iki yüzlülüğünden “Wooden Jesus” ve evsiz insanların dokunaklı halinden “Hey Mister” şarkıları ile bahsetmeleri, ellerine aldıkları sosyal sorumluluğun bir parçası gibiydi.

Bu bakış açıları, bir şarkının konuları ama Russell bu gerçeklikleri kavramayı, korumayı es geçmez ve mütevazılığını konuşturur: “Şarkı yazarlığında, daha önce kimsenin duymadığı şeyler hakkında yenilikçi liriklere imza atmak gibi bir denemeye girmedim.” Bunun nedenini ise şöyle açıklar: “Bazen yazdığım liriklerde insanların nereye gittiğini anlayabilmeleri için lirik yazımında modern olmayı denediğimi düşünüyorum. Aslında kendi yolumuzdaki aynı hikayeleri kendimize anlatabilmek çok önemli. Bu şarkılar, hayatımın merkezinde yaşadığım şeyleri bana hatırlatan, her zaman anılmaya değer olan basit ve temel şeyleri aktaran şarkılardır.”



Karanlık ve Trajedinin Erdeme Dönüşmesi

Bazı grupların trajik ve karanlık bir öyküsü vardır. O gruplardan biri de Great White. Söz konusu olay, CNN’de bile önemli yankı uyandırmıştı.

20 Şubat 2003 gecesi başladı her şey. Rhode Island’de konser veren grup, konser alanında çıkan yangın sonrasında cehennemin ortasında kaldı. 300 kişi kapasiteli kulüp, haddinden fazla seyirci almıştı ve yangın çıkınca herkes tek bir kapıya yöneldiği için sonuçları çok korkunç olmuştu. 96 kişi yanarak ölmüştür. Bazı bedenler çok feci yandığından ancak DNA testi ile kimlikleri saptanabilmiştir. 187 insan yaralanmıştır.

Yangın Anı


Bu olay Great White tarihinin en karanlık ve elîm gecesidir. Sadece hayranlarını kaybetmemişler, kendileriyle 3 yıldır beraber olan ve yeteneğiyle göz kamaştıran genç gitaristleri Ty Longley’i de kaybetmişlerdir. Seyircilere yardımcı olmak isteyen Longley alevler içinde kalmıştır.

Ayrıca Longley’in bir kız arkadaşı vardı ve daha yeni bebeğe sahip olmuşlardı. Grubun gitaristi Mark Kendall’ın eşi ve Longley’in kız arkadaşı sürekli irtibat halindeler. Kendall ile Russell, bebeğe mali yönden yardımcı olmak için Los Angeles’da birkaç akustik şov gerçekleştirmiş ve 10.000 dolar toplamışlardır. Kıssadan hisse, grup üyeleri ölen arkadaşlarının sevgilisine ve çocuğuna ebeveyn olmuşlardır.

7 Ağustos’ta Güney Dakota Rapid City’deki konserlerinde, ilk şarkılarından sonra grup adına vokalist Jack Russell, söz konusu trajik olaydan uzun uzun bahsetmiş ve hayatlarını kaybetmiş kişilerin ailelerine yardımcı olmak için yardım kampanyası başlatmıştır. Ayrıca kurbanların anısına yüz saniyelik saygı duruşunda bulunulmasını istemiştir.

Söz konusu yardım kampanyası çok önemliydi. Bazı çocuklar konserde ebeveynlerini kaybetmiş, sahipsiz kalmışlardı. Yardım kampanyası başlar başlamaz, grubun bir fanı dört bilet için 4.000 dolar bağışladı ve kampanya http://www.stationfamilyfund.org sitesinde yürütüldü. Bu kampanyanın en büyük kaynaklarından biri şüphesiz grubun canlı performansları. Grup, kurduğu vakıf aracılığıyla yardım toplamasının yanında, o tarihten beri bir çok konseri kampanyaya katkı sağlayabilmek için gerçekleştiriyor. 26 Eylül 2005 tarihi itibariyle toplanan para 767.650,98 dolardı. Söz konusu paranın 738.250,70 dolarlık kısmı dağıtılmıştı. Şubat 2006 sonunda ise gerekli tutara ulaşılmış ve destek tamamlanmış oldu.

Jack Russell bu olay hakkında şöyle diyor:

“Söz konusu facia sonrasında verdiğimiz konserlerin nedeni belli. Bildiğiniz gibi 20 Şubat günü çok korkunç bir trajedi meydana geldi. Aile üyelerimizden yüz kişiyi kaybettik. Birkaç ay olduğumuz yerde durduk, büyük psikolojik acılar çektik ve terapilere gittik. Çok düşündük. En sonunda bu insanlara yardımcı olmamız gerektiğini düşündük ve kurbanların yakınlarına malî yardımlarda bulunabilmek için bir vakıf kurduk. Başlangıçta kendi cebimizden karşılamak bizim için mutluluk vericiydi. Ama tek başımıza bunun altından kalkabilmek mümkün değildi. Bizi rahatlatacak sponsor ve distribütörler bulduk. Sürekli anne babasını ya da ebeveynlerinden birini kaybetmiş elli altı çocuğu düşünüyordum. Aşılarını, bakımlarını, diğer giderlerini, borçlarını ve diğer hayatî ihtiyaçlarını… En sonunda bir vakıf kurmuştuk ve elde edilen tüm para, direkt kurbanlara ve kurbanların ailelerine, çocuklarına gitmeye başladı. Kampanya mükemmel çalıştı.

Söz konusu kampanyanın adı bir web sitesi adı altında işliyor: http://www.stationfamilyfund.org . Yaşanan facia, Great White ya da bir Rock’n Roll trajedisi değildir, bir Amerikan trajedisidir. İster Great White, ister Rock’n Roll, ister herhangi bir müziğin hayranı olunsun, tüm insanlar yardım etmeliydi. Bu insanlar çok ufak bir şehirde yaşıyorlar, gelirleri kısıtlı ve yardıma ihtiyaçları var. Bir konsere gelip bağışta bulunamasa bile, insanlar web sitesine bakmalı, elinden geldiğince yardımcı olmalı, yazılar yazmalı, dualarını yollamalı ve bir şeyler yapmalı. Bu çok önemli bir bütünü ifade eder ve tüm insanlara özgüdür.

Fanlarımızla ve Rock’n Roll kuruluşlarıyla gurur duyduk. İnsanlar dışarıdan baktığında bizim hakkımızda yorumlar yürütebilir. Saçlarımız uzundur ve dövmelerimiz vardır. Ama bu insanlar benim şimdiye kadar gördüğüm en merhametli ve duyarlı insanlardı. Tur boyunca vakıfa mali güç sağlamak için giydiğimiz özel tişörtler vardı ve seyircilerden biri tişörtüme 350 dolar verdi. İnsanlar sağdan soldan para yağdırıyordu. Bu insanlar çok klas çalışan insanlar. Ve adamın biri Colorado’da bahar aylarındaki bir şova geldi ve dört bilet için 4.000 dolar verdi.”


Jack Russell’in belirttiği http://www.stationfamilyfund.org/ adresinin ana sayfasının en sonunda, bu vakıfa kimlerin destekçi olduğu, hangi kuruluş ve grupların emeğinin olduğunu görebilirsiniz.

Grup bu olaydan sonra çok uzun süre yeni albüm için stüdyoya giremedi. Çünkü böyle acı bir olay yaşamışlarken stüdyoya odaklanabilmeleri çok zordu. 2 yıl konserden konsere koşup yardım toplamaya çalışıyorlardı ve bundan hiç şikayetçi değillerdi.


Denizin Derinliklerinde Görünenler

Denizin derinliklerinde şahit olmamız gereken çok şey var. İçine girmediğimiz ve araştırmadığımız sürece bilemeyeceğimiz... Bunun gibi nice bilinemeyen gizemler ve anlamlar mevcut.

“Müzik sadece müziktir, sadece eğlencedir” diyenlere bu yazı sonrasında çok rahat bir şekilde “Müzik sadece müzik değildir” diyebilmekteyiz. Müzik, tek bir anlama yükleneyemeyecek kadar çok engin ve derin bir dünyadır. Tek bir tarafa da çekemezsiniz. En diplerde dahî efsanelere şahit olabilirsiniz. Tıpkı Great White’da olduğu gibi…

13 Ekim 2009 Salı

Tempus Omnia Revelat


Oralarda bir yerde saatlerce bir suratın kıvrımlarına bakabilir. Görebileceği şeyler, sadece onun görebileceği şeylerdir. Daha fazlasını göremez. Çıplak gözleri daha fazlasına imkan vermez. Ama oralarda bir yerde, görebileceği başka yüzler var. Sadece “seçilmiş kişilerin” görebilme yeteneğine sahip olabildiği.

Daha fazlasını görmek ister ve bunun için elinden gelen her türlü çabayı gösterir. Sahip olduğu potansiyel ve bakış açısıyla; hayal gücünü, derinliklerde saklanan bilinemez yeteneklerini, korkutucu düşünceler potansiyelini ve kimsenin kolayca düşünüp hissedemeyeceği ağırlığını ortaya koyarak, gizemli dünyaları görebilir. Kendi dünyasında yaşar. Gizemli dünyasında.

Düşünebileceği şeyler gerçekten zordur
Oralarda bir yerde sakinleştirici rüyalar vardır
Güzelliği gör ve aklını koru
Kokusunu hayal et ve dokun tüm hayallere


Aranan, beklenen ve yaşanan yıllara rağmen, insanlar, yaşamın ne kadar karmaşık, gizemli ve hayal gücü ile dolu olduğunu tam anlamıyla göremiyordu. Haliyle el attığı, dinlemeye çalıştığı dünyaları algılayamazdı. Sahip oldukları önyargılı gözler bazı şeylerin önüne geçiyordu. Kulaklara dolan nağmelerin gerçek anlamını asla anlayamazlardı. Çağrışım yapmaktan ve hayal gücünden mahrum, gerçek manalardan bir o kadar uzaklardı.

Fakat diğer yandan tüm bunlar, gözlerin, kalbin ajanlığını yaptığı durumlarda tehlikeli bir hal alırdı.

Derin bir bakış... Kalbin ajanlığında...

Zaman bir kalem gibi.

Mavi çizer, huzura erişir.

Siyah çizer, ağacın gövdesinin çatırdaması gibi kalbi kırılır.

Siyah zemin üzerine beyaz çizer, temizlendiğini hisseder.

Elinde kalemle kazımaya gider, hayatın üzerine doğru.

Ve yazar... Kazır...

Hayatın karanlık geçişleri tecavüz eder ona. Ruhunu öldürür. Derine, daha derine saplar bıçak darbelerini. Her şeyin kötü gideceğini düşünür, sonsuza kadar. Hayatın tüm karanlık yönleri, tüm beyazları bir an için yok eder. Siyahlar beyaza nüfuz etmiş ve grilik dönüşümüne de izin vermemiştir.

Kalem gelir aklına. Siyahı beyaza çaldıracak kalem... Bir mücadele isteği... Yaşamı iyileştirme denemeleri...

Herkes yörüngesini bulmak zorunda
Herkes kendi içinde yalnız
Hiçbir şey bu gerçeği değiştiremez
Başını gökyüzüne kaldır ve aklını aç


Eğer dünyevi ve hayata dair şeyler hakkında derin derin düşünmek ve konuşmak gerekiyorsa, en derin anlamlara ulaşabilmenin basitliği söz konusu değildir. Bazı şeylere inanç yoktur. İnanç yoksa ne anlatılabilir ki?

Çevresi karanlıktır... Kulakların ötesinde, ruhtur tamamen açık olan...

Yolculuğa çıkılmıştır bile. Gözler pür dikkat... Akıl, kalp, düşünüş ve hissedişler yaşamın özüne odaklı...Yavaş yavaş geriye sarmaya başlamıştır... Hayat filmini...

Gerisin geriye sarılır. Yaşamın en derin geçişleri, göz projektörlerinden beyne yansır. Sonuçlar belirir mimiklerde: Kahkaha, gözyaşları, umut, kalp kırıklıkları, heyecan, keyifsizlik, neşe, anlamsızlıklar... Ve akıllara gelebilecek her türlü hayat enerjisi.

Düşünmeyi denemeli
Tüm sözlerle düşünebilmeli
Kaçış yoktur rüyalardan
Yaşamak istediği hayallerden


Sığdırır. Kısa bir ana... Derin film şeridi ilerlerken ve dejavu! Yeni baştan. Tüm hayat süreci. En etkin olan, ruhu şekillendiren, ezen, okşayan, gülümseten ve gözyaşı döktürenleri...

Mimikler değişken! Şekilden şekle. Notalar şekillendirir... Derin derin, dibine kadar ve her saniyesiyle...

Zaman bitmiş gibi görünürken
Gelir ve kapını çalar
Sürpriz saldırılar geriye götürür
Farklı yüzünü gösterir ve dejavu!


Görür ki, tüm nota geçişleri, aslında bir film şeridi... En derin film sahneleri... En başa döner. Ama biter nihayetinde, en başa dönülünce... Hayat anılarının ve hayat enerjisinin en başına... Belki ana rahmine ve ceninliğe.

Biter notaların ilerleyişi. Gülümseme belirir nihayetinde...

Hisler saldırır, düşünceler haykırır
Kim olduğu mesele değildir
Herkes görünüşte aynıdır
Sadece kendi yaşamını tadar


Notalar topluluğunun neler anlatmak istediği, anlaşılır nihayetinde. Yaşama nasıl ışık getirdiği anlaşılır. Yaşamı ve ruhu nasıl iyileştirdiğine şahitlik edilir...

Beyinde çakan ışık, yüreğe seslenir. Sesleniş dudaklara vurur. Dudak hareket eder.

Fısıltıyla sözcükler dökülür...

Zaman her şeyi ortaya çıkarır... Zaman her şeyi iyileştirir...



9 Ekim 2009 Cuma

The Godfather: Yerkürenin En İyisi..

Ve Bonasera Baba'nın elini öper..


Baba filmini bilmeyen yoktur. Eğer ki bu filmi hala izlemeyenler varsa ölmeden önce muhakkak izlemeleri gereken bir numaralı filmdir. Bana göre şu ana kadar izlediğim en iyi filmdir. Oyunculuk anlamında ise dünyanın tartışılmaz bir numaralı filmidir. Al Pacino’nun bakışları bile inanılmaz şeyler anlatmaktadır. Film setlerinde Al Pacino’nun bakışı için “bir kadını soyuyormuş gibi bakıyor” dendiği rivayet edilmektedir.

Film için klasik bir mafya filmi tabiri kullanabilir bazı kesimler ama iç yüzünde çok daha farklı şeyler yatıyor. Aile olabilmek, bir hayatın en masum insanları bile nasıl değiştirebileceği, mecbur kalındığı taktirde hayatın bizleri hiç ummadığımız noktalara getireceği, kusurlarımızla yaşadığımızı, hayata tutunabilmek için yeri gelince kendi kanımızdan olanları bile harcayabileceğimizi, sadakatin vazgeçilmez olduğunu görüyoruz.

Bu filme dair sayfalarca dolusu yazabilirim ama konumuz bu değil aslında. Baba filminin beni en çok etkileyen taraflarından biri direkt girişi ile beni kendine çekmesidir. Birazdan paylaşacağım diyalog aslında bir efsane ve kült halini almış durumda. Yeri gelince bu repliği arkadaşlar arasında yaptığımız, ülkemize özgü bir hale getirdiğimiz ve gülme krizlerine girdiğimiz oldu. Ama asla oradaki oyunculuğa yetişemedik. Kimsenin yetişebileceğini de sanmıyorum.

Amerigo Bonasera – Amerika’ya inanıyorum. Servetimi Amerika sayesinde yaptım. Ve kızımı da bir Amerikalı gibi yetiştirdim. Ona özgürlük verdim ama ailesinin onurunu zedeleyecek bir şey yapmamasını öğrettim. İtalyan olmayan bir erkek arkadaş buldu. Onunla beraber sinemaya gitti. Geceleri geç geldi. Karşı çıkmadım. İki ay önce diğer bir erkek arkadaşıyla kızımı gezmeye götürdüler. Kızıma viski içirmişler. Ve sonra ondan faydalanmaya kalkmışlar.Kızım karşı koymuş ve onurunu korumuş. Bu yüzden onu bir hayvan gibi dövmüşler. Hastaneye gittiğim zaman gördüm ki burnu kırılmış, çenesi parçalanmıştı. Çenesi bir telle tutturulmuştu. Çektiği acı yüzünden ağlayamıyordu bile. Ama ben ağladım. Neden mi ağladım? O benim hayatımın ışığı idi. Çok güzel bir kızdı. Ama asla bir daha güzel olamayacak. Üzgünüm. Ben iyi bir Amerikalı gibi polise gittim. İki çocuğu mahkemeye çıkardılar. Yargıç onları üç yıl hapse mahkum etti. Ama daha sonra cezalarını erteledi. Cezalarını erteledi! Yani o gün ikisi de serbest bırakıldılar. Mahkeme salonunda aptal gibi kalakaldım. Ve o iki serseri bana bakıp gülümsediler. O zaman karıma dedim ki “adalet için Don Corleone'ye gitmeliyiz”.


Vito Corleone - Neden polise gittiniz? Neden daha önce bana gelmediniz?


AB - Benden ne istiyorsunuz? Her şeye razıyım. Ama sizden istediğim şeyi yapın.


VC - Neymiş o?


AB - O iki serserinin ölmesini istiyorum Don Corleone.


VC - Ben bunu yapamam.


AB - Size istediğiniz her şeyi veririm.


VC - Seninle yıllardır tanışırız. Ama sen ilk kez bana bir şey danışmak ya da yardım istemek için geliyorsun. Beni en son ne zaman bir fincan kahve içmek için evine çağırdığını hatırlamıyorum. Karım tek çocuğunun vaftiz annesi olmasına rağmen. Bence artık dürüst olalım. Sen dostluğumu asla istemedin ve bana borçlanmaktan korktun.


AB - Başımın derde girmesini istemiyordum.


VC - Seni anlıyorum. Sen Amerika’da cenneti buldun. İşin iyiydi. İyi para kazanıyordun. Polis seni koruyordu ve mahkemelerin yasaları vardı. Benim gibi bir dosta ihtiyacın yoktu. Ama şimdi yanıma gelip bana “Corleone; adaleti sağla” diyorsun. Ama bunu saygıyla yapmıyorsun. Dostluğunu önermiyorsun. Bana “baba” demek bile aklına gelmiyor. Onun yerine kızımın evlendiği gün evime geliyor ve benden para karşılığı cinayet işlememi istiyorsun. Değil mi?


AB - Senden adalet istiyorum.


VC - Bu adalet değil ki! Senin kızın hala hayatta.


AB - O halde acı çeksinler. Onun çektiği gibi. Bunun için ne ödeyeceğim?


VC – Bonasera, Bonasera... Bu kadar saygısızca davranman için sana ne yapmış olabilirim? Eğer bana dostça gelseydin kızını mahveden o serseriler hemen acı çekmeye başlamış olurlardı. Eğer senin gibi dürüst bir adam tesadüfen düşman kazansa bile onlar da benim düşmanım olurdu. O zaman senden korkarlardı.


AB - Dostum olur musun? Baba...


VC - Güzel... Bir gün -tabi o gün hiç gelmeyebilir- senden benim için bir şey yapmanı isteyeceğim. Ama o güne kadar bu adalet meselesini kızımın düğününde bir armağan olarak kabul et.


AB - Grazie grazie baba!


VC - Prego...


VC - Bu işi şeye ver, Clemenza'ya. Güvenilir adam istiyorum. Yani heyecana kapılmayacak adamlar. Bizler cani değiliz. Yani şu cenazeci öyle dese bile.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Samuray ve Şövalyeler: Bölüm VI

Çok fazla ödül düşmanın kaynaklarının tükendiğini,
Çok fazla ceza ise aşırı sıkıntı koşullarının varlığını gösterir.


Sun Tzu





Bushido ve Şövalyelik


Günlük hayatımızda birinin ölümünü görmek, cinayetler, katliamlar, savaşlar belki bize korku vermekte ve dehşete kapılmamıza neden olmaktadır. Yüzyıllar önce gözünü hiç kırpmadan ölüme giden insanlar, askeri sınıflar vardı ve ölüm, onlar için sıradan bir şeydi. Odakların ve felsefelerin iç yüzünü bilmeden, o insanların kör olduğunu düşünmek bir nevi akılsızlık olur. Bu durum onların kendi egolarından kaynaklanmıyordu. İki askeri aristokrat sınıfa baktığımızda, bunun içinde çok derin anlamlar mevcuttu. Bireysel savaşçıların övülmesi ve yüceltilmesi, savaşma alışkanlığı düşünüldüğünde Froissart’ın kroniklerinde ve Heike Monogatari’nin bakış açılarında derlenecekti. Her iki topluluğun sahip olduğu bakış açıları, mesleklerinin-görevlerinin gerçeklikleri ve felsefeleri bazı kurallara tabi tutuluyordu.

Tüm bu kurallar, Avrupa’da Şövalyelik, Japonya’da Edo döneminin ilk yıllarında Bushido olarak isimlendirilecekti. Ama Japonya’da Bushido’nun temelleri yüzyıllar önce, en düşük rütbeli samuraylardan talep edilen sadakat ve cesaret üzerine atılmıştı. Bu kurallar belki o zaman yazılmamış, yazıya bağlı kurallar bütünü olmamıştı ama atalarının kahramanlıkları bazı temel kuralların anlaşılması için ders, ilham ve kaynak niteliğindeydi. Bu kuralların anlaşılamamasının imkanı yoktu. Çünkü yüzyıllar boyunca ortaya koyulan değerler, kendiliğinden bir nevi örf ve adetler gibi samuraylar ve şövalyelerin ruhlarına etiket gibi yapışıyor, değişmez bir kural halini alıyordu.

Bushido ve Şövalyelik felsefesine şimdiki modern dünya gözüyle baktığımızda, karşımıza bambaşka bir dünya çıkıyor. Günümüz insanlarına inanılmaz çekici, farklı, vurucu ve şaşırtıcı geliyor. Bushido ve Şövalyelik, savaşın dehşet ve korkutucu yüzünün birbirinin kopyası iki kültürüne tekabül ediyordu. Bu öyle bir dünyaydı ki, sivillere hiç yer yoktu ve seçkin askeri sınıfın mesleğini icra edişi, sivil insanlar dışında cereyan ediyordu. Öyle değerler ve bakış açıları söz konusuydu ki, günümüz dünyası söz konusu görüşleri karşılamamış, karşı karşıya kalmamış ve bu ihtiyacı hissetmemiştir. Günümüz insanları iki askeri sınıfın yaptığı şeyler için suçluluk duymuş olabilir. Fakat bu olayların gerçekleştiği sırada, yaptıklarından dolayı samuray ve şövalyelerin suçluluk duyması mümkün değildi. Görevleri, efendilerine itaatti ve söz konusu sadakatlerini göstermek onların ilk kuralıydı. Kendilerine verilen emri tereddütsüz uygulamalıydılar. Mesela samuraylar, yaptıkları şey ne olursa olsun, bundan suçluluk duymaz ve benzeri duyguları hissetmez. Buna Kore’de yapılan katliamlar da dahil! Gerçi Keinen gözlemlerinde bazı samurayların, vahşetleri isteyemerek yaptıklarını iletiyor ama istisnalar kaideyi bozmuyor.

Yoshino Jingoza’emon, 1592’de Kore’de Pusan’ın düşüşünde, samurayların bir katliam partisindeymiş gibi davrandıklarını, çıldırmış bazı samurayların kedi ve köpeklerin bile başını kestiğini yazmıştı. Çok önemli meseleler dikkate alınmış ve rapor edilmişti. Ama söz konusu olayları rapor eden bazı kronikçiler, gerçekleşen olayları, okuyuculara karşı bir kalkan tutup savunurmuş gibi savaşın gerçekleri olduğunu söyleyebilmiştir. Ne de olsa top dumanlarının oluşturduğu sislerin kapladığı savaş alanında, bilinmeyen topluluklardan oluşmuş kaba askerlerin aralarında dövüştükleri bir savaştı ve bundan daha gerçekçi bir şey olamazdı!!! Gururlu samuraylar için savaş, kabul gören genel bir düşünceydi.

Bushido ve Şövalyelik hakkındaki kroniklerde gözüken hakikatsizliğin en büyük öğesi, nadiren var olan savaş ideallerinin yükseltilerek savaş tanımlamaları olarak abartılmasıydı. Hem Froissart Kronikleri, hem de Heike Monogatari’nin savaş bölümlerinde buna benzer taslaklar yer almıştır. İlginç olan ikisi de hemen hemen aynı zamanlarda yazılmıştı ama görgü tanıkları mahiyetinde değillerdi. Pembe gözlüklerle manzaraya bakan yazar, “savaş nasıl olur?” mantığını işliyordu. Heike Monogatari eserinde Minamoto Yoshitsune ve Taiheiki’de Kusunoki Masashige’nin kahramanlıkları, sonraki nesilleri yönlendirecek, rehberlik edecek standartları temsil ediyordu. Ama bir yandan sanki imkansız bir şeyler vardı.

Örneğin; Konjaku Monogatari’de okuyucuların aklına şu not gelmelidir: “Korkaklığın üstesinden gelmek için kendini, karını ve çocuklarını unutmalısın.”

Bu tema daha sonra Heike Monogatari’de görülmüştür: “Savaşta anne-babası yada çocuğu katledilse ve öldürülse bile, doğu savaşçısı cesedin üzerinden geçer ve savaşına devam eder.”

Bu düşünce kelime kelimesine Taiheiki’de tekrar edilmektedir: “Efendiler ve vasallar öldürülse bile ölenlerin sayısına bakmadan borçlarını ödemeli, bedenlerin üzerinden geçmeli.”

Yukarıdaki notlar, her seferinde tekrarlanan, idealleştirilen geleneğin örnekleridir.

Sengoku döneminde samurayların, piyadeler ve diğer birliklerle kombinasyonu sağlanarak, göz alıcı gözükmese de başarılı olma ve savaşı kazanma ihtimali yüksek görünüyordu. Geçmişi düşünüp geçmiş örneklerin cazibesine kapılarak bireysel yeteneklerin sergilenmesi, samurayların aklında çok önemli bir yer tutuyordu. Böylece Kore’de olağanüstü kanlı bir çatışmanın görüldüğü Ch’ungju’nun ele geçirilmesiyle, 1184 yılındaki Ichi no Tani Savaşı’na romantik bir kıyaslama yapılabiliyordu. 1597’deki Chiksan Savaşı’nda saldırı kararının alınıp alınmamasında Nagashino Savaşı’ndaki koşulların örnek alınmasının büyük etkisi vardır. Çünkü söz konusu savaşta, Oda ve Tokugawa birlikleri sayıca, nitelik olarak çok üstün olmasına rağmen Takeda Katsuyori onlara saldırmayı yeğlemişti. Heike Monogatari savaşa dair bir çok pasajın idealleştirildiği bölümlere sahiptir. Savaş, kahramanca meydan okumayla teke tek dövüşle başlar ve bütün dövüşler asilce, temiz ve şevkle idare edilir.

Her iki kültür, savaş alanında idealleştirilmiş davranışları ortaya koyabilmek için bazen ekstra yardıma ihtiyaç duymuştur. 1352 yılındaki Mauron Savaşı’nda Fransızlar, konumlarını dik bir dağın üzerinde almışlardı. Onların amacı, uçuş imkansızlığının bilinmesiyle dövüşmek için istekleri arttırmaktı. Çünkü; dik bir dağın başında, arkanızı kaçmanızın imkansız olduğu bir uçuruma dayarsanız ve kaçmanın tek yolu uçmak olursa, bu da imkansızsa, o mücadeleyi kazanmak için varınızı yoğunuzu ortaya koyacaksınızdır.

Japonya tarihinin en büyük liderlerinden biri olan Shibata Katsuie’nin hikayesi de meşhurdur. Shibata, kendisine emanet edilmiş Chokoji Kalesi’nde 400 adamıyla, 4000 kişilik bir ordunun kuşatması altında kalmıştır. Düşman orduları kalenin su kanalını tıkamış ve kaleyi susuz bırakmak amacını gütmüştü. Shibata, adamlarının moralini Rokkaku’ya karşı bir baskın ile yüksek tutmak istiyordu.

O gece adamlarını toplamış ve onların şaşkın bakışları altında, kalede azıcık kalan su varillerinin hepsini parçalatmıştır. Artık adamların su içebilecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Burada güdülen amaç, susuz kalan askerleri motive etmek ve kale dışında var olan su kaynağını göz önüne alarak susuzluktan ölmemek için düşmana büyük bir güçle saldırmalarını ve hayatta kalmak istiyorlarsa onları tepelemelerini sağlamaktı. Shibata, kaledeki su varillerini parçalattıktan hemen sonra adamlarına dönerek şöyle söylemiştir: “Susuzluktan yavaş yavaş ölmektense savaşarak hemen ölmeyi tercih ederiz.”

Sonuç mu? Shibata emrindeki 400 adam, 4000 kişilik düşman ordusunu perişan etmiş ve düşman kaçmıştır.

Savaş gerçeğinin tarihsel sürecine bakıldığında, hoş olmayan noktalar da göze çatıyordu. Sürpriz şekilde gece saldırısı yapmak, binaları yakmak, bir anda piyade sürüleriyle saldırmak; zafere ulaşmak açısından, delikanlı gibi yüz yüze meydan okuyup savaşa çıkmaktan daha garantili bir durumdu. Minamoto Yoriyoshi, Kuriyagawa’yı yaktığında kronikçi Mutsu Waki haykırmıştır: “Yaşlı liderin sadakati adına, kudretli bir rüzgar bahşet. Rüzgarı gönder! Alevleri büyüt!”

Diğer taraftan Avrupa’da gerçekleşen bir olay, yukarıdaki örnekle büyük benzerlikler göstermekteydi. Yüz Yıl Savaşları’ndan bahseden Fransız tarihçisi Denifle şöyle yazmıştı: “Ateş İngilizler’in değişmez müttefikiydi.”

Samurayların bir çok kere şartların gerektirdiği ölçülerde ateşe başvurmalarının yanında, Brandenburg yöneticisi aynı hislere sahip olmalı ki, kendi kültürlerinin bakış açısının ışığında, ateş için şu tanımlamada bulunmuştur: “Ateş, Meryem Ana ilahisinin akşam duasını aydınlatması gibi savaşı da aynı şekilde aydınlatan bir şan vermiştir.”

Bushido ve Şövalyelik arasındaki bir büyük fark, Japonya tarafında eşlere karşı nazik sevginin pek yer almayışıdır. Avrupalı şövalye, hanımına ait bir bileziği miğferine iliştirerek dövüşür, kavgada hareketsizlik olduğu zaman çabucak sone adı verilen koşuk okuyarak çarpışırdı. Bu noktada şövalyeler samurayların dengi değildi. Nerede kaldı samuraylara, savaş esnasında ebeveynleri, çocukları ölse bile, onların bedenini ezip geçerek savaşa devam etmesi gerektiği bildiriliyordu. Gikeiki eserinde Minamoto Yoshitsune’nin hayatından bahsedilirken, kahramanın, genç bir kadını baştan çıkarışını aktaran bir bölüm vardır. Ama onun amacı, kadının babasından çok önemli Çin askeri bilgilerini içeren belgeleri ele geçirmektir. Samuray kahramanlığı açısından kadınların görünümüne bakıldığında, bir kale düştüğünde intihar ettikleri gibi kendilerini kurban ettikleri de görülmektedir. Sakasai Kalesi liderinin hanımı, kalenin büyük bronz çanını kendi omuzları üzerinde kaldırıp kendisini kale hendeğine atmıştır.

İki askeri sınıf arasında görülen ortak noktalardan biri, herhangi bir sebepten dolayı ya da efendileri için kendilerini gönül rahatlığı ve içtenlikle öldürebilmeleridir. Bu davranış tarzını değil Japonya tarihinde, günümüz Japonya’sında bile görmek mümkündür ve bir hatadan dolayı kendini öldürmek söz konusu olunca, akıllara gelen ilk toplum Japonlardır. Samuray döneminde buna seppuku adı veriliyordu.

Fakat Avrupa’da savaş sonrası intihar örneklerine nadiren rastlanmıştır ve onlara göre, bu hareket soylu bir davranış değildir. Ama samuraylar için seppuku, en büyük onur örneğidir. Avrupa’da görülen nadir örneklerden biri, 1333 yılında Halidon Tepesi’nde kaybedilen savaş sonrası, bir çok İskoç’un kendilerini denize atıp kasten boğularak ölmeleridir. Çünkü bunu yapmazlarsa, kaderlerinin tutsaklıkta pek iyi olmayacağını biliyorlardı. Samuraylar tutsak olmanın utancından kaçmak ve hatalarını telafi etmek için intihar ederlerdi. Örneğin; Avrupalı şövalyeler 1461 yılındaki Kawanakajima Savaşı’nda Yamamoto Kansuke’nin kendisini öldürmesini ve bunu niçin yaptığını anlayamayacaktı. Stratejiyi Yamamoto Kansuke belirlemiş, plan son derece yanlış olmuş, başarısızlığın sorumluluğunu üzerinde kabul ederek hayatına dramatik noktayı koymuş ve kendi canını almıştır.

Samuray ve şövalyeler arasındaki en büyük benzerliklerden biri, kendi inançları çerçevesi içinde sapasağlam durmaktı. Çünkü savaşçı kurallarının varlığı, onların seçkin bir kitle olduğu anlamını güçlendiriyordu. 1592 yılında Kato Kiyomasa, Mançurya’ya saldırdığında onun tek motivasyonu, Japon cesaretinin acımasızlığını göstermekti. Namwon Kuşatması’nda Okochi Hidemoto, piyade askerlerinden ‘bizim astlarımız’ diye söz etmiştir. Bosworth Savaşı gazisi Lord Rivers, İspanya’ya yardım için gittiğinde bir İspanyol yazar İngiliz şövalyeleri için şu yorumu yapmıştı: “Davranış olarak soğuk ve saldırgan bir adadan gelseler bile, kendilerinin dünyanın en kusursuz insanı olduklarına inanıyorlardı.”

5 Ekim 2009 Pazartesi

Rusalka: Hayatımın Ta Orta Yerine Eden İnanılmaz Film


Bazı filmler vardır. Tanıdık isim bulamazsınız. Hele ki Hollywood’dan çıkmış yüksek bütçeli filmlerden hiç değildir. Ama oyunculuk, görüntüler, konusu ve senaryosu ile hayatınızın ta orta yerine etmiş, ruhsal göstergelerinizi delik deşik etmiş, sayısız Hollywood filmini gücü ve içeriğiyle çöpe atmıştır. Filmi izlerken birbiri ardına tuhaf nüanslarla karşı karşıya kalıp şok üstüne şok yaşarken, bir de inanılmaz ayrıntılarıyla filmin içinde kaybolmuşsunuzdur. Film bittiğinde siz de bitmişsinizdir. Kalbinizin en güzel yerinden bıçaklanmış ve kendinizi kaybetmişsinizdir. Çevrenizde Alisa gibilerini görmek istersiniz. Ama göremezsiniz.

Rusalka, Rusça bir kelime ve Deniz Kızı anlamına geliyor. Dvorak’ın az bilinen operalarından ve en sevilenidir. Hikayeye göre, prensin aşkını kazanabilmek için insan olmak isteyen su perisinin acıklı öyküsüdür. Tam kavuşma anında prens ölür. Rusalka ise hiç peşini bırakmayacak anıları ile yaşamaya mahkum edilir. Tabii film aynen bu doğrultuda gerçekleşmiyor. Bu film kaba taslak haliyle, Slav mitlerinde Rusalka adıyla geçen peri kızının, oldschool ruhlu bir kızla örtüştürülerek kapitalizme geçen ve sınıflar arasındaki tuhaf çelişkilerine şahitlik ettiğimiz Rusya’ya uyarlamasıdır.


Film başından sonuna kadar normal değil. Burada oturup sizlere konuyu net olarak anlatamam. Anlatmak o kadar kolay değil. Çünkü yaklaşık 2 saati bulan bu filmin anlatmak istediğim o kadar yönü var ki baştan aşağıya kadar her sahnesini anlatmak isteyebilirim. O kadar dolu ve etkili bir şaheser.

Her konuda çok iştahlı olan şişman bir anne bir gün denize gider ve yalnızken yüzmeye başlar. Yüzüp kıyıya geldiğinde eşyalarının yanında bir denizci vardır. Ay ufuğa girer ve kızımız Alisa dünyaya gelir. Filmin kahramanı olan Alisa kızımız… Bir de kendisine bakarken donduğunuzu hissettiğiniz anneanne vardır.

Alisa çok özel bir kızdır. Havaya, suya hükmedebilmektedir ve hassas istekleri vardır. Alisa’nın zaman ilerledikçe ekranda kaç yıl, kaç ay ve kaç gün yaşadığını sık sık görürüz. 6 yaşındaki Alisa’nın en büyük isteği balerin olmaktır ve bir türlü olamaz. Bazen rıhtımdaki iskeleye çıkar ve denize doğru üfler. İlk üflemesi etkisizken ikinci üflemesi daha kuvvetli olur ve deniz de güçlü bir rüzgar ve dalga ile ona karşılık verir.


Alisa’nın balerin olmak istemesi, babasını görmeyi dilemesi ve annesinin cinsel yönden iştahlılığı onu çok etkiler. Babasının ne zaman geleceğini sorduğunda annesinin “asla” cevabını vermesinin ardından, güneşin tutulduğu gün meydanda geceye kadar bekler ve bir daha konuşmama yemini eder. Bir gün inanılmaz kızar. Denize kızgın bir şekilde kuvvetli şekilde üfler. Hemen ardından evleri yıkan ve bölgeyi mahveden bir fırtına meydana gelir. İnsanlar evsiz kalır. İnsanlar ağlamaktadır bunun suçlusu kim diye. 6 yaşındaki Alisa ağlayıp sızlar kendi içinde konuşarak ‘suçlu bendim’ diye.

Aile akabinde Moskova’ya taşınır ve her şey o noktadan sonra başlar.

Moskova’ya geldikten sonra hayatı yavaş yavaş keşfetmesi, kapitalizmin ağına kapılmış Moskova sokaklarındaki bilboardlarda yazan yazıların Alisa’nın o anki ruh durumlarını birebir yansıtması, Alisa’nın sessizliği boyunca çok dilediği her şeyin hemen gerçekleşmesi, birbirinden absürd insanlarla iletişim kurması, para kazanmak için giydiği cep telefonu kostümü, bir gün köprüden Moskova nehrine atlamak üzereyken aşık olacağı prensinin hemen arkasından gelip intihar etmek üzere nehre atlaması, onu nehirden çıkarır çıkarmaz isminin ne olduğunu dilemesi, prensinin baygınken bir anda uyanıp ismini söyleyerek ona bakınması ve yıllar boyu sessizlik yemini etmiş kızımızın “Alisa” diye ismini zikrederek tekrar konuşmaya başlaması, prensini başka bir kızla sevişirken yakalaması üzerine giydiği köpüklü bira bardağı kostümüyle sokaklarda koştura koştura ağlaması, kendisini bazen dış dünyadan tamamen soyutlamış ruh hali, hayata tutunabilmek adına bin bir türlü mücadele, renkli ve soluk yaşamlar, üzüldüğünüz ve hemen akabinde üzülmekten vazgeçtiğiniz, acayip keyif aldığınız tuhaf yaşamlar. Anna Melikyan’ın muhteşem şaheseri.


Tuhaflığıyla şaşırtırken aynı zamanda kahkahalara boğan, garip bir yaşam enerjisiyle dolduran, çok mutlu bir film. Bir o kadar da mutsuz bir film. Hayat gibi. Bazen de hayattan bihaber.

Müthiş renkler, inanılmaz detaylar, ufku açıcı görüntüler. Filmi izlemeden dışarıdan gözlemleyenler için bir Amelie vakasıdır bu film. Amelie üzerinden gitmektedir. Filme dair izlenimleri okurken edinilecek ilk dürtü bu oluyor. Sanki Amelie üzerinden prim yaptıracakmış havası estiriyor. Ama filmden sonra bunu düşünen insanoğlu lafını yeyip oturuyor yerine. Amelie’yi bir kenara atıyorsunuz ve Alisa gibi bir karaktere inanılmaz saygı duyuyorsunuz.

Şu ana kadar sayısız film izlemişimdir. Son 3-4 yılda izlediğim film sayısı 2.000’i aşmıştır. Ama çok sınırlı bir kısmı ruhen darmadağın etmiştir beni. Hayatımı dümdüz eden ve beni şoke eden ender filmlerden biri oldu Rusalka ve Alisa karakteri. Amelie’de böyle etkilendiğimi hatırlamıyorum.


Alisa karakterinin giyimi, marjinal duruşu, hayata saf bakışı, dünyaya karşı takındığı bulunamaz tavrı bizlerde hayranlık uyandırması için yetip artıyor bile. Finali hakkında hiçbir şey söylemek istemiyorum. Finali izlediğiniz an sizin için şu an yaşadığınız hayatın hiçbir önemi kalmıyor. Keşke Alisa yanı başımda olsaydı diyorsunuz. Ah be Alisa!

Galatasaray’daki Düşüşün Muhtemel Sebepleri


Galatasaray’ın son dönemlerdeki puan kayıpları ve nihayetindeki Ankaragücü mağlubiyeti sonrası savaş baltaları kınlardan çıkarılmış vaziyette. Öfke naraları ile birlikte yapıcı ve yıkıcı eleştiriler gırla gidiyor. Bundan bir ay öncesine kadar Galatasaray’ı şampiyon ve ligin en renkli takımı ilan eden aynı medya Galatasaray’ı yerden yere vuruyor, Rijkaard Galatasaray’da başarılı olur mu diye anket soruları açıyor, Rijkaard Galatasaray’ı satıp Milan’a gidecek diyor ve ne kadar olumsuz, yıpratıcı konu başlıkları varsa paylaşıyor. Yapıcı eleştirilere asla lafımız olamaz ama haddini aşan yıkıcı eleştirilere karşı kaale alma güdümüzü arka plana atmak istiyoruz.

Bilinen bir şey vardır. Hayat gerçeği deriz aynı zamanda. Medeniyetler ve kültürler oluşturmanın gerçeği olmuştur nefes alıp vermeye başladığımız günden beri. İnsanoğlu binlerce yıl boyunca bunu hayatıyla tecrübe etmiştir. İş spor arenasına gelince en insancıl gerçekliğe kendisiyle çelişircesine burun bükmüştür.

Nedir o gerçek?

Bir şeyi yaratmak, oluşturmak ve yapmak uzun zaman alır. Bir şeyi yıkmak için ise tek bir fiske yeterlidir. Yıkmak bu kadar basittir. Varsayalım mevcut kötü gidiş nedeniyle tüm Galatasaraylı oyunculara saldıralım, küfür edelim, takımdan kovalım, Rijkaard’ı da gönderelim.

Ne değişecek?

Galatasaray bu hamleler sonucunda yükselişe mi geçecektir?

Asla!

Aksine Türk futboluna dolaylı yollardan bile inanılmaz şeyler veren bir değerden mahrum kalınacaktır. Tavırları ve söylemleri ile Rijkaard ne kadar farklı bir futbol değeri olduğunu bizlere gösterdi. Taktik deha yansıtmanın ötesinde olan bir durumdur bu, ülkemizce futbol anlamında ne kadar kültürsüz olduğumuz gerçeği ortadayken. Saha kenarındaki duruşundan verdiği yanıtlara kadar…

Bizim buradaki amacımız her zaman olduğu gibi eleştiriden ziyade, kendince gördüğüm bazı sıkıntıları paylaşmak olacak. Bunlar ne kadar doğru, yanlıştır sizler değerlendirebilirsiniz. Hele bu teknik ekibe asla yol gösteremem. İşim bu değil. Kendimce gördüğüm bazı sorunları maddeler halinde paylaşmak isterim.

1 – Galatasaray sezonun ilk karşılaşmalarında enerjik, tempolu, istekli ve sisteme sadık oyun tarzıyla dikkati çekiyordu. Oyuncuların maça hazırlanış ve maçı oynama şekilleri, futbola inanılmaz açlık duyan, futbolu alfabeyi ilk kez yazıyormuş gibi hevesle oynamak isteyen, A B C harflerini yazarken konsantrasyon ve hafif zorlanma sebebiyle dilini çıkaran afacan çocuklara benziyordu. Kendilerine söylenenleri daha dikkatli ve istekli bir şekilde yerine getirme arzuları söz konusuydu. Galatasaray’ın pozisyonlara fazla giremediği anlarda bile bu isteği görüyordunuz. Her oyuncu ekstra işlere girmeden görevini yerine getiriyor ve efektif oynamaya çalışıyordu. En önemlisi taktik disipline sonuna kadar bağlı kalıyordu. Söz konusu enerji ve tempolu futbol skora erken sirayet ediyor, takım skoru elde ettikten sonra rakibi ayağa daha fazla pas yaparak bitiriyordu. Son maçlarda bu görüntünün eksik olduğunu ya da şu anki ruh halinin başlangıçtaki ruh halinden daha farklı olduğunu bir çok futbolsever görmüştür diye düşünüyorum.

2 – Galatasaray’ın oyun sistemi pas ve tempo odaklı olduğu için bu anlamda verimi sağlayan oyuncuların varlığı çok önemli. Sezon başında Galatasaray’ın yeşil zemindeki paslaşma şablonu ve oyun sistemi belliydi. Bu şemanın kritik isimleri malumunuzdu. Gökhan Zan önündeki Sarp ve Ayhan’a topu aktarıyor, ilgili oyuncular Arda’ya veyahut kanat oyuncularına verimli bir şekilde aktarıyor, bu oyuncular da bitirici işi yapıyorlardı. Bu sarsılmaz bir pas trafiğini sağlıyor ve Galatasaray’ın oynadığı oyun şu anki futbola göre göze hoş geliyordu. Gökhan Zan ve Ayhan’ın sakatlıkları, Mustafa Sarp’taki fiziksel düşüş, Arda’nın efektif oyun şablonundan şahsi oyun şablonuna dönüşü pas trafiğini verimlilikten çıkarıp verimsiz bir top geveleme şekline büründürmüştür.

3 – Galatasaray’ın sezon başındaki oyununun en büyük nedenlerinden biri, Arda’nın forvet arkasında takımın beyni olarak gösterdiği üstün performans ve efektif oyunuydu. Milli maçlarda Arda’nın aşırı sorumluluk alıp yüksek performansla oynamasından sonra Arda’da fiziksel ve mental anlamda bir düşüş oldu. Sezon başında efektif işler yapan, takımı oynatan, doğru zamanda doğru işleri yapan Arda, ipleri eline alarak topu daha fazla ayağında tutmaya başlamış ve uygun durumdaki arkadaşlarını görememiştir. Ayrıca diğer takım arkadaşları da daha uygun durumdaki arkadaşlarına pas vermek, kafalarını kaldırarak oynamak gibi yetilerinden bir anda uzaklaşınca, ortaya egoist ve yardımlaşmadan uzak bir Galatasaray gerçeği çıktı. Bir pozisyonu gol ile sonuçlandırmak ve iyi defans yapabilmek anlamında, bakarak oynama ve yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğu gerçeği ortadayken ilgili düşüşün Galatasaray’ı etkilemesi kaçınılmazdı.

4 – Galatasaray son dönemlerde fiziksel ve mental anlamda bir düşüş içerisinde. Geçmiş maçlarda taktik disiplininden ödün vermeyen, iyi mücadele eden takımın artık konsantrasyon problemi yaşadığını görüyoruz. İlgili düşüşün iç yüzünde basit bir mantık yatıyor. Türkiye’deki takımlarımız içerisinde en fazla maç oynayan, sezona daha erken başlayan ve daha fazla süre alan oyuncular Galatasaraylı oyuncular. Avrupa Ligi ön elemeleri nedeniyle sezona erken başlamak zorunda kalan Sarı Kırmızılılar, üç aydır 3-4 günden bir maç periyoduna girmek zorunda kaldılar. Araya Milli maçların da girmesiyle takımın bütünlüğünü ve çalışma düzenini bozan bir durum ortaya çıktı. Üst üste gelen maçların futbolcuların fizyolojik, psikolojik ve mental durumlarını yıprattığı bir gerçek. Bu durum, takım olarak taktik disiplinine sadık kalmanız konusunda mental anlamda etkilenmenize, fiziksel düşüşün getirdiği tempo yapamamak sorunu ile karşı karşıya kalmanıza neden oluyor.

5 – Sezona erken başlayan ya da erken form tutan takımların futbol literatüründe klasik olarak karşılaştığı bir sorun söz konusudur. Erken form tutan takımların form eşiği grafikleri zamanla düşmeye başlar. Bu hemen hemen her kulüpte böyle olmuştur. İstisnai durumların olması için tüm futbolcuların hazır olması, kadronun çok mükemmel oyunculardan kurulması, sakatlıkların az olması gerekir. Barcelona, Liverpool, Chelsea gibi takımlarda bu düşüş çok ağır yaşanmaz bu yüzden. Galatasaray, bazı kritik oyuncuların sakatlıkları ve fiziksel düşüş sonrasında bir de erken form tutmanın dezavantajıyla karşı karşıya kaldı. Form eşiği grafiğinde bir düşüş söz konusu.

6 – Galatasaray teknik heyeti bu sezon yeni bir karar alarak maç öncesi kamplara son vermişti. Aslında bu uygulama tam anlamıyla profesyonel olan ve kendisine dikkat eden oyuncular için sorun yaratmaz. Ama böyle bir gerçeğe Türk oyuncularının hazır olmadığını bilmekte fayda var. Çünkü kamplar olmadığı zaman bir futbolcu istediğini yapabilmekte ya da kendisine dikkat etmediği mecralara akabilmektedir. Mesela Barış Özbek’in son zamanlarda forma alamamasının en büyük nedeni aslında kötü bir hayat yaşamasıymış. En azından benim kulağıma gelen şey bu. Artık kampların olmaması futbolcuların bütünleşmesi, disiplinli olması konusunda sorun yaşatmakta, profesyonellik olgusundan uzak olan ruh hali nedeniyle negatif bir etki yaratmaktadır.

7 – Galatasaray maçlarını genelde orta sahada iki çapayla oynamaktadır. Sezon başında bu çapa Mustafa Sarp ve Ayhan’dan oluşuyordu. İşlerini gayet iyi yapıyorlardı. Hatta bu iki oyuncu formlarının zirvesindeydiler. Ne zamanki Ayhan sakatlandı ve Sarp’da son maçlarda düşüş başladı, Galatasaray orta sahasının kusuru ortaya çıktı. Galatasaray’ın takım bazında en büyük kusurlarından ve en yumuşak karınlarından biri yumuşak orta sahaya sahip olması. Burada yer alan oyuncular sert ve darbeli oynamıyorlar. İyi pres yapamıyorlar. Örneğin Beşiktaş’ta bu işi Ernst ve Fink, Fenerbahçe’de Emre Belözoğlu ve Christian çok iyi yaparken, Galatasaray’ın orta sahasındaki iki çapası bu işi iyi yapamıyorlar. Galatasaraylı stoperlerin sık sık rakip forvet oyuncuları ile birebir kalmalarının en büyük nedenlerinden biri bu. Ayrıca Galatasaray sezonun ilk maçlarında takım savunmasını daha iyi yaparken ve topu kaptırır kaptırmaz bütün oyuncular topun karşısına geçerken, son maçlarda inanılmaz bir kopukluk var bu anlamda. Galatasaray’ın ileri uç elemanları Keita haricinde topun karşısına geçmiyor ve rakibin rahat bir şekilde atak yapmasına imkan sağlıyorlar.

8 – Galatasaray bir çok maçta kilidi duran toplarla açmış ve bu sayede bir çok maç kazanmıştı. Ama son dönemlerde Galatasaray’ın duran top organizasyonlarında başarısız olduğunu görüyoruz. Bunun bir çok nedeni olabilir. Birincisi rakip takımların bu organizasyonlara bir panzehir geliştirdiğini düşünebiliriz. İkincisi Arda, Kewell ve Elano gibi isimlerin duran topları artık etkisiz kullandıklarından dem vurabiliriz. Üçüncüsü ise futbolcuların pozisyon alma anlamında yanlışlar yaptığını öngörebiliriz. Misal Ankaragücü maçında Arda neredeyse bütün köşe vuruşlarını ön direğe ve rakip oyunculara nişanlamıştı.

9 – Galatasaray’da Arda’nın sezon başındaki efektif oyunundan uzaklaşması, oyuncuların fiziksel olarak düşmesi, mental yorgunluklarla boğuşması derken böyle bir ortamda fizik olarak hazır olmayan ve diğer oyuncularla tam anlamıyla oyun manasında aidiyet bağı kuramamış Elano’yu monte etmeye çalışmak, sisteme an itibariyle çomak sokan etkenlerden biri. Elano’yu monte etme çabalarının neticesinde, Arda’nın oyun sahasındaki duruşu ve katkısında gözle görülür bir şekilde olumsuz değişiklik dikkatimizi çekiyor. Fiziksel olarak hazır olamayan Elano’nun bazı anlamlarda takımı 10 kişi oynattığı ve hiçbir şey yapamadığı gibi noktalar konuşulmaktadır. Halbuki Elano’nun daha hazır olmadığını, takımın oyun sistemine yabancı kaldığını ve diğer Galatasaraylı oyuncularla ortak futbol diline ulaşamadığını anlayışla karşılamak lazım. Çünkü yeni yeni oynamaya çalışan bir oyuncunun ilgili ortaklığa ulaşması zaman alacaktır.

10 – Aslında daha bir çok sebep sayılabilir ama son maddeye ortaya karışık başlıklar atalım. Galatasaray’ın son maçlarda inanılmaz goller kaçırması, gol noktalarında bazı oyuncuların egoistçe tavırları nedeniyle takımın muhtemel gol vuruşlarından mahrum kalması, son dönemlerdeki maçlarda fahiş hakem hataları sonucunda psikolojik olarak etkilenerek bunun üstesinden gelememek, stoperlerin son maçlarda yerlerini kaybetmeleri, görevleri dışına çıkmaları, mesela Servet’in bir sağ açık edasında çalımlar atıp orta yapmak istemesi, baskı kurulduğu anlarda pas hızının arttırılmaması, yine baskının kurulduğu esnalarda oyuncuların sürekli yer değiştirmemesi ve durarak oynamaları, oyuncuların pas trafiğinde doğru zamanda doğru işler yapmamaları gibi konular var ki hepsi zamanla aşılabilecek sorunlar.


Sonuç itibariyle gördüğüm sorunlar bunlardan ibaret. Bunları aşabilmek hem çok kolay hem de çok zor. Futbol literatüründe yeni bir planlamanın kolay olmadığı, acılar çekmeyi gerektirdiği ve sabretmek gerektiğini bilmekte fayda var. Sezon başında bu tür sorunların yaşanmasını ve muhtemel puan kayıplarını bekliyorduk. Hatta Rijkaard ile sözleşme imzalandığı gün bunları görmüş, ne olursa olsun sabretmemiz gerektiğinden dem vurmuştuk. Rijkaard yeni bir ülkeye geliyordu, yeni bir takım kurulacaktı ve bir anda müthiş sonuçlar beklemiyorduk. Ama yanıltmıştı bizi Rijkaard ve ekibi ve de oyuncular. Beklentileri o kadar yükselttiler ki, 3 ay önce sabır şarkıları söyleyenler kahrolsun şarkıları söylemeye başladılar; üç ay öncesini unutarak. Beklentileri bu kadar yükselten bir takıma karşı şimdiden bu kadar ağır eleştiriler yapmak ne kadar doğru, tartışılır. Aslında her maçta galibiyet ve 4-5 gol bekleyen mantıksız taraftar ve medya profillerinin yüzünü yere sürtmek olsun son zamanlarda alınan bu skorlar.

Rijkaard’ı şimdiden yerden yere vuran, Milan’a yollayan, aldığı ilk yenilgi sonrası Rijkaard Galatasaray’da başarılı olur mu diye anketler açan, futbolun gerçek temelleri ve kültüründen uzak olan TV kanallarına buradan selamlar olsun. Sezon başından beri oynadığı 16 maç sonunda tek bir mağlubiyet almış bir takımın yepyeni bir hocası için bu soruyu sorabiliyorsanız, sizin amacınız belli olmuştur. Futbol kültürü ve gerçeğiyle ile uzaktan yakından ilginiz bile olmadığı söylenebilir. Çünkü, ülkemizde neden Ferguson ve Wenger olmaz diyenler yine aynı zevatlar. Sizin bu zihniyetiniz yüzünden olmaz. Amacınız doğru ve yapıcı eleştiri yapmak değil, olaya sürekli kötü tarafından bakarak, ortalığı ateşe vererek ve futbol verilerini olumsuz anlamda körükleyerek reytingler almak ve oturduğu koltukta avuçları ovuşturmaktır.

4 Ekim 2009 Pazar

Ankaragücü – Galatasaray: Kanatsız Galatasaray


Maç öncesi, Galatasaray’ın kötü gidişi sonrası muhtemel puan kaybını bekliyordu bazı futbolseverler. Olası bir Galatasaray mağlubiyetinde ise medyanın bunun üzerine çok gideceğini de bekliyorduk. Öyle de olacak gibi görünüyor. Maçın bütününe göz attığımız zaman maçın hakkı bu muydu diye sorulduğunda tabii ki değildi ama eğer kısacık bir anda da olsa disiplinden uzaklaşıp yapılmayacak hataları yaparsanız futbolda bu gibi skorlar asla sürpriz olmaz.

İlk kez bir maçta gol atamadı Galatasaray. Pozisyonlar bulmasına rağmen.

Bu sezon ilk kez maç kaybetti Galatasaray. Hiç beklenmedik bir şekilde.

İlk kez kanatlarından bu kadar mahrumdu Galatasaray. Belki de pozisyon zenginliklerini bozan bu oldu.

Sabri, Keita, Emre Aşık’ın sakatlıkları nedeniyle mecburen gidilen rotasyon sonucunda Galatasaray’ın bilindik kanatları bir anda ortadan kalkmıştı. Sabri ve Keita yerine sağ kanada Uğur Uçar ve Aydın Yılmaz monte edilmiş, sol kanata Hakan Balta’nın stopere çekilmesi nedeniyle takıma alışma evresi içinde olan Caner Erkin monte edilmişti. Galatasaray maalesef bu maçta kanatlardan pek etkili olamadı. Keita’nın sistem için ne kadar önemli bir oyuncu olduğu iyice tescillenmiş oldu.

Galatasaray’a genel olarak bakıldığında ilk yarı oyunun mutlak hakimiydi. Kanatları fazla etkin kullanamasa bile top kullanma etkinliğini elinde tutmuş ve oyunu yönlendiren taraf olmuştu. Öte yandan önceki maçlarda sık sık üzerine vurgusunu yaptığımız egoistlik ve daha uygun durumdaki takım arkadaşına çabuk pas vermeme sorununun devam ettiğini gördük. 75. dakikaya kadar oyunun genel kontrolü Galatasaray’ın elindeydi, bazı net pozisyonları da bulmuştu ama bir durgunluk vardı takımın üzerinde.

75. dakikaya kadar maçı izleyen birine Ankaragücü’nün bu maçı 3-0 alacağını söyleseydiniz dalga geçip geçmediğimizi sorgulardı. Ama futbol böyle bir şey. Eğer genel organizasyonunuzdan uzaklaşıp oyundan koparsanız ve de hatalar oyunu olan futbolda çok kritik ve yapılmayacak hataları yaparsanız her türlü sonuca hazırlıklı olmanız gerekir. Galatasaray’ın yediği üç goldeki inanılmaz top kayıpları ve inanılmaz çocuksu hatalardan söz etmenin bir faydası yok bu noktadan sonra. Asıl sorgulanması gereken oyunculardaki bu motivasyon kaybının nedenlerini araştırmak. Bir de 1-0 sonrası oyundan bu kadar kopmasının nedenlerini sorgulamak. Çünkü şu zamana kadar Galatasaray skor ne olursa olsun sakinliği ve oyun sistemine sadakati ile dikkati çekiyordu. Berabere kaldığı maçlarda da bu yönünü olumlu karşılıyorduk. İşte bu maçın son dakikalarında eksik olan buydu. Hiç beklenmedik ağır yenilginin iç yüzünü anlayabilmek çok zor olmasa gerek.

Galatasaraylılar için her şey bu noktadan sonra başlıyor. Medya inanılmaz yüklenecektir Galatasaray’a, oyunculara ve teknik heyete. Takımlarını gönülden seven ve destekleyen taraftarların bu tuzağa düşmemesi gerekiyor. Ne olursa olsun takımlarını desteklemeleri ve yanlarında olmaları bir şart. Bazen takımların düşüş göstermeleri, bazı maçlarda kötü oynamaları doğaldır. Özellikle bir sistem oturtma söz konusuyken takıma sabır gösterilmesi gerektiğini sezon öncesinden bir çok aklı başında sporsever söylüyordu.

Galatasaraylı oyuncuların maçın sonlarında psikolojik olarak neden oyundan koptuklarını, disiplinden neden uzaklaştıklarını ve o kadar basit hataları nasıl yaptıklarını sorgulamaları gerekiyor. Bunca sorun üst üste gelmişken, Milli maçlar nedeniyle verilen ara sebebiyle 14 gün sonra oynanacak Trabzonspor maçına takımın ruhen ve fiziksel olarak kendisini düzlüğe çıkarması gerektiğini bekleyebiliriz.

Bir sistem oturtmanın yaralarıdır bu sonuçlar. Ama ilgili sistemin doğru oyuncularla, disiplinli, şahsi oynamadan ve motive bir şekilde oynanması gerektiğine dair de bir işaret çakılmıştır 19 Mayıs Stadyumu’ndan. Önemli olan ilgili disiplini ve motivasyonu maçın tamamına yaymak.

Artık bu maça inanılmaz bir ders gözüyle bakılmalıdır. Frank Rijkaard ve ekibine fazlasıyla güveniyoruz. Bu durumdan nasıl çıkacaklarına dair gerekli adımları atacaklardır. Bu maça kadar yenilmeyen bir takımın son 5 dakikada yaptığı inanılmaz hatalar sonucu maçı farklı kaybetmesi, bu noktadan sonra her şeyin ters gideceği anlamına gelmiyor asla. Aksine akılları yerine getirecek bir musibet gözüyle bakmakta fayda var. Dakika 70 iken Galatasaray iki farklı önde de olabilirdi. Ama oyuncuların zihinsel bir rahatlamaya ve değişikliğe ihtiyaç duydukları gerçeği değişmeyecektir. Galatasaray’ın ilgili dinamikleri beş dakikada yenen üç gol sonrası dağılacak değildir. Gerçek gücünün bu olmadığını da ülke üzerindeki her birey de bilmektedir. Trabzonspor maçı ile birlikte yeni bir perde açacaklarını düşünüyorum Sarı Kırmızılıların. Çünkü bu potansiyel kendilerinde mevcut.

Son sözüm de Sarı Kırmızılı renklere gönül verenlere. Takımınızın üzerine gitmeyin ve desteğinizi asla esirgemeyin. Bu maça kadar namağlup gelen, bir çok maçta yüzünüzü güldüren, çuvalla gol atan takım yine aynı takımdı. Sizi sevindirecek takım da yine bu takım olacaktır. Beşiktaş’ın başına gelenlerden sonra öyle davranmalısınız ki kendinize özgü bir taraftar topluluğu olduğunuzu gösterebilmelisiniz; takımınıza karşı olmadan!

2 Ekim 2009 Cuma

Galatasaray – Sturm Graz: Futbolun Basit Kuralları, Sisteme Sadakat


Futbolun inceliklerine dair bir yazı kaleme almak istesek günler boyu yazabiliriz. Futbol nasıl bir şeydir diye bir soruyla karşı karşıya kalsaydık, her fikir sahibi insan kendince düşüncelerini paylaşırdı. Bazen psikolojik etmenlerden, bazen fiziksel faktörlerden, bazen sistemin inceliklerinden ve futbolun kuralcılığından bahsedeceklerdir.

Futbol aslında basit kuralları olan zor bir oyundur. Asıl zorluk basit kuralları uygulayabilmek ve doğru hamleleri yapabilmektir. Bu basit kurallardan en önemlisi ise topu en yakındaki ve müsait durumdaki takım arkadaşına aktarabilmek, doğru zamanda doğru hamleleri yapabilmektir. Nihayetinde de futbolun amacı olan golü gerçekleştirmek için doğru vuruşu yapabilmektir. Diğer önemli noktalardan biri ise bir sistem yaratabilmek ve uzun vadede gayet başarılı olacak o sistemde inatla direnmektir. Bu sisteme riayet edebilmek için sabır denen olguya sahip olmak zorundasınız. Çünkü bir sistemi yaratmak, elinizdeki oyuncuların futbol okuma mentalitelerini değiştirebilmek hemen olabilecek bir şey değildir. Acı çekeceğiniz zamanlar olacaktır. Bunu tıpkı şuna benzetebiliriz. Bir operasyon geçirdiğinizde bir acı ya da kaşıntı hissediyorsanız, vücudunuz tedaviye yanıt veriyor demektir. Bunun anlamı sağlığınıza muhakkak kavuşacak olmanızdır. Bir sisteme sadakatle bağlı kalmak isterken elde edilecek kötü sonuçlar ise ameliyat ya da yaraya sürülen merhem sonrasındaki acı ve kaşıntıya benzer. Kısa vadede acı hissedersiniz ama uzun vadede sonuca ulaşırsınız.

Bu girizgah sonrası gelelim Galatasaray – Sturm Graz maçına. Öncelikle bir iyi bir de kötü haberimiz var. O halde ilk önce hangisini istersiniz? Filmlerde genelde kötü haberlerden işe başlarlar. Biz de öyle yapalım.

Kötü haber şu. Önceki yazılarımda yeri gelince ifade etmeye çalıştığım egoistlik, doğru zamanda doğru hamleleri yapamamak ve yukarıda yazdığım gibi futbolun basit kurallarını zorlaştırmak gibi noktalarda Galatasaray’ın hastalığı hala devam ediyor. Bu hastalığı teknik ekip elbetteki görüyor ve sık sık uyarıyorlardır. Ama futbolcuların bu tedaviye yanıt verme süreci hala devam ediyor. Futbolu basit bir şekilde oynamak varken ve en uygun takım arkadaşına rahat bir şekilde pası aktarıp atağın sıcaklığını sürdürebilme imkanı fazlasıyla söz konusuyken ısrarla pozisyonları zorlamak, yerde debelenirken bile çalım yapmayı düşünmek, yerde debelenirken hemen 3-4 metre ötedeki bomboş bir durumda bekleyen takım arkadaşını görememek hangi ruh hali ve mental yapıyla açıklanmalıdır bilemiyorum. Bazı oyuncularımızın yıllardır oyun mentalitelerine ekledikleri bazı huylarından hala vazgeçemediklerini görüyoruz. Dün gece sayısını hatırlayamadım ama Galatasaraylı oyuncular bir çok pozisyonda uygun durumdaki takım arkadaşına pas vermek yerine ısrarla pozisyonu zorlamak istediler, yanlış paslar verdiler. Kaptırılan bu toplar hem atakları öldürdü, hem takımı geri dönmek açısından zor durumda bıraktı, hem de rakibe atak fırsatını vermiş oldu. Halbuki 3-4 metre ötedeki müsait durumdaki bir oyuncuya verilecek pas tüm bu sorunların üstesinden gelecekti. Futbol işte bu kadar basit bir oyun. Bir o kadar da ince ve zor.

Futbolun diğer basit kurallarından biri doğru zamanda doğru hamleyi yapmaktı. Galatasaray inanılmaz gol pozisyonlarına girdi ve inanılmaz goller kaçırdı. Son vuruşları doğru yapamadı. Halbuki Eskişehir maçına kadar Galatasaray girdiği pozisyonları büyük takımlarda olduğu gibi affetmiyor ve değerlendiriyordu. Eskişehir maçı ile birlikte bu anlamda bir ivme kaybı söz konusu. İlk yarı Elano ile iki, Baros ile kaçan bir, toplamda net 3 gol pozisyonu ve Arda’nın sayılmayan bariz golü vardı. İkinci yarı ise verilmeyen bir penaltı, direkten dönen iki top, kaçan bir çok gol pozisyonu ve egoistliklerden dolayı fırsatı tepilen (örneğin; ikinci yarı Baros'un boşta olan Arda'yı görmeyip pozisyonu zorlaması ve harcaması) bir çok pozisyon vardı. Aslında pozisyonlara girmek konusunda fazla sıkıntı yaşadıkları söylenemezdi Sarı Kırmızılıların.

İki maçtır futbol tanrıları da Sarı Kırmızılıların yanında değil. Gol adına her şey yapılmıştı. Girilen pozisyonların yarısı değerlendirilseydi şu an 3-4 farkı konuşuyor olabilirdik. Hakem faktöründen bahsetmemeyi ve hakemin yanlış kararlarının üstesinden gelebilme yetisine sahip olma olgusunu savunan biri olsam da, bazen verilen yanlış kararlar futbolun etki ve tepkiselliğinde dikkate değer bir reaksiyona neden oluyor. Arda’nın oyun kuralları içerisinde attığı gol ve rakip oyuncuyu geçmişken Gordon’un güreşçi edasında Arda’yı belinden tutup indirmesi sonucunda bu pozisyonun es geçilmesi Galatasaray’ı hak ettiği skordan mahrum etti ve cezalandırdı.

Futbol tam anlamıyla bir etki ve tepki oyunu. Oyunun herhangi bir anında gerçekleşen bir olay hemen sonrasında gerçekleşecek tüm olaylar örgüsünü değiştiriyor. Buna felsefi anlamda yaklaşırsak biraz Karma’ya da benzetebiliriz. Bilim kurgu anlamında ise paralel evren teorisini ortaya sürebiliriz. Hayatın herhangi bir anında ki spor da buna dahil, verdiğiniz bir karar, gerçekleşen bir olay hemen akabinde gelecek tüm olayları ve geleceği etkiler, değiştirir. Örneğin bir oyuncunun üç farklı pozisyondaki oyuncudan her birine vereceği bir pas, ayrı ayrı değerlendirilseydi farklı olaylar örgüsü yaratacaktı. Ya da eğer Arda’nın oyun kuralları içerisinde olan ve kesinlikle gol olup sayılmayan golü sayılsaydı her şey çok daha farklı olacaktı. Graz cesaretini kaybedecek ve elini güçlendiremeyecekti. O pozisyonda en üzüldüğüm nokta ise Keita’nın muhteşem bir hareketle yaptığı ortanın heba olmasıdır. Hak ettiği asistten mahrum kalmış oldu.

Galatasaray adına diğer kötü haber ise 30 ve 40. dakikalar arasında verilen pozisyonlardı. Oldukça basit pas hataları sonucu rakibe gol pozisyonu imkanı verildi ve buna gerekli tedbir alınamamıştı. Özellikle 33-37 dakikaları arasında Graz gayet net gol pozisyonları elde etmiş, bundan yararlanamamış ve Galatasaray’ı ciddi bir şekilde uyarmıştı. İlk yarının uzatma dakikasında kullanılan korner sırasında geride tek adamı bırakıp ailece rakip ceza sahasına girmek, akabinde rakibe gardı düşmüş bir şekilde yakalanmak, geriye çabuk dönüp 5 kişi ile defans örgüsünü yaratıp rakibin iki kişi ile geldiği pozisyonda golü yemek, takımın yaratması gerektiği savunma tedbiri için büyük bir ders olmalıydı. İkinci yarıda geride bırakılan boşluklar nedeniyle rakibin pozisyonlar bulması ama bunların net gol pozisyonları olmaması dikkate alınması gereken bir nokta olmak ile birlikte, buna kötü haber gözüyle bakamayız. Çünkü kendi sahanızda mağlupsanız, acil gollere ihtiyacınız varsa ofansif anlamda elinizden geleni yapmalı ve rakibin kapanması nedeniyle defansif anlamda risk almalısınızdır. Bu riski öyle ya da böyle, almak zorundaydınız. Bu anlamda ikinci yarıda rakibin Galatasaray stoperleriyle birebir kalması çok endişelenilmesi gereken bir nokta değildi.

Gelelim iyi haberlere. Sistem yaratmanın kolay olmadığını ve herhangi bir sistemi oturturken acılar çekmeniz gerektiğini iletmiştim. İşte Galatasaray sisteme sonuna kadar sadık kalmak istediği ve bir nebze bunu başardığı için son iki maçında skorsal anlamda acı çekti. İkinci yarının son uzatma dakikaları hariç takım doldur boşalta hiç girmemiş, ısrarla ayağa pas oynamış ve sonuna kadar sabretmişti. Gol olur, olmaz; o tamamen apayrı bir konu.

Geçmiş yıllarda geriye düştüğü maçlarda ısrarla kaos futbolunu oynayan, doldur boşalt yapan, sistemden uzaklaşıp her oyuncunun kendi kafasına göre oyunu değiştirmek istediği, yüzlerinden agresif ve oldukça kaygılı duyguların okunduğu bir futbol mentalitesinden daha sakin ve sabırlı, sisteme sadakatle bağlı ve ısrarla hala ayağa pas yapmayı düşünen bir mantaliteye erişmek, kaybederken kazanmanın karşılığıdır.

Rijkaard için bu maç bir test maçı olacaktı. Bence bazı noktalarda çok ders verici ve test edici bir maç oldu. Oyuncuların dirayetli oldukları zaman kargaşadan uzak olabildiklerini ve bir nebze sakin kalabildiklerini gözlemleyebildik. Sisteme sahip olmama ve sadık olmama olgusu Türk futbolunun en büyük yaralarından biriyken ısrarla bir sistemin üzerinde durmak ve sabır göstermeye çalışmak, ülkemizin futbol ezberini bozan ve sonuçtan daha derin anlamlar taşıyan bir mentalite farkıdır. Bunu göremeyecek olan ve takımı yerden yere vuracak bir çok basın organı olacaktır. Futbolu derli toplu takip eden, dikkatli analiz eden ve teknik anlamda doğruları görmeye çalışan kişiler Galatasaray’ın gidişatının kötü olmadığını, kaygılanacak fazla bir şey olmadığını, sadece takımın sistemi oturtma sancısı ve doğrular üzerinden hareket etmeye çalışmanın acısını çektiğini söyleyeceklerdir. Takımı yerden yere vuracak, ahlar vahlar edebiyatı yapılacak ve çok olumsuz düşünülecek bir ortamın, futbolun olduğuna inanmıyorum. Öte yandan sorunların olduğunu kabul ediyorum.

Galatasaray’ın sistemine ısrarla sadık kalmak istemesi ne kadar olumlu bir görüntüyse, bu sistemi işletebilmek anlamında yaptığı yanlışlar da var. Galatasaray’ın erken gol bulamadığı ve rakiplerin kapandığı anlarda sıkıntılı anlar yaşadığı bir gerçek. Eğer rakibiniz tüm oyuncularıyla kapanmışsa ve size geçit vermiyorsa topu sürekli ayağınızda dolaştırmanız tek başına yeterli değildir. Evet, Galatasaray dün ısrarla ayağa pas yaptı. Maçın 80. dakikasında bile ısrarla ayağa pas yapıyordu. Ama eksik kaldığı bir iki şey vardı. Birincisi bu pasların hız seviyesi ve seriliği arttırılmalıydı. İkincisi de kapanan takımlara karşı ileri uç elemanlarınız sürekli hareket halinde olmalıdırlar. Eğer sabit durursanız, sürekli hareketlenip pozisyonunuzu değiştirmezseniz kapalı savunmaları açmanız biraz daha güçleşir.

Peş peşe iki beraberlik sonucunda Galatasaray’a çok yüklenenler olacaktır. Bu skorlar sizleri yanıltmasın. Medya da böyle bir şeyi istiyordu. Galatasaray’ın son iki maçta berabere kalması takımın daha kötüye gideceğini ya da karalar bağlaması gerektiğini ifade etmiyor kesinlikle. Ama öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor. Rijkaard ve ekibi geldiğinde takıma yeni bir nefes, yeni bir ruh getireceğini; her şeyden önemlisi yepyeni bir sistem monte edeceğini biliyorduk. Yeni sistem oturtmanın kolay olmadığını, zamana ihtiyaç olduğunu ve bu sistemin makine düzeninde olabilmesi için de minimum bir yıla ihtiyaç duyulduğunu, uzun vadede takımın kazanacağını ve bu yüzden muhakkak sabretmemiz gerektiğini söyleyenler yine bizlerdik. İşte, sabredilmesi gereken anlar bu anlar içindir. Sabır kelimesi süs olsun diye söylenip durulmadı haftalar boyunca. Galatasaray sistem adına doğru olanı yapmaya çalışıyor. Önemli olan da bu. Aksaklıkları gidermek için ise hem oyuncular bazında mentalite değişimine ihtiyaç var, hem de sistemi daha işlek kılabilmek için zamana. Gereksiz çalımlara ve egoist oyunlara artık bir son vermek lazım. Bu durum takımın atak organizasyonunu öldüren zararlı bir alışkanlık yaratıyor.

Galatasaraylıların yapması gereken şey, Galatasaray’ın ayağının takılması için dua edip duran medyaya kulaklarını kapatmak ve takımlarının doğru bildiği mücadelesine destekçi olmaktır. Çünkü kim ne derse desin, sistemi yaratma savaşı anlamında takım doğru yolda.

Bu takım dünkü maçta 5-6 gol bulabilirdi. 4-5 gol de yiyebilirdi. Ama kim ne derse desin Galatasaray’ın oynadığı maçlarda bir lezzet ve bir zevk var. Renkli bir oyun var. Önceden farklı kazandığı maçlardan fazla farkı yoktu bazı anlamlarda. Sadece onca net gol pozisyonundan yararlanamadılar. Eğer birkaç tanesinden yararlanılsaydı şu an herkes “müthiş Galatasaray” edebiyatı yapacaktı. Skor edebiyatı yapacaktı.

Gününde değildi Galatasaray. Futbol tanrıları yanında değildi. Galatasaray’ın dün tanrısal bir tarafı çok ön plandaydı. Çok affediciydi. Halbuki daha düne kadar affetmiyordu söz konusu hataları. Ama bu oyuncular da bir insan. Hata hakları kendilerinde saklı. Bizim de onlara karşı affedici olmamız lazım. Her zaman olduğu gibi…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails