26 Kasım 2010 Cuma

Blackbird, Ruh Hastası, Benlik ve Hayvanlık


Uzun zamandır uzak kaldım blogtan. Hayat kolay değil gerçekten. Her geçen zaman büyüyen bir şirkette çok yetkili bir kişi olunca, şirket büyümesi adı altında atılan her adım sırtınıza ekstradan bir yük bindiriyor. Her geçen zaman işler büyürken, çalışan kişi sayısı aynı kalınca, iş yoğunluğu iyice artmış oluyor. Bir yandan evi çekip çevirmekti, 20 yıldır hasta olan anneyle ilgilenmekti, 1,5 yıldır abi ve yeğenimle ilgilenmekti, üniversiteye giden kız kardeşime yardımcı olmaktı derken, hayat alıp götürüyor bizleri. İş hayatına başladığımdan beri sürekli fedakarlıklar yapıyor, ellerimin çok açık olmasından dolayı belki de geleceğimi rehin veriyorum ama insanoğlunun sahip olduğu şu vicdan var ya şu vicdan, işte bu her şeyi öyle değiştiriyor ki! 34 yaşını çoktan tamamlamışken hayatı hala tek başıma taşıyor oluşumun iç yüzünde bir çok sebep yatıyor. Kafa kağıdımda bekar yazıyor belki ama bir babadan farksız görüyorum kendimi. Baba olmak için illa çocuk sahibi olmak gerekmiyor. Bunca şeyle savaşırken bazen uzak kalıyoruz işte.

Hayata depresif bakan biri olmasam da bazen geleceği düşündüğümde sinirlendiğim oluyor. Karadenizli oluşumun o sinirli ve inatçı yapısı ruhumu kasıp kavuruyor. Gün geliyor, bazen anneme bile dalmak istiyorum, ama gün geliyor, beni öfke bombası haline çeviren insanların düştüğünü, zorda kaldığını, hayatın acımasız kollarına serildiğini gördüğümde dayanamıyordum da. Elimi uzatmazsam bu hayatı boşuna yaşıyormuşum gibi hissedeceğimi düşünüyorum. Yukarıda eğer Allah diye bir şey varsa ki, var, yaşanan onca mücadeleye, dağıtılan onca paraya, rehin edilen önemli bir geleceğe rağmen hiç parasız kaldığımı hatırlamıyorum. Sanki yukarıdan bir güç önümdeki yolu yürümem için görünmez elini uzatıyor. Yürü aslanım diyor. Bazı şeyler karşılıksız kalmıyor. Buna en büyük kanıt hayatımdır.


Bundan 6 ay öncesine kadar, daha doğrusu 6 ay önce işitme cihazını alıncaya kadar çok sessiz bir dünyada yaşadığımı ve cihazı takar takmaz bu dünyanın çok gürültülü olduğunu, yaşanacak bir yer olmadığını paylaştığım bir yazı olmuştu. Dile kolay, 34 yıl boyunca öyle bir dünya içinde kaybolmuşsunuz ki, o dünya size normal geliyordu. Meğer o dünya çok sessiz bir dünyaydı. Seslerden yalıtılmış bir dünya. İnsanları pek işitememek, dudak okumayı alışkanlık haline getirmek, zeka ve gözlemlerle bazı şeylerin üstesinden gelmek bana sıradan gelirken, bu cihazı kullanmamla birlikte bu hayatın üstesinden nasıl gelebildiğimi sorguluyorum. İşitme cihazı için başvurduğumda doktorun “sen bunca yıldır bu işitme gücüyle nasıl yaşayabildin, okulunda nasıl başarılı olabildin, işinde nasıl bu kadar başarılı olabildin, bu hayatın üstesinden nasıl gelebildin?” söylemini anlayamamıştım. Şimdi o kadar iyi anlayabiliyorum ki. Dile kolay işitme gücümün yarısından fazlasını kaybetmiştim. Misal banyoda tazyikli suyu kovaya doldururken çıkan ses muazzam bir sesmiş. Halbuki ben öyle hafif ve zoraki duyulan bir ses duyuyordum ki! Meğer devasa bir gürültüymüş!

Her şey bana normal geliyordu. Kendi kabında mutlu bir yaşam. Ufak şeylerle mutlu olan. Hayatta hiç fazlasını istemeyen.. Ekstrem şeylere hiç niyetlenmeyen. İhtiyaç bile duymayan. Bu hayattan zevk alan ve bir çok doyuma çoktan ulaşan. Bu haliyle mutlu olan. Şu an bakıyorum da, inanılır gibi değil. Artık işitme cihazını çıkardığımda insanları anlayamıyorum bile. Çünkü alışıyor insan cihaza. Kendisini ona göre ayarlıyor. Cihazı almamışken, bana bir şey dendiğinde direkt insanların dudaklarına kenetleniyor, konsantre oluyordum ne dediklerini anlayabilmek için. Şimdi öyle mi? Midelerinden gelen gurultuları bile duyuyorum. Konsantre olmaya gerek bile duymuyorum. Cihazı çıkarınca da haliyle insanları anlamamaya başlıyorum.

Düşündüm bir an. Gerçekten bu kulaklarla bunca yıl nasıl yaşamışım? Üniversiteyi nasıl başarı derecesiyle bitirmişim? İş hayatımda nasıl bu kadar yükselebilmişim? Zannedersem her şeyin nedeni, bu eksikliğin yarattığı etkenler sonucunda müthiş bir gözlem gücüne sahip olmak ve garip bir zeka taşımak. Hocalar dersi anlatırken onların bir çok kelamını duymazken nasıl başarılı olabilir bir insan? Haliyle ilgili söylemlere dair kaynakları bizzat kendin öğrenerek, kendini geliştirerek, hocadan değil, kendinden öğrenerek. O yüzdendir ki, hangi işe el attıysam bana inanılmaz basit ve kolay gelmiştir. Bir insan her şeyi kendi çözümlemeye alıştırınca, ipucu olarak gösterilen bir iki öğe bile yetiyor, konunun bütününü anlamaya.

7 aydır birlikte çalıştığım iş arkadaşım, ki bayağı iş deneyimine sahip mali müşavir ve finansçıdır, bendeki konsantrasyonu, söylenen her şeyi bir çırpıda anlamamı, bazı şeyleri çok kolay bir şekilde halletmem gibi konuları daha önce hiç kimsede görmediğini söyleyip duruyor. Neden acaba? Bence hayattaki bazı eksiklikler bir kayıp değil, bir kazanç! Bizi daha fazla yücelten, insan ötesine gitmeye zorlayan gizli bir güç! Eğer ağır işitme kusurum olmasaydı, belki sıradan bir profile, zekaya ve gözlem bilincine sahip olup çıkabilirdim. İnsan ruhu ve bünyesi öyle bir şey ki, kendisini her türlü zorluğu adapte ediyor ve bazen ilgili kusurlar kişiyi özel yapabiliyor. Gzleri görmeyen bir insanoğlunun, bir çok şeyi dünyayı görenlerden çok daha iyi görmesi ve hissetmesi gibi.

Bu hayattan fazla bir beklentim yok. Şunu, şunu, şunları yapmalıyım, şunları başarmalıyım gibi hırsım söz konusu bile değil. Aylar boyunca bir kitap yazıp, onu bastırmak için kılımı bile kıpırdatmayacak bir ruh haline de sahibim öte yandan. Bazı şeyler bana zor gelirken, diğer insanlara çok zor gelen şeyler de bana sıradan gelebiliyor. Bir çok insan için bazı hayaller vardır. Dünyayı gezmek, en ekstrem işleri yapmak, en akla gelmedik şeyleri yapabilmek, zemzem kuyusuna işeyebilmek gibi. Bunların hiçbiri umurumda bile değil. Bundan yıllar önce, üniversiteye giderken basit bir isteğim vardı. İş hayatına atıldığımda özgür bir ortamda olabilmek, istediğim gibi giyinebilmek, resmiyetten uzak olabilmek, hayat görüşümü olduğu gibi yaşayabilmek gibi. Yat, kat sahibi olmak, zengin olmak, paranın dibine vurmak gibi düşünceler umurumda bile değildi. 11 yıldır çalışıyorum ve istediğim her şey gerçek şu anda. Bu bile yetiyor bana.


Kendime ait odamda her türlü mutlu olacağımı biliyordum. Öyleyim de. Kendime ait bir ev.. Kendime ait bir oda. O odada bu hayata dair istediği her şeye sahip olan bir benlik. Sinemasını en enfes ortamda izlesin, müziğini en akustik bir dolulukta dinleyebilsin, istediği her kitabı elde edip okuyabilsin, istediği gibi hayatının keyfini sürebilsin başka bir şey istemez. İstemiyor da.. Belki de “bu hayatta sen neleri başardın ki?” diye sorsalar söyleyecek çok şeyimin oluşundandır. Günümüzde insanlar sadece kendilerini düşünürken, her geçen zaman ilerleyecek hastalığıma rağmen diğer insanları kendimden fazla dikkate alışımdır. Onların her daim elinden tutuşumdur. Sorumluluğumun olmadığı insanların yıllardır rızkını, sıcak suyunu, harçlığını verişimdir. Ama tüm bunlara rağmen hiç kimseye de ihtiyaç duymayışımdır. Ne bir sevgiliye, ne bir arkadaşa, ne de bir eşe. Bu hayatı hep tek başıma karşıladım ve öyle de devam edecek edeceği kadar. Ne bir sevgili ihtiyacı duyumsuyorum, ne de evlenme. Hayatımın bulandırılması hoşuma gitmediğindendir. Çünkü bu paklığın içine girenler bazen öyle bulandırıyorlar ki hayatı, inattı, dengesizlikti, nazdı, çekilir gibi olmuyor bir çok ağır gerçekliği göz önüne aldığınızda. Belki de bunları yaşayıp hissettiğiniz an, gerçekten de büyüdüğünüz andır.


Evet, ben ruh hastası bir hayvanım galiba. Hayatımın en güzel zevklerinden biri sinema ve dizilerdir ya.. Bundan 1,5 ay önce aldığım 1,5 terabyte’lık harici harddiske 1,5 ayda indirip yüklediğim sinema ve dizileri düşününce, öyle de olmalıyım. Hele ki koskocaman harddiskte sadece 200GB’cık bir alan kalmışsa. Eğer 1,5 ayda 775 tane sinema, 45 tane dizi indirmişsen manyaksındır. Bir haftalık bayram tatili sağolsun! Ama onları izlerken inanılmaz mutlu ve huzurlu oluyorum. Ne yapayım? Kendimi huzurdan ve mutluluktan men mi edeyim? Nirvana’ya ulaşmak gibi bir duygu bu. Bunlar mutluluk için yetiyor. Hangi dizileri indirdiğim sorusuna verilecek cevap, dizileri yakından takip eden ve başka dizileri takip etmek isteyenler için önemli bir bilgi olabilir.

Şu an hala devam eden dizilerden sahip olduklarım şunlar: Bones, Caprica, Castle, Dexter, Fringe, Haven, House MD, Misfits, Nikita, Sanctuary, SGU Stargate Universe, Supernatural, The Event, The Vampire Diaries, Weeds, Entourage, Eureka, True Blood, Heroes, Legend of the Seeker, Spartacus: Blood and Sand..

Bir de çoktan tedavülden kalkmış, yayınlanmayan ya da iptal edilen diziler olup indirdiklerim var. Bunların bazıları ülkemizde hiç yayınlanmadığı için mecburen indirmek zorunda kaldım. Bu diziler: Dead Set, Firefly, Nightmares and Dreams, Taken, The 4400, Angel, Angels In America, Buffy, Carnivale, Dark Angel, Deadwood, Dollhouse, Hex, Invasion, John Adams, Journeyman, Life On Mars, Monk, Moonlight, Night Stalker, Smile Again, Surface, Survivors, The Dresden Files, Threshold, Torchwood ve Tru Calling..

Tabii daha önce izlenip bu listede yer almayan bir çok dizi de cabası.. Zamanı gelince bu dizileri izledikten sonra belki onlara dair yazı yazabilirim. Gerekli ilhamı bulursam tabii..


Bir de müzik konusu var tabii ki. Hayatımın en büyük anlamlarından. Beni bu hayatta en çok güçlü kılan mistik bir adrenalin, doğal bir vitamin deposu.. Kulaklarımdan içeriye zerk ettiğimde kendimi çok farklı bir dünyada hissettiğim ve hiçbir şeyin beni bu kadar mutlu edemeyeceği bir dünya. Hayatımın en özel gruplarından biri olan Atheist, uzun yıllar önce dağılmış bir gruptu. Yayınladıkları üç albüm ile kendi türünün en dahi ve arıza işlerinden birine imza atmışlardı. Bu dünyadan değillerdi. Zamanın çok ötesinde bir müzikti yaptıkları. Grubun lideri Kelly Shaefer ki kendisiyle bundan 4-5 yıl önce Atheist’in tekrar bir araya gelmesi gerektiği konusunda çok konuşmuştum, muhakkak dönmeleri gerektiğini salıvermiştim, ne hikmettir ki ruh hastası ve arıza bir progressive grubu olan Gnostic’ten Steve Flynn, Chris Baker ve Jonathan Thompson’ı yanına katarak 8 Kasım’da Jupiter albümünü yayınladılar. Hala dinliyor olmama rağmen şarkıları kafamda hala oturtamamış durumdayım. Ruh hastası bir işe imza attılar ama bir Unquestionable Presence değil!

Asıl konu da o değil ama. Müzik yaşantımda yaşadığım an itibariyle çok merkeze aldığım ve haftalar boyu sürekli onların işlerini dinlediğim gruplar ve eserler olmuştur. Textures gibi, Nevermore gibi, Paradise Lost gibi. Bu aralar en çok kulak kabarttığım grup ise Alter Bridge. Bu grubu her ne kadar Creed devamı gibi görseler de alakaları bile yok. Çok yetenekli bir grup. Haddinden fazla yetenekli bir grup! Dünyanın en iyi gitarist ve söz/şarkı yazarlarından biri olan Mark Tremonti gibi bir ismi barındırıyorlar. Myles Kennedy gibi muazzam ötesi bir vokalist ve söz/şarkı yazarlarından birine sahipler. Myles’ın sesi ile bu evrenden uzaklaştığımı, bazı noktalarda o muhteşem sesleri nasıl akıl ettiğini ve yarattığını düşünüyorum. Bu bir yetenek işi.

Bazı şarkılar vardır. Bir devrim niteliğindedir. O şarkı meydana geldiği an dünyada bazı sesler durur. Dünya artık çevresinde dönmez. Yanardağlar patlar. Gökyüzünü bir duman kaplar. Karanlık Ortaçağ Avrupa’sının rönesansı, medeniyete adım atacak olan dünyanın Roma’sı, felsefenin Immanuel Kant’ı gibi etkisi vardır. Bir grup en büyük eserini yaratır, üfler yerküreye ve müziğe aç kulaklara; atom bombasını bırakır ve geride toz parçacıkları kalır. Daha ötesine gidemezler. Muazzam bir sanat yaramış ve bir köşeye çekilmişsindir. Öyle bir tada sahiptir bazı parçalar. Tıpkı Alter Bridge’in Blackbird parçasında olduğu gibi. Eğer müzik diye bir şey varsa, müziğin ne kadar güçlü ve vurucu bir adrenalin, hormon olduğunu bu parçayla fazlasıyla anlıyoruz. Mükemmel sözler ve ölümcül bir solo gitar performansı. Ya vokal? Eşsiz..

Yazı da bayağı narsistçe kaçabilir ama uzun zamanların sessizliğine ve hayatın yoruculuğu, sorgulayıcılığına yorun onu da..

Zamanın İçinde Bir Yer

Amanda Abizaid - A Place In Time

Çok uzun zaman önce, başka bir yaşam
Kalbinin atışlarını duyabiliyorum

Bu bir rüya değil, hatırla bizi
Bunu gözlerinde görebiliyorum

Zamanın içinde yerimizi bulacağız
Güneşin üzerinde, zamanın içinde bir yer

Zamanın içinde yerimizi bulacağız
Ev diyebileceğimiz zamanın içinde bir yer

Dinlemek İçin: http://fizy.com/#s/1m10yp

12 Kasım 2010 Cuma

Hayat Devam Etmeli


Bir müzik eserinin insana çok şey vermesi, çok güzel şeyler hissettirmesi gerektiğini düşünen insanlardan biriyim. Müzik benim için bir aşk, büyük bir mutluluk kaynağı. Sadece eğlenceden ibaret ses harmonisi değil. Müzik bizi asla aldatmaz. Asla yarı yolda bırakmaz.

İnsanlar.. İnsanlar.. Bizim hakkımızda demediğini bırakmayabilir. İnsanlar iyidir. Ama bazen de haindir. İkiyüzlüdür, mutludur, samimidir, dönektir, sevinçlidir, yalancıdır, iyi niyetlidir, puşttur. Her şeydir. Bugün buradadır, yarın orada. Her an kaypaklaşabilir. Damarlarında akan kan sebebiyle savrulur durur ruhu bir aşağı, bir yukarı. İyi ve kötü arasında gidip gelir.

İnsanlar size ihanet edebilir. Sizi yok sayabilir. Bugün ak iken, yarın kara olabilir. Sonsuza kadar sizin yanınızda olmazlar. Bugün akı hissederken yarın karayı hissedebileceğini, hiçbir şeyden emin olamayacaklarını bilirsiniz. Sonsuza kadar yanınızda olabilecek, sizin hep dostunuz olabilecek bir şey var. O da size bir çok duyguyu yaşatabilecek olan müziktir. Müzik benim için aşktır, sevgidir, bir çok şeydir. Bir çok insandan değerlidir benim için.

Şimdi Alter Bridge’in yeni albümü ABIII’ten bana çok güzel şeyler hissettiren, melodilerini duyduğumda hayata sıkı sıkıya sarılmamı teşvik eden, hayat enerjisi veren ve beni uzak ufuklara götüren bir parçayla, Life Must Go On ile karşı karşıya bırakma zamanı. Özellikle parçanın sonlarında uzattıkça uzatılan “life must go on” ve “keep rolling” diye haykırmalar vardır ki benim için orgazmdan farksızdır. Bir mükemmellik örneği.. Albüm ise benim nezdimde bir çok parçasıyla mükemmele yakın.. En sevdiğim AB albümü oldu..



Gecenin soğuğunda tek başına otururken
Hayatta kalmak için neye ihtiyacın olduğunu bulmaya çalışıyorsun
Oldukça korkaksın
Devam edemiyorsun

Kalbindeki yaşlar sessizce dökülüyor,
Ne kadar kırılgan biri olduğunu hatırlatıyorlar
Yolunu kaybettin
Ama umut kaybolmuş değildir

Çünkü güneş her zaman doğar
Ay daima batar
Bir sonmuş gibi hissettirir
O kadar da düşünmeye gerek yok
Yoluna aynen devam et
Devam et
Hayat devam etmeli

Geçmişi uzun uzun hatırlıyor musun?
Sevgi sonsuzdu
Ve mutluluk için yeterlidir
Dün, daima geride kalıyor

Bazı talihsizliklere sahibiz
En karanlık günlerde
Katlanmalıyız ve güçlü durmalıyız
Sadece sabahı ümit et
Umutla bekle
Ve bu hayatın devam etmesi gerektiğini bil!

10 Kasım 2010 Çarşamba

Yüzyıllar Öncesinden Şok Edici, Gizemli Toplu İntiharlar


İntihar töreni, samurayların bireysel olarak yaptıkları dramatik, şahsi bir hareketti. Ama Japonya tarihine baktığımızda, bireysel intiharların haricinde toplu intiharlara da şahit olmaktayız. Bu konuda verebileceğimiz en önemli örnek, meşhur Dan No Ura deniz savaşıdır. 1185 yılında gerçekleşen bu savaşta, dikkate değer seri intiharlar görülmüştür. Hem bireysel hem de toplu olarak. 1333 yılında Kamakura düştüğünde toplu intiharlar gözlerden kaçmamıştır. Savaş bir taraf için büyük zaferdi ama diğer taraf için toplu intihar silsilelerine tekabül ediyordu. Kamakura’da gerçekleşen olaylar, bir çok samuray için onurlu bir son olmuştu.

O zamanlarda Kamakura deniz kıyısında yer alan sevimli bir şehirdi. Minamoto şogunluğu ve Hojo egemenliğinin başkentiydi. İmparatorun şehri olan Kyoto eski etkinliğini kaybetmişti ve ikinci plana düşmüştü. Bütün önemli kararlar, acımasız doğu savaşçılarının ana şehri olan Kamakura’da alınıyordu. Bu yüzden 1192-1333 yılları arasındaki dönem, Japonya tarihinde Kamakura Dönemi olarak isimlendirilmişti.

1331 yılında İmparator Go-Daigo tarafından başlatılan imparatorluk restorasyonuyla, Japonya’ya hükmeden Hojo kurallarına başkaldırı hareketi çıkışa geçmişti. Kusunoki Masashige’nin koruması altındaki dağlarda, Go-Daigo sığınabilme ve taraftar toplayabilme imkanını fazlasıyla elinde bulunduruyordu. İmparator, Hojo’ya karşı koyabilecek savaşçı bir aileye ihtiyaç duyuyordu. Nitta Yoshisada gibi bir adamı kendi tarafında bulmuştu. Aslında Yoshisada önceden Hojo’ya hizmet ediyordu. Bazı sebeplerden dolayı İmparatorluk tarafına geçmiş ve bir zamanlar karşı karşıya olduğu Kusunoki Masashige ile işbirliği yapmıştır. Kusunoki tarafı, yüzyıllar boyunca imparatorun topraklarında yaşamıştı ve sıradan bir feodal beye göre İmparatora çok şey borçluydu. Nitta ise daha düşük rütbeliydi ve kazanacak tarafı seçerek, daha fazla kazanç elde etmeyi planlıyor olabilirdi.

Nitta’nın imparatorluk tarafına geçmesi 1333 yılına rastlamıştı. Söz konusu taraf değiştirmeden kısa bir süre önce, Nitta Yoshisada şogunluk hükümeti tarafından kendisine verilen Kusunoki Masashige’nin savunduğu Chihaya Kalesi’ni kuşatma emrini yerine getiriyordu. Nitta’nın şehrinden, onu desteklediği bilinen ileri rütbeli samuraylardan mesaj gelince, Haziran ayında Kozuke’ye geri dönecek ve başkaldırdığını ilan edecekti.

Günümüz Kamakura Şehri


Japonya’nın idari başkenti olan Kamakura, o zamanlarda bir çok gelişimi üzerinde barındırmış, sayısız binalar yapılmış, büyüleyici bir hal almıştı ve günümüzde bu büyüleyiciliğini hala sürdürmektedir. Kamakura, üç tarafı dağlarla ve bir tarafı denizle çevrelenmiş bir şehirdir. Bu yönüyle otomatik olarak harika bir savunma şehri olarak dikkati çekiyordu. Tepelerdeki bir çok geçitte kontrol kuleleri mevcuttu.

Nitta Yoshisada, işte böyle bir şehre karşı imparatorluk tarafında yer alarak saldırıya geçecekti. Ordusunu kuzey, doğu ve batıdan saldırmak üzere üçe bölmüştü. Savaşın ilerleyen saatlerinde Nitta’nın savaşçıları, özellikle batıda çok güçlü savunma hattının kurulduğu Gokurakuji Geçidi’nde büyük başarılar kazanmışlardı. Nitta, olanları daha iyi görebilmek için yakına gelir ve denize çıkıntı oluşturan Inamuragasaki Burnu’nu çevreleyebilmek için Gokurakuji Geçidi’nin önemli bir şans olduğunu anlar. Sahilde gelgit çekilmesi vardı ama bu gelgit büyüdü. Hojo tarafı kuşatıcı bir saldırıdan ve okların yaylım ateşinden korunabilmek için, tekneleri kıyıya kısa bir uzaklıkla konuşlandırmıştı. Bu noktada efsaneleşmiş ve bir destan halini almış Kamakura Savaşı meydana geldi. Çünkü, Nitta Yoshidasa Güneş Tanrıçasına adak olarak kılıcını denize fırlatmış ve ordusuyla oradan ayrılmıştı. Hojo orduları, hem burunu korumak ve hem de geçitleri kollamak için bölünmüşken, Nitta’nın birlikleri, şehirde yanan evler arasında yumruk yumruğa acımasız bir savaşın içindeydi.

Inase Nehri’nin doğu ve batısında at arabası tekerlekleri yanıyor, siyah dumanlar yükseliyor, sahilin ilerisindeki şehir sakinlerinin evleri arasında ateşler ortalığı aydınlatıyordu. Azgın alevler büyük bir gürültüyle parıldarken, imparatorluk kanadında yer alan Genji savaşçıları her yerde ok atarak düşmanı sersemletiyor, kılıçlarıyla kelleler alıyor, boğuşuyor ve savaşıyorlardı.

Hojo ailesi mensupları savaşı kaybettiklerini görünce, oradan ayrılmaktansa gerçek bir samuray gibi ölmeyi kararlaştırır. Savaş sonrasında kaybeden samuray ordusu üyelerinin kendi yaşamlarını nasıl aldıklarını görecektik. Ama diğer efsane savaş Dan No Ura’ya göre bazı farklılıklar vardır. Dan No Ura’da toplu ölüm kararı son anda verilmiş, son anlar denizlerde boğularak yaşanmış ve yaşamlar verilmiştir. Ayrıca bir elveda şiiri yazılamamış ve seppuku töreni de görülmemiştir. Ama Kamakura’yı ve savaşı kaybeden Hojo ailesi üyeleri, elveda şiiri yazabilmiş ve seppuku töreni yapabilmişlerdir. Kısa bir örnek verirsek; Fuonji Shinnin olarak bilinen savaşçı keşiş, bir tapınağın direklerine kendi kanıyla elveda şiiri yazmış ve intihar etmiştir:

Kısa bir süre bekle
Shideyama Yolu üzerinde beraber yürüyebilmek
Fani dünyayı konuşabilmemiz için

Bir başka keşiş, pantolonunu kendi ölüm şiirini yazabilmek için kullanmıştır:

Ayrılmış saçlar acıyla tutulur
O boşluğu keser
Kudretli alevlerin içinde
Saf serin bir esinti

Bir rahip, kendi başını kesmesi için oğluna emretmiştir. Görevi yerine getiren gözü yaşlı oğul, tuttuğu uzun kılıcı kendi bedenine saplamıştır. Onlara hizmet eden üç hizmetçi, kendilerini kazığa oturtmuştur. Başları, şişe geçirilmiş balıklar gibi görünüyordu. Kadınlar da kendilerine Kamakura’nın düştüğü haberi ulaştığında intihar etmişlerdir.

Osai adı verilen bir dadı, yalın ayak 500-600 yard kadar koşar, defalarca düşüp kalkar, gözleri iyice göremeyecek kadar perişan duruma gelince, derin bir kuyuya atar kendisini.

İntiharın en dramatik sahneleri Hojo ailesinin en yakın üyeleri arasında gerçekleşen bir süreci oluşturmuştu. Onlar Toshoji olarak adlandırılan bir tapınağa çekilmişlerdi ve gariptir ki, çok ilginç bir anlama geliyordu bu tapınak: “Doğudaki Zaferlerin Tapınağı”

Toshoji Tapınağı


Tapınak duvarlarının arkasındaki gizli sığınakta, daha doğrusu mağarada, intihara hazır bir şekilde beklemişlerdi ve gerekeni yapmışlardı. Toshoji Tapınağı isim olarak daha fazla var olamadı ve adı “Harakiri Mağarası” olarak anılmaya başlamıştır ve hala da öyle anılmaktadır. Buraya günümüzde ziyaretler yapılmakta, bir nevi hacılık mertebesine ulaşılmakta ve taze çiçekler bırakılmaktadır.

Büyük aile üyelerinin bazıları, liderleri Hojo Takatoki’nin intihar edecek cesarete sahip olmamasından endişelenmişlerdir. 15 yaşında bir çocuk olan Nagasaki Shin’uemon büyükbabasını selamlayarak şunları söyler: “Buda efendimiz elbette yaptığımız bu işi kutsayacaktır. Gerçek evlat, babasının isminin onurunu getiren evlattır.” Bunları söylemesinin ardından, büyükbabasının yıllanmış kollarındaki damarları keser ve sonra da kendi karnını keserek büyükbabasının kollarına düşer.

İşte bu genç çocuğun yaptığı uyarıcı hareket, liderleri Hojo Takatoki’ye yönelikti. Taiheiki eserinde Toshoji Tapınağı’nda 283 Hojo adamının yaşamını aldığı aktarılır ve bu sayı büyümüştür. Bu eserde şöyle devam edilmektedir: “Azgın alevler yukarıya sıçrarken ve gökyüzü siyah dumanlarla kararmışken, salonda bir ateş parıldıyordu. Avlu ve kapıdaki askerler karınlarını kesiyor ve ateşe doğru koşuyorlardı. Babalar, oğullar, kardeşler ve bir yığın insan kılıçlarıyla intihar ediyor ve yere düşüyorlardı. Ölü bedenler bir yığın haline gelmiş ve kanları büyük bir göl oluşturmuştu. Bedenler alevler içinde kalmıştı. Sekiz yüzden fazla adam ölmüş ve tek bir yerde yedi yüz beden çürümüştü.”

Ölümler bu kadarla tamamlanmamıştı. Kamakura’da mağlubiyet haberi alan bir çok insan ölümüne koşmuştu. Söz konusu sayının 6,000 olduğu söylenmektedir. Böylece, Japonya tarihinde emsalsiz bir kıyım ortaya çıkmıştı. Hem de düşman kılıcına maruz kalmadan... Halbuki Hojo ailesi, zamanında Japonya’nın başını çok ağrıtan Moğolları yenmiş ve Japonya tarihinin en barış dolu zamanlarından birini getirmişti.

Shakado Tüneli


Kamakura’da gerçekleşen savaşın ne kadar feci bir boyutta olduğunu anlamak güç olmasa gerek. Hojoların yaşadığı deniz kenarındaki bir bölgede yer alan Zaimokuza alanındaki yapılan kazılar, analizler ve bulunan mezarlar konuya fazlasıyla ışık tutacaktır. Arkeologlar tarafından yapılan çalışmalarda, bir çok kuru kafa ve parçalanmış silahlar bulunmuştur. Toplu olarak gömülen askerlerin mezarlıklarına bakıldığı zaman, kurbanlardan hiç birinin yaralanmaktan ve ölümden korunmak için zırh kullanmadıkları, bir çoğunun baş bölgelerini tamamıyla korumasız ve zırhsız bıraktıkları ortaya çıkıyor. Kamakura’da yüzyıllardır beri gelen inanca göre, aslında samuraylar başka yerlere ve tepelik alanlardaki mağaralara defnedilmişlerdir. Bölgedeki kayalıklar oldukça yumuşaktır ve Kamakura’nın kuzeydoğusundaki tepeleri takip ettiğiniz yerde yer alan Shakado Tüneli’ndeki duvarlarda, bir çok defin oyuğu vardır. 10 Temmuz 1333 yılında Nitta Yoshisada şehri ele geçirip aradan yıllar geçtikten sonra, 1965 yılında yapılan araştırmada, bir heyelan sonucunda gömülmüş kurbanlara ait olan bir çok mezar taşı açığa çıkmıştır.

4 Kasım 2010 Perşembe

Arıza Uzakdoğu Sinemasından Birkaç Kuple


Uzakdoğu’nun kendine özgü sinemalarını uzun uzun anlatmama gerek yok. Hem içerik, kurgu, hem de senaryo ve oyunculuklarıyla diğer sinema ekollerinden keskin farklılıklarla ayrılıyorlar. Bu başlık, son dönemlerde göz attığım ve beni gerçekten şaşırtan, yüzeysel olarak yazılmış birkaç sinema önerisinden öteye gitmeyecektir.

Innocent Steps

Güney Kore’nin en iyi dans hocası olan karakterimiz, dans gösterisinin finalinde aynı zamanda gerçek hayatta eşi olan dans eşinin kendisini terk etmesinden sonra, yetmezmiş gibi komploya kurban giderek dizinden yaralanarak dans dünyasından ayrılıp sefilleri oynamaya başlamıştır. Çok ağır ruhsal travmalar geçirir ve hayatı alt üst olur. Öğretmenlik yaptığı dans okulunun sahibi bir gün Çin’den çok iyi bir dansçı getireceğini ve yarışmaya katılmasını söyler. Zoraki kabul eder. Çin’den güzel kızımız gelir. Ama anlaşılır ki, bu kız beklenen kız değildir, gelmesi beklenen kızın kız kardeşidir. Berbat şivesi yetmezmiş gibi, değil dans etmek; topuklu ayakkabı ile yürümekten bile acizdir. Olaylar birbirini kovalar ve üç aylık süre içerisinde yarışmaya katılması gereken bir dansçı yaratılması istenir kahramanımızdan. Sürükleyici bir konu, etkileyici dans kareografileri, her zamanki gibi rüyalarımıza girecek sevimlilikteki bir karakter ve aşkın bambaşka tarifini bizlere sunan ateşböcekleri.. Ateşböceği yumurtalarının büyüyüp ateşböceğine dönüşmelerini beklemek, aşkın kendine özgü acısı ve sabrını ifade eder aslında. Filmin nihayetinde ateşböceğinin, bir aşkın hikayesini epik bir havaya bürümesi etkileyici.

Invitation Only

Bir CEO’nun şoförlüğünü yapan kahramanımız, patronu tarafından özel bir davetiye yoluyla katılma imkanı olan özel bir partiye gönderilir. İş dünyasında adından söz ettiren ve önemli işler yapan şirketlerin önemli isimlerinin davet edildiği parti, bünyesine kattığı yeni üyelerin hayallerini hemen gerçekleştirmek gibi bir misyon edinmiştir. Kahramanımız da sevaplanır hayalin gerçekleşmesinden. Akabinde gerçekleşen olaylar ise şaşkınlık vericidir. Bu filmi baştan aşağıya izleyebilmek sağlam bir mide gerektiriyor..

Izo

Takashi Miike’nin belki de en anlaşılmaz, sinir bozucu ve sabır törpüsü filmidir. Film içeriğinde dünya tarihi, savaşlar, insan ırkının acımasızlığı ve kötülüğü, dinlerin etkisi, iyi ve kötünün savaşını anlatmak konusunda önemli mesajlar verse bile bunu kurguya dönüştürmesi, aksiyon görüntüleri, bazen geçmişte bazen gelecekte geçen zaman dalgalanmaları, 16. yüzyıldan 21.yüzyıla garip garip atlayışları derken sürrealist dokumaları anlaşılmaz dokunuşlar halini alıyor. Bana göre bu filmin bir numaralı yıldızı, film boyunca klasik gitarıyla muhteşem tınılar döktüren amcamızdır. Aslında önerilecek bir film değildir ama derin bir rahatsızlık, eziyet, absürdlük örneğine şahitlik etmek istiyorsanız göz atmanızda fayda var. “Bu ne yahu” deyip durdum filmi izlerken ama, izlemeyi düşünüp de hala izlemeyenler varsa ön izlenim olsun bu kısacık pasaj onlara.. Izocam berraklığı beklemeyin.

Neighbour No.13

Liseye giderken şerefsiz Akai ve arkadaşları tarafından sürekli iğrenç şakalara maruz kalan kahramanımız, bir gün aynı kavatların yüzüne asit dökmesi sebebiyle yüzü deforme olur. Aradan yıllar geçer. Şantiyede işçi olarak çalışan kahramanımız 13 numaralı dairede kalırken, şerefsiz Akai de aynı şantiyede ustabaşı olarak çalışmaktadır ve 23 numarada karısı ve çocuğuyla yaşamaktadır. Kahramanımız adeta şizofreniye bağlamıştır. Söz konusu şizofrenik durum sadece akıl sağlığı için değil, yüzünün şekli için de geçerlidir. İyiliğe bağlandığında bir sineği bile ezemez ve masum bir yüz şekline sahiptir. (Bkz. Afiş. İyi ve kötü yönüne atıfta bulunur.) Kötülüğe bağladığında ise tam bir gaddardır ve deforme olmuş suratıyla korku salar. Doğaüstü dokunuşlarıyla gizeme bağlayan film, inanılmaz bir intikam öyküsünden şaşırtıcı örneklemeler sergiliyor.

Memories Of Matsuko

Bana göre sinema tarihinin en muhteşem eserlerinden biridir. Dancer In The Dark, Amelie, Big Fish gibi filmlerin müptelası olan kişiler, bu filmin içeriğindeki yoğunluğa şahit olduklarında, hepsinden bir parça barındırdığını ve onların ötesinde bir saflıkla kaplı olduğunu göreceklerdir. Müzisyen olmak için Tokyo’ya kaçan ama başarılı olamayan kahramanımız, bir sabah uyanır uyanmaz baş ucunda babasını görür. Babası ona halasından bahseder. Acılı bir hayat yaşamıştır ve ölmüştür. Arkasında leş gibi ev bırakmıştır. Baba, oğlundan halasının evini temizlemesini ister. Kahramanımız halasının evini temizler ve akabinde onun hayatına dair her şeyi öğrenmeye başlar.

Matsuko’nun başından geçenlerin anlatıldığı film, resmen epik bir destan. Hayat, insanlar, sevdiği tüm insanlar darbelerini indirmiştir Matsuko’nun yüreğine. Ama o her seferinde sevmekten vazgeçmemiştir. Karşılıksız sevmiştir. Bir kamyon dolusu dayak yerken bile sevdiğine inanılmaz bağlanmıştır. Bu bir kadının hikayesi. İçinde bağlılık da var, yalnızlık ağıtı da. Bir hayat bir başkası için değiştirilmemelidir, birey olmak önemlidir ama Matsuko bunu bir türlü başaramamıştır. Koşulsuz sevmek ve her şeye rağmen affetmek Tanrı’ya özgüdür ama, Matsuko’nun hayatına göz attığınızda, onun yaratıcından ne eksiği olduğunu göreceksiniz. Muhteşem, muhteşem, muhteşem..Özellikle yüzü bir türlü gülmeyen babasını mutlu etmek için Matsuko’nun yaptığı bir mimik vardır ki, sırf babası mutlu olsun diye yıllar boyu o hareketi yapması ve bazen delilikle suçlanması muazzam bir andır. İşte o meşhur hareket:
Yatterman

Takashi Miike’nin çocuk filmi yaptığı pek görülmez ama yaparsa da ortaya fantastik, manyağa bağlamış, romantik, aksiyonların tavan yaptığı ve coşkulu bir eser çıkar. Film boyunca bir saniye dahi sıkılmazsınız ve filmin özünde iflah olmaz bir çocuksuluğun sinema perdesine yansıyışını görürsünüz. Miike gibi bir yönetmenin ne kadar görgüsüz olduğu malumunuz ama çocuksuluğundaki görgüsüzlük bir başka.

The Message (Feng Sheng)

Çin sinemasının muhteşem bir görsellik taşıdığı malumunuz. Çağlar öncesinin savaş filmlerini bize hangi perdeden ve çekim kalitesinden izlettiklerini biliyoruz. 1942 yılında Japonya tarafından işgal edilen Çin’de bir Japonya köpekliği söz konusudur ve bağımsızlığı kazanmak üzere yapılan her hamle Japon hükümetinin baskısıyla yalıtılmaya çalışılmaktadır. Çin’in önemli bir kurumunda çalışan dört kişi casusluk şüphesiyle göz altına alınırlar ve Usual Suspect tadında bir hikaye çıkar ortaya. Casus kim yahu diye aklımızı yerken muhteşem örülmüş bir hikaye bizleri esir alır. Hem de muazzam bir çekim tekniğiyle. Şiirsel bir film böyle olur. Adeta bir tablo tadında izlenen kareler böyle çekilir.

Bodyguards And Assassins

Bağımsızlık mücadeleleri ve faşizme başkaldırmak harika hikaye örgüleri sunar bize. Birçok toplumun ve ülkenin kendi içinde yaşadığı mihenk taşı dönemler vardır. Akabinde de dökülen kanlar sonucunda gelen devrimler. Peki Çin yeni bir cumhuriyeti nasıl kurmuştur? 1911’de Çin Devrimi ile Mançu hanedanlığının sona ermesini konu alan film, bir cumhuriyet kurmak isteyen Sun Yat Sen’in iktidarı ele geçirebilmesi için yandaşlarının nasıl çalıştığını, ne acılar çektiği ve ne kanlar döktüğünü tarihi dokunuşlarla anlatıyor. Filmin en güzel ve en vurucu tarafları, dikkatlice seçilmiş karakterler ve her karakterin etkileyici tavırlar ve fedakarlıklarıyla kalbimizi ısıtması. IP Man’den tanıdığımız Donnie Yen’in de rol aldığı film, muazzam dokunuşlara ve çok sürükleyici bir öyküye sahip. Bu bir dövüş filmi değil; fedakarlığın, özgürlük arayışının ve kanlı bir devrimin öyküsüdür. Zaten günümüz Çin Cumhuriyeti’nin kurucusu da Sun Yat Sen’dir. Film boyu bizlere sunulan özgürlükçü fikirlerin günümüz Çin dünyasında ne kadar farklı bir hal aldığı ilginç bir konu.

Tonari no Totoro (My Neighbour Totoro)

Ayı, hamster, baykuş, köstebek karışımı bir orman perisi bu kadar mı şirin olur? Bir Japon veledi bu kadar mı dişlenesi, yanağı sıkılası, döve döve sevilesi olur? Bilinmeyen bir film de değildir. İzlenme rekorları kırmış, muazzam bir animedir. Grave of the Firefly insanın ruhunu karartırken, minicik kalan yaşam sevincini elimizden alırken ve bizi dipsiz bir depresyon kuyusuna atarken, Tonari no Totoro başından sonuna kadar müthiş bir yaşam sevinci verir. Depresyon namına hiçbir şeyiniz kalmaz. Animenin içine girip sizin de rol kesesiniz gelir. Oradaki minik veledi ısırabilmek için her şeyimi verirdim. Bir film bu kadar neşeli, hayat dolu, müthiş etkileyici ve sevimli olabilir.

Totoro adı verilen devasa ama oldukça sevimli olan sadece çocuklara görülen bir orman perisiyle, annelerinin hastalığı nedeniyle üzüntülü olan iki küçük Japon çocuğunun başından geçenlerin anlatıldığı hikaye, bu iki kızın babalarıyla yeni bir köye taşınmalarıyla başlar. Öyle fantastik ve sevimli öğeler içerir ki “kedi otobüsü” gördüğümde, özellikle içindeki o rahatlığa şahitlik ettiğimde şok geçirmiştim. Miyazaki Hayao babanın bir çok anime filmi kusursuza yakındır. Hatta kusursuzdur. Spirited Away ve Princess Mononoke diğer bilindik eserleridir. Özellikle Princess Mononoke’deki orman perileri de beni benden almıştı. Muazzam sevimli karakterler yaratıyor Miyazaki baba.. Eğer canınız sıkılmışsa, depresyona girmişseniz ve yaşam sevincinizi kaybetmişseniz alın başa izleyin. Tekrar tekrar izleyin..

Gel de dişleme ulan!!! Baldırına baldırına geçireceksin dişlerini, bezini yesinler ulan bebiş :)



Zebraman

Yine Takashi Miike, yine muazzam eğlenceli bir film ve yine arıza bir hikaye örgüsü. Kendi içinde sıkışıp kalmış ve adeta bir ezik hayatı yaşayan, öğrencilerince iplenmeyen orta yaşlı bir öğretmenin süper kahraman haline dönüşünün anlatıldığı film, şu ana kadar izlediğim en eğlenceli ve komik süper kahraman filmiydi kesinlikle. Hikayeye gelince, yıllar önce TV dizisi olarak yayınlanan Zebraman isimli dizi, 13 bölüm yayınlandıktan sonra kaldırılır. Öğretmenimiz ise yıllardır Zebraman'i kendi içinde yaşatmış bir hayrandır. Sıradan hayat yaşayan, çocukları ve karısı tarafından adamdan sayılmayan adamımız, geceleri kapılarını kapatarak kendi diktirdiği Zebraman kostümüyle odasında saçma sapan hareketlerle takılmaktadır. Bir gün sınıfına gelen tekerlekli sandalyeye mahkum öğrencisiyle uzun muhabbetlere girer ve onun da Zebraman hayranı olduğunu öğrenir. Bu muhabbetler geliştikçe bir çok gizem ortaya çıkar. Olaylar gelişir. Japonya büyük bir tehditle karşı karşıyadır. Japonya'yı ve dünyayı uzaylılar istila etmiştir ve yıllar önce TV'de yayınlanan Zebraman senaryosunda olan her şey bir bir gerçekleşmeye başlar. Peki Japonya ve dünyayı kurtaracak olan Zebraman kim olacaktır? Tabii ki ezik öğretmenimiz. Bu filmde ABD'ye büyük bir taş atmaktadır Miike. Dünyayı her zaman siz mi kurtaracaksınız ulan deyyuslar. Ama Miike'nin dünyayı kurtarışı bir başka.

Filmin ana teması ise oldukça basit. İstersen, hayal ettiğin her şeyi elde edersin. Yeter ki hayal et ve peşinden koş..

Aghora: Çılgınlıkla Felsefe Arasında

Berkeley Müzik Okulu’nda hizmet veren gitarist Santiago Dobles, yanına gitarda Charlie Ekhendal ve vokalde kız kardeşi Danishta Rivero’yu alıp Aghora ismini 1995 yılında yürürlüğe soktu diyelim. Peki! Gelmiş geçmiş en teknik Death Metal gruplarından biri olan Cynic ve sonraki projeleri Gordian Knot’dan baterist Sean Reinert ve basçı Sean Malone, yazının girişindeki üç kişiyle bir araya gelirse, ne kadar sağlıklı bir şey bekleyebilirsiniz! Verilecek cevap, arıza ve sakat bir esere hazır olmamız gerektiğidir. Tahmin edileceği üzere çok progresif teknik bir metal müzik, caz etkisiyle etiketlenecektir: Aghora- Aghora.

Albümün farklılığı, çok inişli çıkışlı bir grafiğe sahip olması. Çünkü bazen parçalar sert gitar ritimleriyle başlayıp, hipnotize edici çılgın solo gitarlarla süslenirken, müzik bir anda durgunluğa girip, Klasik Müzik eğitimi almış soprano Danishta faktörüyle mistik bir ortama yatay geçiş yapabiliyor. Albüm yeri gelince taş gibi bir müziğe sahip, yeri gelince olabildiğince yumuşayıp felsefi boyutlara gidiyor. Albümde anlatılan şeyler manevi, felsefi ve dinsel öğelerle ilgili. Öz olarak Doğu felsefeleri (özellikle Hint felsefesi) çok baskın. ‘Satya’, ‘Kali Yuga’, ‘Jivatma’ ve ‘Anugraha’ gibi parça isimleri yeterince açıklayıcı. Parçaların derinliğini anlayabilmek, aynı zamanda söz konusu felsefelerin derinliğini anlamayı gerektiriyor.

‘Satya’ parçası Satragraha kavramından geliyor. Gandhi’nin 1919 yılında başlattığı, idareye karşı pasif ama barış ve sevgi dolu direniş programına karşılık geliyor. ‘Kali Yuga’yı ise bilmeyen yok gibidir. Hint felsefesinin en önemli öğelerinden biridir. Kozmoloji, hem uzayda hem de zamanda derinlik kazanmıştır. Her kozmik zaman, yaratılıştan yıkıma dek geçen zamanı kapsar ve bir dünya süresi olarak düzenlemiştir. Her ‘büyük çağ’ dört çağa yani yugalara ayrılır. Sonuncusu içinde bulunduğumuz çağdır, M.Ö.3102 tarihinden beri sürmektedir ve bu çağa Kali Yuga denmektedir. Bunun geçerli gerekçeleri savaşlar, felaketler, kötülükler ve çevremizde gördüğümüz erken ölümlerdir. Grubun ismi her şeyi açıklıyor. Çünkü Aghora, bir Hindu Tanrısı olan Shiva’nın ikizidir.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Mistik Bir Edebiyat Cevheri: Serçe Bulutu


Edebi bir eserden neler beklenir? Sadece hislerin dışavurumu mudur ondan beklenen? Belki de bir topluma, bir döneme, önemli bir çağa ayna tutmasını bekleriz. İnsanları insan, toplumları toplum yapan evrensel değerleri ve bir toplumun kendine has özelliklerini birebir yansıtmasını bekleriz. İnsanlara pek bir şey vermeyen macera, polisiye ya da gerilim kitapları ne kadar edebi değer taşır? Belki de sadece güzel vakit geçirme aracıdırlar. Heyecanlandırırlar olaylar örgüsü ve akıcılığıyla.

Bir de değeri pek bilinememiş, bunun ötesinde aslında pek bilinmeyen nadide edebi eserler vardır. Her insanın içinde muhakkak bir şeyler bulabileceği eserlerdir bunlar. Evrensel bazı değerler ve gerçeklere ışık tutar.

Dışa kapalı toplumların kendine has örf, adet ve kültürleri vardır. Kendi içine kapanıklığın getirdiği bu farkındalık, şahsına münhasır bir yapı ortaya çıkarır. Dışa kapalı toplumların dış dünyaya açık olan toplumlara çok farklı görünmesinin, hatta oldukça mistik ve etkileyici görünmesinin sebebi de budur. Örneğin Japonya’nın günümüzde kendine has, benzersiz bir ülke olmasının iç yüzü, yüzyıllar boyu bir ada ülkesi olarak dışa kapalı yaşamasından, kendi içinde kotardığı ilginç kültür yapısından kaynaklanır.

Takashi Matsuoka’nın 2002 yılında yayımladığı Serçe Bulutu isimli eseri, bana göre edebiyat dünyasının önemli incilerinden biridir. Yıllar boyu dışa kapalı bir yaşam süren ve 16. yüzyılda sürekli kendi içinde savaşlar yaşayan Japonya, 1600 yılında Tokugawa egemenliği altında merkezi hükümete kavuştuğunda Edo dönemi başladı. Edo dönemiyle birlikte Japon toplumunda bir çok şey değişti. Zaten dışa kapalı olan toplum 200 yıl sürecek daha absürd bir kapalılık politikası izlemeye başladı. Akabinde 1860’lı yıllarda Japonya tekrar dış dünyaya açılmaya başlamıştır. İzolasyonun sonlandırılmasıyla birlikte bir çok kültür ve misyonerler Japonya’ya akın etmiştir.


Yabancı gemiler Edo’daki Şogun kalesini yok etmekle tehdit ederken, küçük bir Amerikan misyoner grubu da kendi dinlerini yaymak üzere adaya ayak basar. Japon insanlarının kendine has kalıplarını kırmak o kadar kolay olmasa gerek. Bu misyoner grubu bir çok klan tarafından kabul edilmez ama genç, asil ve aydınlıkçı bir kişilik olan Lord Genji onlara kapısını açar. Lord Genji’nin özel bir yeteneği vardır. Geleceği görme yeteneği vardır. Bu yetenek, ailesindeki her kuşakta sadece tek bir erkeğin DNA’sına damgalanmıştır.

Lord Genji, kehanetlerinin birinde yeni yılda yaşamının bir yabancı tarafından değişeceğini düşlemektedir. Oldukça yakışıklı olan lord, bir silahşör ve lanetli güzelliğinden kaçan bir kadınla tanıştığında eşi benzeri görülmemiş, büyüleyici ve mistik bir serüven başlar. Bu uyumsuz üçlü, Doğu ile Batı’nın, beden ile ruhun kimsenin hayal bile edemeyeceği şekilde birbirine geçtiği tehlikeli bir yolculuğa başlar.

Kitap başından sonuna kadar beni, tüm benliğimi rehin almıştı. Özellikle Japon kültürü ile çok yakından ilgilendiğim için yaşanan her şeyin iç yüzünü anlayışım, kitabın derinliğinde daha fazla kaybolmama neden olmuştu. Lanetli güzelliğinden kaçan kadın sarışındır, inanılmaz güzeldir. Ama Japon erkek ve kadınlarına çok çirkin gözükmektedir. Kitapta bu kısımlara odaklandığımda çok gülmüştüm. Güzelliğinden kaçan bir kadın için bu cennete düşmek gibi bir şeydi.

Lord Genji’nin düşlerinde gördüğü geleceğe dair kehanetlerin pençesinde boğuşması, gördüğü şeylerin ne anlama geldiğini bir türlü anlayamaması, geleceği bilen bizler için mistik bir hal alıyor. Batı kıyafetlerini giymiş, kılıcını bırakmış tanıdık eski samurayları görmesi, bir mantar bulutu görmesi (atom bombası), havada uçan garip araçlar görmesi ve bunların hiçbirini anlamlandıramaması, o sırada, 1861 yılında yaşan Lord Genji için doğal olsa gerek. Çünkü bu yıldan sonra dışa açılan Japonya tam bir kültür karmaşası yaşayacak, Batı’ya açılacak, birkaç yıl sonra samuray sınıfını ortadan kaldıracak ve Dünya Savaşı’na girecekti.

Bir toplumun kendine has değişmez dinamiklerinin sekteye uğraması, ataerkil bir toplumun sabit fikirlerinin yenilikçi düşünceler karşısında uğradığı erozyon, dış dünyanın evrensel değerlerinin dışa kapalı bir toplumda çok farklı algılanması, Doğu ile Batı’nın kendine has özellikleri ile heyecan, gizem dolu, bir samuray kılıcından daha derin izler bırakan etkileyici bir hikayedir Serçe Bulutu. Bir döneme, bir kültüre, bir toplumun karşı karşıya kaldığı tehditlere ve her şeyden önemlisi gerçek bir tarihe ışık tutan bu eser, felsefi girizgahları ve hayatın kendisini anlatan mistik pasajları ile etkileyici, oldukça akıcı ve çekici bir şekilde yazılmış bir abide...

2 Kasım 2010 Salı

Copernicus'un Dokunuşu


Polonyalı Copernicus, Avrupa’nın bir nevi karanlık çağlarını yaşadığı bir dönemde, yıllar boyu din adamı olarak yaşamış ama 160 olan IQ’sü ile dine körü körüne saplanıp kalmamış; engizisyon mahkemesinin kelle alan kılıcından sakınmak üzere ölümünden kısa bir süre önce Latince olarak yazıp yayınladığı dünyanın evrenin merkezi olmadığı, güneşin çevresinde döndüğü gibi o zamanın şok edici tespitleriyle gönül rahatlığıyla mezarına girmiştir. Kendisi modern astronominin kurucusu olarak yer edinse de eserini yayınlar yayınlamaz ölmesi ilginçtir. Kilisenin dogmatik politikasından kendisini yalıtmış bu nadide kişiliğin aydınlanma fikrinin öncülerinden olması ayrı bir tartışma konusudur.

Heavy Metal’in en iyi seslerinden ikisi Sir Allen Russel ve Jorn Lande’ın ortak projesi olan Allen/Lande isimli projenin üçüncü albümü 5 Kasım tarihinde yayınlanıyor. Ön planda olan iki isim Allen ve Lande olsa bile, aslında bu projenin can simidi, bir çok şeyi gitarist ve albümde aynı zamanda klavye ve bas gitarı çalan Magnus Karlsson’dan başkası değil. Albümdeki bütün şarkıları yazan kişidir kendisi.

Fantastik ve yer yer dini motiflerin enjekte edildiği projenin bu albümünde yer alan Copernicus isimli parça ise bilim – din arasında ince çizginin neresinde duracaktır bilemem ama parçayı dinlerken kendimizi gökyüzünde bulacağımız ve solo partisyonlarının araya girdiği noktada kendimizi evrenin merkezindeymişiz gibi hissedeceğimiz bir gerçek.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails