Son zamanlarda vakit sıkıntısı nedeniyle kendi blogumda bile doğru düzgün yazamasam da sevgili kardeşim Burak’ın isteğine nihayetinde kayıtsız kalmamak boynumuzun borcu olmuştu. Yerkürede beni en çok seven insanlardan biridir Burak. Onun için abartılı şeyler yapmadığım halde bu büyük sevgisi neden kaynaklıdır, tam olarak bilemem.
Aslında futbola dair yazılabilecek birçok mecra var. Hele eğer yaşınız Cahit Sıtkı Tarancı’nın deyimiyle ömrün yarısına dayanmışsa, sürdürdüğünüz yaşam örgüsünün sizlere anlattıracağı çok şey vardır. Bazen çok gezen bilir, bazen de çok yaşayan.. Vakitsizlik nedeniyle futbol konusunda uzun uzadıya, farklı kuyulardan girip farklı kaynaklara çıkmayı pek düşünmedim.
Futbol bu. İçine hayatın kendisini, mutluluğu, acılarınızı, hayatınızın anlamını bile boca edebilirsiniz. Bazen ruhunuzun sesidir. Bazen de en büyük eğlenceniz ve mutluluk kaynağınız. Sizlere yaşattığı büyük mutlulukların yanında büyük acılar yaşatmasını da bilir. Bazen buz kesilirsiniz. Bazen sıcaklarsınız. Ateş basar yüzünüzü. Sinirden tırnaklarınızı yersiniz. Ya da elleriniz titrer. Öfkelenirsiniz. Bazen de gönül bağıyla bağlı olduğunuz takım, önemsiz bir takıma gol atsa da büyük bir hırsla yumruklarınızı sıkarsınız. Eğer daha büyük başarılara yelken açmışsanız, bu yolculuk esnasında yapılan her güzel manevra, sonuca her güzel ulaşmalar sizi çılgına çevirebilir.
İnsanoğluna bunca duyguyu kaç şey yaşatabilir? Belki sevgiliniz değil mi? O yüzden futbol fena halde hayata benzer demenin ötesine geçeriz. Futbol bazen fena halde aşka benzer. Karasevdadır bu. Anlamlandırma gereği bile duyulmaz. Futbolda çoğu zaman sevdiğiniz kadını görebilirsiniz. Sizi öfkeye boğabilir, aşka doyurabilir, mutlu edebilir ve sinirlendirebilir. Ama zannedersem futbol daha öte bir duygu. Sonsuza kadar yaşayacak aşk öyküleri ve aynı yastıkta kocayış kısmını halı altına süpürürsek, bir kadını, sevdiğiniz bir erkeği bırakabilirsiniz ama kendi tuttuğunuz takımı kolay kolay bırakamazsınız. Sevdiğiniz birini bırakmanız belki tepki alabilir ama tuttuğunuz bir takımı bırakmanız daha fazla yadırganacaktır. Çok ironik değil mi?
Spora dair turnuvalar insan hayatı için büyük bir zevktir mutlaka. Sıradan bir müsabaka ile uluslar arası bir müsabaka arasında inanılmaz fark vardır. Aldığınız zevk katmerlenir. Özellikle çocukluk zamanlarımda turnuvalardan büyük zevk alırdım. Avrupa Şampiyonası’ndan.. Dünya Kupası’ndan.. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, UEFA Kupası ve Kupa Galipleri Kupası’ndan.. Tenisten atletizme, basketboldan voleybola, hentboldan masa tenisine kadar hiçbir programı kaçırmazdım. Sonuçta TRT dönemine mahkum bir çocuğun farklı bir alternatif yolundan gidebilmesi pek mümkün değildi. TRT ne sunmuşsa ona mahkum kalırdık. Ama inanılmaz zevk alırdım. Özel kanallar çoğaldıkça, alternatifler bir nevi sonsuzluğa yaklaştıkça ve eğer iş hayatınız spora odaklı olmayıp yoğun bir iş hayatı olmuşsa, çocukluğunuzda tattığınız o zevkler farklılaşacaktır. Daha çocukken herhangi bir taraf gözetmeyip her şeyi, her takımı ve sporcuyu büyük bir zevkle izlerken, aradan yıllar geçince elinizde kalan vakitsizlik ve alternatif çokluğu sizi seçimler yapmak zorunda bırakacaktır. Hepsini izleyebilmeniz ve zevkle takip edebilmeniz mümkün değildir artık. Ne yalan söyleyeyim. Öyle bir hayat döngüsüne saplandım ki, Galatasaray dışında hiçbir şeyi geniş ölçekli takip edemez oldum. LİG TV’niz vardır, her ay bir sürü paraya kıyarsınız ve harcanan onca para Galatasaray’ın bir aylık maçları içindir. Diğerlerini es geçmek zorunda kalırsınız.
Çocukken öyle miydi? Hayal meyal de olsa bir spor turnuvasına ilk şahitlik edişim 1986 Meksika Dünya Kupası ile olmuştu. Bir oyuncudan bahsederlerdi. Tanrısal bir güç ithaf edilmişti ona. Onun hakkında kulağıma çalınanlar, televizyonda söylenenler ve büyüklerimizin kelamları beni garip bir şaşkınlığın boyunduruğu altına almıştı. Kendisini ilk kez televizyonda gördüğümde bunu neden o kadar övüyorlardı ki diye hayıflanmıştım. Yerden bitme, bücürüğün tekiydi halbuki. Fakat o da ne? Bir maçta bu bücürük, yerden bitme topçu, başladı iri kıyım adamları takır takır geçmeye. O çalım atmaya doymuyordu, iri kıyım topçular da çalım yemeye! Futbol iksirini içmiş olmalıydı bu bücürük. Kaleciye bile çalımı basmıştı. Sonrasında yere düşerek vuruşunu yapmış ve madara etmişti beni. Daha on yaşında olan bendeniz, böyle bir golle tanışınca neye uğradığını şaşırdı. Boşuna değilmiş demek ki onun Tanrısallaştırılması. Maradona’dan başkası değildi bu insanüstü yetenek.
Bu öyle bir güçtü ki, Napoli gibi sıradan, İtalya’nın kuzeyli kulüpleri karşısında yokları oynayan ve bunun ezikliğini yaşayan bir kulübü devasa bir güce dönüştürmüştü. Hem de neredeyse tek başına! Onu başlangıçta bilmeyen ben, neden Tanrılaştırıldığını anlayamamıştım ama Napoli’de oynamaya başlayıp hünerlerini sergilemeye başlayınca o artık Maradona değildi. Aziz Maradona’ydı. Napoli için oldukça önemli bir aziz olan Gennaro’nun bile adı değiştirilmişti Aziz Gennarmando diye. Yıllarca açık tenli kuzeylilerin boyunduruğu altında ezilen ve gururları çiğnenen güneylilerin aziziydi Maradona. Onun sayesinde Napoli bileği bükülemez bir gurur abidesine dönüştürülmüştü. Ama fazla sevgi her zaman zararlıdır. Yıllar sonra Napoli’den ayrılmak istediğini söylediğinde bırakın halkın galeyana gelmesini, topluma derinden hükmeden mafyayı bile çıldırtıyordu. Futbolun korkutucu bir yönüne şahitlik edilmişti o zamanlar. Maradona’ya benzetilen voodoo bebeklerine iğneler saplayıp pencereden aşağı atan manyaklar vardı Napoli’nin sıcak caddelerinde.
Beni gerçek anlamda ilk kez çok etkilemiş, büyük bir hevesle ve aklı başımda takip ettiğim ilk turnuva ise o zamanki adıyla Batı Almanya’da düzenlenen 1988 Avrupa Futbol Şampiyonası’ydı. Futbolla çok içe içe olduğum zamanlara denk gelmiştir ve sürekli top peşinde koşturup duran iflah olmaz bir futbol manyağıydım o zamanlar. Birçok insan Batı Almanya’yı tutuyordu. Kupayı onların kaldırmasını istiyorlardı. Benim favorim ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) idi. Favori olmaktan öte onları tutuyordum. Ee, o zamanlar bir nevi Soğuk Savaş döneminin son demleri. SSCB yanlısı olmak bir nevi arka taraf istiyor. Boru mu? Adamlar gomonist işte. Ne tutulur, ne de yenilirlerdi. Yahu ben de çocuktum. Ne anlarım gomonizmden, soğuk savaştan, eski kovboy bozması Reagan’dan, Gorbaçov’dan. Dur bir dakika! Gorbaçov’dan bir şeyler anlardım. Kelindeki lekeyi hiç unutmamakla birlikte ne zaman Gorbaçov desem aklıma ‘Glasnost Perestroyka’ değil de çorba içen bir adam gelirdi. Çorba gibi adı vardı işte. Bizimkisi de çocukluk!
Nasıl oldu da kimsenin pek tenezzül etmek istemediği SSCB’yi tutuyordum? Belki de dönemin en iyi takımıydı. Zamanın Dinamo Kiev efsanesi çok meşhurdur. Zamanın topçuları dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek antrenmanlara tabi tutulmuştur. Siz deyin makine, ben diyeyim Robocop. Zerre fark yok. Kondisyonuyla ve ilginç oyun taktikleriyle geleni geçeni ezip geçen bir dev söz konusu. Zamanın Türk takımları Avrupa maçlarına çıktığında 60. dakikadan sonra dil dışarıda bitik şekilde koşmaya çalışırken, bu adamlar peş peşe iki maçı hiç yorulmaksızın tamamlarlarmış.
Türk takımlarının kondisyon olarak bittiğine gözlerimle şahitlik etmiştim zaten. Meşhur bir Bursaspor – Ajax maçı hatırlarım. Deplasmanda oynanan bir maçtır. Maçın 60. dakikasından sonra Bursasporlu oyuncular ayakta bile duramamaktadırlar. 5-0 mağlup olur Bursaspor. Rakip 5-0’a rağmen acımasız davranmaz. Oyunu rölantiye alır. O maçtaki bazı sahneler asla aklımdan çıkmaz. Bursasporlu oyuncular nefes nefese kalmışlar, iki metrelik mesafeye bile ite kaka gidebilmektedir. Düşüp bayılacaklarından korkmuştum. Her neyse.
SSCB neredeyse makine düzeninde işleyen Dinamo Kievli oyunculardan oluşmuştur ve kupanın gizli favorisidirler. O zamanlar futbolla yatıp kalkan ağabeyim ise Igor Belanov hastasıdır. Haliyle Dinamo Kiev hakkında da bayağı bilgisi vardır. Sürekli onu dinleyen ben haliyle adamlardan çok etkilenmiştim. Igor Belanov, Protasov, Kuznetsov, Zavarov, Blokhin, Mikhailichenko ve Dassaev dediğimde benim için akan sular dururdu. O zamanın anlatıları mı abartıydı, yoksa ben çocuk olduğum için çok mu abartıyordum bilmiyorum ama Dassaev dediğimde aklıma muazzam bir dev geliyordu. Dünyanın en iyi kalecisi olduğunu söylüyorlardı. Deve gibi de boy vardı. Gruplar maçında Hollanda karşısında bir performansı vardır ki dillere destandır.
Ne de olsa başlarında büyük taktisyen ve teknisyen Lobanovski vardı. Bambaşka bir futbol dilini dünyaya getirmişti. Mutlak profesyonellik denen bir olguyu futbolla tanıştırmıştı. Michels ve Cruyff kadar anılmayan bu futbol kurdu, üçgenler ve ön alan baskısı denen bir şeyi getirmişti futbola. Makine tadında bir takım kurmuştu. Zamanın tüm en iyi Rus oyuncuları onun eleğinden geçmişti. Biz futbola odaklanırken, manyak Rus matematikçileri de Lobanovski’nin taktiklerini diferansiyel denklemle açıklama çalışıyordu.
Finale kadar makine gibi oynayan ve güzel futboluyla beni etkileyen SSCB, gruplarda yendiği Hollanda ile finalde karşılaşmıştı. Tam bir yıldızlar çarpışmasıydı. Kalede iki dev vardı. Dassaev ve Van Breukhelen. Van Breukhelen, ismiyle bile beni duvara çarpmış gibi hissettirirdi. Muazzam bir kaleciydi. Tipine bakar, kaledeki duruşuna bakar, bir de ismine bakar ve kaçacak delik arardım. Küçükken bazı şeyler bizleri daha çok etkiliyordu haliyle. Sadece isimleri değil, kendimiz o esnada beden olarak da ufak olduğumuz için kendilerini de televizyondan izlememize rağmen dev gibi görürdük. Final maçı nedense istediğim gibi geçmemişti. SSCB pek dikiş tutturamamış ve Hollanda mükemmel Gullit ve Van Basten golleriyle kupayı almıştı.
Bu hiç ama hiç hoşuma gitmemişti. Benim Dassaev’im ve Igor Belanov’um neden yenilmişti? Laboratuvardan çıkmış Robocoplar nasıl olur da lalelere, portakallara yenilirdi. Laleler koklanmak, portakallar yemek için vardı. Ama bu Robocoplar finalde ne koklayabilmiş ne de yiyebilmişlerdi. Olsun! Igor Belanov hala Belanov’du. Beyaz Ayı’ydı. Kutuplarda değil de Kiev’de yaşayan..
Ulan Dassaev! Van Basten’den o golü yemek sana hiç ama hiç yakışmamıştı. Seni dev diye bağrımıza basmıştık halbuki.
Futbol bazen ise fena halde ölüme benzer. Kapanışı ise Eduardo Galeano yapsın:
“Abdôn Porte, Uruguay’da Nacional takımının formasını, dört yılı aşkın bir süreyle ve iki yüzü aşkın maçta taşıdı. Her zaman alkışlandı, zaman zaman da tezahüratlar yapıldı ona ve bir gün yıldızı söndü.
Sonra onu takımdan çıkardılar. Bekledi, dönmek istedi, döndü. Ama çaresi yoktu, kötü talih yakasını bırakmıyordu, insanlar onu ıslıklıyorlardı; savunmada kaplumbağaları bile kaçırıyordu, ataklarda ise etkili olamıyordu.
1918 yazı sonunda, Nacional takımının sahasında Abdôn Porte, kendini öldürdü. Yıldızının parlamış olduğu sahanın ortasında gece yarısı kendine bir kurşun sıktı. Bütün ışıklar sönüktü. Silah sesini de kimse duymadı.
Hava aydınlanırken onu buldular. Bir elinde silahı, öbür elinde ise bir mektup vardı.”