David Bowie “Life On Mars” şarkısını 70’lerde kulağımıza fısıldadığında derinlerdeki mesajı ne kadar doğru alabilmişizdir bilinmez. Şarkı, Mars’ta hayatın olduğuna dair bir konuyu şiar edinmiş bir sinemaya giden kızın hikayesidir. Sözler dolaylı olsa bile hayata atılma yoluna girmesi gereken ergenlerin bir çok şeye yabancılaşması konusuna sarkastik sözlerle eğilmekteydi. Belki de LSD çekmiş bir kızın kendinden geçiş anıdır söylenegelen.
Britanya kasvetli ve puslu havasıyla garip bir hüzündür. Göremediği güneşiyle umutsuzluk deposu da olabilir. Bu öyle kasvetli bir ruh halidir ki, geçmiş bir dönemde ergenlikten yeni çıkmış Paradise Lost elemanları Halifax’daki mezarlıkta umutsuzca pozlar verebiliyorlardı; “biz mutsuzuz, hiç umutlu değiliz” tadında. İklimlerin insanları çok etkilediği söylenebilir. Sürekli güneş gören bir insan evladı ile yağmur ve puslu havayı tadan insan evladı arasında bir farklılık olacaktır. Dünya tarihine damgasını vurmuş bazı büyük isimlerin zamanın ötesindeki düşüncelerini biraz da kasvetli havaya yormak lazım. Eğer ortada bir kasvet yoksa melankolik ruh haline girebilmek bir o kadar zor. Puslu Britanya dünyaya Shakespeare ve Bacon gibi dahileri sunmuştu. Yaşanması zor Britanya’nın dünyaya ve kendi içinde yaşayan halkına verdiği en büyük yaşam sevinci belki de müziğidir. Özellikle 60 ve 70’li yıllarda çıkışa geçen özgürlükçü söylemleri içeren müziği..The Beatles’ından Pink Floyd’a, Deep Purple’dan Rainbow’a, David Bowie’den Thin Lizzy’e kadar..
1970’li yılların kendine has dinamikleri çekici gelir bazılarımıza. Özellikle Britanya açısından. İşçilerin haklarının peşine düşmesi, günümüzde bize hala çok çekici gelen liman işçilerinin kendine has dinamikleri, İngiltere’de çok büyük acılar çekmiş İrlandalıların mücadeleleri ve tüm bu mücadeleler, keşmekeşler yaşanırken onlarla paralel yoldan gelen Rock müzik olgusunun başkaldıran ve ezilen sınıfın yanında duran söylemleri pembe rüyalara götürmüştür bizleri.
Önemli bir dava peşinden koşturan dedektif Sam Tyler, kız arkadaşı bir katil tarafından ele geçirildiğinde şok yaşamaktadır. Biner arabaya ve basar gaza.. Döktüğü gözyaşlarıyla.. Durur otobanın ortasında bir anda. Çıkar dışarıya.. Tüm dünya durmuştur o an. Ve beklenmedik bir anda hızla ona çarpan bir arabayı görürüz. Yere kapaklanmıştır adamımız. Hayat ile ölüm arasında bir yerde sabitlenir.. Gözünü açtığında ise gördüğü bambaşka bir dünyadır. Geniş yakalı bağrı açık gömlek, İspanyol paça pantolon… 1973 Britanya’sında bulur kendisini Sam Tyler..
Spooks ve Hustle’ın yaratıcısı olan Kudos’un gerçekleştirdiği bir proje olan “Life On Mars” gizemli, polisiye, yer yer politik ve inanılmaz neşeli bir dizi. 1970’lerin canlılığına ışık tutan bir tarihsel proje tadında. Bazen bizleri düşündüren, siyasi çatlakların bam teline dokunan, yeri gelince bizi gülme krizlerine sokan ve 1970’lerin başkaldırışından izler barındıran. Dizinin bütünsel anlamdaki yüksek kalitesini geçtim, 1970’lerden bu yana politik, müzikal, toplumsal ve kuşak farklılıkları reaksiyonlarının nereden nereye geldiğini tartma konusunda müthiş dokumalar yapıyor. Dizinin müzikleri tek kelimeyle muhteşem. Tarihe damgasını vuran bir çok Rock parçasıyla kulaklarımızın pası silinmekle kalmıyor, dizide yer alan her karakterin kendine has özellikleriyle inanılmaz eğleniyoruz. O dönemde inanılmaz bir özgürlük ortamının olduğuna şahitlik ediyoruz. Dizi boyunca yakılıp durulan sigaralar, mideye boşaltılan viskilerin haddi hesabı yok. İşyerinizde çalışırken masanıza ayaklarınızı uzatarak, şefinizin karşısında elinizde puronuz, tüttürerek gevrek gevrek konuşmanız ilginç gelecektir günümüzde. Özgürlüklerimiz her geçen gün kısıtlanıyor sanki. Her geçen gün resmi hale dönüştürülen ve robotlaştırılan düzeneklerden farkımız kalmadı. Ne kadar robotlaştığımızı işte bu diziyi izlerken anlıyoruz.
Bu diziyi izlerken IRA sorunundan futbol holiganlığına, yozlaşmışlıktan işçi sınıfının haklarını koruma mücadelesine kadar bir çok şeye şahitlik ediyoruz. İrlandalıların neden dik kafalı göründüğün farkına daha yakından varabiliyorsunuz. İngiltere’nin göbeğinde yaşayanlar elini boka değdirmezken bu tür işler için İrlandalıları bok yoluna göndermeleri, İrlandalıların hayata tutunabilmek için yeter ki iş olsun mantığıyla hareket edip elini boka değdirirken, üstüne üstlük kendini beğenmiş, kibirli İngilizlerin hakkını yemesine dayanamaması güçlü bir anekdottur. Özellikle birinci sezonun 5. bölümünde Manchester United ve Manchester City taraftarları arasındaki husümet, tamamen futbol odaklı olan bölüm dillere destan. Futbolun hayat ile ne kadar iç içe olabileceği ve futbolun bizlere yüklediği gerçek anlamın farkına varabilmek noktasında nokta atışı dersler veren bir bölümdür. Kahramanımız Sam Tyler’ın, bölümün sonunda United’lı fanatikle giriştiği muhabbet müthiştir:
Sam: “Babamla futbola giderdim. United ve City taraftarları maça beraber yürürdü. Yan komşumuz, camına City bayrağı asardı. Çocuklar sokakta beraber oynardı. Kırmızı ve mavi. Ve sonra senin gibi insanlar geldi ve bunu bizden aldılar.”
Fanatik: “Bak, iyi bir kavga oyunun parçasıdır. Bu gurur. Takımınla gurur duymak, en iyisi olmak.”
Sam: “Hayır, değil! Bu nasıl başladığı ve sonra arttığı. Televizyonda ve basında çıkar ve sonra diğer kulüplerin taraftarları diğerlerini bastırmaya çalışır. Sonra da nefrete dönüşür. Artık futbolla ilgili yapacak bir şey kalmaz! Artık çete işidir. Ve senin gibi bok çuvalları ülkeyi dolaşır. Kimin daha çok belaya neden olacağına bakarlar! Sonra bir polis olarak aşırı tepki gösteriyoruz ve çitleri yükseltmek zorunda kaldık. Ve taraftarlara hayvan gibi davranıyoruz. Kıskaca alınmış, kırk, elli bin insan. Bir şeyler olduktan ne kadar zaman önce? Kötü bir şeyler olduktan ne kadar zaman önce vücutları uzatıyoruz? Sen bir United taraftarısın. Birini öldürdün.”
Fanatik: “Yanlış gitti. Ben onu sadece dövecektim.”
Sam: “Öldü. Bu benim. Bu sana ait değil. Bu bütün hafta çalışan ve cumartesi çocuklarını maça götüren ahlaklı insanlara ait. Colin Clay gibi insanlara ait.”
Zaman yolculuğunun en eğlenceli ve garip dengesizlikleriyle bizi garip bir transa sokan dizi, 2006 yılında başladı. İki sezon yayınlandı ve her sezonu birer saatlik 8 bölümden oluşuyordu. 2008 yılı versiyonunun bu diziyle kalite anlamında ilgisi yoktur.
Baş adamımız Sam Tyler, kurallara körü körüne bağlı, asla rüşvet almayan, inanılmaz insancıl ve naif bir dedektifken, bölümlerinin şefi olan Gene Hunt karakterini oynayan Philip Glenister ise öfke küpü oluşu, huysuzluğu, inanılmaz celallenmesi, gaz hali ve kontrolsüzlüğü ile gülme krizlerine sokuyor bizleri. Muazzam eğlenceli bir karakter ve Sam ile giriştikleri ters diyaloglar destan tadında. Çarpılmamak mümkün değil. İnanılmaz keyif veren LSD’den farksız bu dizi. Hem diyalogları, hem konusu ve hem de müzikleriyle. Hem de tarihsel gerçeklere dokunuşuyla. Özellikle bazı bölümler inanılmaz çarpıcı ve akıl dolu.
Peki bu dizinin adı neden Life On Mars?
Dizinin başında, kaza anında arabada çalan şarkı David Bowie’den Life on Mars’tır.. Ondan olsa gerek..
Bir çok dizi çılgınlar gibi izlenip değerlendirmelere tabii tutulurken, böyle harika bir dizi üzerine neden pek konuşulmamıştır, o da ayrı merak konusu..
Britanya kasvetli ve puslu havasıyla garip bir hüzündür. Göremediği güneşiyle umutsuzluk deposu da olabilir. Bu öyle kasvetli bir ruh halidir ki, geçmiş bir dönemde ergenlikten yeni çıkmış Paradise Lost elemanları Halifax’daki mezarlıkta umutsuzca pozlar verebiliyorlardı; “biz mutsuzuz, hiç umutlu değiliz” tadında. İklimlerin insanları çok etkilediği söylenebilir. Sürekli güneş gören bir insan evladı ile yağmur ve puslu havayı tadan insan evladı arasında bir farklılık olacaktır. Dünya tarihine damgasını vurmuş bazı büyük isimlerin zamanın ötesindeki düşüncelerini biraz da kasvetli havaya yormak lazım. Eğer ortada bir kasvet yoksa melankolik ruh haline girebilmek bir o kadar zor. Puslu Britanya dünyaya Shakespeare ve Bacon gibi dahileri sunmuştu. Yaşanması zor Britanya’nın dünyaya ve kendi içinde yaşayan halkına verdiği en büyük yaşam sevinci belki de müziğidir. Özellikle 60 ve 70’li yıllarda çıkışa geçen özgürlükçü söylemleri içeren müziği..The Beatles’ından Pink Floyd’a, Deep Purple’dan Rainbow’a, David Bowie’den Thin Lizzy’e kadar..
1970’li yılların kendine has dinamikleri çekici gelir bazılarımıza. Özellikle Britanya açısından. İşçilerin haklarının peşine düşmesi, günümüzde bize hala çok çekici gelen liman işçilerinin kendine has dinamikleri, İngiltere’de çok büyük acılar çekmiş İrlandalıların mücadeleleri ve tüm bu mücadeleler, keşmekeşler yaşanırken onlarla paralel yoldan gelen Rock müzik olgusunun başkaldıran ve ezilen sınıfın yanında duran söylemleri pembe rüyalara götürmüştür bizleri.
Önemli bir dava peşinden koşturan dedektif Sam Tyler, kız arkadaşı bir katil tarafından ele geçirildiğinde şok yaşamaktadır. Biner arabaya ve basar gaza.. Döktüğü gözyaşlarıyla.. Durur otobanın ortasında bir anda. Çıkar dışarıya.. Tüm dünya durmuştur o an. Ve beklenmedik bir anda hızla ona çarpan bir arabayı görürüz. Yere kapaklanmıştır adamımız. Hayat ile ölüm arasında bir yerde sabitlenir.. Gözünü açtığında ise gördüğü bambaşka bir dünyadır. Geniş yakalı bağrı açık gömlek, İspanyol paça pantolon… 1973 Britanya’sında bulur kendisini Sam Tyler..
Spooks ve Hustle’ın yaratıcısı olan Kudos’un gerçekleştirdiği bir proje olan “Life On Mars” gizemli, polisiye, yer yer politik ve inanılmaz neşeli bir dizi. 1970’lerin canlılığına ışık tutan bir tarihsel proje tadında. Bazen bizleri düşündüren, siyasi çatlakların bam teline dokunan, yeri gelince bizi gülme krizlerine sokan ve 1970’lerin başkaldırışından izler barındıran. Dizinin bütünsel anlamdaki yüksek kalitesini geçtim, 1970’lerden bu yana politik, müzikal, toplumsal ve kuşak farklılıkları reaksiyonlarının nereden nereye geldiğini tartma konusunda müthiş dokumalar yapıyor. Dizinin müzikleri tek kelimeyle muhteşem. Tarihe damgasını vuran bir çok Rock parçasıyla kulaklarımızın pası silinmekle kalmıyor, dizide yer alan her karakterin kendine has özellikleriyle inanılmaz eğleniyoruz. O dönemde inanılmaz bir özgürlük ortamının olduğuna şahitlik ediyoruz. Dizi boyunca yakılıp durulan sigaralar, mideye boşaltılan viskilerin haddi hesabı yok. İşyerinizde çalışırken masanıza ayaklarınızı uzatarak, şefinizin karşısında elinizde puronuz, tüttürerek gevrek gevrek konuşmanız ilginç gelecektir günümüzde. Özgürlüklerimiz her geçen gün kısıtlanıyor sanki. Her geçen gün resmi hale dönüştürülen ve robotlaştırılan düzeneklerden farkımız kalmadı. Ne kadar robotlaştığımızı işte bu diziyi izlerken anlıyoruz.
Bu diziyi izlerken IRA sorunundan futbol holiganlığına, yozlaşmışlıktan işçi sınıfının haklarını koruma mücadelesine kadar bir çok şeye şahitlik ediyoruz. İrlandalıların neden dik kafalı göründüğün farkına daha yakından varabiliyorsunuz. İngiltere’nin göbeğinde yaşayanlar elini boka değdirmezken bu tür işler için İrlandalıları bok yoluna göndermeleri, İrlandalıların hayata tutunabilmek için yeter ki iş olsun mantığıyla hareket edip elini boka değdirirken, üstüne üstlük kendini beğenmiş, kibirli İngilizlerin hakkını yemesine dayanamaması güçlü bir anekdottur. Özellikle birinci sezonun 5. bölümünde Manchester United ve Manchester City taraftarları arasındaki husümet, tamamen futbol odaklı olan bölüm dillere destan. Futbolun hayat ile ne kadar iç içe olabileceği ve futbolun bizlere yüklediği gerçek anlamın farkına varabilmek noktasında nokta atışı dersler veren bir bölümdür. Kahramanımız Sam Tyler’ın, bölümün sonunda United’lı fanatikle giriştiği muhabbet müthiştir:
Sam: “Babamla futbola giderdim. United ve City taraftarları maça beraber yürürdü. Yan komşumuz, camına City bayrağı asardı. Çocuklar sokakta beraber oynardı. Kırmızı ve mavi. Ve sonra senin gibi insanlar geldi ve bunu bizden aldılar.”
Fanatik: “Bak, iyi bir kavga oyunun parçasıdır. Bu gurur. Takımınla gurur duymak, en iyisi olmak.”
Sam: “Hayır, değil! Bu nasıl başladığı ve sonra arttığı. Televizyonda ve basında çıkar ve sonra diğer kulüplerin taraftarları diğerlerini bastırmaya çalışır. Sonra da nefrete dönüşür. Artık futbolla ilgili yapacak bir şey kalmaz! Artık çete işidir. Ve senin gibi bok çuvalları ülkeyi dolaşır. Kimin daha çok belaya neden olacağına bakarlar! Sonra bir polis olarak aşırı tepki gösteriyoruz ve çitleri yükseltmek zorunda kaldık. Ve taraftarlara hayvan gibi davranıyoruz. Kıskaca alınmış, kırk, elli bin insan. Bir şeyler olduktan ne kadar zaman önce? Kötü bir şeyler olduktan ne kadar zaman önce vücutları uzatıyoruz? Sen bir United taraftarısın. Birini öldürdün.”
Fanatik: “Yanlış gitti. Ben onu sadece dövecektim.”
Sam: “Öldü. Bu benim. Bu sana ait değil. Bu bütün hafta çalışan ve cumartesi çocuklarını maça götüren ahlaklı insanlara ait. Colin Clay gibi insanlara ait.”
Zaman yolculuğunun en eğlenceli ve garip dengesizlikleriyle bizi garip bir transa sokan dizi, 2006 yılında başladı. İki sezon yayınlandı ve her sezonu birer saatlik 8 bölümden oluşuyordu. 2008 yılı versiyonunun bu diziyle kalite anlamında ilgisi yoktur.
Baş adamımız Sam Tyler, kurallara körü körüne bağlı, asla rüşvet almayan, inanılmaz insancıl ve naif bir dedektifken, bölümlerinin şefi olan Gene Hunt karakterini oynayan Philip Glenister ise öfke küpü oluşu, huysuzluğu, inanılmaz celallenmesi, gaz hali ve kontrolsüzlüğü ile gülme krizlerine sokuyor bizleri. Muazzam eğlenceli bir karakter ve Sam ile giriştikleri ters diyaloglar destan tadında. Çarpılmamak mümkün değil. İnanılmaz keyif veren LSD’den farksız bu dizi. Hem diyalogları, hem konusu ve hem de müzikleriyle. Hem de tarihsel gerçeklere dokunuşuyla. Özellikle bazı bölümler inanılmaz çarpıcı ve akıl dolu.
Peki bu dizinin adı neden Life On Mars?
Dizinin başında, kaza anında arabada çalan şarkı David Bowie’den Life on Mars’tır.. Ondan olsa gerek..
Bir çok dizi çılgınlar gibi izlenip değerlendirmelere tabii tutulurken, böyle harika bir dizi üzerine neden pek konuşulmamıştır, o da ayrı merak konusu..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder