Zaman…
İlerledikçe insanoğlunun daha da geliştiğine eşlik eden zaman… Bazı noktalarda gelişimden bahsedilebilirken bazı noktalarda geriye mi gidiyoruz, nedir? Yüzyıllar öncesinin eserlerini düşünüyorum. Ne kadar da ileri, zamanın ötesinde… Günümüzde bile zamanın ötesinde… Zamanımızda hâlâ üstüne çıkılamadı onların.
Ne kadar da ironik!
17. yüzyılın karanlığında 1642 yılında başlayıp 1663 yılında bitirebildiği on iki kitaplık “Kayıp Cennet”i (Paradise Lost) ile tanrı ve şeytanın mücadelesini aktaran, iyilik ve kötülüğü savaştıran, “bana bütün hürriyetlerden evvel, bilmek, düşünmek, inanmak, vicdana göre konuşmak mertebesini veriniz” diyen, kutsal kitaplardaki Adem ve Havva sorununu “Kayıp Cennet” hamlesiyle esrarengiz bir şekilde yorumlayan, 1640 yılında görme yeteneğini yitirmeye başlayıp 1651 yılında tamamen kaybeden, bir rivayete göre körlüğü mum ışığı altında sürekli yazmasına dayandırılan bir John Milton var mı şu günlerdeki tarih sahnemizde?
Yeryüzünün gelmiş geçmiş en iyi on eseri arasında yer alan Kayıp Cennet (Paradise Lost) kitabıyla şeytanın Adem ve Havva’yı cennetten kovdurmak için planlar yapmasını, şeytanın cennetten kovulmasını ağdalı ve karanlık bir şekilde anlatmaktaydı. Şeytan bir kahraman gibi anlatıldığı için eleştiri oklarına hedef olmuştur. Ama dikkatli okuyucular şeytanın karizmasının sabit olduğunu ama iyilik çıtasının sürekli düştüğünü gözlemleyeceklerdi.
Hürmüz’le Hind’in zenginliğini gölgede bırakan,
ya da görkemli Doğu’nun cömert eliyle krallarına
yaban inciler ve altınlar yağdırdığı bir ülkede,
o korkunç mevkiye kendi çabasıyla yükseldiği
o yüce tahtına tantanayla kurulmuş oturuyordu şeytan.
ve can havliyle, umudunun da ötesinde
yükseldiği bu yerde, cennete karşı açtığı
boşuna bir savaşı sürdürüyordu bıkıp usanmadan,
ve olanlardan ders almayan mağrur hayal gücü
şöyle dile getiriyordu aklından geçenleri:
-“ey göğün tanrıları, hükmedenler, hükmedilenler!
ezilmiş ve kovulmuş olsam da hiç bir derinlik
tutamayacağına göre boşluğunda ölümsüz canlılığı,
cenneti yitirmiş saymıyorum kendimi: düştüğü yerden
yükselerek belirecek göksel erdemler, daha görkemli
ve daha ürkütücü herhangi bir düşüşten,
ikinci bir yazgıdan korkmamanın güvenliği içinde.”(Paradise Lost ikinci kitaptan)Ortaçağın karanlık din dehlizlerine bölünmüş evrelerinden itibaren baskıcı Katolik düşüncesine karşılık oluşturulan Protestan görüşlerin ışığında, İngiltere’nin de içinde yer aldığı Rönesans hareketinin bir parçası dahilinde sayılabilecek John Milton’ın varlığı ve düşünceleri, dönemine göre oldukça cesur olmayı gerekli kılıyordu.
İkliminin neden olduğu karanlık, puslu ve kasvetli havası, İngiltere’nin dünya edebiyatına neden çok derin, şiirsel, karmaşık, ağdalı ve kasvetli yazarları sunduğunu çok iyi açıklamaktadır. John Milton, dünyanın en iyilerinden biri olan (belki de en iyisi) William Shakespeare’ın ardından Britanya’da ikinci sıraya rahat bir şekilde koyulabilecek isimlerdendir. John Milton söz konusu çığlıklarıyla insanlara Tanrı’nın yolunu doğru bir şekilde yansıtmak istediğini belirtse bile şiirleriyle bir nevi Homeros ve Dante gibi isimlerin peşinden koşmaktadır. İlahiyattan ziyade plan, eylem ve sonuç peşindedir. Bir Protestan’ın İngiliz kilisesine karşı çıkışının nüansları yatar. Kayıp Cennet, Karl Marx’ın üretemeyen işçilik kavramına konu olmuş ve ona göre bu eser ticari bir mal değildir.
İngiliz Dili ve Edebiyatı’na 1700 tane kelime kazandıran, günümüzde insanlar 200-300 kelimeyi aşamadan konuşabilirken, o dönemde 25000 kelime kullanan, bu yönüyle Goethe’yle birlikte dünyanın en çok kelime kullanabilen nadir yazarlarından biri olan, 1564-1616 yılında yaşamasına rağmen o zamanlar üzerinde durduğu konuların hâlâ üzerinde durulması, tartışılması ve olaylar örgüsünün devam etmesi nedeniyle dehalığını kanıtlayan, yazdığı soneler ve oyunlarla alanında rakipsiz William Shakespeare gerçekliği tüm kasvetleri üzerimize çekiyor.
“Ya sizi denize doğru sürüklerse efendimiz?
Yahut denize inen uçurumun korkunç kenarına götürür de
orada aklınızı başınızdan alacak başka bir şekle girerek sizi cinnete sürüklerse?
Düşünün bir kere…
O tepe zaten başka bir sebep olmasa da dibindeki kulaçlarca derin denize doğru bakıp dalgaların gürültü gümbürtüsünü işiten her insanı hayattan ümit kesme çılgınlığına kaptırabilir.”Belki de yeryüzüne onun kadar iyi İngilizce bilen ve kullanabilen kimse gelmemiştir. Şiirselliğin çok zor olduğu ve önemli bir deha gerektirdiği İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda sadece kullandığı dil ile müziğin ruhumuzda yarattığı duygusallık etkisini yaratabilen, “insanlar yalnızca kendilerinin hissetmediği acıları çekenleri teselli edebilirler” diyerek derin duyguları, güçlü heyecanları, acıları ve sevinçleri dramatik sesten ibaret tutmayıp lirik ses egemenliğine hükmeden gerçekliğin kendisidir.
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilemezsin
Bir çocuk gözlerine bakar arkan dönüktür
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun,
Anlamazsın uçar gider, koşsan da tutamazsın…Çok değil, 1871 yılında Fransa Auteuil’de doğan, William Shakespeare’dan sonra en etkili yazarlardan biri olarak itham edilen, çok hareketsiz bir insan olmasına rağmen içinde taşıdığı oldukça hareketli hayal gücü, sadece bir arkadaşının kendisine bakışından sayfalar dolusu malzeme çıkarabilmesi, uykuya giriş evresini otuz sekiz sayfaya sığdırması, paragraflar uzunluğundaki tek cümleleriyle dikkati çeken, bir satırı dahi atlatmadan okutabilmeyi sağlayacak kadar akıcı ve yoğun stiliyle sıradan bir yazar statüsünde olmadığını kanıtlayan Marcel Proust’un varlığını, yoğunluğunu ve tarzını özlemiyor değiliz günümüzde.
Yaşanılan her şeyin mantıklı açıklamaları üzerinde durmak yerine, her histen duygusal analizlerle süsleyerek günlük yaşamda yemek yemek, gezmek, ceket giymek gibi olağan şekilde yaptığımız sıradan eylemlerin bilinçsiz olarak hafızamızı tetiklediğini, böylece gündelik yaşamdan yola çıkarak geçmişimizle ilgili bir çok şeyi aydınlatabileceğimizi iddia etmişti. Hayatını fiziksel yaşamdan ziyade zihinsel anlamda yaşayan, yaşama zihinsel bakmasından kaynaklı olarak yengeç burcu olmanın getirdiği evcimenlik ve duygusallıkla sürekli ilhamla dolu olması, küçük bir odaya kapanarak büyük bir dünyayı yazması sonucunda, en basit, en sıradan bir hissin peşine düşüp derinlemesine hissettiği duyguları birbirine geçmiş halkalar gibi anlatarak felsefeci yönünden fazlasıyla örnekler sergilemişti.
Yukarıda bahsi geçenlerle aynı kalite ve derinlikte bir çok yazarın ismi pekala sayıklanabilir. Ama hepsi için yerimiz yok. Günümüzde onların yarattığı etkiyi yaratan ve onların üzerine çıkabilecek isimler göremiyoruz.
Hani zaman ilerliyordu?
Hani ilerleyen zaman insanoğlunu geliştiriyor ve ufkunu genişletiyordu?
İnsan zihni kendi içinde zamandan bağımsız olarak büyük bir cevher potansiyeli taşır. Hangi zamanda yaşandığı değil, toplum ve yaşam örgüsünden şiirsel gözlemleri çıkaranlar normal insan silüetinin üzerine çıkabiliyorlar belki de…
Günümüzde elimize aldığımız bir çok bestseller (en çok satan) kitabına baktığınızda yukarıda adı geçen isimlerin yazım tarzı ve şiirselliğinin yanından bile geçemeyeceğini görürsünüz.
Yoksa insan zihni geriye mi gidiyor?
Odaklandığı konular içinde kompleks ve şiirsel geçişlerin artık yeri yok mu?
Bu tadı alabilmemiz için yukarıda adı geçen 17. yüzyıl insanlarına mı kalmamız gerekiyor?
Zannedersem, onlar kadar müthiş olmasa bile insanoğlunu, insan zihnini ve hayatı sorgulaması nedeniyle bir moleskine defterine hayatın gerçeklerini ve sanrılarını döken bir insanoğlunun aşağıdaki tespitleri, günümüzde bestseller olan kitapların neye göre en çok satan kitap olduğunu ve böyle düşünmüş bir akıl deposunun neden en çok satamayacağını az da olsa ifade edebiliyordur.
Moleskine defteri, ikinci yüzyıldan beri üretilen siyah vinil kapaklı, sarı yapraklı, sade, küçük bir defter çeşididir. Van Gogh, Picasso, Ernest Hemingway, Bruce Chatwin gibi ünlüler kullandığı için çok tanınmıştır.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Moleskine defteri, 97. not: eskatolojik* iç sıkıntısı.Sık sık, Homo sapiens’in neslinin tükenmekte olduğu hissine kapılıyorum. Bu durumun mantığını ve kaçınılmazlığını görüyorum. Ve kendime, türümüz yavaş yavaş kendi sonuna doğru yürüyor diyorum. Olayı felaket tellallığı gibi görmemek lazım, ama benim de ümitsizlik yaşamaya hakkım var tabii ki.
Dünya 4,5 milyar yaşında. Haklısınız, belli bir büyüklükten sonra sayıların ifade ettiği değeri algılamak kolay değil. Ama sizi temin ederim, bunlar ansiklopedide yazan rakamlar. Biz istesek de istemesek de Dünya 4,5 milyar yıldır orada duruyor.
İnsanlığa gelince, onun geçmişi iki milyon yılı ancak buluyor. Bu durum size gayet normal gözükebilir, ama 140 milyon yıl hüküm süren dinozorları düşününce, bana komik geliyor… Ayrıca bu hayvanlara karşı duyduğum saygıyı da arttırıyor.
İnsan cinsinin farklı türleri arasından sadece birisi hayatta kalmayı başarabildi, o da bizimkisi. Homo sapiens. Onun hikayesi, ki ilginç bir hikaye bu, muhtemelen bundan yüz yirmi bin yıl önce Afrika’da başladı. Bazıları onun başka bir yerde de ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyorlar, mesela Asya’da ve çok daha uzun bir süre önce. Ne olursa olsun, bu güzel bir yaş. Yok olmak için güzel bir yaş… Ben olaylara farklı bir gözle bakamıyorum. Bugün ya da yarın sıra bize de gelecek. Bazen bunun düşünülenden çok daha yakın olduğu ve türümüzün günlerinin sayılı olduğu hissine kapılıyorum.
Herhalde bunu düşünen tek kişi ben değilimdir.
Belki de, ben diğerlerinden biraz daha ümitsizim. Elimde benden başka kimsenin bilemeyeceği bilgiler var ve bunlar beni haklı çıkarmak için uydurulmuş şeyler değil. Ama şimdiden emin olduğum bir şey var, benim haricimdeki birileri de bunu hissediyor ve tahmin ediyorlar; Tarihin sonuna geldiğimiz, bundan daha ileriye gidemeyeceğimiz, sınırı belki de çoktan aştığımız yönündeki bu tuhaf kanıyı…
İnsanlık kendi içinde de büyük bir çelişkiyi barındırıyor; hem çevre şartlarının değişimine en iyi uyum sağlayabilen, hem de kendini yok etmeye en meyilli tür. Aşıyı icat eden de, Auschwitz’i organize eden de, İnsan. DHEA** ve nötron bombası. Eminim ki günün birinde ölümsüzlük de icat edilecek.
Yanılmayı çok isterdim, hâlâ insanlığa inanabilmeyi de, ama olaylar bunu zorlaştırıyor ve işaretler var.
Öncelikle şu biz her şeyi denedik duygusu: Komünizm, Kapitalizm, Liberalizm, Sosyalizm, Hıristiyanlık, Musevilik, İslam, Ateizm… Her şeyi. Biz şimdiden her şeyi denedik ve bütün bunların nasıl sonuçlandığını biliyoruz: Kocaman bir kan gölünde. Kendi kendimize karşı bitmek bilmez bir katliam. Çünkü biz böyleyiz. Homo sapiens böyle. Dünyanın ve kendinin yıkıcısı, bir süper yok edici. Peki, bu şekilde onun sonu gelmeyecek mi?
Bunu düşünen bir tek ben olamam.
Başka şeyler de var. Mesela, her geçen gün daha güçlü, alt edilmesi daha zor olan, İnsan’a karşı mücadelesinde sürekli mevzi kazanan virüs var. Sonra iklim var, ozon tabakası, küresel ısınma, aşırı nüfus, toprak erozyonu, sayıları ve yıkımları sürekli artan doğal afetler var. Düşüşümüzü ve kutuplaşmamızı durdurmaktan aciz olan, çıkmazdaki politika var. Kuzey ve Güney eninde sonunda karşı karşıya gelecekler… Gerçekçi olmakta fayda var; uyum konusunda evren şampiyonu olsak da, bela peşinde böyle koşmaya devam edersek, günün birinde sonumuz geri dönüşüm makinesi olacak.
Ve biz Evrende yalnızsak benim eskatolojik iç sıkıntım daha korkunç bir hal alıyor. Ama bu durum tek başımıza olma olasılığını azaltmıyor. İki milyon yıllık bir evrimin sonunda, Homo sapiens yalnız olacak. Sonsuz Evrende düşünen tek varlık. Yaşamın tam bir mucizesi mi, ters yönde bir araba kazası mı? Gidin araştırın! Ver bir gün, yok olacak. Her zamanki gibi yalnız. Sonsuzluğun zenginliğine yapılan bir nanik. İnanılmaz bir israf.
İşte. Bu benim eskatolojik iç sıkıntım. Sık sık, Homo sapiens’ın neslinin tükenmekte olduğu hissine kapılıyorum.
Belki de doğanın devreye girmesinin zamanı çoktan geldi.------------------------------------------------------------------------------------------------
*Eskatolojik: Yunanca eskhatos (son) ve logos (söylem) sözcüklerinden oluşur. İnsanın nihai kaderiyle ilgili doktrinlerin ve inançların bir bütünü. Öğretinin konusu insanın sonudur.
**DHEA: Böbreküstü bezlerinin ürettiği yağları eriten bir hormon.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Fransız yazar Henri Loevenbruck, Kopernik Sendromu isimli eserinde kendisini şizofren sanan bir karakterin üzerinden yürüttüğü psikolojik gerilim öğeleriyle dikkatleri çekiyor. Sürekli duyduğu seslerin sanrılar değil, başka insanların düşünceleri olduğunu anlayan Vigo Ravel’in moleskine defterine düşüncelerini günlük tadında sık sık not etmesi ve hikaye örgüsü içerisinde söz konusu günlüğe bizim de şahitlik etmemiz, insanoğlunun zihinsel anlamdaki düşünce muhteşemliğinden daha başka ne olabilir ki?