Uzun zamandır uzak kaldım blogtan. Hayat kolay değil gerçekten. Her geçen zaman büyüyen bir şirkette çok yetkili bir kişi olunca, şirket büyümesi adı altında atılan her adım sırtınıza ekstradan bir yük bindiriyor. Her geçen zaman işler büyürken, çalışan kişi sayısı aynı kalınca, iş yoğunluğu iyice artmış oluyor. Bir yandan evi çekip çevirmekti, 20 yıldır hasta olan anneyle ilgilenmekti, 1,5 yıldır abi ve yeğenimle ilgilenmekti, üniversiteye giden kız kardeşime yardımcı olmaktı derken, hayat alıp götürüyor bizleri. İş hayatına başladığımdan beri sürekli fedakarlıklar yapıyor, ellerimin çok açık olmasından dolayı belki de geleceğimi rehin veriyorum ama insanoğlunun sahip olduğu şu vicdan var ya şu vicdan, işte bu her şeyi öyle değiştiriyor ki! 34 yaşını çoktan tamamlamışken hayatı hala tek başıma taşıyor oluşumun iç yüzünde bir çok sebep yatıyor. Kafa kağıdımda bekar yazıyor belki ama bir babadan farksız görüyorum kendimi. Baba olmak için illa çocuk sahibi olmak gerekmiyor. Bunca şeyle savaşırken bazen uzak kalıyoruz işte.
Hayata depresif bakan biri olmasam da bazen geleceği düşündüğümde sinirlendiğim oluyor. Karadenizli oluşumun o sinirli ve inatçı yapısı ruhumu kasıp kavuruyor. Gün geliyor, bazen anneme bile dalmak istiyorum, ama gün geliyor, beni öfke bombası haline çeviren insanların düştüğünü, zorda kaldığını, hayatın acımasız kollarına serildiğini gördüğümde dayanamıyordum da. Elimi uzatmazsam bu hayatı boşuna yaşıyormuşum gibi hissedeceğimi düşünüyorum. Yukarıda eğer Allah diye bir şey varsa ki, var, yaşanan onca mücadeleye, dağıtılan onca paraya, rehin edilen önemli bir geleceğe rağmen hiç parasız kaldığımı hatırlamıyorum. Sanki yukarıdan bir güç önümdeki yolu yürümem için görünmez elini uzatıyor. Yürü aslanım diyor. Bazı şeyler karşılıksız kalmıyor. Buna en büyük kanıt hayatımdır.
Bundan 6 ay öncesine kadar, daha doğrusu 6 ay önce işitme cihazını alıncaya kadar çok sessiz bir dünyada yaşadığımı ve cihazı takar takmaz bu dünyanın çok gürültülü olduğunu, yaşanacak bir yer olmadığını paylaştığım bir yazı olmuştu. Dile kolay, 34 yıl boyunca öyle bir dünya içinde kaybolmuşsunuz ki, o dünya size normal geliyordu. Meğer o dünya çok sessiz bir dünyaydı. Seslerden yalıtılmış bir dünya. İnsanları pek işitememek, dudak okumayı alışkanlık haline getirmek, zeka ve gözlemlerle bazı şeylerin üstesinden gelmek bana sıradan gelirken, bu cihazı kullanmamla birlikte bu hayatın üstesinden nasıl gelebildiğimi sorguluyorum. İşitme cihazı için başvurduğumda doktorun “sen bunca yıldır bu işitme gücüyle nasıl yaşayabildin, okulunda nasıl başarılı olabildin, işinde nasıl bu kadar başarılı olabildin, bu hayatın üstesinden nasıl gelebildin?” söylemini anlayamamıştım. Şimdi o kadar iyi anlayabiliyorum ki. Dile kolay işitme gücümün yarısından fazlasını kaybetmiştim. Misal banyoda tazyikli suyu kovaya doldururken çıkan ses muazzam bir sesmiş. Halbuki ben öyle hafif ve zoraki duyulan bir ses duyuyordum ki! Meğer devasa bir gürültüymüş!
Her şey bana normal geliyordu. Kendi kabında mutlu bir yaşam. Ufak şeylerle mutlu olan. Hayatta hiç fazlasını istemeyen.. Ekstrem şeylere hiç niyetlenmeyen. İhtiyaç bile duymayan. Bu hayattan zevk alan ve bir çok doyuma çoktan ulaşan. Bu haliyle mutlu olan. Şu an bakıyorum da, inanılır gibi değil. Artık işitme cihazını çıkardığımda insanları anlayamıyorum bile. Çünkü alışıyor insan cihaza. Kendisini ona göre ayarlıyor. Cihazı almamışken, bana bir şey dendiğinde direkt insanların dudaklarına kenetleniyor, konsantre oluyordum ne dediklerini anlayabilmek için. Şimdi öyle mi? Midelerinden gelen gurultuları bile duyuyorum. Konsantre olmaya gerek bile duymuyorum. Cihazı çıkarınca da haliyle insanları anlamamaya başlıyorum.
Düşündüm bir an. Gerçekten bu kulaklarla bunca yıl nasıl yaşamışım? Üniversiteyi nasıl başarı derecesiyle bitirmişim? İş hayatımda nasıl bu kadar yükselebilmişim? Zannedersem her şeyin nedeni, bu eksikliğin yarattığı etkenler sonucunda müthiş bir gözlem gücüne sahip olmak ve garip bir zeka taşımak. Hocalar dersi anlatırken onların bir çok kelamını duymazken nasıl başarılı olabilir bir insan? Haliyle ilgili söylemlere dair kaynakları bizzat kendin öğrenerek, kendini geliştirerek, hocadan değil, kendinden öğrenerek. O yüzdendir ki, hangi işe el attıysam bana inanılmaz basit ve kolay gelmiştir. Bir insan her şeyi kendi çözümlemeye alıştırınca, ipucu olarak gösterilen bir iki öğe bile yetiyor, konunun bütününü anlamaya.
7 aydır birlikte çalıştığım iş arkadaşım, ki bayağı iş deneyimine sahip mali müşavir ve finansçıdır, bendeki konsantrasyonu, söylenen her şeyi bir çırpıda anlamamı, bazı şeyleri çok kolay bir şekilde halletmem gibi konuları daha önce hiç kimsede görmediğini söyleyip duruyor. Neden acaba? Bence hayattaki bazı eksiklikler bir kayıp değil, bir kazanç! Bizi daha fazla yücelten, insan ötesine gitmeye zorlayan gizli bir güç! Eğer ağır işitme kusurum olmasaydı, belki sıradan bir profile, zekaya ve gözlem bilincine sahip olup çıkabilirdim. İnsan ruhu ve bünyesi öyle bir şey ki, kendisini her türlü zorluğu adapte ediyor ve bazen ilgili kusurlar kişiyi özel yapabiliyor. Gzleri görmeyen bir insanoğlunun, bir çok şeyi dünyayı görenlerden çok daha iyi görmesi ve hissetmesi gibi.
Bu hayattan fazla bir beklentim yok. Şunu, şunu, şunları yapmalıyım, şunları başarmalıyım gibi hırsım söz konusu bile değil. Aylar boyunca bir kitap yazıp, onu bastırmak için kılımı bile kıpırdatmayacak bir ruh haline de sahibim öte yandan. Bazı şeyler bana zor gelirken, diğer insanlara çok zor gelen şeyler de bana sıradan gelebiliyor. Bir çok insan için bazı hayaller vardır. Dünyayı gezmek, en ekstrem işleri yapmak, en akla gelmedik şeyleri yapabilmek, zemzem kuyusuna işeyebilmek gibi. Bunların hiçbiri umurumda bile değil. Bundan yıllar önce, üniversiteye giderken basit bir isteğim vardı. İş hayatına atıldığımda özgür bir ortamda olabilmek, istediğim gibi giyinebilmek, resmiyetten uzak olabilmek, hayat görüşümü olduğu gibi yaşayabilmek gibi. Yat, kat sahibi olmak, zengin olmak, paranın dibine vurmak gibi düşünceler umurumda bile değildi. 11 yıldır çalışıyorum ve istediğim her şey gerçek şu anda. Bu bile yetiyor bana.
Kendime ait odamda her türlü mutlu olacağımı biliyordum. Öyleyim de. Kendime ait bir ev.. Kendime ait bir oda. O odada bu hayata dair istediği her şeye sahip olan bir benlik. Sinemasını en enfes ortamda izlesin, müziğini en akustik bir dolulukta dinleyebilsin, istediği her kitabı elde edip okuyabilsin, istediği gibi hayatının keyfini sürebilsin başka bir şey istemez. İstemiyor da.. Belki de “bu hayatta sen neleri başardın ki?” diye sorsalar söyleyecek çok şeyimin oluşundandır. Günümüzde insanlar sadece kendilerini düşünürken, her geçen zaman ilerleyecek hastalığıma rağmen diğer insanları kendimden fazla dikkate alışımdır. Onların her daim elinden tutuşumdur. Sorumluluğumun olmadığı insanların yıllardır rızkını, sıcak suyunu, harçlığını verişimdir. Ama tüm bunlara rağmen hiç kimseye de ihtiyaç duymayışımdır. Ne bir sevgiliye, ne bir arkadaşa, ne de bir eşe. Bu hayatı hep tek başıma karşıladım ve öyle de devam edecek edeceği kadar. Ne bir sevgili ihtiyacı duyumsuyorum, ne de evlenme. Hayatımın bulandırılması hoşuma gitmediğindendir. Çünkü bu paklığın içine girenler bazen öyle bulandırıyorlar ki hayatı, inattı, dengesizlikti, nazdı, çekilir gibi olmuyor bir çok ağır gerçekliği göz önüne aldığınızda. Belki de bunları yaşayıp hissettiğiniz an, gerçekten de büyüdüğünüz andır.
Evet, ben ruh hastası bir hayvanım galiba. Hayatımın en güzel zevklerinden biri sinema ve dizilerdir ya.. Bundan 1,5 ay önce aldığım 1,5 terabyte’lık harici harddiske 1,5 ayda indirip yüklediğim sinema ve dizileri düşününce, öyle de olmalıyım. Hele ki koskocaman harddiskte sadece 200GB’cık bir alan kalmışsa. Eğer 1,5 ayda 775 tane sinema, 45 tane dizi indirmişsen manyaksındır. Bir haftalık bayram tatili sağolsun! Ama onları izlerken inanılmaz mutlu ve huzurlu oluyorum. Ne yapayım? Kendimi huzurdan ve mutluluktan men mi edeyim? Nirvana’ya ulaşmak gibi bir duygu bu. Bunlar mutluluk için yetiyor. Hangi dizileri indirdiğim sorusuna verilecek cevap, dizileri yakından takip eden ve başka dizileri takip etmek isteyenler için önemli bir bilgi olabilir.
Şu an hala devam eden dizilerden sahip olduklarım şunlar: Bones, Caprica, Castle, Dexter, Fringe, Haven, House MD, Misfits, Nikita, Sanctuary, SGU Stargate Universe, Supernatural, The Event, The Vampire Diaries, Weeds, Entourage, Eureka, True Blood, Heroes, Legend of the Seeker, Spartacus: Blood and Sand..
Bir de çoktan tedavülden kalkmış, yayınlanmayan ya da iptal edilen diziler olup indirdiklerim var. Bunların bazıları ülkemizde hiç yayınlanmadığı için mecburen indirmek zorunda kaldım. Bu diziler: Dead Set, Firefly, Nightmares and Dreams, Taken, The 4400, Angel, Angels In America, Buffy, Carnivale, Dark Angel, Deadwood, Dollhouse, Hex, Invasion, John Adams, Journeyman, Life On Mars, Monk, Moonlight, Night Stalker, Smile Again, Surface, Survivors, The Dresden Files, Threshold, Torchwood ve Tru Calling..
Tabii daha önce izlenip bu listede yer almayan bir çok dizi de cabası.. Zamanı gelince bu dizileri izledikten sonra belki onlara dair yazı yazabilirim. Gerekli ilhamı bulursam tabii..
Bir de müzik konusu var tabii ki. Hayatımın en büyük anlamlarından. Beni bu hayatta en çok güçlü kılan mistik bir adrenalin, doğal bir vitamin deposu.. Kulaklarımdan içeriye zerk ettiğimde kendimi çok farklı bir dünyada hissettiğim ve hiçbir şeyin beni bu kadar mutlu edemeyeceği bir dünya. Hayatımın en özel gruplarından biri olan Atheist, uzun yıllar önce dağılmış bir gruptu. Yayınladıkları üç albüm ile kendi türünün en dahi ve arıza işlerinden birine imza atmışlardı. Bu dünyadan değillerdi. Zamanın çok ötesinde bir müzikti yaptıkları. Grubun lideri Kelly Shaefer ki kendisiyle bundan 4-5 yıl önce Atheist’in tekrar bir araya gelmesi gerektiği konusunda çok konuşmuştum, muhakkak dönmeleri gerektiğini salıvermiştim, ne hikmettir ki ruh hastası ve arıza bir progressive grubu olan Gnostic’ten Steve Flynn, Chris Baker ve Jonathan Thompson’ı yanına katarak 8 Kasım’da Jupiter albümünü yayınladılar. Hala dinliyor olmama rağmen şarkıları kafamda hala oturtamamış durumdayım. Ruh hastası bir işe imza attılar ama bir Unquestionable Presence değil!
Asıl konu da o değil ama. Müzik yaşantımda yaşadığım an itibariyle çok merkeze aldığım ve haftalar boyu sürekli onların işlerini dinlediğim gruplar ve eserler olmuştur. Textures gibi, Nevermore gibi, Paradise Lost gibi. Bu aralar en çok kulak kabarttığım grup ise Alter Bridge. Bu grubu her ne kadar Creed devamı gibi görseler de alakaları bile yok. Çok yetenekli bir grup. Haddinden fazla yetenekli bir grup! Dünyanın en iyi gitarist ve söz/şarkı yazarlarından biri olan Mark Tremonti gibi bir ismi barındırıyorlar. Myles Kennedy gibi muazzam ötesi bir vokalist ve söz/şarkı yazarlarından birine sahipler. Myles’ın sesi ile bu evrenden uzaklaştığımı, bazı noktalarda o muhteşem sesleri nasıl akıl ettiğini ve yarattığını düşünüyorum. Bu bir yetenek işi.
Bazı şarkılar vardır. Bir devrim niteliğindedir. O şarkı meydana geldiği an dünyada bazı sesler durur. Dünya artık çevresinde dönmez. Yanardağlar patlar. Gökyüzünü bir duman kaplar. Karanlık Ortaçağ Avrupa’sının rönesansı, medeniyete adım atacak olan dünyanın Roma’sı, felsefenin Immanuel Kant’ı gibi etkisi vardır. Bir grup en büyük eserini yaratır, üfler yerküreye ve müziğe aç kulaklara; atom bombasını bırakır ve geride toz parçacıkları kalır. Daha ötesine gidemezler. Muazzam bir sanat yaramış ve bir köşeye çekilmişsindir. Öyle bir tada sahiptir bazı parçalar. Tıpkı Alter Bridge’in Blackbird parçasında olduğu gibi. Eğer müzik diye bir şey varsa, müziğin ne kadar güçlü ve vurucu bir adrenalin, hormon olduğunu bu parçayla fazlasıyla anlıyoruz. Mükemmel sözler ve ölümcül bir solo gitar performansı. Ya vokal? Eşsiz..
Yazı da bayağı narsistçe kaçabilir ama uzun zamanların sessizliğine ve hayatın yoruculuğu, sorgulayıcılığına yorun onu da..