Ursula K. Le Guin bilim-kurgu ve fantastik edebiyatın en büyük yazarlarından biri. Ama onu diğer bilim-kurgu ve fantastik edebiyatı yazarlarından keskin farklılıklarla ayıran önemli yönleri mevcuttur. 1966 yılından beri yazan ve hâlâ yazmaya devam eden 82 yaşındaki yazar, eserlerine yedirdiği kölelik, özgürlük arayışı, hayatı sorgulamak, varoluşçuluk, Taoizm, Yunan mitolojisi, toplumların değişime gösterdiği reaksiyon, psikolojik ve felsefik dokundurmalar gibi konularla sizi bilim-kurgu ve fantastik öğelerden hayatın gerçekliğine götürür. Bilim-kurgu ve fantastik dokumaları sadece araç olarak kullanır. Bilirsiniz, birçok bilim-kurgu eserinde teknolojik gelişmeler anlatılır, fantastik edebiyatlarda savaşlar gırla gider, kılıçlar kuşanılır, ayrıntılı savaş sahnelerinden ve büyü sanatlarından demler vurulur. Fakat Ursula’da işler tamamen değişir. Politika, psikoloji ve toplumbilimin öne çıktığı ve alternatif toplum ve hayat modellerinin sorgulandığı bilim-kurgu yaklaşımını tercih ettiğini görürüz.
Eserlerinde anarşist ruhtan izlere rastlarsınız. Kadınların ezilen tarafta olduğunu insanları rahatsız etmeden feminist teoremlerini de yedirir; köle bir toplumda anaerkil aileler yaratır. Onun kahramanları Frodo, Gandalf, Aragorn gibi abartılmış karakterler değildir; bazen yaşlı, bazen çaresiz, bazıları sakat ve hasta insanlar ve yahut intikam peşinde bile koşamayacak kadar çaresiz çocuklardır. Soylu kurtarıcılardan dem vurulmaz. İnsanların değişime karşı nasıl başkaldırabileceklerini ve dengesinin nasıl bozulacağını alternatif yollarla aktarır. Aslında görürsünüz ki, kırk yıl önce söylediği şeyler günümüz dünyasında gerçekleşmektedir. Ursula’nın ileriyi çok iyi gören bir sanatçı olduğu kadar o an yaşadığı dönemin çok ötesinde fikir, zekâ ve anlayışa sahip olduğunu görürsünüz. 1960’larda Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı eyaletlerinde Afro-Amerikalılar canlı canlı yakılırken, Ursula ırkçılığın saçmalığından nasıl bahsedeceğini çok iyi biliyordu.
Neredeyse bütün önemli eserlerine sahip olduğum Ursula neden okunmalıdır?
“Bağışlamanın Dört Yolu” isimli öykü kitabında “Bir Kadının Kurtuluşu” öyküsünde kadın kahramanın gözünden bizlere olayı aktardığı kısa bir bölüm ilgi çekicidir. Bizden farklı olanlara hiç dayanamadığımız bir toplum ve zaman diliminde, böyle bir bakış açısı ilginç olsa gerek.
“Werel’in yabancıları topraklarına kabul edip diplomatik ilişkiler kurulmasına razı olmalarının üzerinden ancak kırk yıl geçmişti. Tarih kitabını okumayı sürdürdükçe Werel’deki baskın halkın doğasını biraz biraz anlamaya başlamıştım. Kendilerine sahip diyen, Büyük Kıta’nın ve en sonunda dünyanın bütün diğer halklarını zapt eden siyah derili ırk, sadece tek bir varlık biçimi olduğunu düşünerek yaşamıştı. Kendilerinin insan denilen şeyin olması gerektiği gibi olduklarına, yapması gereken şeyleri yaptıklarına ve bilinen her şeyi bildiklerine inanmışlardı. Werel’deki diğer bütün halklar onlara karşı koyduklarında bile onları taklit etmiş, onlar gibi olmaya çalışmış ve onların malı olmuştu. Gökten, başka türlü görünen, başka türlü hareket eden, kendilerini esir ettirmeyen, zapt ettirmeyen başka türlü bilen insanlar gelince sahip ırk onları istemedi. Kendileriyle eşit olduklarını kabul etmek tam dört yüz yıllarını aldı.
Erod’un her zamanki gibi çok güzel bir konuşma yaptığı Radikal Parti’nin bir toplantısındaki kalabalık arasında ben de vardım. Kalabalıkta yanımda, söylenenleri dinleyen bir kadın dikkatimi çekti. Teni garip bir kavuniçi-kahverengi rengindeydi; gözlerinin kenarlarında beyazlar görünüyordu. Hasta olduğunu düşündüm. Ürpererek uzaklaştım. Hafif bir tebessümle bana baktıktan sonra dikkatini konuşmacıya döndürdü. Saçları bir yumak veya bulut halinde kıvır kıvırdı. Giysileri narin bir kumaştandı, garip bir moda. Aklıma kadının ne olduğu, buraya hayal bile edilemeyecek kadar uzak bir dünyadan gelmiş olduğu çok sonra geldi. Ve işin ilginç tarafı, bütün o garip teni, gözleri, saçları, aklı bir yana insandı, en az benim kadar insan: Bundan hiç kuşkum yoktu. Bunu hissetmiştim. Bir an için bu beni derinden rahatsız etti. Sonra beni rahatsız etmeyi bıraktı ve büyük bir merak hissettim, neredeyse bir tutku, ona doğru bir çekim. Onu tanımayı diledim, onun bildiklerini bilmeyi.
İçimde sahip ruhuyla, bir ruh çekişiyordu. Bütün hayatım boyunca da bu böyle olacak.”
Eserlerinde anarşist ruhtan izlere rastlarsınız. Kadınların ezilen tarafta olduğunu insanları rahatsız etmeden feminist teoremlerini de yedirir; köle bir toplumda anaerkil aileler yaratır. Onun kahramanları Frodo, Gandalf, Aragorn gibi abartılmış karakterler değildir; bazen yaşlı, bazen çaresiz, bazıları sakat ve hasta insanlar ve yahut intikam peşinde bile koşamayacak kadar çaresiz çocuklardır. Soylu kurtarıcılardan dem vurulmaz. İnsanların değişime karşı nasıl başkaldırabileceklerini ve dengesinin nasıl bozulacağını alternatif yollarla aktarır. Aslında görürsünüz ki, kırk yıl önce söylediği şeyler günümüz dünyasında gerçekleşmektedir. Ursula’nın ileriyi çok iyi gören bir sanatçı olduğu kadar o an yaşadığı dönemin çok ötesinde fikir, zekâ ve anlayışa sahip olduğunu görürsünüz. 1960’larda Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı eyaletlerinde Afro-Amerikalılar canlı canlı yakılırken, Ursula ırkçılığın saçmalığından nasıl bahsedeceğini çok iyi biliyordu.
Neredeyse bütün önemli eserlerine sahip olduğum Ursula neden okunmalıdır?
“Bağışlamanın Dört Yolu” isimli öykü kitabında “Bir Kadının Kurtuluşu” öyküsünde kadın kahramanın gözünden bizlere olayı aktardığı kısa bir bölüm ilgi çekicidir. Bizden farklı olanlara hiç dayanamadığımız bir toplum ve zaman diliminde, böyle bir bakış açısı ilginç olsa gerek.
“Werel’in yabancıları topraklarına kabul edip diplomatik ilişkiler kurulmasına razı olmalarının üzerinden ancak kırk yıl geçmişti. Tarih kitabını okumayı sürdürdükçe Werel’deki baskın halkın doğasını biraz biraz anlamaya başlamıştım. Kendilerine sahip diyen, Büyük Kıta’nın ve en sonunda dünyanın bütün diğer halklarını zapt eden siyah derili ırk, sadece tek bir varlık biçimi olduğunu düşünerek yaşamıştı. Kendilerinin insan denilen şeyin olması gerektiği gibi olduklarına, yapması gereken şeyleri yaptıklarına ve bilinen her şeyi bildiklerine inanmışlardı. Werel’deki diğer bütün halklar onlara karşı koyduklarında bile onları taklit etmiş, onlar gibi olmaya çalışmış ve onların malı olmuştu. Gökten, başka türlü görünen, başka türlü hareket eden, kendilerini esir ettirmeyen, zapt ettirmeyen başka türlü bilen insanlar gelince sahip ırk onları istemedi. Kendileriyle eşit olduklarını kabul etmek tam dört yüz yıllarını aldı.
Erod’un her zamanki gibi çok güzel bir konuşma yaptığı Radikal Parti’nin bir toplantısındaki kalabalık arasında ben de vardım. Kalabalıkta yanımda, söylenenleri dinleyen bir kadın dikkatimi çekti. Teni garip bir kavuniçi-kahverengi rengindeydi; gözlerinin kenarlarında beyazlar görünüyordu. Hasta olduğunu düşündüm. Ürpererek uzaklaştım. Hafif bir tebessümle bana baktıktan sonra dikkatini konuşmacıya döndürdü. Saçları bir yumak veya bulut halinde kıvır kıvırdı. Giysileri narin bir kumaştandı, garip bir moda. Aklıma kadının ne olduğu, buraya hayal bile edilemeyecek kadar uzak bir dünyadan gelmiş olduğu çok sonra geldi. Ve işin ilginç tarafı, bütün o garip teni, gözleri, saçları, aklı bir yana insandı, en az benim kadar insan: Bundan hiç kuşkum yoktu. Bunu hissetmiştim. Bir an için bu beni derinden rahatsız etti. Sonra beni rahatsız etmeyi bıraktı ve büyük bir merak hissettim, neredeyse bir tutku, ona doğru bir çekim. Onu tanımayı diledim, onun bildiklerini bilmeyi.
İçimde sahip ruhuyla, bir ruh çekişiyordu. Bütün hayatım boyunca da bu böyle olacak.”
4 yorum:
Ursula Le Guin'le ilk defa Mülksüzler romanıyla tanıştım ben de. Hala devam ediyorum diğer kitaplarını okumaya. Yazdığınız herşeye aynen katılıyorum, onun kitaplarını okumak bambaşka bir deneyim.
Teşekkürler. Yorumlarınıza katılıyorum. Süslü yazmadığı, tasvirlere pek başvurmadığı halde ve inanılmaz bir yalınlık söz konusu olmasına rağmen, neden bilinmez sanki yazdığı ortamları yaşıyorsunuz. Ayrı bir boyuttan etkiler dokunuyor sanki size..
Çiğdem Erkal İpek'in çevirisiyle okuyorum Bağışlanmanın Dört Yolu'nu ve kendisinin iyi bir çevirmen olduğunu biliyorum ama bu kitap'taki cümleler taşlı tarlada yürüyormuşum hissi veriyor bana, ilerleyemiyorum.
Sevgili etradeteacher;
Ne demek istediğinizi çok iyi anladım. Bazen Ursula'nın yazım tarzı nedeniyle çeviriyi yumuşatmak zor olabiliyor. Bazen de yaratılan ortamın hafif karanlık yapısı bile psikolojik olarak öyle hissetmemize neden oluyor. Misal ben Ursula'yı okurken aklıma renkli görüntülerden ziyade gri görüntüyler geliyor. Ve bunun sebep olduğu bazı psikolojik etkenler söz konusu. Bu da kafamızı karıştırabiliyor.
Yorum Gönder