30 Aralık 2010 Perşembe

Mükemmel Bir Duyumsayıcı Olarak Neden Proust?


Ruh ikizi kavramına inananlardan değilim. Yerkürede yaşayan altı milyar insanın farklı olduğuna, bir çok ortaklığı olsa bile karakter, özellik, yetenek, duyumsama, gözlemleme ve insan olmaya dair aklınıza gelebilecek her kriter dikkate alındığında asla aynı olamayacaklarına inanırım. Bu dünyada bizden bir tane daha yok. Birebir kopyalarımızın olduğunu düşünsek de yok. O yüzden insanız, emsalsiziz, kendimize özgüyüz. Bu bağlamda ruh ikizinden değil de büyük ortaklıklar ve benzerliklerden dem vurabiliriz.

Sevdiğimiz her film, müzik, sanatçı, ressam, yazar, sporcu ve eserde kendimizden parçalar buluruz. Bazen ruhumuza tercümandırlar. Bir yakınlık buluruz ve bağlanırız. Bizde onu, onda bizi görürüz. Bağ güçlenir ve sarsılmaz ortaklıklar kurulur. İnsan ruhundan örneklemeler sergileyen yazarları dikkate aldığımızda Marcel Proust’u diğer tüm yazarlardan ayrı bir yere koymamın iç yüzünde bu olgu yatar. Ruh ikizim değildir belki ama büyük ortaklıklardır beni yazdıklarına, emsalsiz ruhuna bağlayan.

Çocukluğumdan beri sürekli yazarım. Bir şeyler karalarım. İlköğretimdeyken bile kompozisyonun dibine vururdum. Kurallara uyardım. Ama zaman geçtikçe kendimizi kurallarla sınırlamamaya, tamamen kendi tarzımızı bulmaya başladık. Hepsi kendiliğinden gerçekleşmişti. Bir şeyler yazmak ruh ve hayal gücü ile alakalı. Yaşamın bize verdikleri, yaşattırdıkları ve hissettirdikleriyle ilgili. Öfke, sevgi, nefret, sempati, aşk, hırs gibi insanlara üst düzey duyguları hissettiren yaşam öyküleri ve geçişleri, o anki ruh halimize göre ilham perilerini aklımızın ekseninde döndürüyor. O periler orada dönüp durdukça sizi yazarken hiçbir güç durduramıyor. Muhteşem bir duygudur bu. Tamamen ilhamla kapsanmışken bir eseri yazdığınızda ve nihayetinde bitirdiğinizde, sırtınızı geriye yaslayarak sigaranızı yakıp neler yazdığınızı okuduğunuzda garip bir güç hissedersiniz. Efsunlanırsınız. Bir zihniniz vardır. Büyük bir güçtür bu. Zihin denen bu güç ışıltısını saçmıştır ve ortaya bir eser çıkarmıştır. Bazen aklınızdan korkarsınız. Bu eseri yaratan aklınızdan..

Son zamanlarda ilham konusunda güçlü olduğumdan bahsedemem. Hayat şartları, yoğun iş hayatı derken, ilhamın geldiği anda bile kendinizi stresli iş halindeyken buluyorsunuz. Kendinize bırakmanız gereken özel zamanlar ne kadar azalırsa, ilham perileriniz o kadar kaçışıyor akıl ekseninizden. Yukarıda bahsettiğimiz duyguların çok güçlü olması gerektiğinden bahsetmiştik. O duyguların bir kısmı an itibariyle sizden uçup gidince, eski ilhamlı halinizle yarattığınız eserleri ortaya koyamıyorsunuz.


Proust’u kendimce biraz geç keşfettiğim için kendisini şanssız sayanlardanım. Onunla tanışmam ilginç bir yolla olmuştu. Uzun zaman öncesi.. Her zamanki gibi bir şeyler karaladığım dönemler. O zamanlar daha bol vakte sahibim. Sürekli yazıp duruyorum. Her gün sayfalar dolusu. Özellikle sevgim, öfkem, nefretim tavan yaptığında tamamen ayrı dünyalara gidiyorum. Birinin tek bir lafından sayfalar dolusu yazabiliyordum. Ya da minik bir olayı gözlemlemem sayfalar dolusu karalamama yetiyordu. Haddinden fazla derine, gözlemlere ve duygulara sızıyordum. Gün geldi. Bir arkadaşım geldi ve Proust’tan mı öykünüyorsun dedi. İsim olarak bildiğim ama okumadığım bir isimdi. Araştırır araştırmaz şok olduğumu hatırlıyorum. Olaylara bakış açısı ve gözlemler, yaşam şekli, yazı yazma sanatına yaklaşım, hayatı kendi içimizde yaşayış, odamıza ve iç dünyamıza aşkla bağlı olmamız, fiziksel yaşamdan ziyade zihinsel yaşama önem verişimiz, melankoli, yengeç erkeği oluşumuz ve ölene kadar bu duygularla ve yazı yazmaya duyulan aşkla kaplanış derken benzeşen büyük ortaklıklar şoke ediciydi.

Proust’un muazzam gözlemleri, insan ruhunu sarmaşık gibi sarmalayıp hücrelerin en minik huzmelerine kadar inip şoke edici tespitleri ve bunu anlatırken sahip olduğu tarz, insanoğlunun aklı konusunda beni korkutmuştur. Böyle şeyler yazmanın nasıl bir ruh halini işaret edeceğini tasavvur dahi edemem. Büyük bir akıl, enfes bir ruh. Yaptığı tespitlerin üzerine çıkabilmek mümkün olmasa gerek.

Zamanın dev katedralinde yolculuk eden, hayatından demetler sunan Proust, hayatını ve hislerini anlatırken bizlere çok şey anlatıyordu. Böyle bir tarz, bakış açısı ve duygular karşısında, kendisini çok minik hissediyor insanoğlu. Marcel Proust yedi kitaplık dev yolculuğunu “Kayıp Zamanın İzinde Yakalanan Zaman” ile tamamlarken şunu söylüyordu:

“Böyle bir kitabı yazmayı başaran kişi ne kadar mutlu olurdu! O kitabı yazmak ne büyük emek gerektirirdi! Bir fikir verebilmek için, en yüce, birbirinden en farklı sanatlarla karşılaştırma yapmak yerinde olur; çünkü böyle bir kitaptaki karakterlere hacim kazandırabilmek için her birinin farklı yönlerini göstermek zorunda olan yazarın, kitabını titizlikle, birliklerini sürekli yeniden gruplandırarak, tıpkı bir saldırı gibi hazırlaması, bir yorgunluk gibi ona tahammül etmesi, bir kural gibi kabullenmesi, bir kilise gibi inşa etmesi, bir perhiz gibi ona uyması, bir engel gibi aşması, bir dostluk gibi fethetmesi, bir çocuk gibi aşırı beslemesi, bir alem gibi yaratması ve üstelik, açıklaması muhtemelen ancak başka alemlerde bulunabilecek, önsezisi bizi hayatta ve sanatta en çok duygulandıran şey olan o muammaları da göz ardı etmemesi gerekir. Bu tür büyük kitaplarda öyle bölümler vardır ki, zamansızlıktan, taslak halinde kalmışlardır ve mimarın planı fazlasıyla kapsamlı olduğundan, muhtemelen hiçbir zaman tamamlanamayacaklardır. Tamamlanmamış nice büyük katedral mevcuttur.”

Kendisi tamamlanamayacağından dem vursa bile kesinlikle tamamlamıştır.


Mükemmel bir duyumsayıcı olarak neden Proust sorusuna, aynı kitaptan aşağıda alıntılayacağım “sıradan” düşünceleri, bölük pörçük alınmış paragrafları yeterli cevap olacaktır. Bu önemli gözlemlere kesinlikle tanıklık etmenizi isterim. Adeta bir algı dersi.. Ya da aşka, sevgiye bakış açısı.. Veyahut acılardan bile hayatı öğrenme düsturu.. Günümüz sanatçılarını değerlendirmek anlamında da müthiş tespitler içerir:

“Bir edebi eserin oluşturulmasında hayalgücüyle duyarlılığın birbirinin yerini tutamayacağı ve duyarlılığın, pek büyük bir sakınca yaratmadan hayalgücü yerine kullanılamayacağı kesin olarak ileri sürülemez; midesi sindirim işlevini yerine getiremeyen kişilerde de, bağırsaklar bu görevi üstlenir. Doğuştan duyarlı, ama hayalgücünden yoksun biri, buna rağmen dikkate değer romanlar yazabilir. Başkalarının sebep olacağı ıstırap, bunu önlemek için göstereceği çabalar, ıstırabın ve karşısındaki acımasız şahsın yaratacağı çelişkiler bir araya gelip zihin tarafından yorumlandığında, hayal edilmiş, uydurulmuş bir kitap kadar güzel olmakla kalmayıp, sanki yazar kendi başına bırakılmış ve mutluymuş gibi onun tahayyüllerine yabancı, kendisi için, hayalgücünün beklenmedik bir fantezisi kadar şaşırtıcı ve tesadüfi bir kitabın malzemesini oluşturabilir.”

“En aptal insanlar bile, hareketleriyle, sözleriyle, istemeden ifade ettikleri duygularıyla, kendilerinin algılamadığı, ama sanatçının onlarda yakaladığı yasaları açığa vururlar. Sıradan insanlar, bu tür gözlemler yüzünden yazarların fesat olduğunu düşünürler, ama bu hatalı bir düşüncedir. Çünkü sanatçı gülünç bir davranışta, genel olanın güzelliğini görür ve nasıl ki bir cerrah, oldukça yaygın bir dolaşım bozukluğu yüzünden hastayı küçük görmezse, yazar da gözlediği kişiyi bu davranışı yüzünden kınamaz; dolayısıyla, gülünçlüklerle herkesten daha az alay eder. Ne yazık ki, fesat olmaktan çok bedbahttır; kendi tutkuları söz konusu olduğunda, genelliğinin farkında olduğu halde, yol açtığı kişisel ıstıraptan kurtulması zordur. Elbette münasebetsizin biri bize hakaret ettiğinde, ondan hakaret yerine övgüler duymayı tercih ederiz; hele taptığımız bir kadın bize ihanet ettiğinde, sadık kalması için nelerden vazgeçeriz! Ama bunlar olmasa, hakaretin uyandırdığı hınç, terk edilmenin acısı, asla tatmadığımız duygular olurdu; bu duyguların keşfi ne kadar ıstıraplı olsa da, sanatçı için değerlidir.”

“Albertine’e aşık olduğum sıralar, onun bana aşık olmadığını pekala fark etmiş, onun aracılığıyla sadece acı çekme, sevme duygularını ve bir de, başlangıçta mutluluğu tanımaya razı olmuştum mecburen.”

“Öylesine değer verdiğim aşkımın, kitabımda bir insandan tamamen bağımsız olacağını ve bu yüzden de çeşitli okurların, başka kadınlara duydukları hislerle bu aşkı birebir özdeşleştireceklerini düşünmek beni üzüyordu. Ama daha ben hayattayken, hatta yazmaya başlamadan önce bir ihanet, aşkın bir çok kişiye bölünmesi söz konusu olmuşken, ölümümden sonraki ihanet, başkalarının benim duygularımı tanımadığım kadınlara yakıştırması niçin beni dehşete düşürüyordu? Sırasıyla Gilberte uğruna, Mme de Guermantes uğruna, Albertine uğruna acı çekmiştim. Yine sırasıyla hepsini unutmuştum; sadece farklı insanlara yönelen aşkım kalıcı olmuştu. Tanımadığım okurların kirleteceği hatıraları ben zaten onlardan önce kirletmiştim.”


“Bir kitap, çoğu mezar taşının üstündeki isimlerin artık okunamadığı büyük bir mezarlıktır. Bazen de aksine, ismi gayet iyi hatırlar, ama isim sahibinden, kitabın sayfalarında bir iz kalıp kalmadığını bilemeyiz. O çukur gözlü, tekdüze sesli kız burada mıdır? Gerçekten bu mezarlıkta yatıyorsa, kim bilir ne taraftadır, çiçeklerin altında nasıl bulunabilir?”

“Aşkta, mutlu rakibimiz, bir başka ifadeyle düşmanımız, velinimetimizdir. Bizde sadece sıradan bir fiziksel arzu uyandıran kişiye, bir anda muazzam, bilinmedik, ama bizim o kişiyle karıştırdığımız bir değer katar. Rakibimiz olmasa, haz aşka dönüşmez. Olmasa veya biz olmadığını zannetsek. Çünkü rakiplerin gerçekten var olması şart değildir. Bizim iyiliğimiz açısından, şüphemizin ve kıskançlığımızın, olmayan rakiplere hayalî bir hayat vermesi yeterlidir.”

“Nasıl ki ressamın, bir tek kiliseyi resmedebilmek için birçok kilise görmesi gerekirse, yazarın da hacim ve yoğunluk kazanmak, genelliğe ve edebi gerçekliğe ulaşmak amacıyla bir tek duyguyu tasvir edebilmek için bir çok insana ihtiyacı vardır. Sanat uzun, hayat kısadır; buna karşılık ilham kısaysa, tasvir edilmesi gereken duyguların da pek daha uzun olmadığını söyleyebiliriz. Kitaplarımızın taslağını çizen, tutkularımız, kaleme alan ise, aradaki dinleme süreleridir. İlham yeniden doğduğunda, tekrar çalışmaya koyulabileceğimiz zaman, bir duygu için bize modellik etmiş olan kadın artık bizde o duyguyu uyandırmaz. Aynı duyguyu başka bir kadına bakarak devam etmemiz gerekir; insan açısından bu bir ihanet olsa da, edebiyat açısından, bir eserin hem geçmiş aşklarımızın hatırası, hem de yeni aşklarımızın kehaneti olmasını sağlayan duygularımız arasındaki benzerlik sayesinde, bir insanın yerini bir başkasıyla doldurmamızda bir sakınca yoktur.”

(Kayıp Zamanın İzinde Yakalanan Zaman, YKB Yayınları, Çevirmen Roza Hakmen, Sayfa 208-215)

Marcel Proust bu yüzden emsalsiz..

29 Aralık 2010 Çarşamba

Ve Futbol Doğar…


İngiliz çizer ve dağcı Edward Whymper 14 Temmuz 1965’te on yedinci denemesinde Matterhorn ya da Monte Cervino’ya tırmandı. Yoldaki 4400 metrelik ilk Zamatt’ın arkasında kule gibi yükselen kaya piramitlerinden aşağıya inerken Whymper’in grubundan dört kişi düşerek öldü.


Bu Alplere ilk büyük tırmanış değildi. Mont Blanc’ın doruğuna 1799’da Ferdinand de Saussure tarafından ulaşıldı. Fakat Whympher’in muazzam başarısı alpinizm adında yeni bir spor olarak lanse edilmiş ve eğlencenin değişen tutumlarını vurgulamıştı. Spor artık boş zamanı olan seçkinlerin malı olmayacaktı. Ve de avcılık, atış, balık avlama, ata binme, denize açılma ve büyük tur gibi geleneksel uğraşlarla sınırlandırılmayacaktı. Bütün Avrupalılar yeni spor türleri, yeni heyecanlar ve fizik sağlık kaynakları arıyordu.

26 Kasım 1863 günü Londra’da Serbest Masonlar Tavernası’nda Futbol Birliği kurulmuştu. Amaç futbol kurallarını standart bir hale getirmek ve örgütlenmiş yarışmalar için bir çerçeve saptamaktı. Oyun hakkında farklı görüşleri olan temsilciler gidip Rugby Birliği’ni kurmuşlardı. Kısa zaman sonra profesyonel kulüpler kuruldu ve İngiliz Futbol Ligi 1888’de oluşturuldu.

Futbol Birliği’nin futbolu kıtaya hızla yayıldı. Yüzyılın sonunda futbol Avrupa’nın en tutulan sporu oldu ve en çok izlenen oyun haline geldi. FIFA Avusturya, Belçika, Danimarka, İngiltere, Finlandiya, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya, Hollanda, İsveç ve İsviçre temsilcileriyle 1904’ün Mayısında Paris’te kuruldu. Oyunların en eşitlikçisiydi.

Eskilerden kalma bir atasözü vardır: “Futbolda herkes kardeştir.”

22 Aralık 2010 Çarşamba

Ölüm, Tanrı, İnsan ve Sıfır Tolerans


Herkesi gören bir Tanrı.. Kendi iradesiyle yaşamını yaşayan Ademoğlu.. Bizi tutan, bir araya getiren gizli eller.. İster karanlık bir yola gidersin.. İstersen aydınlık. Seçim hakkının bizlere bırakıldığı çetin bir yolculuk. Hayat yolculuğu.. Derinden.. Gizemli..


Müziğin iyileştirici gücü olduğu söylenir. Tibet’ten Echizen’e, Alaska’dan Madagaskar’a, Borneo’dan Şili’ye kadar güçlü bir yoğunluktur bu. Bazı akıl hastalıklarının, geçmişte çeşme ve havuz suyu ile tedavi yoluna gidildiği bir yerkürede, enstrümanların mükemmel uyumunun kulağımızdan geçer geçmez bizi hangi boyutlara götüreceği konusu esrarlı bir yolculuktur. Bu esrarlı yolculuğu daha gizemli kılan şey ise melodilerin ruhumuza verdiği lezzetle birlikte kalbimize ve beynimize söyledikleridir.

Hayatımızı yaşarken karşılaştığımız kırılma noktaları ruhumuzu ne kadar derinden kuşatır? Bizi hangi dünyalara götürür? Hayata daha fazla mı bağlar, yoksa hayatın gizemlerini sorgularken mi buluruz kendimizi?

Yıllar önce Chuck Schuldiner kardeşi Frank’i kaybettiğinde ve bu ölüme dayanarak Death grubunu kurduğunda, zaman ilerledikçe hayatın gizemlerini karşılayan sözleri bizlere yönelteceği muammaydı.

Bir müzik çok güzel olabilir. Sözler dikkate bile alınmayabilir. Dünyanın en güzel sözlerini yazsanız bile müzik ve melodi güzel değilse, zihin çöpe atabilir dolulukları. Güzel melodilerin bizleri ne kadar dönüştürdüğü ortadayken, bunu güçlü, anlamlı ve sorgulayıcı sözlerle seviştirdiğinizde ortaya çıkan şey, insanoğlunun bu hayata ot olmak için gelmediğidir. Bir şeyleri sorgulayıp ruhunu daha yüksek ufuklara yükseltmesidir. İnsan aklının gücüdür. Erdemli bir bakış açısıdır.

Müziği seversiniz ama sözlerle iç içe girdiğinizde sizi kuşatan şey güçlü bir auradır. Sımsıkı sarar sizi. Dinlediğiniz şeyi sadece sevmezsiniz, doluluğuyla gurur duyarsınız. Daha iyiye ve güzele yönelmek istersiniz. Erdemlere..

Death’in Symbolic albümünün en usta işi parçalarından olan Zero Tolerance’da olduğu gibi.. Parça içinde ruhumuzu bıçak gibi kesen ve tüylerimizi dikleştiren solo gitar performansında hayatın derin kuyusuna düştüğümüz gibi.

Bir müzik sadece müzik değildir. Bizlere bir şeyler veren ve erdemden parçacıklar taşıyan edebi bir metindir aynı zamanda.. Hayata dair.. İnsanlığa dair.. Ya da popülerliğin ne kadar boş olduğuna dair..


ZERO TOLERANCE

Gecenin karanlığında…
Diğerleri uyuyorken
Ve bazıları kaçıyorken
Bir parça ışık gördüğünde fırsattan yararlanıyor
Bir hain fantezilerini dışarıya kusuyor-
Bağışlanamayacak kadar haksız bir küfür

Varoluşun ötesinde bir yaşam sürememek
Oldukça tuhaf olmalı

Bu bir güç sınavı değil
Bu kazananı ya da kaybedeni olan bir oyun değil
Bırak bunu adalet çözsün

Hoşgörü sıfır olacak
Kutsanmış niyetlerinin yaratıcısı için
Hoşgörü sıfır olacak
Senin hüküm veren tanrın kaderindir

Karma parçalanıyorken
Arkasında çok derin bir yara izi bırakıyor
Bir kapıyı işaret ederek
Sözlü kahpeliğin kaynağı olan
Makineler mihrabı sunarken
Erdemli hayatların kutsandığı yerde

Varoluşun ötesinde bir yaşam sürememek
Oldukça tuhaf olmalı

Bu bir güç sınavı değil
Bu kazananı ya da kaybedeni olan bir oyun değil
Bırak bunu adalet çözsün


http://fizy.com/#s/1lvdr3

20 Aralık 2010 Pazartesi

Life On Mars: “Hayatla Kalın Paralellik!”

David Bowie “Life On Mars” şarkısını 70’lerde kulağımıza fısıldadığında derinlerdeki mesajı ne kadar doğru alabilmişizdir bilinmez. Şarkı, Mars’ta hayatın olduğuna dair bir konuyu şiar edinmiş bir sinemaya giden kızın hikayesidir. Sözler dolaylı olsa bile hayata atılma yoluna girmesi gereken ergenlerin bir çok şeye yabancılaşması konusuna sarkastik sözlerle eğilmekteydi. Belki de LSD çekmiş bir kızın kendinden geçiş anıdır söylenegelen.

Britanya kasvetli ve puslu havasıyla garip bir hüzündür. Göremediği güneşiyle umutsuzluk deposu da olabilir. Bu öyle kasvetli bir ruh halidir ki, geçmiş bir dönemde ergenlikten yeni çıkmış Paradise Lost elemanları Halifax’daki mezarlıkta umutsuzca pozlar verebiliyorlardı; “biz mutsuzuz, hiç umutlu değiliz” tadında. İklimlerin insanları çok etkilediği söylenebilir. Sürekli güneş gören bir insan evladı ile yağmur ve puslu havayı tadan insan evladı arasında bir farklılık olacaktır. Dünya tarihine damgasını vurmuş bazı büyük isimlerin zamanın ötesindeki düşüncelerini biraz da kasvetli havaya yormak lazım. Eğer ortada bir kasvet yoksa melankolik ruh haline girebilmek bir o kadar zor. Puslu Britanya dünyaya Shakespeare ve Bacon gibi dahileri sunmuştu. Yaşanması zor Britanya’nın dünyaya ve kendi içinde yaşayan halkına verdiği en büyük yaşam sevinci belki de müziğidir. Özellikle 60 ve 70’li yıllarda çıkışa geçen özgürlükçü söylemleri içeren müziği..The Beatles’ından Pink Floyd’a, Deep Purple’dan Rainbow’a, David Bowie’den Thin Lizzy’e kadar..

1970’li yılların kendine has dinamikleri çekici gelir bazılarımıza. Özellikle Britanya açısından. İşçilerin haklarının peşine düşmesi, günümüzde bize hala çok çekici gelen liman işçilerinin kendine has dinamikleri, İngiltere’de çok büyük acılar çekmiş İrlandalıların mücadeleleri ve tüm bu mücadeleler, keşmekeşler yaşanırken onlarla paralel yoldan gelen Rock müzik olgusunun başkaldıran ve ezilen sınıfın yanında duran söylemleri pembe rüyalara götürmüştür bizleri.


Önemli bir dava peşinden koşturan dedektif Sam Tyler, kız arkadaşı bir katil tarafından ele geçirildiğinde şok yaşamaktadır. Biner arabaya ve basar gaza.. Döktüğü gözyaşlarıyla.. Durur otobanın ortasında bir anda. Çıkar dışarıya.. Tüm dünya durmuştur o an. Ve beklenmedik bir anda hızla ona çarpan bir arabayı görürüz. Yere kapaklanmıştır adamımız. Hayat ile ölüm arasında bir yerde sabitlenir.. Gözünü açtığında ise gördüğü bambaşka bir dünyadır. Geniş yakalı bağrı açık gömlek, İspanyol paça pantolon… 1973 Britanya’sında bulur kendisini Sam Tyler..

Spooks ve Hustle’ın yaratıcısı olan Kudos’un gerçekleştirdiği bir proje olan “Life On Mars” gizemli, polisiye, yer yer politik ve inanılmaz neşeli bir dizi. 1970’lerin canlılığına ışık tutan bir tarihsel proje tadında. Bazen bizleri düşündüren, siyasi çatlakların bam teline dokunan, yeri gelince bizi gülme krizlerine sokan ve 1970’lerin başkaldırışından izler barındıran. Dizinin bütünsel anlamdaki yüksek kalitesini geçtim, 1970’lerden bu yana politik, müzikal, toplumsal ve kuşak farklılıkları reaksiyonlarının nereden nereye geldiğini tartma konusunda müthiş dokumalar yapıyor. Dizinin müzikleri tek kelimeyle muhteşem. Tarihe damgasını vuran bir çok Rock parçasıyla kulaklarımızın pası silinmekle kalmıyor, dizide yer alan her karakterin kendine has özellikleriyle inanılmaz eğleniyoruz. O dönemde inanılmaz bir özgürlük ortamının olduğuna şahitlik ediyoruz. Dizi boyunca yakılıp durulan sigaralar, mideye boşaltılan viskilerin haddi hesabı yok. İşyerinizde çalışırken masanıza ayaklarınızı uzatarak, şefinizin karşısında elinizde puronuz, tüttürerek gevrek gevrek konuşmanız ilginç gelecektir günümüzde. Özgürlüklerimiz her geçen gün kısıtlanıyor sanki. Her geçen gün resmi hale dönüştürülen ve robotlaştırılan düzeneklerden farkımız kalmadı. Ne kadar robotlaştığımızı işte bu diziyi izlerken anlıyoruz.

Bu diziyi izlerken IRA sorunundan futbol holiganlığına, yozlaşmışlıktan işçi sınıfının haklarını koruma mücadelesine kadar bir çok şeye şahitlik ediyoruz. İrlandalıların neden dik kafalı göründüğün farkına daha yakından varabiliyorsunuz. İngiltere’nin göbeğinde yaşayanlar elini boka değdirmezken bu tür işler için İrlandalıları bok yoluna göndermeleri, İrlandalıların hayata tutunabilmek için yeter ki iş olsun mantığıyla hareket edip elini boka değdirirken, üstüne üstlük kendini beğenmiş, kibirli İngilizlerin hakkını yemesine dayanamaması güçlü bir anekdottur. Özellikle birinci sezonun 5. bölümünde Manchester United ve Manchester City taraftarları arasındaki husümet, tamamen futbol odaklı olan bölüm dillere destan. Futbolun hayat ile ne kadar iç içe olabileceği ve futbolun bizlere yüklediği gerçek anlamın farkına varabilmek noktasında nokta atışı dersler veren bir bölümdür. Kahramanımız Sam Tyler’ın, bölümün sonunda United’lı fanatikle giriştiği muhabbet müthiştir:

Sam: “Babamla futbola giderdim. United ve City taraftarları maça beraber yürürdü. Yan komşumuz, camına City bayrağı asardı. Çocuklar sokakta beraber oynardı. Kırmızı ve mavi. Ve sonra senin gibi insanlar geldi ve bunu bizden aldılar.”

Fanatik: “Bak, iyi bir kavga oyunun parçasıdır. Bu gurur. Takımınla gurur duymak, en iyisi olmak.”

Sam: “Hayır, değil! Bu nasıl başladığı ve sonra arttığı. Televizyonda ve basında çıkar ve sonra diğer kulüplerin taraftarları diğerlerini bastırmaya çalışır. Sonra da nefrete dönüşür. Artık futbolla ilgili yapacak bir şey kalmaz! Artık çete işidir. Ve senin gibi bok çuvalları ülkeyi dolaşır. Kimin daha çok belaya neden olacağına bakarlar! Sonra bir polis olarak aşırı tepki gösteriyoruz ve çitleri yükseltmek zorunda kaldık. Ve taraftarlara hayvan gibi davranıyoruz. Kıskaca alınmış, kırk, elli bin insan. Bir şeyler olduktan ne kadar zaman önce? Kötü bir şeyler olduktan ne kadar zaman önce vücutları uzatıyoruz? Sen bir United taraftarısın. Birini öldürdün.”

Fanatik: “Yanlış gitti. Ben onu sadece dövecektim.”

Sam: “Öldü. Bu benim. Bu sana ait değil. Bu bütün hafta çalışan ve cumartesi çocuklarını maça götüren ahlaklı insanlara ait. Colin Clay gibi insanlara ait.”



Zaman yolculuğunun en eğlenceli ve garip dengesizlikleriyle bizi garip bir transa sokan dizi, 2006 yılında başladı. İki sezon yayınlandı ve her sezonu birer saatlik 8 bölümden oluşuyordu. 2008 yılı versiyonunun bu diziyle kalite anlamında ilgisi yoktur.

Baş adamımız Sam Tyler, kurallara körü körüne bağlı, asla rüşvet almayan, inanılmaz insancıl ve naif bir dedektifken, bölümlerinin şefi olan Gene Hunt karakterini oynayan Philip Glenister ise öfke küpü oluşu, huysuzluğu, inanılmaz celallenmesi, gaz hali ve kontrolsüzlüğü ile gülme krizlerine sokuyor bizleri. Muazzam eğlenceli bir karakter ve Sam ile giriştikleri ters diyaloglar destan tadında. Çarpılmamak mümkün değil. İnanılmaz keyif veren LSD’den farksız bu dizi. Hem diyalogları, hem konusu ve hem de müzikleriyle. Hem de tarihsel gerçeklere dokunuşuyla. Özellikle bazı bölümler inanılmaz çarpıcı ve akıl dolu.

Peki bu dizinin adı neden Life On Mars?

Dizinin başında, kaza anında arabada çalan şarkı David Bowie’den Life on Mars’tır.. Ondan olsa gerek..

Bir çok dizi çılgınlar gibi izlenip değerlendirmelere tabii tutulurken, böyle harika bir dizi üzerine neden pek konuşulmamıştır, o da ayrı merak konusu..

17 Aralık 2010 Cuma

What's Heavy? (Bölüm V)


Death Metal’in tam anlamıyla oturmasından birkaç zaman önce ortaya çıkmış Death, Morbid Angel, Massacre, Sepultura, Entombed, Slayer, Posssessed gibi gruplar Hıristiyanlık doktrinlerine karşılık kendi fikirlerini katarak mezhep ayrılıklarına dikkat çekmişler, yaşamı her insanın kendi bireysel fikirleriyle yönlendirmişler, varlıkla ilgili ve bağımsız bir çok sosyal etmenleri müziklerinde takdim etmişlerdir. Ahlaki değerler müziğin içinde sorgulanırken Death Metal demeçleri asla yavşaklığı, samimiyetsizliği içermemiş, söz konusu ekstrem tarz; gizli saklı bir düzlemde ilginç ideolojiler ve akıcı tasvirlerle kendisini ortaya koymuştur. Soundsal olarak nasıl açabilirdik bunu? Yapısal düzenlemeleri fazlasıyla üzerinde bulunduran, çok sert olmasına rağmen aslında çok dokunaklı pasajların güçlü şekilde, kaos ve karanlık bir ortamda suratlarımızda patlaması, bunu dinamik bir tonla sağlaması ve söz konusu yapısal düzenlemeleri, müzikal motifleri kilit nokta olarak yansıtması.

1990’lı yıllarla beraber metal müzik periyodunda daha büyük patlamalar oldu ve daha fazla ürünler vücut bulmaya başladı. Bu dönemlerde sound melodik pasajlarla da pekiştirilmiş ve müziğe değişik renkler katılmıştı. Bu yıllarda Thrash Metal düşüşe geçmiş, kimlik değiştirmiş ve farklı bir hal almışken Death Metal Avrupa ve Amerika’da büyük bir aşama kaydetmiş, Black Metal de Kuzey Avrupa’dan tüm dünyaya yayılmaya, insanları etkilemeye başlamıştır. Ayrıca Doom Metal de yükselmeye başlamış ve dikkatleri iyice üzerine çekmeye başlamıştı. Bu dönemde Death ve Black Metal ikinci yükselme dönemlerini yaşıyor gibiydiler. Mesela Death Metal bu esnalarda daha renkli yollara gitmiş, tekniklik olgusunu temel amaç olarak ele almış, renkli süreçleri ortaya koymuştur. Üretimler artık daha duygulu, yine underground ve piyasa kaygısından uzaktı. Ahlak kuralları etnik, çevresel ve eşsiz kaynaklarla duygusal bir şekilde dikkatleri çekiyordu. Aslında 1993 yıllarına kadar ekstrem tarzlar birkaç kişinin elindeydi, o kişiler de bu işe kendilerini adamışlardı ve oldukça underground yapılarını devam ettiriyorlardı. Ama diğer müzikal türlerle kıyaslanmalara gidildiğinde bariz farklılıklar dikkati çekiyordu. Bir yandan da kendini beğenmiş, kibirli, ben senden daha iyiyim tarzı ideolojik bakış açıları da yer alabiliyordu ve bu aslında tüm türler için en büyük belaydı.


1993 yılından itibaren metal müzikte liriksel yönlere çok önem verildiğini ve felsefi alanların farklı bir boyut kazandığına da şahit olacaktık. İşte bu noktadan sonra Death Metal derin boyut kazanmış, felsefi derinlikleri içermiş, genel düşüncelerini topluma daha ikna edici bir şekilde yansıtmaya başlamıştır ve bu tarzın söz konusu dönemde bir anda tavan yapmasına neden olmuştur. Bu noktada Death grubunun ortaya koyduğu yeni yapıyı es geçemezdik, çünkü heavy arenasında çok etkili lirikler, filozofça bakış açıları, etkileyici pasajlar çok sağlam karakterlerle aktarılmış ve bu insanları düşünmeye sevk etmişti. Ama grubun lideri Chuck Schuldiner yaptıklarıyla her zaman heavy dünyasında ayrı bir yere sahip olmuş ve bu ekolün en önemli temsilcilerinden olmuştur. Çünkü onun farklılığı; türlerde etiketlendirmelere karşı çıkması ve her şeyin Metal müzik için olduğunu söylemesiydi. Zaten karakteri ve davranışlarıyla bu müzik arenasında herkesten çok farklı olduğunu tüm dünya kabul edecekti.

Bu yıllarda yaşanan bu gelişmelerin asıl özelliği neydi? Metal müzik artık büyük bir farklılığı ortaya koymuş ve modern bir hal almıştı. Bunda liriksel temaların büyük bir önemi olmasının yanında müzikal pasajların daha teknik ve melodik bir hal alması da etkendi. Belki Thrash ve Speed Metal eski etkisini kaybetmişti ama çeşitli alternatifler ortaya koyulmuş, diğer Heavy tarzları bu açığı fazlasıyla kapatmıştır. Yılların en etkili müzikal tarzlarından Thrash Metalin eski etkisini kaybetmesi belki sayısız insanı çok üzdü ama madem Metal müzik toplumsal ve dünyevi değişikliklere göre kendisini geliştiriyor, ileriye gidiyor, kendisini değiştiriyor; mevcut olan tüm müzik türleri de bunu takip etmek zorunda kalacaklardı. Bu değişime ayak uyduramayan eski gruplar tarihte güzel anılarıyla yer alırken, değişime ayak uyduranlar da eskisi gibi çok etkin olmasalar da yaşamlarını sürdürecekler ve diğer müzikal tarzlarla birlikte Heavy arenasında yerlerini alacaklardı. Diğer ilginç nokta ise Thrash Metal tek başına her ne kadar etkisini kaybetmiş gibi görünse de ortaya çıkan bir çok türe kaynaklık etmiştir. Zamanın sert gruplarına dikkat edildiğinde Thrash Metal tarzının kökenlerinden izlere rastlanmıştır. Death Metal ve Black Metal gibi tarzların alt yapıları aslında Thrash Metal kökenlerine dayanarak vücut bulmuştur. En önemlisi şu lafı kullanmamız asla yanlış bir cümle olmayacaktır: Dünya üzerinde vücut bulan sayısız ekstrem tür ve gruba kaynaklık eden tarz ve bu tarzların atası Thrash Metal soundu, etkilenimleri ve lirikleri olmuştur.


Yine bu dönemlerde Old School (Florida) Death Metal olarak adlandırılan oldukça ekstrem heavy tarzı tamamen kabuk değiştirip mazide kalacak, yeni türler ortaya çıkacaktı. Bu esnada Therion’un ilk albümüyle beraber yeni bir türün müjdesi verilmiş gibiydi. İsveç Death Metali olarak adlandırılacak olan bu tarz büyük bir patlama yapacaktı. Gerek görünümü gerekse liriksel bakış açılarıyla. Müzikal bakış açısı değiştirilerek kendi bilincinin farkında olan, ahlaki değerlere bakış atan, yer yer anti-dinsel bakış açısını yansıtan ama kısmen de din olgusunu Metal müzikle çatıştıran bir türdü. Ahlak kuralları ve erdemler emniyetteydi! Hemen sonrasında In Flames, Dark Tranquillity, Hypocrisy, Amorphis, At The Gates gibi gruplar da bu konuda atağa geçecekler ve yeni ideolojileri gözler önüne sereceklerdi. Bu noktada daha kırılgan ve bazı yönleriyle de saldırgan pasajlardan örneklemeler sergilenecekti. Bu da ayrı bir tür ve ideoloji olarak Metal arenasındaki yerini alacaktı. Özellikle mitolojik yönlere ayrıntılı bakış açıları ve bir çok felsefi bakış açısını derince, ince boyutlara girerek, coşkun ve karanlık atmosferler katarak liriksel anlatımı ortaya koymaları bu türü daha farklı yerlere götürdü. Aslında İsveç Death Metali içinde sayısız değişken bakış açıları vardı ve her grubun kendine has bir anlatım ifadesi vardı. Bu yüzden İsveç Death Metali’nin genel ideolojik yapısını anlatmaktan ziyade bu türde müzik yapan grupları ayrı ayrı incelemek gerekir ideolojik bağlamda.

10 Aralık 2010 Cuma

Medeniyet, İnanç, Kızılderililer ve Post-Modern(!) Zihniyetler


Yaşam nedir ?
Geceleyin bir ateş böceğinin saçtığı ışıktır.
Kışın bufalonun soluğudur.
Otların arasında koşan
Ve günbatımında kaybolan gölgeciktir.

Karaayak (1821-1890
)


Günümüzde medeniyet dediğimizde içi boşaltılmış bir kavramla karşı karşıya kalırız. Bize tabakta sunulan neyse, akıl yetimiz nispetince ona göre besleniriz. Gücü elinde tutanlar en medeni olanın kendisi olduğunu gösterebilmek için minik bir kuyuda kırk takla atar. Gücü elinde tutan Beyaz Anglo-Sakson Protestan zihniyet en medeni olduğunu zırvalar durur. Ya da onun yolundan gidenler gözlerimize serdikleri barbarlıkları ve insanları köle yerine koyuşlarıyla adeta dalga geçer medeniyet görselliğiyle.

Kadınını pazarlar, kadını bir mal gibi kullanır, kendisini pazarlar, parasıyla her şeyini pazarlar, senin zihnini psikolojik algılamalarla darmadağın etmek ister ve akıl yetisinden yoksun olanları kuyusuna düşürür. Size de aşağıdan el sallamak düşer. Pazarlanan kadın pazarlandığının bile farkında değildir. Farkında olsa bile cebine attığı paranın tadına bakar. Başka şeylerin de!

Nice sorunlar içinde boğuşan toplumları parayla tuzağa düşürüp sömürenler, yüzyıllar boyunca kara inci Afrika’yı sömürüp zenginliklerini kendi cebine sokanların ne idüğü belirsiz hastalıklı fikirleri ve eylemleri gözler önündeyken, sömürülenler barbar, sömürenler en medenidir. Aynı zihniyet dağdan gelip bağdakini kovmuştur yıllar boyu. Yemediği bok kalmamışken kendisi dışındaki her şeyi terörist, barbar, şeytan unvanıyla damgalamasını iyi bilmiştir. Yıllar boyu saf düşünceleri, topluma olan saygıları, doğa anaya duydukları sevgileri ve karıncayı bile incitmeyen nazik tavırları ile yüzyıllar sonra bize insanlık dersi veren insanlar topluluğunun kökünü kazımasını iyi bilmiştir bu zihniyet. Medeni olan yine de kendileridir. Kırmızı halılar üzerinde yürüyenlerdir medeniler. Katledilen hayvanların derilerini üzerinde taşıyan, emeği sömürülen kara inci toprak parçasından elmaslardan taşlar takan, bir çok masumun uğrunda öldüğü nimetleri tadan zihniyettir medeni olan..

Yerseniz!

Bazen görürsünüz Hollywood sinemalarındaki ya da bazı dizilerdeki Amerikan yaşamı saçmalığını. Hayallerin ülkesini.. Hayallere ulaşmak ve para kazanmak için her yolun mubah olduğunu. Gençleri sefilden farksızdır. Hayatlarının anlamı balolardır. Balolarda ya da doğum günlerinde caka satmaktır. Hayatı her yönüyle değil kasık arasından ibaret tutmaktır. Kendisinden ve kendi salak topluluğundan başka herkesi aşağılamaktır. İzlersiniz. Göz atarsınız. Her şeye şahitlik edersiniz. O bir film olsa bile o filmlerin yaşanmışlıklardan ve gerçekliklerden yaratıldığını bilirsiniz. O kadar aptalca zevklerin ve yaşam dürtülerinin boyunduruğunda boğulmuşlardır ki, aptallıklarının farkında bile değillerdir. O çok medeni okullarının koridorlarında, kız kıza gidilen tuvaletlerde, içilip zıbarılan barların, kıçların sallandığı diskoların sarhoş ediciliğinde felsefi ve erdemsel muhabbetlerine şahitlik edersiniz. Hayatın anlamını bulursunuz! Erdemli ve yürekli!



Chamalu’nun yüreğinden kopup gelen ve yüreğin yolu olarak adlandırılan düşüncelerin ne kadar ehemmiyeti vardır ki? Medeni(!)lerce barbar olarak görülen ve katledilenler tarafından beyinlerimize zerk edilen şu sözleriyle:

Her şey kutsaldır; her şey büyük
Tanrısal tapınağın bir parçasıdır.
Eğer yüreğinden bakarsan,
Her yerde güzellik görürsün.



Eğer sarhoşsanız, aptalsanız, kandırılmışsanız, akılsızlığınız nedeniyle tuzağa düşürülmüşseniz hiçbir şey sizi mutlu edemez. İçi boş geçici heveslerden başka. Ki o da geçiciliğe mahkum!

Uygar olan hep Batı olmuştur. Kendilerinden başka kimseye koklatmak istememişlerdir bu erdemlerini! Çok yönlü bilgilenmiş olan ve bu bilgilerin özünü kavramaya çalışanlar için bu terim çok farklı. Kandırılmaları bir o kadar zor. Batı’nın vahşi ya da az gelişmiş diyerek aşağıladığı bir çok ulusun, doğa ile hatta kendisi ile daha bir uyum ve barış içerisinde olduğunu biliyoruz.

Birkaç yüzyıl geriye gittiğimizde, Kızılderililerin uzun yıllar boyunca taşıdıkları görüş ve yaşam örgülerinin günümüz modern insanlarına yüce bilgelikler sunduğunu görüyoruz. Göremediğimiz bir yaratıcıya, yaratıcı güce, Doğa Ana’ya ve geri kalan her şeye nasıl davranacağımızı odak noktasına alan bir felsefedir bu. Yaşayan varlıklar olarak bizim dışımızda kalan her şeye nasıl davrandığımız, dünyamızdaki yaşam örgümüzü çizen güçlü odaklardan biridir bu. Doğa’yı ve görünmez güçlerin tümünü bir potada erittiğimizde bedenimiz ve zevklerimiz önemsizdir. Kızılderililer doğanın her parçasıyla yaşamayı yemek yemek, su içmek gibi sıradan saymışlardı. Onlar kendilerinden ziyade doğadaki her ağaçla, her taşla, her hayvanla ve akan ırmakla varoluyorlardı. Onlar aslında kendilerince tüm yaşamlarıyla ibadet ediyorlardı. İçtikleri sudan, adım attıkları toprak parçasına kadar.. Yaşamları bile bir ibadetti. Medeni Batı’nın her Pazar günü toplanmasına benzemezdi bu. Ya da yediği her haltın ardından bir günah çıkarmayla temizlendiğini sanması kadar aptalca değildi bu bakış açısı.



Kara Geyik şöyle diyordu:

“Beyazların kendilerinden başka hiçbir şeyi umursamayarak bizim yarattığımız ulusal çemberimizi kırdığını görebiliyorum. Bizden alabilecekleri her şeyi alacaklar ve kullanabileceklerinden daha fazlasını da isteyecekler. Kalabalık insan topluğundan geriye bir şey kalmayacak ve belki de açlıktan öleceğiz. Dünyanın (doğanın) onların anneleri olduğunu unutacaklar. Bu onları, benim insanlarımın eski yollarından daha iyi hale getirmeyecek ve bizden daha iyi olamayacaklardır.”


Medeni beyazlar Amerika’ya ayak basar. Yerlilere ait her şeyi almaya, bir tehdit ile karşılaştığında köklerini kazımaya başlar. Bildiğiniz soykırım uygulanmaya başlanır. Yapılmayan zorbalık yoktur. 1854 yılında şef Seattle, halkının topraklarının satması istenmesi üzerine ibretlik bir konuşma yapar:

“Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Biz bu dünyanın bir parçasıyız. Ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz. Kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye ait.

Dünya beyaz adamın kardeşi değil, ama düşmanıdır ve onu fethetti mi ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarlarını geride bırakır ve aldırmazlar. Annesi dünyayı ve kardeşi göğe, satın alınan, yağma edilen, koyunlar ya da parlak boncuklar gibi değişilen birer malmış gibi davranır. İştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır.

Beyaz adamın şehirlerinde sakin yer yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Ama belki de benim vahşi olmamdan ve anlamadığımdandır. İnsan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını ve su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?

Ben vahşiyim ve başka bir yoldan anlamam, çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm. Beyaz adamın geçen trenden vurup, bıraktığı. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın, bizim sadece canlı kalmak için öldürdüğümüz bufalodan nasıl daha önemli olabildiğini anlamıyorum.

Dünya annenizdir, dünyaya ne olursa, dünyanın oğullarına da aynısı olur. Eğer insanlar yere tükürürse kendi üzerlerine tükürürler.

Bunu biliyoruz biz, dünya insana ait değildir, insan dünyanındır. Bunu biliyoruz. Bütün her şey bir aileyi bağlayan kan gibi birbirine bağlı.”


Bu konuşma hala Washington’da muhafaza edilmektedir. Amerikan Expo 74’de sunulmuştur. UNEP tarafından çevre üzerine şimdiye kadar en güzel ve içten anlatım olarak kabul edilmiştir.


Yazıyı Tatanga Mani’nin (Yürüyen Bufalo) bir sözüyle kapatalım:

“Ağaçların konuştuğunu biliyor musunuz?” Bu soruya kendisi yanıt verir. “Evet konuşurlar; kulak verirseniz, sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun beyazların dinlememesidir. Kızılderilileri dinlemeyi hiç bir zaman öğrenemediler. Oysa ben, ağaçlardan çok şey öğrendim; bazen hava, bazen hayvanlar, bazen de Yüce Ruh hakkında.”


Onlar için her şey aslında çok basitti. Her şey Vakan Tanka’ydı. Yani onların inancına göre Yaratıcı Güç, Her Şeyin Kaynağı, Büyük Ruh..


Varolan her şey canlıdır.
Chukchee Şamanı

9 Aralık 2010 Perşembe

Sonunu Göremeyen Diziler

(Bana Göre Dünyanın En İyisi: Six Feet Under)

Her yeni dizi, eğer kaliteli ve farklıysa yeni bir soluk, yeni bir hevestir. Büyük bir hevesle gömülürsünüz içine. Diziler sinemalardan farklıdır. Uzun soluklu oluşunun yarattığı farklılık söz konusudur. Uzun soluklu olmanın getirdiği bir aidiyet duygusu vardır. Kendinizden bazı parçaları görürsünüz. Gerçekleşen olaylar içinde kaybolursunuz. Bazı karakterlerle aranızda bir bağ oluşur. Daha doğrusu dizinin her yönüyle garip bir bağ kurarsınız. Bazen Dexter Morgan’sınız, bazen Gregory House, bazen Mick St. John gibi insancıl bir mahlukat, Dan Vasser gibi gizemli, Kyle gibi saf, Molly Caffrey gibi işkolik, Amiral Adama gibi babacan, Nate Fisher gibi gerçekçi ve yahut ilk sezonlarında olduğu gibi Dean gibi yavşak..

Böyle bir bağı nasıl kurarsınız? Bir dizinin içinde nasıl kaybolursunuz ve aidiyet bağı kurarsınız? Haftada bir bekleyerek bir dizi ile bağ kurmak elbet mümkün ama DVD oynatıcınızda tüm bölümleri sırayla izlediğinizde aldığınız keyif gibisi yoktur. Bu daha etkili bir yöntem. Kurduğunuz bağı iyice güçlendiriyorsunuz. Çok fazla dizi takip ediyorsanız, her hafta hepsini teker bölüm üzerinden izlemek tamamen dağılma sebebi. Hem kafa olarak hem de takibat anlamında. O yüzden hala devam eden dizilerin misal Caprica, Dexter, Fringe, House MD, Supernatural, SGU Stargate Universe, The Event, The Vampire Diaries vs gibi yeni sezonlarına veyahut devam eden sezonlarına hala göz atmamış bulunmaktayım. Elimde izlemek üzere 30-35 tane daha dizi olduğu için ve bunların çoğu bitmiş diziler olduğu için bu anlaşılabilir bir durum. Bitenlere yönelmen doğal.

Hani olur ya. Kurulursunuz rahatça. Başlarsınız izlemeye bir diziyi. Sarar sizi. Hoşunuza gider. DVD oynatıcınızda sırayla her bölümü izlemektesinizdir. Bölümler ilerledikçe sizi bütünüyle kapsar oyuncular, karakterler ve olaylar örgüsü. Hiç bitmesin istersiniz. Sanki farklı bir hayat algılaması oluşturmuşsunuzdur. Bir gerçek dünya vardır, bir de fantezi dünyası. Bu fantezi dünyası sizi günlük yaşamın yoruculuğundan uzaklaştırır. Bir umut aşılar. Bazen öfke.. Bazen derinden gelen bir duygu.

İçinizde sürekli yinelenip duran derin bir ses:

Bitmesin..
Bitmesin..
Bitmesin..

Ama biter. Gün gelir biter. Yarattığınız fantezi dünyasının bir parçası kopup gitmiştir kutsal dünyanızdan. İçiniz çoraklaşır o an. Üzülürsünüz. Sizin için önemli olan insanları toprağa vermişsinizdir sanki. Rahatsız edicidir. Ya bir de bu diziler sonunu görmeden bitmişse? İşte bu oldukça sinir bozucu.

Özellikle 2000’li yıllardan itibaren oldukça farklı konulara yönelen ve bu yönüyle büyük paralara ve yapımlara ihtiyaç duyan dizilerin sayısında büyük bir artış söz konusu. Fantastik, korku, gizem ve bilim kurgu öğelerinin üst seviyede olduğu diziler gerçekten çok pahalı yapımlar. En çok dikkat çeken diziler de genelde bu türden diziler olabiliyor. Dikkat çekmeleri doğal. Kullanılan yüksek bir teknoloji söz konusu ve bu durum her zaman para demek. Hem de çuvalla para..

Bahsettiğimiz bu dönemlerde nice diziler yayınlandı. Bir çoğu ikinci sezonlarını göremeden çat diye bitirildi. Bu dizileri aradan geçen birkaç yıl sonra izleyen bizler hayıflanıp durduk. Ya da bazıları ülkemizdeki bazı kanallarda yayınlanırken bir anda biten dizilere hayıflandık. Ve neden bittiklerini sorgulayıp durduk. Öyle ya, gerçekten çok güzel dizilerdi. Çok kalitelilerdi. İçi dolu dizilerdi. Saçma sapan onca dizi dururken neden bu diziler çöpe atılmıştı? Sinir bile yaptık. Neden ama? Neden biterler anlamsız bir şekilde.

Cevap çok ama çok basit. İsterseniz dünyanın en kaliteli dizisini yapın. İsterse çok fazla sayıda izleyeni olmasa bile inanılmaz kemik ve fanatik hayranlara sahip olsun. Her şeyin nedeni çok basit: Kapitalizm.. Para.. Reklam..

Bu dizileri finanse edenler insanlara bir şeyler vermeyi, bir şeyler göstermeyi, bazı dersler vermeyi düşünmüyordur bile. Yönetmenler ve oyuncular belki bazı mesajlar vermek ister ama o dizilerin mali gücünü elinde tutanlar için asıl gerçek çok farklı. Onlar yatırdıkları paranın çok daha fazlasının dönmesini beklerler. Başa baş gitmeyi bile düşünmezler. Eğer izleyici kitlen yeterli değilse, izlenme oranı düşükse ve bu durum mali anlamda zarara uğramanıza sebep oluyorsa, yatırdığınız para size fazlasıyla geri dönmüyorsa tamamen kapitalist bir ruh ile işini yapan para babası, izleyicinin, en fanatik izleyicinin göz yaşını bile dikkate almadan kilidi vurur hemen diziye.

Bu noktada dizilerin yayınlandığı ülkedeki izleyici profilini de sorgulamak lazım. O kadar kaliteli dizileri nasıl olur da takip etmezler değil mi? Herkes sizin gibi düşünmez ki ama! Bize aptalca gelebilecek şeyler onlara muazzam geliyordur. Hayatı sorgulayıcı dizilerdense seksist öğelerin baskın olduğu saçmalıkları seviyorlardır belki de. Daha Irak’ın bile nerede olduğunu bilmeyen bir halkın akıl düzeyi ile uğraşacak değilim. Hal buyken gerçekten içi dolu bazı dizileri neden takip etmediklerini sorgulamak gülünç olur.

Eski dönemlerde ve özellikle son dönemlerde izleyip sonunu göremeyen bazı diziler söz konusu. Birkaç tanesini burada dikkate alıyorum. Bu dizilere başlamak isteyenler sonunu göremeyeceklerinden de emin olsunlar isterim..

KYLE XY

Garip bir dizidir gerçekten. Bazı yönleriyle Amerikan yaşamının ve Amerikan aile yapısının kutsallığı örgüsünü gözlerimizin içine sokadururken, bir yandan da inanılmaz bir insancıllığa dokundurması ve bilimkurgu/aile dizisi tarzında görünse bile bizleri duygusallığıyla gözyaşlarına boğması ilgi çekicidir. Süt gibi tüysüz, göbek deliği olmayan bir gencimiz kendisini ormanda bulur. Ne adını bilir, ne de geçmişini. Konuşmak bile konuşamaz. Bir bebekten farksızdır. Koruyucu bir aileye verilen Kyle, bir çok özel yeteneğe sahiptir. Zaten iki çocuğa sahip olan Amerikan ailesinin, bir deney ürünü olan ve küvette uyuyabilen Kyle için bir çok şey yapması, kendi öz evlatlarından ayırt etmemesi ve gerçekleşen olaylar silsilesi ilginçtir. Garip yeteneklere sahip olan Kyle’ın aşk macerası da komiktir. Her şeye rağmen, özellikle ilk sezonu itibariyle en sevdiğim dizilerdendir. Az gözyaşı dökmedim bazı sahnelerde.. Amanda denen zerzevat beni az uyuz etmemiştir. Üçüncü sezonunda çat diye bitirilmiştir. Koskoca üç sezon dayandınız, bir sezon daha mı dayanamadınız!

MOONLIGHT


Dört yaşındaki bir kızı kurtardıktan sonra tamamen farklı bir hayat yörüngesine giren, oldukça insancıl, yardımsever bir hal alan vampir ve özel dedektif Mick St. John’un hikayesi. 85 yaşında olup 30’lu yaşlarında görünen karizmatik bir kahraman. Eğer, dört yaşındaki ufak kızı, 33 yıldır evli olduğu vampir eşi kaçırmışsa ve onu öldürerek kurtarmışsa daha da ilginç. Dört yaşındaki kız büyür, kocaman, çok güzel bir muhabir olur Beth Turner adında. Yolu Mick St. John ile kesişir. Bir çok cinayeti birlikte aydınlatmaya başlarken, zamanla geçmiş kaderin gerçekliği de aydınlanır. Beth anlar ki, Mick St. John onun koruyucu meleğidir ve onun sırlarını paylaşmaya başlar. Bu dizide beni en çok vuran nokta ise Marcel Proust’un Remembrance of Things Past kitabının gözlerimize sık sık sokulduğu bir bölümdür. 16 bölüm ile sonlandırılmış çok eğlenceli ve sürükleyici bir dizi daha.

THRESHOLD


Okyanusun ortasında bulunan gemideki mürettebatın gezegen dışı, 4-5 boyutlu, sürekli şekil değiştiren bir cismi görmeleriyle başlıyor dizi. Bu cisim gezegen dışı olduğu için hükümet, bu tür zor durumlarda yol haritasını önceden çizmiş olan Molly Caffrey’i göreve çağırarak Threshold planını devreye sokuyor. İlgili şekli gören ve ilgili şeklin sesini duyan insanlara bir hal olmaktadır. Bazıları bu duruma dayanamayıp deforme olup yüzleri patlarken, bazıları inanılmaz güçlü insanlar haline gelir. Sanki uzaylıların elinden evrim geçiriyordur insanoğlu. Hemen hemen her bölümüyle beni benden almış oldukça kaliteli bir diziydi. Her bölüm özene bezene hazırlanmışken, üstünde oldukça iyice çalışılmışken, bazı bölümleri tam anlamıyla tırstırırken zevksiz Amerikalıların gazabına uğramış güzel dizilerden biri olması üzücü. Sadece 13 bölüm dayanabildi.

JOURNEYMAN


Rome dizisinin Lucius’u Kevin McKidd’i bilirsiniz değil mi? Bu adamımız Dan Vasser adında bir gazetecidir. Bir gün işe giderken garip bir dalga onu günümüz dünyasından alır. Bayılan adamımız kendine geldiğinde şoka uğrar. Çünkü uyandığında geçmiştedir. Anlar ki, geçmişe gitmesinin bir nedeni vardır. Bazı insanları kurtarmak zorundadır. Onları kurtarması muhtemel geleceği daha güzel yapacaktır. Dan’imiz yeni görevini ailesine anlatmakta zorluk çekse bile her bölümüyle bizi beraberinde sürükleyerek kahramanlığına devam eder. Eğlencenin ve güçlü bir kurgunun kanatları altında süzülürken 13. bölümde beysbol sopasını kafamıza indirirler. Evet, günümüzdeyiz. Katledilen başka bir dizi daha..

SURVIVORS


2008 yılında işe başlayan Survivors, 1975’te yayınlanan bir dizinin tekrarıdır. Dünyayı virüs salgını esir alır ve dünya nüfusunun neredeyse %99’u ölür. Geriye minik bir insan kitlesi kalır. Bu insanların yeni yaşam koşullarına alışabilmeleri ve aç kalmamak için gerekirse öldürmek zorunda oluşları kolay bir şey olmasa gerek. Britanya kırsallarında geçen dizi, özellikle birbirine bağlı olan ve bir aile olmayı başaran bazı hayatta kalanların merkezinde ilerleyerek bizlere büyük bir keyif verir. İlk sezonu 2008 yılında 6 bölüm olarak yayınlandı. İkinci sezonu ise yine altı bölüm olarak içinde bulunduğumuz yılın Ocak ve Şubat ayında yayınlandı. Her bölüm 1,5 saattir. Devamı gelecek midir bilinmez! Beni gerçekten saran bir dizidir. Umarım devamı gelir.

SURFACE


Okyanus merkezli bir dizi deyip geçmemek lazım. Eğer ki okyanusta balinadan bile büyük garip bir yaratık peydalanmışsa.. Elektrikliyse.. Magmada bile yaşıyorsa.. Denizleri ısıtıyorsa. Asıl gücünü elektrikten alıyorsa. Vücut salgısı inanılmaz bir iyileştirme gücüne sahipse. İnanılmaz bir şekilde ürüyorsa ve tüm dünya bundan habersizse. Bunun farkında olanlar bir deniz biyologu olan Laura Daughtery ile kardeşini yaratığa kaptıran sıradan bir vatandaş olan Rich Connely ise.. Bir de o yaratığın yumurtasını bulup onu evcilleştiren Miles isimli veledin başından gerçekten ilginç olaylar geçiyorsa hevesle yumuluyorsunuz diziye. Her bölümle bir sır perdesi aralanıyor. Beklenmedik komplimanların içinde buluyorsunuz kendinizi. Ta ki 15. bölüme kadar.. Sonrası sonunu görememek..

THE 4400


20. yüzyılın belli dönemlerinde, insanlar gökyüzünden gelen güçlü bir ışık tarafından alınmışlardır. Alınan kişiler 1940’lı yıllarda yaşayan 8 yaşında bir kız çocuğu, 1970’li yıllarda yaşayan yaşlı bir adam ya da 1980’li yıllarda yaşayan genç biri olabilmektedir. Bir gün ormanlık bir gölün üzerine devasa bir ışık topu gelir. Tüm dünya nefesini tutmuş izlemektedir. Işık topu gözden kaybolduğunda göl kenarında yüzyıl boyunca kaçırılmış olan insanları görürüz: 4400 kişi! İşin ilginç tarafı, 1940 yılında kaçırılıp 2004 yılında bırakılmış biri belki 64 yıl daha yaşlı olmalıdır ya da 64 yılı yaşamış olmalıdır. Ama öyle değildir. 4400 insan için birkaç saniyelik zaman kaybı söz konusudur. Aradan zaman geçtikçe görürüz ki her bir elemanın kendine özgü özel gücü vardır, tele kinetikten iyileştirme gücüne, düşünceleri duyabilmekten bukalemun gibi görüntü değiştirebilmeye kadar. 4 sezon boyunca yayınlanan bu dizinin sonunu göremeden bitmesi dünya genelinde olumsuz karşılanmıştır; bir ve ikinci sezonunda müthiş işler çıkaran dizi, özellikle dördüncü sezonunda bayağı sıçsa da!

THE DRESDEN FILES


Jim Butcher’ın aynı isimli, ünlü ve oldukça yaratıcı olan dedektiflik kitabından yola çıkan dizinin kitap kadar etkili olmadığını kabul edebilirim. Bir büyücü olan Harry Dresden’ın ilginç ve paranormal olaylar olduğunda Chicago Polis Departmanı’na sözde danışmanlık yaparak olayları çözümlendirdiği, eğlenceli bir diziydi. Çok kaliteli olmasa bile izlemesi gayet hoştu. İzlerken bayağı gülümsediğimi hatırlıyorum. Yapımcısı da Nicolas Cage’di. Sadece 13 bölüm dayanabildi.

JERICHO


Jericho kasabası güzel bir kasabadır. Ufak bir kasabadır. Bir gün Jericho halkı, orada, çok uzak bir köyde, orası bizim köyümüzdür köyünde, çok çok uzakta mantar bulutlarını görür. Yakın civara nükleer bomba düştüğünü sanarlar. Ama sanılanın aksine tüm dünya nükleer bomba yemiştir ve hayatta kalma şartları zorlaşmıştır. Survivors’dan öte, burada kasaba halkının dayanışmasından dem vurabiliriz. Tabii hükümetin pis işler peşinde olduğunu en yakın zamanda anlayabilmek zor olmasa gerek. Bu dizinin ilginç bir özelliği vardı. İlk sezonu 22 bölüm olarak yayınlanan diziden bir açıklama gelmişti, devamı gelmeyecek diye. Fanlar o kadar bastırdı ki, dayanamadılar ve geri döndüler ikinci sezonuyla. Ama ikinci sezon kısa ömürlü oldu. Yedi bölümcük kadar! Biz de mal gibi kala kaldık!

8 Aralık 2010 Çarşamba

Yeryüzünde Yaşayan Tanrı: Mikado


Japonya’da İmparatorluk kurumu, MÖ 660 yılından beri mevcut olan köklü bir statüdür. İnanışa göre; Güneş Tanrıçası Amaterasu torunu Niningi’yi Japonya’ya göndermiş ve Niningi’nin torunu Jimmu Tenno, MÖ 660 yılında Japonya’nın ilk İmparatoru olarak kayıtlara geçmiştir. Jimmu Tenno tanrısal bir soydan geldiği ve ondan sonra gelen İmparatorlar onun torunu olduğu için, günümüze kadar ulaşmış tüm Japon İmparatorları Tanrı statüsünde görülmüştür. Japonya’yı oluşturan bireyler ve Japon toplumu bir “aile” olarak kabul edilmektedir. Japonya İmparatoru tüm Japonya’nın “baba”sıdır ve Mikado olarak bilinir. Mikado ‘yüce kapı’ anlamındadır ama Japonya İmparatoru terimine karşılık gelmektedir.


Japonya İmparatoru, Japon İmparatorluk Ailesi’nin başı ve tüm Japonya’nın lideridir. Tarihin karanlık dönemlerinden günümüze kadar hem İmparatorluk kurallarının taşıyıcısı olmuş, hem de tanrısal bir sıfatla bir nevi din adamı lideri konumunda görülmüştür. Günümüze kadar 125 Japonya İmparatoru mevcut olmuştur ve 1989 yılında babası Hirohito’nun ölümüyle İmparator olan Akihito, günümüzdeki Japonya İmparatoru’dur. 2600 yılda 125 imparator mevcut olmuş ve hizmet süresi ortalama 20 küsur yılı buluyor. Japonya tarihi boyunca İmparatorların mevcut güçleri sürekli değişiklik göstermiştir ve belli bir noktadan sonra fiili bir güçten ziyade sembolik bir gücü ellerinde tutmuşlardır. Modern Japon Anayasası’nda İmparator; anayasal monarşinin törensel ve sembolik yöneticisidir.

19. yüzyılın ortalarından beri Japon İmparatorluk ailesinin ikamet ettiği yer; Tokyo’nun merkezinde bulunan Koukyo Sarayı’dır. 19. yüzyılın ortasına kadar, İmparatorluk ailesi Kyoto’da yaşardı.


İmparator’un rolü 1947 yılı Japonya Anayasası’nın birinci bölümünde tanımlanmıştır. Birinci madde İmparator’u ülkenin sembolü olarak tanımlar. Diğer yedi maddeyle kabinenin onayı ve tavsiyesiyle ülkenin başı olarak gücünü kullanabileceği alanlar ve görevler belirtilir. Diğer anayasal hükümdarlarla bir kıyaslanmaya gidilirse; Japon İmparatoru mutlak bir güce sahip değildir ve gücünü tam anlamıyla koruyabildiği söylenemez.

İmparatorlar, ülkenin lideri vasfıyla bir çok role sahip olsalar da gerçek manada ülkenin başı olup olmadıkları ve ne bağlamda güce sahip oldukları bazen tartışma konusu yapılabilmektedir. 1950’li yıllardaki anayasa değişikliklerinde İmparatorun gerçek manada bir lider olabilmesi için muhafazakarların istekleri reddedilmişti. Japon İmparatoru, ülkenin lideri sıfatıyla bazı diplomatik ilişkiler içinde bulunabilmekte ve yabancı güçler, temsilciler tarafından kabul edilmekte, onay görmektedir.

Japon İmparatorluk kurumunun tarihsel gidişatına kısaca göz atmakta fayda var. Japonya tarihi boyunca İmparator’un gücü sembolik açıdan süreklilik arz etse de söz konusu gücünü kullanabilmesi, tarihsel gidişata göre değişiklikler göstermiştir. Bazı tarihçiler İmparator Ojin’i ilk Japon İmparatoru olarak kabul etmektedir ama onun tarihi şüphelidir. Günümüzde bazı tarihçiler, İmparator Ojin’in soyundan gelenlerle ondan önceki neslin arasında gerçek bir akrabalık bağının olmadığını ileri sürmektedirler. Böyle düşünmelerine sebep olan şey; İmparatorluk ailesi üyelerinin nadiren bazı yörelerdeki büyük ailelerin üyeleriyle evlilik yapmalarıdır. Ama bu durum onların Japonların atası olmadığı anlamına gelmez. Mesela çok eski dönemlerin güçlü klanlarından Soga klanının kökeninin Kore olduğu kuvvetli bir ihtimaldir ve eski İmparatorların bazıları ana tarafından onların soyundan geliyordu. Bazı kroniklere göz attığımızda İmparator Kammu’nun annesi Kore’deki Kral Muryeong’un, Baekje Krallığının soyundandı.

1100 ve 1868 yılları arasında gerçek güç şogunların elindeydi. Şogunların başa geçmelerini ve yaptıklarını meşrulaştıran İmparatorların ivazlarıydı. Bunu kıyaslamak istersek; İmparator ile şogun arasındaki ilişki, Avrupa’daki papa ile kral ilişkisine benziyordu.

1889 Anayasası’yla Japon İmparatoru gücünün büyük kısmını halk temsilcilerine devretti ama ülkenin lideri olarak kaldı. Meiji Anayasası, Avrupa’daki benzerleri gibi tesis edilse de umulduğu gibi demokratik görülmüyordu. İmparatorun verdiği güçler başbakan tarafından sömürülebiliyordu ve İmparator’un çevresinde çeşitli hizip toplulukları belirmişti. 1930’lu yıllardaki Japonya kabinesi, İmparatorları kullanan oldukça faşist ve militarist liderlerden oluşuyordu. Japon İmparatorluğu’nun genişlemesi için aşırı milliyetçi hareketlerine bir nevi İmparatordan ivaz almışlar gibi ilahi bir meşruiyet kılıfı hazırlıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde İmparator, kendisi için kavga edilen ve onun için ölünen bir semboldü. Bu dönemlerde İmparator sürekli saklanmış gözüktü ve ne gibi rollere sahip olduğu net olarak ortaya çıkmadı.

Japonya İkinci Dünya Savaşı’nı kaybettikten sonra, İmparator, yasama yetkisi içinde törensel bir statü oldu. Amerikalı general Douglas MacArthur, İmparator Hirohito’nun gücünü sembolik olarak koruması ve Japon toplumuyla kaynaşması konusunda ısrarcı oldu. Amerikan başkanı Truman, Hirohito’yu savaş suçlusu ilan ettirmeyi düşündü ama daha sonra statüsünü devam ettirmesini sağladı ama bir şartla: Yaşayan bir Tanrı olduğu sıfatını reddedecekti!

3 Aralık 2010 Cuma

Galatasaray’dan İçeri, Galatasaray’dan Dışarı


Biliyorum. Galatasaray’a dair bir şeyler karalamanın zor olduğunu biliyorum. Hem sizin için zor, hem de benim için. Olumlu anlamda bir şeyler karalamak isteyenler bu konuda zorlanacaklardır. Gönül bağı ile bağlandığınız bir şeyi sırf güzelliği, başarıları için sevmezsiniz. Özellikle söz konusu olan bir futbol takımıysa. Ama bir futbol takımına duyulan sevginin içeriğinde o takımın felsefesi, genel duruşu, yaptıkları önemli yer tutar. Eğer işler sportif başarı konusunda yolunda gitmiyorsa, bunu bir nebze sineye çekebilirsiniz. Bu konuda morali bozulan, öfkelenen, mutsuz olan kitlenin en çok üzerinde durduğu şey ise Galatasaraylılık duruşunun sekteye uğramasıdır. Yapılan hataların bilindik Galatasaray değerlerine tezat olmasıdır bizi hayal kırıklığına uğratan. Galatasaray duruşuna uygun olmayan tavırlar, sportif başarısızlığın bile önüne geçer. Şu ana kadar yapılan hataların listesini hazırlamaya bile gerek yok. Blog dünyasındaki bir çok arkadaşımız bu sorunlara yeterince eğildi. Bunları papağan gibi tekrarlamaya gerek yok.

Galatasaray şu an liderin 16 puan gerisinde olabilir. Bir çok şey yolunda gitmiyor olabilir. O önemli formayı hak etmeyen oyunculardan dem vurulabilir. Sahada yüreğini ortaya koymayan oyunculara büyük bir kızgınlıkla küfredilebilir. Ruhumuzu içten içe yiyip bitiren bir isteksizlik vardır. Bir çok şey yolunda değildir. Galatasaray’a dair bir çok şeyi yapmak bile istemeyebilirsiniz. Hakkında yazılanları okumak bile istemeyebilirsiniz. Galatasaray Dergisi’ne hevesle bakmayabilirsiniz.

Aslında bir takımı sevmek çok farklı bir şey. Gizemli bir şey. Bu sevginin içerisinde öyle psikolojik süreçler yatar ki! Örneğin, işler yolunda gittiğinde, takım şiir gibi futbol oynadığında, takımdaşlık üst seviyede olduğunda ve Galatasaray duruşuna uygun hareketler birbirini kovaladığında garip bir moral motivasyon içinde bulursunuz kendinizi. Böyle durumlarda Galatasaray’a dair her şey çekicidir. Ona dair sürekli bir şeyleri takip etmek istersiniz. Okumak istersiniz. Okuduğunuz her şey sihirlidir. Hayata bakış açınızda sihirli bir şeyler vardır. Mutluluk pompalar ruhunuza. Bu duyguya yabancı olanların size nasıl bakacağı ve neler söyleyeceği bellidir: Ne anlıyorsun futboldan? Bazılarımızın başına gelmiştir değil mi?

Futbol sadece futbol değil. Bu noktalarda kesinlikle değil. Hayatın merkezi değildir belki ama hayatın anlamlarından biridir. Bazen mutluluk verir, bazen de üzüntü. Sizin bir parçanızdır. Ne mi anlıyoruz bu futboldan ya da Galatasaray’dan? Aslında bir çok şeyi anlıyoruz. Bir insanın müziği çok sevmesi, sinemayı sevmesi, herhangi bir sanatı sevmesi gibidir futbolu sevmek. Futboldan ne anlıyorsun demek, sinemadan ne anlıyorsun, şu sanattan ne anlıyorsun, şu müzikten ne anlıyorsun demekle eşdeğerdir. İnsanoğlunun sahip olduğu bir hobiyi sorgulamaktan farksızdır. Bunu uzun uzadıya anlatamazsınız ki! Bana göre bir Galatasaray maçını izlemek, sevdiğim bir müzik grubunu canlı izlemekle eşdeğer. Ya da seni büyüleyen bir şeyi çıplak gözlerle izlemekle aynı şey. Daha ötesine gidecek şekilde nasıl anlatabiliriz ki?


Bu dönemlerde bir Galatasaray maçını izlerken, üstüne Sarı Kırmızılı formayı geçirmiş bazı oyunculara küfür edebilirsiniz. Öfkelenebilirsiniz de. Nefret ettiğiniz bazı oyuncuların o forma ile top koşturmalarına dayanamayabilirsiniz. İlgili maç sizin için eziyetten farksız bir hal alabilir. Neden bilmem, Polyanna ruhumdan mıdır, yoksa hayata ve Galatasaray’a bakış açımdan mı bilinmez, Galatasaray benim için o futbolculardan, yöneticilerden, çalışanlardan o kadar farklı bir yerde ki.. Onları bile görmediğim anlar var. Kötü gidişata sebep olan kişilere dahi körleştiğim durumlar var. Çünkü Galatasaray ayrı bir yapı. Hepsinin ötesinde bir şey.

Vaziyet bugünlerde kötü giderken bile hala bir Galatasaray maçını izlerken heyecanlanıyorum. İnanılmaz heyecanlanıyorum. Ayaklarım üşüyor. Ellerim donuyor. Ayaklarım üşürken, ellerim donarken içim ateş gibi yanıyor. Hafiften bir ter kaplıyor bedenimi. O çok küfredilen Servet’i, Sarp’ı, Barış’ı görmüyorum bile. Onlara küfür dahi etmiyorum. Edemiyorum. İsimlerin ötesinde bir şey gördüğüm.. Bana öyle garip şeyler hissettiriyor ki. Kewell’ın yürekten oyununa, Cana’nın savaşçı ruhuna, Neill’in bir şeyler yapmak isteğine, Baros’un takımı için kendisini sakatlayışına şahitlik edince bile garip bir haz alabiliyorum. Ama bir yandan da takım geriye düştüğünde ve skoru geri çıkarabilecek bir oyun ortaya koyamadığında sıkıntılı bir ter basıyor. Öyle rahatsız edici bir duygu ki bu, içinizde kalan son umut ve mutluluk ışıltısı sizden alınmış gibi hissediyorsunuz. Moral denen bir şey kalmıyor. Her zaman yaptığınız şeyleri yapmak istemiyorsunuz. Sizi bu görüntüden uzaklaştıracak işe dalmak istiyorsunuz bir an önce.

Hep bir umut taşıyorum Galatasaray’a dair. En kötü anlarında bile görünmez bir elin her şeyi düzelteceğini umuyorum. Garip bir umudum var Galatasaray’dan içeri.. Garip bir kırgınlığım var Galatasaray’dan dışarı..

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails