6 Temmuz 2009 Pazartesi

Devir Nasıl da Değişiyor...


Futbol nasıl da içimize işlemiştir. Hayatımızın anlamlarından biri gibi. Fanatik gözle bakmaktan ziyade sanki içinde çok felsefî bir varlık barındıran, açığa çıkarılmayı bekleyen kültürel bir ikonaymış gibi. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ifade eden deyim öbeğinin sonunda, futbolun da böyle bir misyona ve güzelliğe sahip olduğunu, kaba kuvvetin çok daha ötesinde bir bütün olduğunu aktaramadığımız narin yüreklilere.

Öte yandan öyle akıl dolu bir oyun seçeneğidir ki, doğru taşları koyup cesaretle süslediğinizde, bedeninizi doğru perdelediğinizde, gol vuruşunu düzgün ve heyecansız yaptığınızda, bir ceylan olarak aslanı kovalayabileceğinizin kanıtını görürsünüz.

Bazı zamanlar, geçmişte oynadığım futbol maçlarını düşündüğüm oluyor. O zamanlar pek rahatsız bir insan değildim. Çok rahat futbol oynayabiliyordum. Yaptığım milimetrik ortaları düşündüm. Mahallenin en iyi ortacısı olmanın, Prekazi'nin çok koşanı diye nitelendirilmenin kendimi nasıl hissettirdiğini hatırladım. Gerçekten de bir ortanın içinde öyle büyük bir emek ve cefa vardı ki, topun dibine teknik bir şekilde vururken, topa yumuşak bir yön verirken, tam kafalara mıhlamaya çalışırken, bir analizci, bir mühendis edasındaki ayak ayarının dahi ne emekler gerektirdiğini hatırladım.

Öte yandan ayakkabılarımı düşünürdüm. Sürekli futbol oynamanın pek dayandırmadığı ayakkabımı. Top denen o güzelliğe her sert vuruşum, orta yaparken topun dibine her mıhı koyuşum; “ayakkabım parçalanacak ve yenisini hemen alabilir miyiz acaba?” korkuma sebep olurdu.

Atılan her çalım, yapılan her asist, adrese teslim bir orta ve en önemlisi estetik her gol sonrası ne kadar mutlu olduğumu ve bunun beni ne kadar güçlendirdiğini hatırlıyorum. Anlatılamaz bir mutluluktu. Özellikle önemli maçlarda muhteşem bir gol çaktığın zaman, arkadaşlarının sana sarılması yok mu? O an insan kendisini bir kral gibi hissediyordu.

Nasıl hissetmesin?

Top denen meşin yuvarlağa öyle sert vuruyorsun ki, kaleci hamle bile yapamıyor ve topun çatala çarpıp ağlarla kucaklaşmasına tanıklık ediyor.

Bu bir sanat, bir beceri değil miydi?

Belki de çimenlere eğilerek kokusunu içimize çekmek gerekiyordu. Mümkünse salya sümüğün sümkürülmediği tertemiz bir futbol çimini tercih etmeliyiz.

Tiyatroya gitmemiz teklif edilse, burun kıvırabiliriz. Pek içimizden gelmez. Ama sanat niteliğinde oynanacak bir futbol maçı teklifiyle karşılaştığımızda gözlerimiz parlar. Eğer saplantısal sorunların içerisine düşersek psikolojik çözüm yollarını arar ve bir takım, bir futbol sevgisinin absürd olmayan fanatiklik ilacını gözlerimizden damlatırdık. Futbol bu! Ne ararsanız var. Hele ki sevdiğiniz takım ile bir gönül bağınız varsa aradığınız her şeyi bir frikik vuruşunda bile bulabilirsiniz.

Maçları televizyondan izleyen ya da çok az maça giden, büyük maçları kaale alıp ufak maçları iplemeyen, bununla yetinen ortalama bir taraftarla, maçların hepsine giden taraftarlar arasındaki fark nereden gelir ki? Belki de tribünde oturan, sigarasını yakan, çekirdeğini çitleten, suyunu içen bir erkeksiliktir? Binlerce kafa, her bir kafadan yeri gelince küfrü basıyor. Belki de bir nefret patlaması, istediği gibi bağırma özgürlüğü, hiç çekinmeden büyük bir rahatlıkla “hadi oradan i*ne hakem” demenin verdiği bir hazdır. Belki de bu bir deliliktir.

Maçın neticesinde ortaya çıkan şey; ya büyük bir düş kırıklığı ya da orgazmı aşan bir rahatlama, mutluluktur.



1993 yılında yapılan bir ankette Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’a atfedilen özelliklere göz attığımızda ilginç şeyler buluyoruz. Bu anketlere göre; Galatasaray Türkiye’nin en başarılı, Avrupa’da oynadığı maçlarda klasik olarak başarıyı yakalayan, en eğitimli ve centilmen taraftar kitlesine sahip kulüptür. Fenerbahçe, en fazla taraftara ve en fazla maddi olanaklara sahip; Beşiktaş da en istikrarlı şekilde yönetilen, kendi sporcularını yetiştiren, en centilmen sporcuya sahip kulübü olarak görülmektedir.

Ya şimdiki zaman?

Fazla deşmeye gerek yoktur. Özellikle Beşiktaş’taki mevcut anormal değişiklik dikkate değer.

Galatasaray’ın kültürel bir mit olması kadar doğal bir şey olamazdı zaten. Bir kere kulübün Beyoğlu’nda olması bile derin bir bilgi, kültür ve hoşgörünün kaynaklığına işaret etmektedir. Yüzyıllardır beri gelen Mekteb-i Sultani ve sonrasında Galatasaray Lisesi'nin verdiği mezunlarla ülkemize kattıkları katma değeri bir kalemde silip atamayız. Buradan anlaşılacağı üzere, Galatasaraylı olmanın bir de kültürel boyutu vardır. Sportif başarıları bir kenara koyarsak, Galatasaray kültür ve sanat dalında da adını ülke sınırları dışına taşımıştır.



Eski masumiyetler de kayboluyor öte yandan. Hayatımıza para, öfke, sinir katsayısı, kör gözlü fanatizm musallat oluyor. Metin Oktay’ı hatırlıyorum. Topluma futbol (daha doğrusu Galatasaray) aşkı ve insanlık modelini öyle aşılamıştı ki, İzmir’in en zengin ve en güzel kızlarından birinin “ya ben ya da Galatasaray” seçimini hiç düşünmeden Galatasaray yönünde değiştiren, onunla evlenmeyip Galatasaray ile evlenen bir genç. O esnalarda doğan erkek çocuklarının bir çoğunun adının Metin olması ise çocuklarımızın Metin Oktay gibi olabilmesi için bir dilektir.

1969 yılında jübilesini yaparken, Galatasaray – Fenerbahçe jübile maçında Can Bartu ile karşılıklı forma değiştirmeleri, Can Bartu’nun Galatasaray’da, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’de oynaması, şu an için inanılmaz bir olaydır.

Galatasaray’ın daima Metin Oktay’ı anması doğaldır fakat Kadıköy Dereağzı’nda Şükrü Saraçoğlu’nun 500 metre ötesine Metin Oktay heykelinin dikilmesi ise her şeyden daha önemlidir.

Hiçbir şey eskisi gibi değil.

Eski güzellikler geride kaldı ve meydan yılmayan, öfkeli savaşçılara kaldı.

Marcel Proust’un sorduğu soruyu kendimize sormamız gerekiyor belki de:

“Başımıza kötü bir şey geldiği zaman, ‘niçin bu iş benim başıma geldi?’ diye soruyorsak, aynı soruyu iyi bir şeye kavuştuğumuz zaman da sormalıyız.”

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails