17 Temmuz 2009 Cuma

Bir Çocuğun Gözünden Galatasaray


1976 yılında doğan bendeniz, 6 yaşına kadar Rize’de yaşamış, 6 yaşından sonra 20 yıl boyunca İstanbul’da büyüyüp serpilmişti. Şu anki kültürümün hasını haliyle İstanbul’da almıştım. Kültür meselesini geçersek, 6 yaşında bir velettim. Futbol denen güzelliği ilk kez o zaman duyumsadığımı hatırlıyorum. Köye gitmiştik. Köyün ağabeylerinde, gençlerinde heyecanlı bir bekleyiş vardı. İlk kez o zaman Galatasaray – Fenerbahçe diye bir şey duymuştum. Tabii daha çocuk olduğum için kafam bir türlü basmıyordu. Bunlar ne ola ki diye bön bön bakınıyordum çocuksu suratımla.

Köyde bir iki evde televizyon vardı. Bir eve topluca gitmiştik ve siyah beyaz ekrana bakınmaya başlamıştım. Koca koca adamlar beyaz bir topun peşinde koşturuyorlardı. Köyün gençlerinin tamamı Fenerbahçe midir nedir, öyle okunan bir takımı tutuyorlardı. O takımın yaptığı her atakta kendilerini paralıyorlar, kaçan bazı goller sonrası evin tahta döşemesini anlatılamaz bir celallenme ile yumrukluyorlardı. Çocukluğun getirdiği ruh hali ve bedenen minik oluşumuzun baktığımız her noktada bazı şeyleri devleştirmesi, o anki görünümleri bana büyük bir dev aynasında sunuyordu.

Tahta döşemeyi yumruklayış, celallenmeler, sanki dünyanın en önemli şeyi sahneleniyormuş gibi televizyona kilitlenen bakışlar…

Büyü gibi geliyordu her şey…

Tüm gençler Fenerbahçe denen şey için yırtınıyordu ama, siyah beyaz görüntülü televizyonda koyu renkli formayı taşıyan bir takım bana daha çekici geliyordu. Belki de o ortamda herkesin bir devi tuttuğunu hayal etmem ve devlere karşı savaşan Don Kişot’u benimsememden olsa gerek, ağabeylere karşı rakip takıma sempati duymaya başlıyordum. Ama bunun iç yüzünde çok farklı bir şey vardı. Bir anda, gizliden gizliye, oradaki haşin gençlere çaktırmadan, (işin ucunda dayak yemek olabilirdi) sempati duyduğum takım Galatasaray diye isimlendirilen Don Kişot’um oluyordu.

Boşuna Don Kişot dememiştim ama!

Tüm herkes Fenerbahçe için çıldırdığına göre, adı geçen Fener bir dev olmalıydı. Deve karşı savaşan takım Don Kişot olmalıydı. Ama ne hikmetse, dev devliğini gösteremiyordu. Don Kişot deve karşı çok iyiydi. Daha iyi olan açık ara Don Kişot’tu. Anlayamamıştım gerçekten. Hanidir o maçı 2-1 Don Kişot kazanmıştı. Adeta devi pataklamıştı. Köyün gençleri sinirden ve üzüntüden kafayı yerken, ben çaktırmadan içten içe seviniyordum.

Madem Don Kişot’tuk, yel değirmenlerine hayalî saldırılarımız deplasmanda oynanan futbol tadında olacaktı.

Ben Don Kişot’tum.

Üzülen ağabeyler yel değirmeni.

Alın size bir mızrak darbesi!

Aklımdan geçirerek atımın üstünde onlara hamle yaptıkça yapıyordum. Gerçekliğe dökmüş olsaydım, o minicik boyumla sırtıma pışpışı alabilir, hatta yetmedi biraz okşanabilirdim!!! O yüzden aklımın içinde savaşmak zorunda kalıyordum. Hayal ederek…

Hayalperestliğimizin hayatımızın en büyük anlamlarından biri olduğu su götürmez bir gerçek. Bu hayal gücü değil miydi, daha da ilerisini hayal eden ve olmayanların olunmasını sağlayan? Don Kişot hayalperestliğinin, sanrılarının Galatasaray ile birebir örtüşmesi ve gelecek yıllarda hayalleri gerçekliğe dönüştürmesi ise şövalyemizi hayallerine kavuşturacaktı.

Demek ki boşuna değildi Don Kişot nitelendirmem!



Aradan biraz zaman geçmişti. Tam tarihi hatırlamıyorum. Tekrar bir Galatasaray – Fenerbahçe maçı. Gerçi Galatasaray’a sempati duyuyorum ama çocuk değil miyiz? İsimlere ve takımın bütünlüğüne aşina değilim. Galatasaray’ın kalesinde acayip bir adam var. Fenerbahçeliler bile ondan bahsediyor. Felaket bir kaleciymiş. Öyle ki, topu tuttuğu zaman tüm hışmıyla yere kapaklanır, çimler üzerine bir dev gibi vurarak sabitlermiş. Bunu ben demiyor, maçı izleyen Fenerbahçeliler diyordu.

Ama orada ufacık bir çocuk varken yapılır mıydı bu?

Çocukluğun getirdiği hayal gücü, merak ve bazı şeyleri gözde büyütüş, haliyle kaledeki adam için de geçerli olmaya başlamıştı. Şimdi dev gibi bir şey olduğundan bahsedilen kaleci, benim gözümde sıradan “bir şey” olabilir miydi?

Kurtardığı her şut, yükseldiği her hava topu, plase vuruşlara karşılık yere kapaklanarak tuttuğu her top, bahsi geçen kaleciyi gözümde “insan” olmaktan çıkarıyor, insan ötesi bir yaratığa dönüştürüyordu. Tabii bu canavarın bir adı vardı. Ama harbi canavara benziyordu. Garip bir surat yapısı vardı, çok farklı bir şeye benziyordu. Bu canavarın adı Simoviç’miş. Sonraki yıllarda onun dahilinde olduğu takımla bir çok başarıyı yaşayacaktım ama ilk tanışmam öyle olmuştu.

Ne diyorduk?

Ha, evet. Fenerbahçe karşısında Simoviç’e gelen her top bir canavar tarafından yenilip yutuluyordu. Uçarak yaptığı kurtarışlar ve topu eline alıp zemine vurduğu anlar, araziyi sallayan bir deprem hissi yaşatıyordu gözümde.

Ah, şu çocukluk yok mu! Neler düşündürtüyordu insana. Nasıl da gözümüzde büyütürdük bir çok şeyi. Şu an tüm gerçekleri olduğu gibi algılasak bile, o zamanın büyülü dünyasını özlemediğimi söylersem yalan söylemiş olurum.

Çocukluğun kendine has takipçiliği flu bir görüntüden ibaretti. Belli bir zamana kadar Galatasaray’ın maçlarını takip edişim salt futbol maçının kendisinden ibaretti. Başkanı kimdir, o an ne maçı oynanıyordur, oynanan maçın önemi nedir bilmiyordum. Puan cetveliymiş, alınan puanlarmış, lig maçı olup olmadığıymış gibi şeyleri bilmezdim bile. Sadece maça bakardım. Maçla sınırlı olmak koşuluyla kendi efsanelerimi yaratıyordum. Hal böyle olunca Simoviç’in yaptığı “bir tek enfes kurtarış”, çocukluğumun efsaneler kitabına giriyor; sırf o kurtarışıyla, dünyanın en iyisi, en iyi kalecisi, en büyük canavarı diye nitelendirmemi anında sağlıyordu.

Biri o an için yanıma gelecek de “canavarlık”, “kurtarmak”, “kalecilik” konusunda başka bir ismi ortaya atacak ha? Oracıkta aklını alırdım hemencecik. O kişiyi aptallıkla suçlardım. Nasıl olur da böyle enfes bir kurtarışı göremezdi! Bu öyle bir kurtarıştı ki, dünyada daha ötesi yoktu!

Ahh o çocukluğun masumiyeti…

Hayal alemliği…

Rüyaları…

Sanrıların en büyüklerini, çocuk dünyamızı yaşıyorduk. Her şey toz pembe görünüyordu. Ufacık nüans parçacıklarından merakımız ve hayal gücümüzle dünyaları yaratıyorduk. Asıl gerçekleri kendi merak güdümüzle farklı anlamlara yontuyor, kendi kendimize etkileniyorduk.

“Dünyaya leylekler tarafından getirildiğine inandırılmış bir çocukluktu bizimkisi…”



Her çocuk gibi kendi çocukluğumuzun yeşermesiyle geleceğimize dair tohumları atıyorduk. Maradona’nın İngiltere’ye, tüm futbolcuları ipe dizerek attığı gol sonrası, çocuk zihnimle (yaş 10) öyle bir oyuncuyu dünyanın en iyisi yapmak, doğal olsa gerek. Çünkü gerçekten büyük bir goldü. İnsanüstü bir şeydi. Kocaman insanlara şaşırtıcı gelen, şoke eden bir golün, o maçı canlı izleyen ufacık beni nasıl bir kılığa sokacağını, o an neler hissedebileceğimi nasıl anlatabilirdim ki?

Gönül bağımın olduğu takım enfes bir gol attığında neler hissedebileceğime gelince, Maradona’nın attığı golden binlerce kez daha heyecan verici ve inanılmaz gelecektir. Çocukluğumdan bu yaşıma gelene kadarki zaman dilimi içerisinde, hayatımın golünün hangisinin olduğunu sorsalar, hiç düşünmeden Prekazi’nin 35 metreden Monaco’ya attığı golü söylerdim. Bu gol benim için ilahi bir dokunuş gibiydi. Prekazi’nin ruhu, o gol atıldığı an uçup baş ucuma konmuş, başımı usulca okşamıştı. Prekazi artık benim için tanrı gibi bir şeydi.

Böyle muhteşem bir gol olabilir miydi?

Maradona kimmiş yahu?

Prekazi bu.

Tuttuğum takımın;

Oyuncusu!

Beyni!

Arıza serbest vuruşçusu!

Sol ayaklı raketi!..

Prekazi’nin gerilip topa vuruşu ve topun ağları bulması beş saniyeyi bulmamıştır ama, bu o kadar basit değildi. O anı, birebir, canlı kanlı, aynı anda, bizzat yaşamıştım. Kesinlikle o kadar basit bir şey değildi. Serde çocukluğun ateşliliği var. Oynanan maçın her saniyesine adeta bir kedi gibi göz atıyoruz. İnanılmaz ince. Gözden kaçırmamacasına. Her saniyeyi büyük bir filtreden geçirerek önce gözlerimize, sonra da beynimize naklediyorduk. Adeta bir peri masalı dinliyor gibiydik. Bu yüzden beş saniyelik an bana asırlar gibi gelmişti. Prekazi’nin gerildiği an gol olacağını hissetmiştim sanki. Çünkü Prekazi öyle gerilmişse o gerilmenin içinde muhakkak bir iş vardı. Sadece topun başında gerilişi bile bana saatler sürmüş gibi gelmişti. Top yere hiç temas etmeden fişek gibi giderken adeta dona kalmıştım.

Resmen Tsubasa’yı yaşamıştım!

Tsubasa’yı yaşamak diye buna denirdi!

Hani bilirsiniz şu Japon çizgi filmini. Futbol takımının kaptanı Tsubasa’nın başından geçen futbol maceraları anlatılırdı. Gol olacağı zaman top öyle gider ki, asırlar geçer sanki. İki saniyelik gol anını yavaş çekimle 2-3 dakikada gösterirlerdi. Prekazi’nin golü, Tsubasa golüydü benim için. O gölün Tsubasa’lığını bastıran başka dürtüler vardı. İlker Yasin’in “ve gool ve gool ve gool ve gool, işte goool, işte goool, ağlamak istiyorum sayın seyirciler, ağlamak istiyorum” diye bağırmasını, beni diken diken etmesini geçtim; Prekazi’nin kendine has karizmasıyla koşarak, işaret parmaklarını havaya kaldırarak sevinmesi saatlerce sürmüş gibiydi.

Çocuktum…

Savaşmış!

Açlıkmış!

Katliammış!

İnsanların ikiyüzlülüğüymüş!

Kavanoz dibi dünyaymış!

Dertler dünyasıymış!

Geçim sıkıntısıymış!

Her şeye gelen zamlarmış!

Ekmek aslanın midesindeymiş!

Umurumda mı?

Prekazi’nin gol anını yaşarken benden daha mutlu tek bir insan oğlu gösterilemezdi. Eğer işaret edecek bir parmak olursa, acımaksızın kesilirdi o parmak.



Çocukluğuma, daha doğrusu çocukluğum ve Galatasaray’a dair aklımda kalan en büyük hislerden biri üşüme, buz kesme duygusudur. Bazen de terleme. Futbol ve Galatasaray anlamında beni en çok etkilemiş sahneler 1988 yılında cereyan ediyordu. 12-13 yaşında hasta Galatasaraylı bir çocuk olmak, bu yaş kökünü o esnada yaşanmış inanılmaz bir başarı tohumlarıyla beslemek büyük bir deneyimdi. O zamanlarda izlediğim her futbol maçında, özellikle Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında heyecanlandığım kadar heyecanlanmadım. Bu heyecana benzer bir heyecanı bir tek Arsenal ile final oynadığımızda yaşamıştım.

Bir başkaydı o zamanların futbol izlenceleri. Kolay değildi ama. Türk Futbolu net bir şekilde başarısızdı. Şerefli mağlubiyetler dönemiydi. Ülke asırlar öncesinin 3-1’lik Macaristan zaferini diline pelesenk yapmış, başka bir şey ortaya koyamıyordu. Göztepe’nin Kupa Galipleri Kupası yarı final deneyimini es geçmemek lazım ama, onların Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş olmaması, bu başarının az ses getirmesine neden oldu. Günümüzde fazla hatırlanmıyor bile.

Her neyse, konuyu bölmeyelim. İçimdeki çocuk dışarı fırlamak için debelenip duruyor. “Anlat o heyecanı, nasıl izlediğini, neler duyumsadığını anlat” diyor.

Ülkemde genel durum böyleyken, ben bile ufacık çocuk halimle ne kadar başarısız bir ülke olduğumuzu bilince, haliyle Avrupa arenasında yapılan maçları iple çekerdim. Hem de bir hafta öncesinden. Varsayalım maça 8 gün vardır. Aklıma sürekli maça 8 gün kaldığı gelirdi. Beterin de beteri başka bir alışkanlığım vardı. Özellikle maça 2 gün kala, gün olarak değil kalan saat olarak hesap tutardım. Bir çocuk düşünün! Maçın başlamasına 37 saat kala geri sayım yapan. Aradan bir saat geçince, sevinçle kendi kendine 36 saat kaldığını haykıran… Sırf zaman daha çabuk geçsin diye erkenden yatağa girdiğimi, sabah uyanır uyanmaz ilk işimin kaç saat kaldığını hesaplamak olduğunu hatırlıyorum. Uyku sarhoşluğu ve daha el yüz yıkamamam umurumda bile değildi.

Galatasaray’ı bu denli özümseyen bir çocuğun, çocukluğunda Galatasaray’a dair yaşadıklarını daha derinden hissetmesinden daha doğal ne olabilirdi? Ama kahretsin ki, maç günü geldiğinde saatler bir türlü geçmiyordu.

Tuvalete girerdim, kaç saat kaldığını sorgulayıp dururdum. Keza yemek yerken öyle, sınıftayken öyle, ders çalışırken öyle. Önemli maç arifelerinde hayatımın merkezinde sadece Galatasaray olurdu. Hele maça 2-3 saat kalmaz mıydı? Of, zaman nasıl da geçmezdi. Adeta bir kabusu yaşardım. İfade edilemez heyecanı da. Ellerim, ayaklarım buz keserdi. Maç bitene kadar bedenimdeki her nokta buz gibi soğuk olurdu. Oda cehennem sıcağını andırsa bile. Isınamazdım da.

Peki, bu denli bekleyiş içinde olan bir veledin, özellikle Avrupa arenasında çok ama çok başarısız olduğumuz bir zamanda bu heyecanına karşılık, bizzat tuttuğu takımın ilkleri gerçekleştirmesi, gözlerimizle inanamayacağımız skorlara imza atmasıyla atılan her gol sonrası nasıl çıldırdığını kimler açıklayabilir? Bu heyecan silsilesi ilk olarak 1988 yılındaki Rapid Wien maçıyla başlamıştı. Gerçi Galatasaray’a aşinalığım 1986 yılı civarı başlamıştı ama tam anlamıyla özümseyişim 1988 yılına tekabül etmekteydi.

O dönemlerde Avrupa’da oynanan futbolumuzun en önemli özelliklerinden biri, deplasman maçlarımızda kaleye yaslanarak doksan dakika boyunca defans yapmamız, oyunu sürekli geride kabullenmemiz, rakibin oynamasına izin vermemiz, rakibin saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” edasında göğüs germemizdi. Başka bir vukuatımız yoktu ki! Olayımız buydu arkadaş!

O zamanlar deplasman maçlarımız maalesef böyleydi. Kaderimize mahkummuş gibi oyunu geride kabulleniyor olmamızın üzerimde yarattığı baskıyı ifade edebilmem mümkün değildi. Rakibin her saldırısında tırnak ve tırnak etlerimi parçalamakla kalmıyor, ömrümden ömür gidiyordu. “90 dakikalık salt defans” ve “rakibin oynamasını kabullenme futbolu”nu düşününce nasıl acı çektiğim, azap içinde maçı izlediğim anlaşılabilir.

Ayrıca psikolojik bir unsur vardı, umutlu olmamızı sağlayan. Deplasmanda atılan bir golün aslında iki golmüş gibi sayılıyor olduğunu öğrenmemle beraber, deplasmanda atacağımız bir golün benim için ne kadar absürd bir duygu olduğunu hatırlıyorum. Bu adeta kendi sahamızda bir takımı beşlememiz gibi hissettiriyordu. Bu denli absürd düşünce normaldi. Diyorum ya, yıllar boyu Avrupa arenasında mahkumları oynamışız, fark yememeye çıkmışız. Hal böyleyken deplasmanda atılacak bir golden ötesi var mıydı?

Rapid Wien maçını izlemeye bu duygularla başlamıştım. Maç her zamanki gibi ev sahibi takımın ataklarıyla başlıyor, yediğimiz her atak sonrası yüreğim ağzıma geliyordu. Kalemize çekilen her şut, ceza sahamıza yapılan her orta, orta sahadan kalemize yayılan her ani atak yüreğimi hoplatıyor, bunları savuşturmamızla sadece birkaç saniye için oh çekiyordum. Birkaç saniye diyorum, çünkü o geçen birkaç saniyenin hemen ardından bir başka atağı karşılamaya hazır oluyorduk.

İşte geçmişte böyle bir futbol anlayışı vardı. Cesaretle saldırmamız gerektiğini hiç düşünemiyorduk.

Böyle bir atılımı ve cesareti kim başlatacaktı?

Kimler?

Hangi takım?

Kim bilebilirdi ki Derwall sonrası, Mustafa Denizli’nin cesaretiyle Galatasaray Futbol Takımı bünyesi içindeki tüm oyunculara atak futbol mantalitesinin adeta bir DNA etiketiymiş gibi damgalanacağını? Psikolojik desteğin verilmesi ve bazı konularda asıl sorunun kafaların içinde olduğunun lanse edilmesiyle Türk futbol tarihinin makus talihinin dönüşümüne şahitlik edecektim.

Tuttuğum takım vasıtasıyla…

Kendi çocuk aklımla makus talihimizi asıl döndüren şeyi, Rapid Wien maçıyla hissetmişimdir. Daha doğrusu çocuk aklım bunun sebep olduğuna dair çocukça tılsımlar taşıyor. Yukarıda yazılan tüm hisleri o esnalarda hissetmemin psikolojik takıntısı olsa gerek.

Rapid karşısında 2-0 yenik duruma düşmüştük. Tamam, bu tur gitti diye düşünmeye başlamıştım. Fakat maçın sonları yaklaşırken Büyük Savaş’ın (Savaş Demiral) topa muhteşem vurmasıyla attığı harika gol sonrası bir anda nevrim dönmüş, sinirlerim boşalmış ve deli gibi bağırarak evin zeminine seri yumruklarla geçirmeye başlamıştım. İşte buydu! Bu gol ve sevinç anı, o zamana kadar yaşadığım en büyük sevinç anıydı. Çok feci bağırmıştım, felaket çığlıklar atmıştım. Demek ki, gol sevinci böyle bir şeymiş.

Çok sevmiştim bu işi. Bağırmayı. Çevren ve komşuları umursamaksızın dilediğin gibi haykırmayı. Adeta bir ayin gibi! Biriken sinirleri boşaltmakla kalmıyor, farklı bir boyuttaki dünyaya astral seyahate çıktığını hissettiriyor, bambaşka bir ruh haline sokuyordu.

Tek gol sonrası tur kapılarının açılması, bu gol sayesinde ikinci maçtaki 2-0’lık galibiyetimizin bize yetmesi ve hemen ardından yeni destanların yazılmaya başlaması, ülkemizin şerefli mağlubiyetler makus talihinin döndüğünü düşünmem, çocukluk tılsımımın bir parçasıydı.

Sonuçta bu başarıları tuttuğum takım sağlıyordu ve gelecek zamanda bu tür başarıları doğal bir hale getirecekti. Ülkenin beklentilerini yükseltecek, geçilen bir iki tura bile başarısızlık gözüyle bakılacaktı. Mesela Şampiyonlar Ligi’nde elde edilmiş bir çeyrek final şaşırtıcı bir başarı olmayacaktı. Zaten mevcut olan başarının egale edilmesi olacaktı. Keza yarı finalde oynamak da öyle. Bundan sonra Türk takımları için en büyük hedef, Şampiyon Kulüpler Kupası’nı almak olmalıydı

O zamanlardan aklımda kalan bazı şeyler var. Galatasaray 1988 yılındaki Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında ne zaman tur atlamışsa, maçtan hemen sonra oynadığı lig maçlarında adeta şov yapmıştır. Futbolcularımızın duruşlarında bile inanılmaz bir değişim olmuştur. Misal, Neuchatel Xamax rövanş maçını 5-0 kazandıktan sonra oynadığımız lig maçında, Prekazi oldukça havalı imajı, başına taktığı bandanası ile dikkatleri çekmişti.

Tabii Prekazi gözümde bir ilahtı. Futbol yönüyle idolümdü. O esnalarda oynadığım top Prekazi gibiydi. Fişek gibi frikik kullanır, adrese teslim ortalar yapar, aynı zamanda bol bol gol atardım. Fakat Prekazi’den tek farkım ondan daha fazla koşuyor olmamdı. Onun gibi solak olmam diğer dikkat çekici unsurdu. Şimdi bu denli gözümde büyüttüğüm bir futbolcunun geçilen turlar sonrasında takındığı imajlar, onu gözümde her geçen zaman büyütüyor, iyice farklılaştırıyordu. Arkasından bıraktığı o güzelim saçları, bileklerine kadar indirilmiş çoraplarıyla benim için ayrı bir yere koyulması gereken karizma abidesiydi.

5-0’lık Neuchatel maçının oynandığı gün, hayatımın en dikkat çekici ve hala ilk günkü gibi hatırladığım anlarından biridir. Rövanş maçı televizyondan verilmiyordu. Sadece radyodan takip edilecekti. Maç oynandığı sırada okuldaydım. Radyodan dinleyebilme imkanımız yoktu. O zamanlar cep telefonu ne arar!

Müdür yardımcısının verdiği dersteydik. Kendisi çok sert, disiplinli ve otoriter bir hoca olmasıyla tanınıyordu. Derste bir ara çekti gitti. Hemen sonra geri geldi. “Çocuklar Galatasaray 3-0 öndeymiş,” dedi. Bir anda havalara sıçramıştık. İlk maçta 3-0 yenilmiştik ve bu skorla resmen maçı döndürmüştük. Otoriter ve sert saydığımız hoca bir anda ders vermeyi bıraktı. Ders boş geçmeye başlamıştı. Skorun 5-0 olduğunu duyduğumuzda ise kocaman okulda yer yerinden oynuyordu.

O zamanlar günümüzdeki düşmanlık yoktu. Çünkü gerçek gazetecilik vardı. Futbol ülkemizde endüstrileşmemişti. Para basmıyordu. Futbolun içinde fazla para dönmüyordu. Az para ama çok erdem vardı. Bu durum taraftar profiline de yansıyordu. Fenerlisi, Beşiktaşlısı herkes okulu sevinçleriyle sallıyordu.

Maçın 5-0 bittiğini öğrendikten sonra, sınıftan nasıl çıktım, eve nasıl gittim, anlatamam! Kalbim duracak gibiydi. Eve doğru gidiyor, yolda yürüyordum. Çevreme bakıyordum. Gördüğüm manzaralar, şu ağaç, şu evler, şu futbol sahası her gün, her zaman bakındığım ve ortasından yürüdüğüm çevreye aitti. Ama bana daha önce hiç bu kadar güzel görünmemişti. Havaya bakıyordum. Bir başka görünüyordu gözüme.

Galatasaray’a duyduğum sevgi, Galatasaraylılığım bana öyle mutluluklar veriyordu ki, baktığım her noktada güzellikleri buluyordum. Hayat hiç bu kadar güzel olmamıştı. Çocuk dünyam tamamen gökkuşağı renklerinden ibaretti. Bu, Galatasaraylılığımın bana yaptığı en büyük iyiliklerden biriydi.

Eve gittikten sonra yemeğimi yemiş, Neuchatel maçının TRT’de banttan gösterileceğini öğrenmiştim. Aldık mı başa bela! İşin yoksa 1-2 saatin geçmesini bekle. Maçın skorunu biliyorum ama izlemeliyim. Bir an önce başlamalı! 90 dakikanın her saniyesini, her karesini belleklerime kaydetmeli, her anını bir nefes gibi gözlerime çekmeliyim. Son 1 saat kaldığında 59’dan başladım, tek tek geriye sayarak 60 dakikayı sonlandırmıştım. Sanki maç hiç oynanmamış da o an canlı oynanıyormuş gibi heyecanlıydım. Ellerim buz kesilmiş, ayaklarım Antarktika zeminine dönüşmüştü. Ayaklarımı hissetmiyordum. Hele golleri gördükten sonra çıldırmıştım. O golleri fırından yeni çıkmış, üzerinden duman çıkan tazecik ekmeklermiş gibi, sanki goller o anda tazecik atılmış gibi havaya zıplıyor ve deliler gibi bağırıyordum. Muhteşem gollerdi. İnanılmaz gollerdi. Adeta kendimi kaybediyordum.

Bu Galatasaray, dünyanın en büyük takımıydı o an için gözümde…

Oynanan futbol ve atılan golleri gördükten sonra kimse bunun aksini söyleyemezdi. O maçta giydikleri beyaz formadan o kadar çok etkilenmiştim ki, içindeki futbolcularımızın her birini dünya çapında futbolcularmış gibi hissetmiştim. Formanın verdiği karizma, elde edilen sonuç, futbolcuların ortaya koyduğu futbol ve atılan golleri bir potada eritip ufaltıp ayna tozuna dönüştürüp vücuda getirdiğimizde, benim gözlerime üflenen ayna parçacıkları, bana hayaller alemini sunuyor, ayna parçacıklarını soluyarak hayallerimin içinde uçuyordum. O zaman Galatasaray’ın bana verdiği hisler anlatılamaz hayaller alemiydi. Tıpkı bir rüyada yaşıyormuşsun gibi.

Fakat gerçekti…

Bir rüya değildi…

2 yorum:

Eren dedi ki...

Yazının hangi kısmını kopyalasam da 'harika söylemişsin' desem bilemedim. Ellerine sağlık, gözlerimi yaşarttı bu yazı.

Rapid Wien ile oynayıp 2-0 kazandığımız maçı hatırlarım ben de... Elektrik kesilmişti, babamla koşa koşa arabaya gidip radyodan takip edip gollerde arabayı inletmiştik. 6 yaşındaydım, tabi 3-5-2, 4-4-2'yi anlamak ne hacet o zamanlarda.

Beni GS'lı yapan kadrodur o 1988 takımı. Benim favorim Uğur Tütüneker'di. Onun yüzünden yaptığım her takım sporunda 7 numarayı kapabilmek için takım arkadaşlarımla tartışmaya girmişimdir. Bir de kaleci eldivenim vardı, onu taktığımda Simoviç'e benzediğimi sanardım.

Eintracht Frankfurt'u elediğimiz, 1-0'lık maç vardı bir de, yine Uğur'un imzası vardı, nedense unutamadığım maçlardan biri daha. Şimdi başlarsak anlat anlat bitmez.

Bunaldığımda tekrar tekrar okuyacağım bir yazı. Teşekkürler!

Atilla Çelik dedi ki...

Güzel ve nazik yorumun için çok teşekkür ediyorum. O halde ne yapıyoruz?

Sen 7 numaralı Uğur Tütüneker formasını kapıyorsun, ben de 8 numaralı Prekazi formasını kapıyorum. Alan da veren de memnun :)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails