7 Temmuz 2010 Çarşamba

Hayatım Boyunca Okuduğum En Lezzetli Şeylerden: David Gilmour'dan Film Kulübü


Hepimizin ayrı bir ilgi duyduğu, tam konsantre bir şekilde yöneldiği ve uygulamaktan zevk aldığı hobileri vardır. Sinema denen şey ise bunun en önemli parçalarından biri. Hayatımız boyunca sayısız sinema izlemiş, üzerine kritiklerde bulunmuş ve yeri gelince etkisinde kalmışızdır. İzlediğimiz sanat eserlerinden neler alabildiğimiz, hayatımıza ne gibi etkilerde bulunduğuna, neler kattığına dair sorular beraberinde gelir.

Bir de daha önce izlediğiniz ve sizi etkilemiş bazı filmlerin üzerine ilginç diyalogların döndüğünü, bu diyalogların oldukça ilgi çekici ve samimi olduğunu, bambaşka bir bakış açısıyla kapsandığını düşünün.

Toronto Film Festivali gibi bazı film festivallerinde yer alan, sinema üzerine televizyon programları hazırlayan Kanadalı eleştirmen David Gilmour, “Film Kulübü” isimli otobiyografik kitabıyla beni ilk satırlarından itibaren yerime mıhladı. Bu kitap David Gilmour ve oğlu Jesse’nin yaşadıkları bir dönem üzerine yazılmış otobiyografik bir kitap. Kısacası ortada herhangi bir senaryo, kurgulanmış bir olay yok. Tamamen yaşanmış, gerçek bir öykünün yalın ve akıcı bir şekilde bizlere aktarılması söz konusu.

Jesse liseye giden bir gençtir ve okuldan nefret etmektedir. Jesse annesiyle yaşamaktadır. Jesse için işler kötü gidince annesi artık babasının olaya müdahale etmesi gerektiğini söyleyince evlerini değiştirirler ve Jesse babası ile yaşamaya başlar. Babası okuluna asılması için elinden geleni yapar ama görür ki Jesse okuyacak gibi değildir. Bir gün bir karar alır ve alır oğlunu karşısına. Eğer okula gitmek istemiyorsa gitmek zorunda olmadığını ve ama okula gitmeyecekse bazı şartları olduğunu söyler. İnanılmaz bir karar alır David oğlu için.

Oğlunun okula gitmesine, çalışmasına, bir sorumluluk almasına gerek yoktur. Her gün beşe kadar uyuyabilir. Babası sadece şunu ister: Uyuşturucu kullanmayan bir genç olsa da Jesse kesinlikle uyuşturucudan uzak duracaktır. Eğer uyuşturucu ile yan yana görürse babası canına okuyacaktır. Ve en önemlisi, beraber haftada üç film izlenecektir. Filmleri babası seçecektir. İzlenen her film sonrası ilgili film ve hayat üzerine konuşulacak, ne gibi çıkarımlarda bulunduğu sorgulanacak ve film üzerinden farklı bir eğitim üzerine odaklanılacaktır. Filmler sayesinde her şey üzerine konuşmaya başlarlar. Müzikten özel hayatlarına kadar...


Böyle ilginç bir konu ile karşı karşıya kalıp kitabı okumaya başlayınca, David Gilmour’un o sade anlatımı, kullandığı samimi dil, diyalogların güzelliği, paylaşılan konuların ifadesinin akıcılığı derken kendimi kitaba bağlanmış buldum. Ve her şeyden önemlisi sinemayı ayrı bir köşeye koyan kişiler için muazzam bir güzellik yatıyor kitabın içinde. David Gilmour’un izledikleri filmlere dair yaptığı yorumlar ve bakış açısı muazzam. İnanılmaz bilgilendiriyor bizleri. Farklı bir bakış açısı kazandırıyor ruhunuza.

Kitabın en sonunda ise hangi filmler üzerine muhabbet edildiği yer almakta. Baba’dan Temel İçgüdü’ye, Paris’te Son Tango’dan Ran’a, Bettlejuice’den Scarface’e, Casablanca’dan Yurttaş Kane’e, Rocky’den The Dolce Vita’ya kadar klasik olmuş 121 film.. Ve ilgili liste aynı zamanda muhakkak izlemeniz gereken filmlere de karşılık geliyor.


Eğer bu kitabı okumayanlar varsa bir an önce elde etmelerini ve okumalarını salık veririm. İnanılmaz keyif alacaklar. Hatta birçoğunuz kitabı bitirmeden yerinden kalkmak istemeyecektir.

David Gilmour’un herhangi bir film üzerine neler söylediği ve oğlu ile diyalogları nasıl gerçekleştirdiğini merak ediyorsanız kitaptan kısa bir bölümü kullanmamda fayda var.



“Sonra ona bir belgesel izlettim: Yanardağın Altında: Malcolm Lowry’nin Yaşamıyla ve Ölümüyle İlgili Bir Araştırma (1976). Yeri gelmişken söyleyeyim: Yanardağ hayatımda izlediğim en iyi belgeseldir. Yirmi yıldan fazla bir süre önce televizyon dünyasına girdiğimde, bir kıdemli prodüktöre onu izleyip izlemediğini sormuştum. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi kadın. “Televizyon dünyasına girmemin sebebi oydu.” Ondan alıntı bile yapabiliyordu. “Benim kadar çok içmezseniz, sabahın yedisinde bir kantinde domino oynayan yaşlı bir kadının güzelliğini nasıl anlayabilirsiniz?”

O filmin öyküsü muhteşemdir: Zengin bir çocuk olan Malcolm Lowry yirmi beş yaşındayken İngiltere’den ayrılır, içe içe dünyayı gezer, sonra da Meksika’ya yerleşip bir kısa öykü yazmaya başlar. On yıl boyunca içtikten sonra, o kısa öyküyü şimdiye kadar içki içmekle ilgili yazılmış en iyi roman olan Yanardağ’ın Altında’ya dönüştürür ve bu arada neredeyse delirir. Romanın çoğu küçük bir kabinde yazılmıştı.

Bazı yazarların hayatlarının da yazdıkları kadar ilginç ve hayranlık verici olduğunu söyledim. Virginia Woolf’tan (boğularak öldü), Sylvia Plath’dan (gazdan öldü), F. Scott Fitzgerald’dan (durmadan içti ve genç yaşta öldü) bahsettim. Malcolm Lowry de bunlardan biridir. Romanı, özyıkımı yücelten en romantik eserler arasındadır.

“Senin yaşındaki kim bilir kaç delikanlının sarhoş olup aynaya baktıklarını ve Malcolm Lowry’i gördüklerini sandıklarını düşünmek ürkütücü,” diye ekledim. “Kim bilir kaç delikanlı kafayı çekmenin ötesinde önemli, şiirsel bir şey yaptıklarını sanıyorlardı.” Jesse’ye böyle konuşmamın sebebini göstermek için romandan bir pasaj okudum: “Kendimi büyük bir kaşif olarak görüyorum,” diye yazmış Lowry, “ilginç bir diyar keşfeden, ama asla oradan geri dönüp de bildiklerini dünyaya aktaramayacak bir kaşif. Ama bu dünyanın adı… cehennem.”

“Tanrım,” dedi Jesse, kanepe sırtına yaslanarak, “sence ciddi miydi, kendini gerçekten öyle mi görüyordu?”
“Bence evet.”

Bir an düşündükten sonra ekledi: “Bu yanlış bir şey biliyorum, ama tuhaf bir şekilde insanda çıkıp zil zurna sarhoş olma arzusu uyandırıyor.” Sonra ona belgeseldeki, çoğunlukla Lowry’nin yazdıklarının seviyesine çıkan anlatıma dikkat etmesini söyledim. Bir örnek vereyim, Kanadalı film yapımcısı Donald Brittain’in Lowry’nin bir New York devlet akıl hastanesindeki hayatını anlatışından alıntı yapayım: “Buradaki insanlar artık kurtarılamaz olmalarına karşın yaşamayı sürdürüyorlardı. Burası artık insanın yumuşak çimenlerin üstüne düştüğü, zengin burjuvaların dünyası değildi.”



Not: Bu kitabı 30 Haziran'daki doğum günümde bana hediye eden Seyhan’ıma (http://seyhanahen.blogspot.com/) çok teşekkür ediyorum.

2 yorum:

Dreamtime dedi ki...

Teşekkür ederim ne demek.Bir çırpıda okunan bir kitap değil mi? Ben de aldığım gün bitirmmiştim.Çok da güzel filmler aldım listeme kitaptan.Gerçekten anlatım dili inanılmaz sade ve içten.Kendimi koydum oradaki çocuğun yerine :)
Öperiimmm :)

Atilla Çelik dedi ki...

Asıl ben teşekkür ederim. Keşke öyle bir babam olsaydı diyorum. :)))

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails