31 Ağustos 2009 Pazartesi

Risk Taşımayan Akıl Transferi: Caner Erkin Galatasaray’da!


Galatasaray’ın geçtiğimiz ve bu yıl yaptığı akıllı transferlerinden bahsedecek değilim burada. Rakipleri fahiş bonservis bedelleriyle oyuncular alırken ve bir iki tanesi hariç onlardan yararlanamazken, Galatasaray’ın futbolcuların kalitesine nazaran daha uygun fiyata ve uzun vadelere öteleyerek gerçekleştirdiği transferlerin daha akıllıca, daha kaliteli olduğunu söyleyebiliriz.

Galatasaray’ın iki yıldır takip ettiği transfer politikasına baktığımızda, kaliteli ve yetenekli genç yerli oyuncularla deneyimli ve üst düzey yabancı oyuncuların bir araya getirildiği ve uzun süre birlikte oynayabilecek bir sistem takımının temellerinin atıldığını öngörebiliriz. Caner Erkin transferini de bu anlamda yorumlamak gerekiyor. Daha genç yaşında yurtdışına açılan ve 21 yaşındayken kiralanan oyuncunun, geleceğe yönelik olarak düşünüldüğünü söyleyebiliriz. Genç yaşına rağmen Caner’in tecrübeli bir oyuncu olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Galatasaray’ın Caner’i kiralaması ileriye yönelik olarak hiç risk taşımıyor. Eğer gerekli performansı sergileyemezse kulübün kasasından bonservis bedeli çıkmayacak. Ama gerekli performansı göstermesi halinde, Galatasaray seneye bonservis bedeli ödeyerek satın alma opsiyonuna sahip. Galatasaray teknik ekibinin elinden geçecek ve Galatasaray’ın sahip olduğu içselliği kendi bünyesine katacak Caner Erkin gerçekliğinin yararlı olacağını ve futbolunu ileriye götüreceğini düşünüyorum.

Sercan Yıldırım transferi de gerçekleşirse, Galatasaray ileriye yönelik olarak oldukça etkili bir takım kurmuş olacaktır. Bu kadro takımı yıllarca taşıyacak ve ileriye yönelik planlamanın meyveleri tabaklarımıza koyulacaktır. Bu anlamda Galatasaray’ın birkaç yıldır belli bir plan dahilinde kadrosunu şekillendirdiğini ve geleceğin takımını kurduğunu görebiliyoruz. Bunlar "futbol ve planlama" adına olumlu, güzel şeyler.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Thomas Merton'dan: Mükemmel İnsan



İnsan yığınlarının arasındayken
Kendisini başarıdan
Şöhretten
Düşmekten ve kaybolmaktan
Kim kurtarabilir?
Tao gibi görünmeden akacaktır o.
İşte mükemmel insan: Teknesi bomboştur onun.

Thomas Merton (1915 – 1968)
Trappist* rahibi ve yazar




*Trappist: Çok sıkı kuralları olan ve konuşmayı bile men eden Katolik manastırda rahip.


Thomas Merton; Dalay Lama, Vietnamlı keşiş Thich Nhat Hanh ve Zen yazarı D.T. Suzuki başta olmak üzere Uzakdoğu’daki önemli figürlerle önemli diyaloglara girmiş ve bu anlamda öncülük etmiş bir isimdi.

28 Ağustos 2009 Cuma

Supernatural'da Queensryche'dan Silent Lucidity Girince...



Mükemmel vokal deyince aklıma ilk gelen şarkılardan biridir Queensryche'dan Silent Lucidity şarkısı. Özellikle Supernatural isimli dizinin en can alıcı noktasında girince darmadağın oluyoruz. Diziyi yakından takip eden biri olarak tam buraya geldiğimde gözlerim dolmuş ve günlerce Silent Lucidity şarkısına vurmuştum kendimi...

Wolverine - Taste Of Sand / His Cold Touch

Demin bahsi geçen grubun en etkilendiğim parçası. Bu güzellikte eserlerin sahibi olan grubun tanınmayan bir grup olması ise kaliteli müzik anlamında utanç verici. Aşağıdaki parçaları ise enerjik parçalarına bir örnek. Katıksız bir Progresif Metal örneği...



İsveç'ten Bir Nefes: WOLVERINE


İsveç dendiğinde akıllara genellikle İsveç Death Metali ve Göteborg gruplarının yarattığı sound gelir. 1995 yılında kurulan İsveçli Wolverine ise, Progressive Metal tarzı ve 2006 yılında ortaya koyduğu albümle yaydığı ışığı güçlendirir.

İlk albümleri “The Window Purpose” 2001 yılında yayınlandığında, Progressive Melodik Metal yapısı, bazı noktalarda brutal vokal ile bezenir. 2003 tarihli “Cold Light Of Monday” albümüyle müzik, daha kompleks, melodik hal alır ve brutal vokal azaltılır. 2006 tarihli “Still” albümü ise tamamen yeni bir tattır, tam anlamıyla Progressive Metal ve temiz vokalleri içerir. Aradan geçen on yıl sonrasında ustalığa, olgunluğa erişilir. Daha durgun parçaların yer alması yanında, enerjik parçalarla denge sağlanır. Süresi uzun tutulan bazı parçalar, kendi içinde değişken bir yapıyı içerirken, az ve öz kullanılan melodik solo gitar müzikal yapıyı zenginleştirip, yüksek kalite açısından pekiştirir. Temiz ritim partisyonlarının akıcı solo gitarla birleşmesi esnasında, vokalin sesini yükselttiği anlarda, melodi yönü çok derin yollara çıkar.

Still Albümü

Tüm bunların üzerine çıkan ve ayrı bir ustalık katan bir yöne dikkat çekmek lazım. Kaliteli vokal dediğimizde aklımıza Russell Allen, Michael Kiske, Jorn Lande, Tabias Sammet, Roy Khan gibi isimler gelir. Grubun vokalisti Stephan Zell, gelecekte onlarla birlikte anılır mı bilinmez, sahip olduğu enteresan, duru, oturaklı, yoğun ve temiz sesiyle müzikal yapıyı farklı boyutlara götürür. Bazı parçalar onun sesiyle şekillenir. İlk iki albümde bas çalıp vokal yapan Zell, ‘Still’ albümüyle sadece vokal yapar. Nedeni, solistliğe daha iyi konsantre olabilmektir. Bunu fazlasıyla becerdiği söylenebilir. Son albüme kulak kabartıldığında, ilk iki albüme oranla vokal açısından büyük gelişim ve olgunlaşma kendisini belli eder. Söz konusu olgunlaşmanın, dinleyicilere tiryakilik yaratacağını söyleyebiliriz. Ortaya çıkan sonuç, derin bir sanatla karşı karşıya olduğumuzdur.

Günlük hayat sorunları, içine düşülen derin ruh halleri, yaşamın zorluklarını sorgulamak, insanları rehin alan duygular merkeze alınınca bunu ifade etme yöntemi doğal olarak ağır bir hal alır. Bir kadına da bazı parçalarda roller verilir ve oyununu oynar. Bunların müziğe yansıması ağır, yer yer melankolik olur. Enstrümanların yerinde kullanılıp, müziğe yön veren vokal yüksek kaliteyi yansıtır. Kısacası verdiği his olarak, başka bir Riverside vakası var karşımızda. Wolverine için de kelimelerin kifayetsiz kalacağı söylenebilir.

Yeni albümlerini merakla ve heyecanla bekliyoruz. Çok yakında...

UEFA Avrupa Ligi F Grubu ve Galatasaray


Bugün kuralar çekildi ve takımımız F grubunda Panathiniakos, Dinamo Bükreş ve Sturm Graz takımları ile eşleşti. Öncelikle kağıt üstünde baktığımız zaman ilk iki için direkt Galatasaray ve Panathinaikos isimlerini koyabiliriz. Zaten liderlik mücadelesi bu iki takım arasında geçecek gibi görünüyor.

Bu yazımda, kurada eşleştiğimiz ekiplerin kadroları ve tehlikeli oyuncuları ilgi alanım olmayacak. Bu anlamda her türlü bilgiyi, yazılı ve görsel medyada sayısız haberle alacaksınız. Biz daha farklı açılardan bakarak ve öngörülerde bulunarak biraz da beyin jimnastiği yapacağız.

Ekibimizi en çok zorlayacak takımın Panathinaikos olacağını söyleyebiliriz. Özellikle son dönemlerde sürekli şampiyonlar liginde mücadele eden ve son iki sezon kendi kabında başarılı maçlar çıkaran bir takımdan bahsediyoruz. UEFA Kupası’ndan ziyade daha çok Şampiyonlar Ligi takımı olduğunu kabul etmekle işe başlamalıyız. Şu ana kadar UEFA Kupası’nda 22 maç oynayan ekip, şampiyon kulüplerin turnuvasında 141 maça çıkmış. Şampiyonlar Ligi arenasında 46 galibiyet, 40 beraberlik ve 55 mağlubiyet istatistiği tutturan Yunan ekibi Avrupa arenasında toplamda 227 (Galatasaray’dan 2 maç fazla) maça çıkmış; 82 galibiyet, 56 beraberlik ve 89 mağlubiyetlik bir derece tutturmuş.

Bu istatistik verileri ışığında ekibimize yaklaşırsak toplamda 225 maça çıkan Galatasaray, 85 galibiyet, 57 beraberlik ve 83 mağlubiyet elde etmiş. Genel Avrupa tarihlerine baktığımız zaman iki kulüp de neredeyse aynı sayısal verilere sahip ama, sarı kırmızılı ekibin tarihinde UEFA Kupası ve Süper Kupa başarısı yatarken, Yunan ekibinin kupa başarısı yok.

Bu yıl Şampiyonlar Ligi üçüncü turda Sparta Prag ile eleme maçı oynayan Yunan ekibi ilk maçı deplasmanda 3-1 kaybetmiş ve evinde 3-0 kazanmıştı. Fakat dördüncü turda Atletico Madrid karşısında tutunamayarak evinde 3-2, deplasmanda 2-0 kaybederek Şampiyonlar Ligi biletini alamayarak UEFA Avrupa Ligi’nde birinci torbadan kuraya girmişti.

Panathinaikos Avrupa’da kupa kaldıramamış olsa bile son dönemlerde başarılı maçlar çıkarmış bir takım. Özellikle Yunan takımlarının kendi evlerinde çok başarılı maçlar çıkarmaları ve saha avantajlarını çok iyi kullanmaları iyi bilinen özellikleri. Fakat aynı Yunan takımlarının yumuşak bir karnı var. O da, deplasmanda denk güce sahip ya da güçlü takımlar karşısında tutunamamaları. Arada bazı istisnalara imza atmaları kaideyi bozmuyor.

Siyasi anlamda Türkiye ve Yunanistan arasındaki bazı sorunlar bilinmiyor değil. Bu yüzden Yunan takımları kendi evinde Türk takımlarına karşı ayrı bir motivasyon ile çıkıyorlar. Yunanlı taraftarlar için bu tür maçlar adeta savaştan farksız. Sahaya çıkan oyuncuların önemli bir kısmı yabancı olduğu için söz konusu husumet yeşil sahada pek söz konusu olmayabilir ama saha kenarındaki taraftarlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz. Ama bu taraftar Yunan takımlarının en büyük itici gücü.

Öte yandan Panatinaikos ile eşleşmemiz kaderin bir oyunu olsa gerek. Çünkü Barca döneminde Frank Rijkaard’ın yardımcılığını yapan Henk Ten Cate Yunan ekibinin başındaki isim. Birbirini çok iyi tanıyan ve geçmiş dönemde kader ortaklığı yapmış bu iki isimin buluşması tam bir taktik savaşı olacağa şimdiden aday. Tabii Galatasaray cephesinin bu anlamda daha avantajlı olacağını söyleyebiliriz. Çünkü Rijkaard’ın yanında en az onun kadar etkili olan Neeskens yer alıyor. Usta Hollandalı sayısında Galatasaray 2-1 önde diyebiliriz. Bu işin latifesi.

Diğer ilginç nokta ise Galatasaray Fenerbahçe’yi geçmişte 4-1 mağlup etmiş Panathinaikos ile eşleşmişken, Fenerbahçe de geçen yıl Galatasaray’ı Şampiyonlar Ligi ön elemesinde saf dışı bırakmış Steaua Bükreş ile eşleşti. Her iki ekibimiz bakalım çapraz ateş sonucunda intikam alabilecekler mi? Tabii ki futbol sınırları içerisinde…

Galatasaray gruptaki en zor maçına Panathinaikos deplasmanında çıkacak. Galatasaray daha fazla resmi maç oynadığı ve daha farklı bir hava yakaladığı için rakibinin bir adım ötesinde. Ayrıca ekibimizin deplasmanda sekiz maçtır kaybetmemesi dikkat ile takip edilmeli. Galatasaray’ı en çok zorlayacak şey ise Milli maçlar ardından Beşiktaş maçına çıkacak olması ve hemen ardından da Panathinaikos ile oynayacak olması.

Ekibimizin diğer rakibi Romanya’dan Dinamo Bükreş ise çok önemli başarıları olmasa bile Avrupa arenasına aşina bir takım. Şu ana kadar 162 maça çıkan ekip 64 galibiyet, 24 beraberlik ve 72 mağlubiyet elde etmiş. Bu yıl UEFA Avrupa Ligi’ne direkt Playof turundan katılan Romen ekibi Çek takımı Slovan Liberec’i 3-0 kaybettiği maçın rövanşında 3-0 yenmiş, penaltı atışları sonucunda gruplara kalmıştı.

Galatasaray’ın bu ekip karşısında çok fazla zorlanacağını sanmıyorum. Çünkü Liberec maçından kaynaklı cezası sebebiyle Dinamo Bükreş kendi sahasındaki Galatasaray maçını seyircisiz oynamak zorunda kalacak. Bu anlamda Galatasaray’a karşı saha avantajını kullanabileceğini söylemek çok zor olsa gerek. Galatasaray’ın bu yılki dönüşümü ve farklılığı nedeniyle geçen yılki gibi bir Steaua Bükreş kazasına uğramasını beklemiyorum.

Strum Graz ise yabancısı olmadığımız bir takım. En sükse zamanlarında Lucescu döneminde kendileriyle oynamıştık. Kendi sahalarında bizi 3-0 mağlup etmişler ve evimizdeki maç 2-2 sonuçlanmıştı. O zamanki takımın gücünde yeller esiyorsa bile, geçen yılın UEFA Kupası’nın en sükse takımlarından biri olan Metalist Kharkiv’i playoflarda 1-1 ve 1-0’lık skorlarla elemeleri yabana atılmamaları gerektiğine işaret ediyor.

Strum Graz ekibi de Galatasaray gibi hazırlıklarına erken başlamak zorunda kalan ekiplerden biriydi. UEFA Avrupa Ligi ikinci turunda Bosna Hersek’in Siroki Brijeg takımını 2-1 ve 1-1, üçüncü turda Karadağ'ın OFK Petrovac ekibini 2-1 ve 5-0’lık sonuçlarla elemişlerdi.

Grubun en zayıf karnını temsil eden Avusturya ekibi 94 Avrupa maçına çıkmış, 32 galibiyet, 25 beraberlik ve 37 mağlubiyet çıkarmış. Avusturya ekiplerinin fazla dirençli olamadıkları gerçeğini, Avusturya deplasmanında gurbetçilerimizin yoğunlukta yaşadığını defterimize yazdığımızda Galatasaray’ın hem içeride ve hem de dışarıda toplamda 6 puan çıkaracağını beklememiz hayalcilik olmasa gerek. Ama grubun sürprize en aday takımı da Graz'dır.

Gruplara genel anlamda baktığımızda Galatasaray ve Pana ile diğer iki takım arasında önemli bir güç farkı var. Fakat günümüzde futbol artık kağıt üstünde kazanılmıyor. Daha fazla mücadele eden, rakibini ciddiye alan ve futbol gerçekliklerini uygulayan takımlar başarılı olabiliyor. Bu sezon işini oldukça ciddiye alan Galatasaray’ı dikkate aldığımızda bu gruptan çıkamaması için çok büyük sorunlar yaşaması ve umulmadık kazalar geçirmesi gerekmektedir. Maçların oynanacağı esnalarda takımların durumlarının ne olacağını bilememekle birlikte, sezon başından beri sahada gördüğümüz ve üstüne koymaya devam edecek Galatasaray’ın deplasmanlarda da önemli performans sergilemesi nedeniyle grubu birincilikle bitirmesi en muhtemel takım olduğunu düşünüyorum.

Kuralar öncesi Panathinakos forumlarını dolaşırken iki tür Pana taraftarına şahitlik ettim. Birinci grupta Türk – Yunan sorununu sporun önüne atarak kendilerine özellikle Galatasaray ya da Fenerbahçe’nin gelmesini isteyen taraftarlar yer alıyor. Diğer grupta ise daha kuralar öncesi gruplarda güçlü takımlardan dem vuran, özellikle Galatasaray’ın çok güçlü olduğunu söyleyen taraftarlar vardı. Hatta kuralar öncesi bir Pana taraftarı UEFA Avrupa Ligi kupasının favorisi olarak Galatasaray’ı göstermişti. Aynı kişi, Galatasaray ve Fenerbahçe ile eşleşmek isteyen taraftarlara neden böyle bir kurayı istediklerini, yoksa her iki takım tarafından paramparça edilmeyi dilediklerini mi sormuştu. Genel kanı olarak Galatasaray’ın oldukça tehlikeli olduğunu kabul ediyorlar.

Graz forumu cephesinde ise kendi evlerinde oynayacakları maçta Galatasaray’ın önemli bir taraftar avantajına sahip olmasından duydukları korkuyu ifade etmişlerdi.

Galatasaray’ın bu grupta ilk iki sırada yer alarak bir üst tura yakın olduğunu düşünüyorum. Ama bunu söylerken bu yıl Avrupa arenasında çok üst düzey bir başarı beklemediğimin altını çizmem gerekiyor. Takımın önünde daha çok zaman var. Sistemi tamamen oturtabilmek ve bu sistem ile Avrupa’da isim sahibi bir takım olabilmek için bu oyuncuların minimum bir yıl birlikte oynamaları gerekiyor. Ben bu yıl en azından bir çeyrek final ve önemli bir puan toplama hedefini optimum başarı olarak görüyorum. Eğer bu çıta yarı finale kadar çıkarsa bu çok ama çok önemli bir başarı olacaktır. Tabii gruplar sonrası çekilecek kuraların ve futbol tanrılarının ne kadar ince ayrıntılar olduğunu söylememe bile gerek yok.

Şimdiden öngörümü yapayım. Galatasaray gruplarda oynadığı maçta, eğer Panathinaikos’a ilk maçta mağlup olursa 4 galibiyet, 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet alarak 13 puan toplar. Fakat Ali Sami Yen’deki üç maçı da kazanacaklarını düşünüyorum. Bu durum gruplardan çıkmaları için yeter de artar. Futbol oynamayı düşünen takımlara karşı daha fazla şansımız olduğunu ve bizi kilitlemek isteyen takımlara karşı da zorlanacağımızı düşünüyorum.

Son olarak sizi F grubunun fikstürü ile baş başa bırakıyor, takımımıza bol şans diliyorum.


Galatasaray, Beklentiler ve Tevazu


Bu durum iyi midir kötü müdür bilemiyorum. Herkes övmeye başladı Galatasaray'ı. En düşman ve fanatik bir taraftar bile kendi içinde kim bilir nasıl korkuyordur. İşyerimde Galatasaraylı olmayanlar ama yeri gelince takımıma laf eden herkes ağız birliği etmişçesine hiçbir takım bu yıl Galatasaray'ın önünde duramaz diyor. Skorlar çok iyi ve her maç gol yağmuru olduğu için bir nebze buna hak verebiliriz. Ama futbolu da zevk veriyor diyorlar. İşin o tarafı da doğru.

Çekincem, daha şimdiden kesin konuşmak erken. Bana sorarsanız hala takımın tam anlamıyla oturduğu söylenemez. Çok daha iyi olacakları bekleniyor. Asıl korkumu nasıl ifade etsem, zannedersem beklentilerin çok yükseltilmesi diyebilirim. Bu takım neredeyse namağlup şampiyon ilan edilecek. Neredeyse UEFA Avrupa Ligi kupası şimdiden bize verilecek. Öyle bir hava yaratılıyor. Eğer takımın başında bu teknik ekip olmasaydı çözülme ve gevşemeden korkardım ama yine de beklentileri çok yükselttiğimizi düşünüyorum. En azından şu an için.

Eğer tek mağlubiyet alınırsa tüm büyü bozulacak mı?

Ya ummadık bir sürprize maruz kalarak UEFA Avrupa Ligi'ne daha çeyrek finale gelemeden veda edilirse sopalar çıkartılacak mı?

Futbol çok uzun bir maraton. Sahaya çıkmadan, oynamadan, mücadele etmeden ve ter dökmeden başarılar gelmiyor.

Namağlup şampiyonluk belki olabilir.

Belki Avrupa Kupası da gelebilir.

Ama şimdiden beklentileri bu kadar kabartmaktan çekinmek lazım. Tevazu göstermek lazım. Sabırlı olmak, durun hele bir, şu an görüntü iyi, bekleyip göreceğiz demek lazım. En önemlisi mütevazı olmak lazım.


Bu aralar takımıma dair büyük övgüler var. Sürekli bunlar kulaklarıma üfleniyor. Bu cümleleri ne kadar duyarsak duyalım, tevazu ile karşılamalı ve tabii ki ezip geçeceğiz dememeliyiz. Biz bu takımdan böyle bir performans bekliyorduk. Sezon öncesini de hatırlıyorum. Rijkaard'ı ve oyuncuları yerden yere vuranları da hatırlıyorum. Az dil dökmemiştim bir çok kişi takımı her anlamda eleştirirken. Bu kadro bir şey yapamaz diyenler de vardı. Ama ben hâlâ beklememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü takımın makine sistemine oturması için hâlâ zamana ihtiyaç var. Bu hâlâ gerçek Galatasaray değil... Adım gibi aşikâr...

Doğrusunu söylemek gerekirse bir anda böyle güzel skorlar, şu anki duruma göre gayet güzel ve oturaklı bir futbol, bu denli güzel bir başlangıç ben de beklemiyordum. Hatta Türkiye ligini hesaba katınca Daum ve Denizli'nin kurt hocalar olduğunu, ülkeyi çok iyi bildiğini, sadece bu anlamda teknik ekibimizin ülkemizi tanımak açısından biraz geri planda kalabileceğini ve başlangıcın biraz sancılı olabileceğini düşünmüştüm. En azından şimdilik böyle bir durum söz konusu olmadı. Başlangıç itibariyle beklentimi aştıklarını söyleyebilirim.

Bu yıl Galatasaray'daki en önemli fark nedir?

Yeni teknik ekip mi?

Yeni katılan futbolcuların kalitesi mi?

Bazı futbolcuların beklentilerin ötesindeki futbolu mu?


Tam anlamıyla hayır.


Yeni teknik ekibin takıma yeni bir nefes ile üfürdükleri bir gerçek. Bazı futbolcuları şekillendirdikleri ve dönüştürdükleri bir gerçek. Yıllardır kakılan Sabri bile belli bir gelişim çizgisi yansıtabiliyor. Cam adam denilen Gökhan Zan şu ana kadar iyi bir performans sergiliyor. Arda ise ayrı bir dünya. Yeni teknik ekibin elinde yepyeni son model bir kitlesel silaha dönüşmüş durumda. Keza Mustafa Sarp... Daha düne kadar bildiğin Anadolu topçusu bu derlerdi. Ama imza atıldığı ilk gün bu Sarp'ın çok iyi iş yapacağını ve hatta o esnadaki Galatasaray orta saha oyuncularını keserse şaşmamaları gerektiğini de söylemiştim. Aynı Sarp Rijkaard'ın adeta prensi durumunda.

Ama hepsinin ötesinde yeni bir şey var. Tüm bunları sağlayan olayı fitilinden ateşleyen bir ruh var: Takım ruhu, kolej havası, futbola, güzel futbola olan açlık, kazanma arzusu ve hırsı...


Ve de futbola duyulan şehvetin 90 dakika boyunca iştahlı bir işlemeye dönüşmesi.


Galatasaray'ın bu yılki en büyük farkı bu. Kurtlar gibi açlar oyuncular. Keita'sından Arda'sına Sarp'ından Franco'suna kadar.


Takımın fitilini ateşleyen bu açlıktır.


Bu futbol aşkıdır.


Güzel futbola duyulan özlem ve yeni teknik ekibin elinden gelen yeni ilhamlardır.


Mustafa Sarp'ın kaleye çektiği şut sonrası yumruklarını sıkarak büyük bir hırsla gökyüzüne doğru haykırmasıdır.


Takım ruhudur...


Kenetlenmedir...


Beklentilerimizi gerçekçiliğe dökecek asıl güç de buradan gelecektir. Ama bu açlığın zamana ihtiyaç duyduğu ve söz konusu futbol açlığının makineleşmesi için biraz zamana, oturmaya gereksinim duyduğunu da göz ardı etmemecesine..

Aslolan umut ise, o umut şu zamanlarda fazlası ile var. Tek bir mağlubiyet ya da bir kaç puan kaybı bu bütünlüğü bozmadığı, iç ve dış mihraklar bu betondan kenetlenmeyi darbeleriyle temelinden sarsamayacağı müddetçe beklentiler Kaf Dağı'nın arkasında olmayacaktır.

Güven ve umut... Ve de ruh... Futbola duyulan açlık..


Bunlar Galatasaray'ın alamet-i farikaları.


Galatasaraylılık..


Bu ruhu Rijkaard ve Neeskens'ın maç sonu görüşlerinde duyumsayabilirsiniz.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Eseri Başucu Kitabı Olan Kılıç Ustası: Miyamoto Musashi (1584 - 1645)


Meşhur bir kılıç ustası olan Miyamoto Musashi, Harima vilayetinde doğdu ve Sekigahara Savaşı’nda Ukita klanının askerlerinden biri olarak savaştı. Japonya’da tanınmış kitaplardan biri olan Gorin no sho (The Book of Five Rings – Beş Çember Kitabı) eserini yazmıştı. Kitabında, hakkındaki kısa bir biyografide kendisinden pek bahsetmemişti. Kendisini, teke tek dövüşlerdeki başarısıyla sınırlandırmıştı. 13 yaşındayken ilk rakibi Arima Kihei’i yendiğini iddia etmişti. Bu başarısının ardından Harima vilayetinin en güçlü dövüşçüsü unvanını kazandı.

1600 yılından sonra Kyoto’ya gitti. Kılıç ustaları eğitmekte işinin ehli olan Yoshioka Okulu’nda kılıç ustası olarak görev yaptı. Bu esnada girdiği 60 düellodan hiç yaralanmadan galip geldiğini yazmış ve iki elle kullanılan kılıçta daha usta olduğunu not etmiştir. Ayrıca bambu kılıçlarını öldürücü etki verecek şekilde kullanabildiğini eklemiştir.

1600 ile 1640 yılları arasındaki yaşamı efsane ile doluydu. 1614, 1615 yılında Osaka Kalesi savunmacıları arasında yer almış ve birçok kelle almıştı. Ayrıca 1638 Shimabara Ayaklanması’nın bastırılmasında yardımı dokunduğu söylenmiştir. Diğer taraftan Yoshikawa Eiji’nin yazdığı ünlü Musashi isimli romanında birçok önemli olay betimlenmiştir ve gerçeklik kurgusu temel alınmıştı. Eserde Yoshioka Okulu’nda yaptığı iki düello yer almıştı. Bu düellolarda Hozo-in baş rahibi ve ünlü mızrak ustası Inei ile başka ünlü kılıç ustası Sasaki Kojiro’yu yenmişti.

Ayrıca fazla bilinmeyen bir özelliği vardı ve resim konusunda yetenekliydi. Yaptığı eserler kendi portresi ve doğa manzaralarıydı. Musashi sert görünüşünü değiştirmiş olmalıydı! O, nadiren yıkandığını ya da elbise değiştirdiğini söylemiştir. Bu yüzden çirkin göründüğünü ifade etmiştir. Sasaki ile düello ettikten sonra tüm enerjisini kılıç ustalığı stilini mükemmelleştirmeye odaklamıştır. Artık zamanının büyük kısmını kılıç ustalığına, seyahate ve derin düşüncelere ayırmıştı. Böylece bir amacı olmayan samuray görüntüsüyle bir köşede yaşamını sürdürmüştü.

(Beş Çember Kitabı)


1640 yılında Hosokawa klanına hizmette bulunmayı kabul etmiş ve 3 yıl sonra Higo vilayetinde ünlü kitabı Gorin no sho (The Book of Five Rings – Beş Çember Kitabı) isimli beş bölümlük eserini yazmaya başlamıştır. 1645 yılının Mayıs ayında kılıç ustalığı üzerinde etkili olan eserini tamamlamış ve aynı yıl ölmüştür.

Miyomoto Musashi’nin kendisi ve söz konusu eseri o kadar meşhur olmuştur ki günümüzde kendisi ve eseri hala yakından takip edilmektedir. Musashi’nin söz konusu eserinde hünerli dokumalar mevcuttur ve Batılı ülkelerde ilginç hikayeler üretilmesinde çok etkili olmuştur. En azından, Edo dönemi kaynaklarında araştırmalar yapılırken Musashi’nin Sasaki ile düellosu araştırılmış, sorgulanmıştı. Çünkü bu düelloda gerçekleşen uzun bir hikaye vardır ve düelloda Musashi yalnız değildi. Kendisi yere düştüğünde onun arkadaşları Ganryu’yu öldürmüşlerdi.

1980’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, Musashi’nin kitabından yola çıkarak Japon düşünce sistemini görerek kendi düşüncesine dahil etmiştir. Bu kitap daha çok Amerikalı işadamları tarafından tüketilmişti ve kendileri için bir nevi rehber niteliğindeydi. Onlar belki de Japonya’nın bir kopyası haline gelecekti bazı noktalarda.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Taşınma Telaşı...

20 Ağustos Perşembe gününden beri taşınma telaşı içinde olduğumdan ve izinli olduğum süre boyunca işler bayağı biriktiğinden yazılardan uzak kaldım. Bir kaç gün daha yazamayacağım gibi görünüyor. Bu yüzden Levadia Tallinn ve Kayserispor maçlarına dair hiçbir şey yazamadım. Çünkü izleyemedim.

En yakın zamanda tekrar buluşmak ümidiyle...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Man Must Die – No Tolerance For Imperfection


Sırtımızı kambura çevirip bizleri inanılmaz strese sokan iş hayatıydı, yeni eve çıkmaktı, kafamı karıştıran bir çok problemdi derken hayatım için en önemli temel taşlardan ve anlamlardan biri olan müzik olgusuna son dönemlerde eskisi gibi yönelemiyorum. Müziği gerçek anlamda dinleyebildiğim anlar işten eve ve evden işe dönerken söz konusu oluyor. Bundan birkaç zaman öncesine kadar şirkette çalışırken bile müzik dinleyen biri olarak müziğin güzelliğine yönelimim geçmişe nazaran biraz daha düşmüş oluyor.

Genel durum bu aralar buyken, geçtiğimiz günlerde edindiğim bir albüm beni adeta çarpmış bulunuyor. İskoçya’nın ekstrem müzik arenasında fazla grubu yoktur ama uzun zamandır ilgilendiğim bir grup olan Man Must Die, 4 Ağustos tarihinde çıkardığı yeni albümüyle tüm adrenalinleri kalbime ve beynime saplamış durumda. İlk iki albümlerinde akıllara durgunluk veren Death Metal tarzıyla bizleri şaşkına çeviren grup, ilgili son albümüyle Teknik Death Metal sanatının adeta tüm inceliklerini bizlere yansıtıyor.

Kusurlar ve eksiklikler için her zaman söyleyebileceğimiz şeyler vardır. Ama söz konusu albümde hem liriksel hem de müzikal anlamda, albümün de adına bakarak eksikliklere karşı tolerans tanınmadığını anlayabiliyoruz. Müzikal gidişatın mükemmelliği kusursuzluk olgusunun altını çiziyor.

Her geçen albüm mükemmelleşen grup, insanüstü performansı ve teknik müziğiyle akıllara durgunluk verecek. Tabii ki Death Metal hayranları için…


Bu arada grubun adına takılmamak lazım. Mealen "insanlık ölmeli" anlamına geliyor. Tabii grup burada tüm insanlar ölmeli mesajını vermiyor, politik ve dinsel nedenlerden dolayı alınan kararlar sonucunda ortaya çıkan savaşlar ve meydana gelen ölümlerin neticesinde insan varlığına değer vermeyen odak noktalarının düşüncelerini ironik bir şekilde yansıtıyor.

16 Ağustos 2009 Pazar

Denizlispor Maçı Sonrası Galatasaray'da Devrim ve Rotasyonun Ayak Sesleri


Rijkaard ve ekibinin takımına yaptığı yüklemeler, oynatmak istediği sistem, futbolcularıyla diyalogu, taktik varyasyonları, yıllar yılı kanayan yara olan duran toplara ilaçlar bulunmasını ve her şeyin nihayetinde bir sisteme sahip disiplinli bir takım yaratma ışıklarını gördüğümüzde Galatasaray’ın devrim yolunda olduğunu görmüştük. Netice anlamında kötü çıkardığı maçlar sonrasında bile devrimin ayak seslerini duyduğumuzu yenilemiştik. Galatasaray’ın, Antep maçının hemen ardından Denizlispor maçında söz konusu devrimin resmen yolda olduğunu açık bir şekilde yansıttığını ileri sürersek mübalağa etmemiş oluruz.

Rijkaard’ın yaratacağı takım 25 oyuncusu ile bir bütün olacak, her oyuncu her an oynamaya hazır olacaktı. O yüzden bundan birkaç zaman önce Rijkaard’ın sürekli rotasyona gideceğini, her futbolcunun hazır olacağını ve sistemli çalışan bir makinenin tek bir dişlisi olacağını iletmiştik. Denizlispor maçında dörtlü defansın komple değişmesi, Ayhan’ın kenara gelip Barış’ın monte edilmesi ve Aydın’ın yerine bir çok kişinin yedek başlar dediği Kewell’ın çıkması, bizim gibi Rijkaard ve son dönem Galatasaray’ını takip eden kişiler için kesinlikle sürpriz olmadı.

Sahaya çıkacak oyuncuları Ahmet, Mehmet, Veli, kıraathanedeki bir taraftar, bir gazete yazarı ya da bir forum takipçisi belirlemiyor. Hepsinin toplamından daha fazla futbol bilgisine sahip olmakla birlikte haftalardır oyuncularıyla beraber yatıp kalkan, onları çalıştıran, ruhsal, fiziksel ve mental durumlarını, ne zaman ne yapacaklarını bilen, onlara sonuna kadar güvenen Rijkaard ve ekibi belirliyor. Denizlispor maçında olduğu gibi.

Aslında görmemiz gereken şey şu. Yedek ve as diye bir ayrım yapmıyor Rijkaard ve ekibi. Her oyuncunun takımın bir parçası, her oyuncunun değerli ve saygıyı hak eden bir oyuncu olmasından dem vuruyor. Sadece, o gün için sahada terini döken oyuncular, takım oyuncuları var onlar için. Yedek ya da aslar değil…

Denizlispor maçında çok ilginç anekdotlara şahit oldum. İstatistikleri, taktik varyasyonları üst üste koyduğumuz zaman bu Galatasaray’ın çok daha farklı olduğunu, yeni sistemin ilk maçlarda kendisini belli ettiğini ve Galatasaray futbol anlayışının şu an devrimin çemberinden geçtiğini çıplak gözle görüyoruz. Bu maç ile ilgili sayısal veriler, takımdaki dönüşümü keskin bir dille cevaplıyor. Net ve açık bir şekilde…

Oyuna ilk perde ve ikinci perde olarak bakmak gerekiyor. Resmi maçlarda takip ettiğimiz Galatasaray ilk perdelerde oyunu genelde kontrol altında sürdüren ama ikinci perde açıldığında bitirici darbeyi indirmeye çalışan, daha derli toplu bir grafik çiziyordu. İlk yarı sona erdiğinde eminim ki, Galatasaray’ı takip eden kişiler, ikinci yarı bir çok şeyin daha farklı olacağını biliyorlardı. Birincisi oyunu okuyarak yeni bir nefes ile oyuncularına üfürecek Rijkaard faktörü, ikincisi ısrarla pas yaparak rakibini yoracak Galatasaray oyun sistemi, üçüncüsü sabırla pas yapması sonucunda rakibinin başını döndürerek kaliteli, yetenekli, teknik ve hızlı oyuncularıyla öldürücü darbeyi vurarak rakibinin gardını düşürmesi beklenecekti.

Tabii bunları yaparken geçen yıla göre daha farklı bir görüntü var. O da Galatasaray’ın fizik olarak güçlü, diri ve kondisyonlu olmasıydı. Sabırla ayağa pas sistemi ile rakibini zaten yoran, üstüne, diri kalarak bitirici yetenekteki oyuncuların katkılarıyla oyunu açabilecek sayısız futbol değer ve verilerine sahip bir takım görünümünde Galatasaray.

Geçtiğimiz yıl, gayet güçlü ve fizikli bir oyuncu olduğunu söylediğimiz Barış bile sürekli düşüp dururken, her hamlede yere devrilirken ve faul bekleyip dururken, bu yıl kolay kolay rakibine teslim olmayan, yıkılmayan, darbelere karşı daha dirayetli olan bir takım söz konusu. En baş oyuncusundan Baros’una kadar..

Tabii ayağa pas sistemini her geçen maç üstüne koyarak yapan bir takımın oyun hızı ve devrini kesmenin rakip için çok müşkül durumlar arz edeceğini öngörebiliyoruz.

İlk yarıda goller olmasa bile etkili bir futbol oynandığı söylenebilir. Ama ikinci yarıda oyunun seyrinin daha da değiştiğini gözlemledik. İlk yarı itibariyle maça göz atarsak Denizlispor teknik direktörü Erhan Altın’ı tebrik etmek gerekir. Çünkü ilk yarı itibariyle Galatasaray’ı çözmüş görünmüştü taktik itibariyle. Denizlispor topu ayağına aldığında defansını orta çizgiye kadar çıkararak Galatasaray’ın forvet oyuncularını hem kalesinden uzak tutmaya çalıştı, hem de Galatasaray’ın defans – orta saha ve forvet bloğu arasındaki mesafenin boyunu arttırmayı hedefledi. Göreceli olarak bunda nispeten başarılı oldu. Ama söz konusu taktik daha çok rakibi oynatmamaya yönelik bir sistemdi. Haliyle Denizlispor hücumsal istatistik veriler anlamında sıfırlar düzeyinde bir noktadaydı.

Yazının başından buraya kadar yapılan maç analizinden uzaklaşarak sizlere bazı sayısal, gözlemsel ve futbol sistemine dair anekdotları paylaşarak üzerinden gitmeye çalışayım.

* Oyunun 30. dakikasına geldiğimizde topla oynama oranında Galatasaray %65’lik bir üstünlük kurmuşken, 80. dakikada bu üstünlük Galatasaray lehine %60 olarak devam ediyordu. Fakat maçın sonunda bu oran %59’a %41 oranında Galatasaray hanesine yazılmıştı. Kısacası Galatasaray maç boyu topa sahip olma anlamında %60’dan aşağı düşmemiş, ligler daha başlamamışken öngördüğümüz %60-%65’lik oranı yakalamıştı. Bu oranı arttıracak takım olma sabrının ve Elano faktörünün altını özellikle çizmek gerekiyor.

* Maçın 25. dakikasına geldiğimizde Denizlispor’un Galatasaray ceza sahasına yaptığı orta sayısı sıfırdı. Sayı ile 0. Bunda Denizlispor’un haddini ve rakibinin güçlü ayaklarını bilerek, savunma kurgusunu daha ön planda tutarak kontratak futbolunu benimsemesi neden olmakla birlikte Galatasaray’ın takım savunması anlamında çok yol kat ettiğini ve futbolcuların pozisyon alma becerilerini yükselttiğini söyleyebiliriz.

* Kewell’ın üzerinden nice öngörüler yapılırken, bu öngörüler içinde Kewell’ın defansa pek yardım edemeyeceği ihtimali üzerinde duruluyordu. Rijkaard’ın oyun sisteminde ise forvet elemanları da takım savunmasının en önemli yapı taşlarından biridir. Her bir oyuncu nerede duracağını bilerek sahaya yayılmayı doğru gerçekleştirecek ve takım savunmasına büyük katkılarda bulunacaktır. Maçın 10. dakikasında Kewell’ın Volkan Yaman’ın bölgesini doldurması ve Galatasaray savunmasını dörtleyen adam olması dikkatle incelenmeli.

* Galatasaray’ın duran toplarda büyük bir gelişim içinde olduğu bir gerçek. Özellikle Rijkaard dönemiyle birlikte Barış’ın ceza sahasına sürpriz koşular yaparak pozisyonlara girmesi ve bu hamlelerin kafa vuruşlarıyla neticelenmesi dikkate değer bir gelişim. Netanya maçında bu özellikten hanesine iki gol yazdırarak yararlanan Barış, Denizlispor maçında da ilk yarıda etkili iki kafa pozisyonu ile takımı adına gol girişimi olarak kayıtlara düşürdü.


* Kewell – Baros - Keita forvet hattını ele aldığımızda Baros’un ilgili maçta daha arka planda kaldığını gözlemlemiş olabilirler futbolseverler. Kewell Galatasaray hücum gücünün soğukkanlı, akıl dolu ve daha çok yer değiştirmeli yönünü gösterirken, Keita hızı, gücü ve futbol becerisiyle takımı ateşleyen, çabucak ceza sahasına giren, hücumun hız, darbe ve delicilik yönünü örnekleyen yönünü gösterdi. Özellikle Keita’nın bulunduğu kanadı çok etkin kullanması, takımını bir çok atağa çıkarması ve bu atakların sonucunda gollerin gelmesi Keita’nın Galatasaray oyun sisteminde çok kritik bir öneme sahip olduğunu kanıtladı. Baros ise bu iki isme nazaran daha statik ve durgun göründü. Rakip savunma ile sürekli mücadele ediyor oluşu buna sebep olabilir. Ama ne kadar çok çalışan bir oyuncu olduğunu yazının ilerleyen bir bölümünde şahit olacaksınız.

* İlk yarı itibariyle oyunun kilitlendiği ve skor katkısı yapılamadığı anlarda Kewell ve Arda’nın sık sık yer değiştirmelerine şahit olduk. Bu değişime bazen Keita da katıldı. Galatasaray’ın sahip olduğu yetenekli ve alternatifli kadro, oyunun sıkıştığı anlarda taktiğini ve sahaya diziliş bölgelerini değiştirerek rakibin daha farklı önlemler alması gerektiğini şimdiden bildirmiş oldu.

* Mustafa Sarp Rijkaard ile beraber tamamen yeni bir şekle bürünmüş durumda. Erciyes ve Bursaspor dahilinde bildiğimiz Sarp, enerjik, ileriye deplase olan, sürekli hücuma katkı sağlayan bir oyuncu iken Rijkaard ile birlikte defans ve orta saha bloğu arasında bir sigortaya dönüştürüldü. Sarp, ince ve görünmez işlerin adamına dönüştürülmüş durumda. Sarp’ın asıl fonksiyonunu anlayabilmek için toplu ve topsuz alanda, sahanın tamamına ve dizilişe göz gezdirmek gerekiyor. Sarp yeni görevi itibariyle hem boşalacak her türlü boşluğu akordiyon gibi doldurmakla kalmıyor, hem defans güvenliğini hem de topun ileriye doğru çabucak aktarılmasını sağlıyor. Belki de süssüz, sade, görünmez ama temelde oldukça faydalı işleri nedeniyle sistemin kritik bir parçası olması ve bu görevini yerine getirmesi nedeniyle Rijkaard’ın vazgeçilmezleri arasında, en beğendikleri listesinde yer alıyor.

* Futbol gerçekten ilginç bir oyun. Top yuvarlaktır sözünün tecelli ettiğine şahitlik ettik. Sürekli golü düşünen, topu ayağında tutan, rakibini kendi sahasına hapseden ve dakikalar 25’i gösterirken Denizlispor’un Galatasaray ceza sahasına yaptığı orta sayısı sıfırken ve gole kadar Leo Franco bir kere bile yere yatmamışken tek bir hata, zincirleme bir reaksiyon yaratarak futbol hükümranlığının o an için önemsiz olabileceğini gösterdi bizlere. Dakikalar 39’u gösterirken Barış orta sahanın biraz ilerisinde oldukça müsait durumda olan ve sağdan bindiren Uğur Uçar’ı görmeyerek, Rijkaard sistemine ihanet ederek topu ayağında geveledi. Kapılan top Galatasaray orta sahası ve forvetini tamamen oyundan düşürdü. Hızlı atak, savunmayı dengesiz bir halde yakalayarak cezayı kesti. Bir maçta 90 dakika boyunca hükmedebilirsiniz. Sahaya tamamen yayılabilirsiniz. Rakibinizi esir alabilirsiniz. Ama sisteme ihanet edecek tek bir hata 90 dakikalık hükümdarlığınıza darbeyi vurabilir.

* Galatasaray sisteminin bu yılki en önemli özelliği, Galatasaraylı oyuncuların oldukça üst düzey bir anlayışla taktik ve oyun disiplinine sadık kalmaları. Bu sadece oyun sistemi anlamında değil, oyunun her anında belli oluyor. İkinci yarı 1-1’lik skorla devam ederken Galatasaraylı oyuncularda paniğin tek parçası görülmedi ya da doldur boşalta başvurulmadı, oyun disiplininden hiç kopulmadı. Israrla, sabırla ayağa ve dikine paslarla, soğukkanlı ve büyük bir futbol iştahı ile rakibinin sürekli üzerine giden, paslarıyla rakibini oyundan düşürmeye, konsantrasyonunu bozmaya, başını döndürmeye çalışan yüksek bilinçli bir disiplin söz konusuydu. Bununla beraber maç 4-1 iken oyunda hiç kopma olmamış, gereksiz işlere girilmemişti. Maçın son 10 dakikası Galatasaray adına harcanan inanılmaz pozisyonlarla geçti. Bu durum hem taktik disipline işaret ediyor, hem de oyuncuların iyi bir kondisyona ve fiziğe kavuşturulduğunu kanıtlıyor. Eğer son 10 dakikadaki pozisyonlarda final pasları daha olumlu kullanılsaydı, söz konusu taktik disiplin ve kondisyon tarihi farkın yolunu açabilecekti.

* Ayrıca en ufak bir pozisyonda sürekli itiraz eden, hakemin başında biten oyuncular gitmiş, tamamen oyununa ve işine odaklanmış, bu yönüyle Rijkaard’ın eleğinden geçmiş oyuncular gelmiş. Bu durum uzun vadede, sistemine büyük bir sabır, sadakat ve dirençle sahip çıkan ve rakiplerine dikte ettiren bir takım olgusuna sebebiyet verecek.

* Maç sonunda topun Galatasaray defans bölgesinde kalma oranı, diğer bölgelere göre kıyaslanınca %8’di. Bu şu demek. Galatasaray defans bölgesinde topu ayağında fazla gevelemedi. Defansa gelen toplar sürekli ilerideki oyunculara hızlı ve dikine bir şekilde aktarıldı. Hem defans oyuncuları, hem de Sarp ve Barış (birkaç hatası hariç) ikilisi bu disipline bağlı kaldılar. Bu, takımın hızlı oynama becerisinin ve topa hız kazandırma olgusunun günden güne ivme kazandığına işaret ediyor.

* İlk yarı itibariyle 5,5 km ile Barış en çok koşan birinci, 4,4 km ile Volkan ikinci, pek koşamıyor ve güçsüz dediğimiz Kewell ise 4,3 km üçüncü futbolcuydu. Fazla koşmuyor diye eleştirilen Kewell’ın aslında pozisyon alma bilgisi ve futbol zekası nedeniyle ne kadar yer değiştirdiğini ve hareketli oynadığını, defansına bile yardım ettiğini buradan çıkarabilirsiniz. Keita ve Baros da diğer çok koşan oyunculardı.

* Maç sonunda ise bu durum şöyle şekillendi:

Keita 9,6 km
Baros 9,5 km
Uğur 9,2 km
Emre Aşık 9,2 km
M. Sarp 9,1 km

Kewell 70’li dakikalarda çıkarken 7,5 km koşmuştu. Durgun gözüktü diye değerlendirmek istediğimiz Baros’un Galatasaray’da en çok koşan ikinci oyuncu olması, bu forvet hattı defansa yardım etmez derken Keita’nın en çok koşan oyuncu olmasının sağdan sürekli yaptığı etkili bindirmelerle ilgisi varken, aynı zamanda arkasındaki Uğur’a defansif anlamda yardıma geri gelmesi, Keita’nın hemen arkasındaki Uğur’un sağ koridorun güvenliğini sağlamak için çalışması, defans bölgesindeki Emre Aşık ve Sarp’ın takıma esneklik ve akordiyon etkisi katabilmek için sürekli koşması, boşlukları kapatması bazı bilgi kırıntılarını sunmuştur bizlere.

* Asıl ilginç istatistik ise Denizlispor tarafından gelsin. Galatasaray toplamda 97 km 353 metre koşmuşken, Denizlispor 103 km 847 metre koştu. Ayrıca Denizlispor’un en çok koşan 5. oyuncusunun 9,87 km koştuğunu, diğer en çok koşan Denizlisporlu oyuncularının koşma kilometrelerinin 9,91 – 9,94 – 10,40 ve 10,75 olduğunu söylersek bir şaşkınlık alabilir yüz halimiz. Aslında bu Rijkaard ve ekibinin yarattığı sistemin foto finişidir. Galatasaraylı oyuncuların sürekli ayağa pas yapması, topu ayağında tutması rakibi daha fazla top peşinde koşturmuş, rakibi ayağındaki topu almaya zorlamış, daha fazla koşturarak ve yorarak rakibinin sabrını zorlamıştır. Galatasaray takım olarak koşan bir takım olmakla birlikte rakibine nazaran daha az koşmasının nedeni ise oyuncunun kendisinden ziyade topu koşturmasıydı. Skibbe de başlangıç itibariyle böyle bir sistemi benimsemiş, oyuncudan ziyade topu koşturmayı hedeflemiş ama burada anmak istemediğimiz onlarca sebep nedeniyle bunda başarılı olamamıştır.

* Yukarıdaki maddede bahsettiğimiz sayısal verilerin ve açıklamaların doğrulamasını ve sağlamasını isteyenler olabilir mi? O halde kanıtlayalım. Galatasaray 90 dakika boyunca 433 pas yapmış, 374’ü isabetli olmuş. Denizlispor ise 187 pas yapabilmiş ve 128’i isabetli olmuş. İstatistikler her şey değildir, adeta bir mini etek gibidir. Tek bir hata bu istatistikleri darmadağın edebilir. Toplamda 100 pas yapmış bir takım 500 pas yapmış bir takımı yenebilir. Ama topun yuvarlak olması bir takımın hangi anlayışla oynadığını ve nasıl bir sisteme sahip olduğunu engellemez.

* Galatasaray’da en çok pas yapan beş oyuncuya baktığımızda ilginç bir ayrıntı dikkatleri çekiyor.

Uğur 47/41
M. Sarp 44/36
Arda 43/37
E. Aşık 43/36
E. Güngör 41/37

Rijkaard sisteminin en önemli sacayaklarından birini daha görüyoruz burada. Toplar her zaman defans ve bek adamlarında toplanır, Mustafa Sarp’a iletilir. Hemen ardından bu toplar serbest ve merkezi bir oyuncu olan Arda tarafından adreslerine teslim edilir. Defans dörtlüsü ve ön liberonun bu anlamdaki istatistiğine Volkan Yaman’ın katılması gerekmez miydi? Madem böyle bir sistem var, o halde Volkan Yaman da bu pas yüzdesi içinde yer alması gerekmez miydi? O halde şu soruyu sorabiliriz: Sizce Rijkaard onu neden oyundan almış olabilir? Bunun nedeni hücuma fazla katkı yap(a)madığını mı düşünmesidir? Bence daha başka bir şey. İpucu belki de yukarıdaki sayılarda.

- Yukarıdaki istatistiklerin Galatasaray lehine üst düzey ve ezici görünmesinin en önemli nedenlerinden birine gelelim. Galatasaray’ın bu yıl kazandığı en önemli özelliklerinden biri sahaya çok iyi yayılması ve oyuncuların nerede duracaklarını, nereye hareketleneceklerini, nasıl pozisyon alacaklarını daha iyi bilmeleri. “Adım Adım Planlanan Galatasaray” [ http://kayipzamaninpesinde.blogspot.com/2009/08/adm-adm-planlanan-galatasaray.html ] yazısında bahsettiğim her şeyi üst üste koyarsanız her geçen gün bu verilerin daha üst düzey duruma getirileceğini beklemek Nostradamus öngörüsünde bulunmak olmamalı.

* Galatasaray şimdiden yüksek tempo yapmaya başladı. Burada dikkati çeken nokta ise daha takımın tam olarak hazır olmaması ve tam bir takım olabilmeyi tam anlamıyla zamana ihtiyaç duyması nedeniyle şimdilik gerçekleştirememesi. Ama Galatasaray yönetim, teknik heyet, oyuncular ve taraftarlar nezdinde müthiş bir sinerji içine girmiş durumda. Oynanan oyunun disiplinli, tempolu, ayağa paslı ve oldukça göze hoş gelmesinin akabinde hem oyuncular kendi oyunlarından zevk alıyor, hem maçı izleyen taraftarlar, hem de maçı yorumlayacak ve maçı ekranları başında izleyen kişiler zevk alıyor. Aslında bu sinerji büyük kitlelere doğru yayılmaya başladı. Daha düne kadar Rijkaard’a ve Galatasaray’a demediklerini bırakmayanlar yorumlarını değiştirmeye, bu yıl en keyif veren takım Galatasaray olur demeye başladılar.

* Keita Galatasaray’a transfer edildiğinde, izlediğimiz geçmişteki bazı maçları ve videoları nedeniyle bencil bir oyuncu olduğunu düşünenler, takım oyunu oynamaya çalışan bir takımın sisteminde sorun yaratabilme ihtimalinden kuşkulananlar olmuştu. Fakat Keita’nın tam bir takım oyuncusu olduğunu, ısrarla arkadaşlarına gol attırmaya çalıştığını, yine bu pozisyonlardan birinde Baros’a %100’lük bir golü attırmak üzereyken bir kaza eseri takımına gol kazandırmasına rağmen bir nevi özür dilemesi üzerinde durulması gereken bir konudur. Keita’dan ürkerken Arda’yı hesaba katmamışız. Arda dün güzel ve etkili bir oyun sergilemesine rağmen bencilliği ile önemli puan kaybetti bence. Oyun 4-1 iken, son 10 dakikada akın akın gelen Galatasaray ataklarında şahsi oyunlara girmesi, boştaki arkadaşlarını görmemesi hem farkın artmasını engelledi, hem sisteme ihanetti, hem de arkadaşlarına karşı hoş olmayan bir şeydi. Umarım Arda bu sorunun üstesinden gelir ve daha paylaşımcı bir anlayışa kucak açar.

* Galatasaray oynadığı 6 resmi maçta 20 gol atarak maç başı 3,33 gol ortalaması tuttururken, 5 golü kalesinde gördü. Ligdeki iki maçta 7 gol atması ve 3 golü kalesinde görmesi çok yiyen ama çok atan bir takım görüntüsünde olacağını ispatlamaz. Görünen o ki, takım savunması iyice oturduğunda çok gol atan ama az gol yiyen bir takım ortaya çıkacak. Her resmi maçta duran toplardan gol atılmışken dünkü maçta bu tarifeye devam edildi. Ama asıl sevindirici olan şey ise gollerin ve penaltıya sebebiyet veren pozisyon gelişimlerinin hep sistem dahilinde gerçekleşen pozisyonlar ve goller olmasıydı.

14 Ağustos 2009 Cuma

RIVERSIDE: Rüya ya da Gerçek


Yaşadığı dünyada yalnız bir insan, sürekli iç huzuru bulmaya çalışır. Sorgulamalar yapar. Kendisi hakkında daha fazla şey öğrenmek ister; kendisine bir o kadar da yabancıdır. Öte yandan hayatına dair kontrolü kaybetmektedir. Burada söz konusu olan kendi düşüncelerine hapsolmak, kilitlenmek, kendi benliğini bularak, kendini tanıyarak, hayattaki yerini bilerek ve bir atılım yaparak daha fazla huzura kavuşmaktır. Nihayetinde yaşanan tüm buhranlar, sorunlar, sorgulamalar sonrası huzura erişilecektir. Melodiler karanlık olsa da kalan derin bir huzur olacaktır. Her yönüyle ve en derinden...

2001 yılında Polonya’da kurulan Progressive Rock / Metal grubu RIVERSIDE, 2003 yılında yayınladığı debut albümü “Out of Myself” ile büyük progressive firması Inside Out’un dikkatini çekmişti. 2005 tarihli “Second Life Syndrome” ve 2007 tarihli “Rapid Eye Movement” albümü Travis Smith imzalı kapakla, Inside Out tarafından çıkarılmıştı. 2005 tarihli “Voices In My Head” isimli EP’lerini ve 2008 tarihli remix EP tadındaki “Schizophrenic Prayer”i unutmamak lazım.

Eğer grubu herhangi bir grupla özdeşleştirmemiz istenirse Pink Floyd’un modern ve oldukça farklı hali olarak nitelendirebiliriz. Gruba günümüzün Modern Pink Floyd’u yaftasını yapıştırmakta mahzur görmüyorum ama, bu nitelendiriş onları taklit ettikleri anlamına gelmesin. Kendilerine özgü yapıları ve kaliteleri hemen anlaşılıyor.

Riverside’ın en önemli özelliği, yaptıkları müziği dinlerken ne tür yaptıklarının hiç önemli olmamasıdır. Müziğe egemen olan melankolik, hüzünlü hava, derinlere düşürüyor sizi ama ruhunuzu karartmıyor. Vokalist ve basçı Mariusz Duda’nın mükemmel kullandığı duru, akıcı ve yer yer fısıltılı sesi, belki de müziğin en önemli öğesi. Duda aynı zamanda doygun ve psikolojik yazılmış liriklerin sahibi. Piotr Grudzinski imzalı tam girmesi gereken anlarda giren ve sık sık kullanılan etkileyici solo gitarlar, belki de yaşanabilecek en derin ruh hallerini yansıtıyor bizlere. Araya yüksek atmosfer öğesi olarak giren Michal Lapaj patentli klavye dokunuşları ve müziğe derinlik katan bas notaları, tüm uyumu tamamlıyor. Davulda da Piotr Kozieradzki yer alıyor.

Bazı gruplar vardır. Sadece belli türleri dinleyenler tarafından sevilebilirler, öyle geniş bir dinleyici kitlesine hitap etmezler. Ama bazı gruplar vardır ki, buna Riverside’ı dahil edebiliriz, ne tür dinlerlerse dinlesinler, herkes bu derin grubun özünden bir şeyler bulabilecektir.

Riverside’ı dinlerken her türlü sürprize hazırlıklı olmak gerekiyor. Müziğin ne zaman farklı bir hal alacağı, coşkunluğa ulaşacağı, en doğru yerde ve zamanda derin soloların ne zaman gireceği, Mariusz Duda’nın tarifi imkansız fısıltılı ve yer yer sertleşen vokalini ne zaman değiştireceği bir sır gibi duruyor. Zaten grubun her notası resmen bir gizem ve sır gibi. Rüya ya da gerçek ikilemini aynen yansıtmak istercesine…

Yazının en başına dönersek, orada bahsettiklerimiz Riverside’ın genelde hangi yönlere adım attığı ve hangi derinliği sunduğunu ortaya çıkarıyor. Bu yöndeki en önemli atılımları, “Realty Dream” isimli parçanın üçlemesidir. İlk albüm Out of Myself’de iki seri halinde yer alırken, sonraki albüm Second Life Syndrome’da üçüncü seriyi koyarak “Realty Dream Trilogy” o an için tamamlanır. Asıl finale ise Rapid Eye Movement albümü ile nokta koyarlar. Enstrümantal bir parçadır ama, müzikal havasıyla gerçeklerle rüyalar arasında bağlantı kurmamızı sağlar. Yalnız bir adamın kendi benliğini sorguladığı bir üçlemedir. Tıpkı bir günlükte çevrilen sayfalar gibi. Parçanın ilk serisinde, kişi farklı kişiliklerle ilişkiler içinde bulunmayı denemekte, ne yapıp ne edip iç huzuru bulmaya çalışmaktadır. İkinci seriyle güçlü bir insan haline gelir. Olumsuz düşüncelerini siler ve normal bir birey haline gelir. Fakat bir sorun vardır. Kendisini yine yalnız hissetmektedir, hala sorular sormaktadır kendisine. Cevapların büyük kısmı da “Second Life Syndrome”daki üçüncü seriyle verilmiş olur. Albümlerin konsepti bu doğrultuda olduğu için bu şarkının genel yönü, eserlerinin ve bakış açılarının bütününe tanıklık eder.

Grubun yaptığı müziği kelimelerle ifade edersek şöyle bir sıralama çıkar: “Atmosfer”, “Rüya”, “Gerçekler”, “Psikolojik savaş”, “Rüya ve gerçek arasındaki çıkmaz”, “Kendini buluş”, “İç huzur”, “Şizofreni”, “Paranoyaklık”…

Lirik anlamında asıl konseptin hayaller ve gerçekler üzerinde döndüğünü, uyku evrelerinin buna eşlik ettiğini, psikolojik iç savaş ile huzur bulma çabalarının egemen olduğunu biliyoruz. Rapid Eye Movement (REM) albümünün, uzun zamandır albümler bazında gelen genel Riverside konseptini tamamladığını, grubun bundan sonra biraz daha farklı tanımlar üzerinden yola devam edeceğini tahmin ediyoruz. Albümün ismi genel konsepti zaten ortaya koyuyor. REM, uykunun beyni kapatmasından ziyade hâlâ aktif, organize ve psikolojik bir süreç olduğunu ifade eden bir terimdir.

Şu an için müzikal yolculuklarında geldikleri son nokta ise geçmiş albümlere göre daha enerjik oldukları “Anno Domini High Definition” albümüdür.

Grup ilk olarak Masstival Festivali ile ülkemize geldikten sonra, Rapid Eye Movement turu için İstanbul ve Ankara’yı ziyaret etmişti. Bu vesileyle ülkemizde bazı kesimler tarafından cismen olmasa bile ismen tanınabilir olmuşlardır. Kendilerini Ankara konserinde canlı gözle izleme şansına sahip oldum. Ayağımızın dibine kadar gelmişlerken grubun klavyecisi Michal Lapaj'ın kanatları altına girme şansına da erişmiştik.


Riverside’ın müzikal yapısının rüya ya da gerçek olup olmadığını dinleyen kulaklar belirleyecek ama dinleyicilerin ikisinden birini seçmesi gerekecek. Karar onların…

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Adım Adım Planlanan Galatasaray

( Neeskens: Sabri'ye bak yahu, saatim bile yetişemedi.)
(Rijkaard: Benim kolumda neden saat yok?)



Yaklaşık 7-8 dakika önce İBB – Beşiktaş maçı sona erdi. İşten gelir gelmez yemeğimi yemiş, birkaç dakikayı ufak tefek bakınmalarla geçiştirmiştim. Saatler 20:55’i gösterirken attım kendimi puf koltuğuma, açtım plazmamı. “2009-2010 sezonunun ilk maçına ve yeni heyecana tanıklık edelim” dedim.

İlgili maçtaki futbolun kısırlığından, zevksizliğinden ya da puf koltuğun içine sindiğinizde yaşattığı rahatlık duygusunun getirdiği uyku halinden olsa gerek yer yer gözlerim kapanıp durdu.

Geçtiğimiz Perşembe günü yer yer göz attığım Fenerbahçe maçında da aynı dürtüler söz konusuydu; uyku hali, uyuşukluk, sıkkınlık…

Beşiktaş maçını dikkatli bir şekilde izlerken kafamın içinde bir çok düşünce gidip geldi. Şımarsam mı, zevklensem mi, zevkten dört köşe mi olsam diye düşündüm. Gayet erken olduğunu düşünmedim değil. Ama hepsinden vazgeçtim.

Tam şu anı düşündüm.

Şu an yaşadığımız anı.

Tik tak tik tak diye geçen zamanı.

İçimize çektiğimiz havayı ve hayatı.

“Tam şu an”ı konuştuğumuzda mutlu olmamam ve geleceğe dair büyük bir umutla dolmamam için sebep yok dedim. Nihayet gülmeye, sevinmeye ve mutlu olmaya karar verdim.

Loto falan vurduğu yok. Denizden mükemmel güzellikte bir deniz kızı çıkıp bana yarenlik teklif etmedi. Monica Bellucci bana ‘seninle evlenmek istiyorum’ demedi. Maaşıma fahiş bir zam yapılmadı. Hayatımın her yönü mükemmelleşmedi. Cennete de düşmedim.

Mutluluk denen şeyi ufak bir taşın altında bile bulabileceğimize inanan bir ruh anlayışına sahip biri olarak her türlü sıkıntıya, zorluklara ve tasalara karşı mutlu olabileceğim çok şey bulabileceğimi biliyordum. Her zaman da buluyordum.

Evet, mutluyum.

Sebebi Galatasaray.

Galatasaraylı olmanın o derin güzelliği ve saflığı..

Yeşil zeminde sadece topa kanalize olmamanın getirileri.. Parçacıklardan güzel nüanslara varabilmek.. Hepsini bir araya getirince sevinç ve umut ile dolabilmek.

Yoksa din ve para gibi futbol da toplumlar için bir afyon mu? Eğer fanatik ve bağnaz değilsem, futbol denen şey karakterimi olumsuzluğa sevk etmiyorsa, olaylara mantıklı bakmamın önüne geçmiyorsa, futbolu hayatımın tek anlamı yapmıyorsam, ‘futbol’ denen şeyi bir çok fikir ve hayatın kendisiyle iç içe geçirip söz konusu düşünce dinamiklerinden olgunlaşma bazında karakterime olumlu fikir, bilgi ve birikimleri aktarabiliyorsam daha ne isterim ki?

Seviyorum futbolu.

Galatasaray’ı.

Eğer bu bir afyon ise dünyanın en keş insanı olmak üzere ilk sıraya ben geçmek istiyorum.



Birinin ‘3 yıl peş peşe şampiyon olacağım’, ötekinin ‘5 yıl peş peşe şampiyon olacağım’ diye ötekiyle dalga geçtiği ve iddialı olduğu bir ortamda, bu tür gereksiz laf teferruatlarına hiç dalmadan, sadece yapılan işe odaklanarak, vecibelerin yerine getirilmesi ile asıl vizyonun Avrupa olduğunu ve Türkiye Süper Ligi’nin bir araç olduğunu yaptıklarıyla yüzümüze tokat gibi çakan güzellik anlamının, sessiz ve derinden, böbürlenmeden, her geçen gün üstüne koyarak gelmesi ve her maç daha da ileriye gitmesi; bunu hâlâ tam kadro ile bir arada oynamadığı halde adeta ‘nasıl takım olunur’un gerçekçi toz parçacıklarını gözümüzün içine üfleyerek gerçekleştirmesi beni mutlu etmek için yeter de artar bile.

‘Tam şu an’ı yaşarken ve duyumsarken Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın puf koltuğumda beni uykulara gark ettiği ve uyuşturduğu bir futbol ortamında, Galatasaray’ımın her geçen maç, beni, futboluyla mest edecek bir ruh haline büründürmesi kelimelerle ifade edilemiyor. Ne acıdır ki ilgili rakiplerimiz maçlarını ideal ve tam kadroları ile oynarken, bizler bir çok maçımızı ideal olmayan 30 kişilik futbolcu ordusuyla oynuyorduk. Herhangi bir maçta ideal 11’i oluşturacak oyuncuları bir arada kullanmadık daha. İlgili takımlar ideal kadrolarıyla beni uyuştururken, benim yedek kalacak ve sık sık rotasyona girecek, hiç ideal 11 ile oynamamış takımım futboluyla beni mest edecekti. Hem de daha önümüzde o kadar uzun zaman varken.

Tek tek isimlerin üzerinden geçtiğimizde isimlerin bir şey ifade etmeyeceğini, maharetin takım olmakta bittiğini bilmekle birlikte yeni transferler ve ilgili oyuncuların yeterlilikleri, şu ana kadar gösterdikleri, oyuncuların nasıl çalıştırıldıkları, nasıl motive edildikleri tartıya koyulduğunda hiç kimse kusura bakmasın ama Galatasaray an itibariyle oldukça ağır basıyor.

Üç büyük takımın da defansı an itibariyle fazla güven vermiyor. Beşiktaş’ın geçen yılki defans dörtlüsü ile şimdiki defans dörtlüsünü isim olarak karşılaştırdığımızda tam üç oyuncunun farklı olduğunu görüyoruz. Fenerbahçe’nin ise Edu ve Lugano ikilisinden uzaklaşarak bu isimlere nazaran daha düşük kapasiteli olan Önder ve Bilica’ya mahkum olduğunu görüyoruz. Ferrari ve Bilica’nın şu ana kadarki mevcut performanslarına baktığımızda takımlarına ne gibi ek katkıda bulunduklarını açıklamak isterdim, eğer ki görebilseydim. Özellikle Bilica’nın adeta patlamaya hazır bomba olduğu ortadayken.

Lafı fazla uzatmaya gerek yok aslında. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın halletmesi gereken ve kat etmeleri gereken çok yol var. Tıpkı bizim gibi. Ama Galatasaray’ın şu ana kadar sergilediği futbolu, taktiği, motivasyonu, oyun anlayışı, hücum kombinasyonları, ayağa pas ve seri oyunu, şu anki mesafemizi diğer takımlarla eşleştirdiğimizde bence ak ve kara kadar fark var. Bunları Galatasaray’a aidiyet duygusuyla bağlı olduğum ve fanatikçe baktığım için söylemiyorum. Tamamen homojen ve objektif düşüncelerle dile getiriyorum. Üç takımın bana yansıttıkları veriler ışığında konuşabilirim.

Galatasaray için daha güçlü takımlarla oynamadı, dur hele diyebilirler. Mesele o değil. Asıl mesele oyun anlayışı, takım olma olgusu, oyuna hangi mantıkla hükmettiğimiz, varyasyonlarımız ve karakterimizdir. Tempo yapmak, ayağa hızlı paslar yapmak, topa ve oyuna hükmetmek, futbol iştahı, isteği ve ciddiyeti anlamında iki rakibimizin önündeyiz. Hem Beşiktaş hem de Fenerbahçe’den yana çok çeşitli atak varyasyonları göremezken, Galatasaray ise birden fazla manevra ile dört koldan golü kovalayan bir kimliğe bürünmek üzere. Galatasaray’ın özellikle son Netanya maçında bir çok golünü Aydın Yılmaz faktörüyle sıfır çizgisine hızlı oyun ve organize ataklarla inerek, sıfır çizgisinden bizzat kafayı kaldırarak verilen paslarla (orta bile demiyorum) attığını ve diğer rakiplerimizin bu tür kombinasyonlara daha gir(e)mediğini düşünürsek taktik anlayış açısından daha çalışkan bir takım hüviyetinde olduğumuzu söyleme hakkına sahip olabilirim.

Aslında Netanya maçı bizlere şunu gösterdi. Takımımız bir aydır çalışıyor. Rijkaard ve ekibi öyle bir çalışma planı oluşturmuşlar ki, ne zaman ne olacağını, hangi futbolcumuzun neler yapabileceğini ve bilmem kaç gün sonra nasıl meyveler vereceğini bilerek, bugünleri ve geleceği öngörerek yola koyulmuşlar. Bu planlı çalışma hala devam ediyor. Daha dün ne olacak bu Aydın’ın hali derken, son iki maçta bizleri şaşırtabiliyor. Keza Nonda da.

Gerçi Nonda konusunda popülist bir yaklaşıma sahip olmadım. Nonda geçen yıl çok sakatlandığı ve özgüvenini kaybettiği için verimli olamadı. Geçen yıl oynadığı maçlarda güçsüzlüğü nedeniyle etkili olamadı. Tabii bunda uygulanan oyun sisteminin etkisi muhakkak vardır. Sağlıklı, yükleme yapılmış ve özgüveni yüksek olan Nonda’nın üst düzey bir futbolcu olduğunu her daim kabul ederek işe başlarım. Çünkü Nonda’nın çok üstün ve kendine has meziyetleri var. Bu özellikleri ile Baros ile çok tezat bir ikili oluyorlar. Nonda seri ve hızlı olmamakla birlikte, çok ani dönüşler yapabilen, uzun ve iri yapısına rağmen oldukça teknik, ayağında çok iyi top saklayan, iyi pas yapan, taktik koşularıyla rakip savunmayı kendi üzerine çekerek diğer arkadaşlarına yol açabilen bir oyuncu. Ve tüm bunların yanında futbol zekasına sahip olan bir takım oyuncusu. Bu meziyetlere sahip olan bir oyuncuya güven verilmesi, sağlıklı tutulması, yükleme yapılıp moral takviye aşısı yapılması Galatasaray açısından her zaman önemli bir kazanç olacaktır.

Netanya maçının bizlere öğrettiği en önemli konulardan biri ise tıpkı Rafa Benitez’in Liverpool örneğinde olduğu gibi Rijkaard ve ekibinin kendine özgü yöntemlerle 25 kişilik kadroda yer alacak tüm oyuncuları oynayacak durum ve kabiliyette tutarak sürekli rotasyona girmesi olacak. Teknik heyetin isime değil, bizzat performansa, çalışmaya ve sonuca yönelik üstün meziyetlere forma vereceği kesinleşti. Örneğin bir maçta forvette Baros’u izlerken sonraki maçta Nonda’yı görebileceğiz. Bir maçta Keita fırtınalar estirmişken, ertesi maçta onun yerinde oynayarak fırtınalar estiren Aydın Yılmaz’a şahitlik edebiliriz.

Eğer büyük hedefleri kovalıyor ve bunu gerçekleştirmek istiyorsanız bunun gideceği nokta bellidir: Yılda 50-60 maç oynama zorunluluğu… 50-60 maçın bütününü tamamen aynı 11 ile oynayamayacağınıza göre, kadroda yer alacak 25 futbolcunun 25 kişi bir arada oynasa bile makine düzeninde işleyecek çarklının 25 dişlisinden biri olması gerektiği zorunluluğu var. Kısacası kim girerse girsin, kim çıkarsa çıksın takımın oyun hüviyetinde hiçbir bozulma olmamalı. İsimlerden bağımsız olarak makine düzeninde yol kat edecek bir Galatasaray Şimendiferi’nin raylara yerleştirileceği planından maceraya çıkıldığını bilmeliyiz.

Futbol iştahla, ciddiyetle oynanan, hızlı paslarla, tempolu oyunla süslenen bir güzelliktir. Tıpkı Galatasaray’ın bu güzelliğe ulaşmak için bir aydır çalıştığı ve bunların ışıklarını yansıttığı gibi..

Bir maçı izlerken oyuncuların iştahlı olup olmadıklarını, işlerini ne kadar ciddiye alıp almadıklarını ve hangi şevk oranıyla becerilerini sergiledikleri ayrıca irdelenmeli. Galatasaray, rakip kim olursa olsun, yıllardır futbol açlığı çeken açgözlü nidasında futbolun güzelliğini midesine indirmek için büyük bir şevk ve ciddiyetle ilaçlarını alıyor.

Tempo ise tempo.

Pas ise pas.

Zevk almaksa zevk almak.

Peki neden bunlardan bahsediyorum?

Galatasaray her geçen maç açlığını bastırmak için güzel futbol tabağına birbirinden hızlı kaşıklar sallarken, rakiplerimiz son maçlarında tabağına zoraki kaşık sallayan ve uyuşuk bir şekilde ağzını yavaşça açıp kapayan hasta gibiydiler.

An itibariyle durum bu.

Şu an bunları yaşıyoruz ve şahit oluyoruz.

Gelecek ne getirecek bilinmez derler ama Galatasaray için gelecek sahada sergilenecek futbol anlamında aydınlık. Her geçen gün üzerine koyan, yavaş yavaş nasıl oynayacağının sinyallerini veren bu takım, hâlâ ideal ve en yetenekli kadrosu ile oynamamış, tüm oyuncuların bir makine çarkının dişlisi olmadığı, takım olabilmek ve uyumlu futbol oynamak konusunda emekleme döneminde olan bir takım. Daha ayağa bile kalkmadı. Ayağa kalkmamış Galatasaray’ın yaptıkları ortada.

Peki!

Ayağa kalkmasını bıraktım, ya koşmaya ve nihayetinde depar atmaya başlarsa?

Onu da 3’er ve 5’er yıllık sözleri verenler düşünsünler.

Fenerbahçe ve Beşiktaş muhakkak düzelecektir. Onlar da hazır değil. Süper Lig’de etkili olacaklardır. O konuda fazla tartışmaya girmem. Ama eğer işler yolunda giderse Galatasaray iki rakibinden çok daha farklı bir noktada olacak. Yukarıda bahsi geçen ‘koşma’ mertebesine yükselirsek rakiplerimizin ne olursa olsun bizimle baş edemeyeceklerini düşünüyorum.

Tek bir şartla: İşler yolunda giderse ve şanssızlıklar başımızı bağlamazsa…

Son olarak bence Trabzonspor bu yıl adından söz ettirecek ve ligin en iyi futbol oynayan, en dişli ekiplerinden biri olacak. Öyle bir ışık alıyorum onlardan.

Umutla geleceğe bakıyoruz…

Galatasaray Şimendiferi’nin ufuk çizgisinde belirmesini bekliyoruz.

Kendileri şu an yoldalar.
Dumanın ne zaman gözükeceği ise yakından da yakın…

11 Ağustos 2009 Salı

Florya'da Petrolünü Arayan Adam: Hasan Şaş


Bazen ben de üzülürdüm. Geçmişte bize iyi hizmetlerde bulunmuş oyuncularımızla daha uygun bir şekilde ayrılmalıydık diye. Ama Hasan Şaş'ın TRT Türk'te yaptığı yorumlar sonrasında aslında yönetimin neden böyle davrandığını anlamış bulunmaktayım.

Eski futbolcularda özellikle gördüğüm bir şey var: Yüksek ego!

Aslında tüm insanoğlu egolarıyla vardır, egolarıyla ihtiyaçlarını giderir ve egolarıyla hayatını şekillendirir. Ama ego denen şeyin belli bir sınırı vardır. "En büyük benim", "ben olmasam" gibi anlamlara karşılık gelecek tavırlar ve söylemlere yol açacak bakış açıları, ego sınırını zorlayan ve ego miktarını aşan bir yöndür. Zararlıdır. Narsistlikle de eşdeğerdir.

Eski oyunculara bakarsanız genelde aynı şeyi duyarsınız: "Biz yaptık, biz ettik, biz olmasaydık, biz yapmasaydık."

Bu şu anlama gelir:

Takımın önemi yoktur ve kişi kendisini takım üstü bir birey haline getirmiştir. Galatasaray'ı asıl Galatasaray yapan kendisidir, kendileridir. Kendileri olmazsa Galatasaray da olmaz.

Her şeyi sil baştan yapıp olaya yepyeni bir pencereden bakın. Eski oyuncuların söylemlerini üst üste koyun. Geçmişte neler yaptıklarını düşünün. Galatasaray'ı aşan ve takım içinde ne kadar güçlü hareket ettiklerini, adeta Galatasaray'dan bile daha ön plana çıkan yönlerini düşünün. Bazı yönleri Galatasaray'a ve diğer futbolculara önemli şeyler katsa bile bazı nedenlerden dolayı takım içi dengeler sarsılmış, kulüp içinde sorunlar olmuş ve futbolcuya dayalı düzen denen disiplin, eşitlik ve esneklik karşıtı bir durum oluşmuştur. Son dönemlerde bu bir kangren haline gelmişti. Çünkü Galatasaray sürekli bu kanallardan bel altından vuruluyor, medya bu tür malzemeler ışığında yapmadığını bırakmıyor ve sürekli saçma sapan sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyorduk.

Bu artık dayanılmayacak bir safhaya gelmişti. Galatasaray yönetimi tamamen yeni bir düzene öncülük etti. Eskiler miyadını doldurmuştu. Çünkü bu çok sorunlu bir artık bırakmıştı ve takım içi dengeler fosilleşmeye doğru gidiyordu. Takımı sahiplenmek iyidir ama kral benimciliğe gelmek, kendini resmen takımdan üstün görmek bir kulübün dengelerini alt üst eder. Galatasaray bunun acısını çok çekti. Artık sorunlar altında çok ezildi. Bu kangreni söküp atmak gerekiyordu ve yapıldı da.

Peki bugünlerde neler konuşuyoruz o halde?

Rijkaard ve ekibinin yarattığı kolej havasını...

Antrenmanlardaki ciddiyeti ve çalışma güdüsünü...

Bütün futbolcuların adaletli bir tartıdan geçtiğini...

Kimsenin Galatasaray'dan daha büyük olmadığını...

Geçmiş yıllara kadar hazırlık kamplarında her zaman yüksek sesler çıkardı. Bazen tartışmalar ve münakaşalar da olurdu. Ama bu yıl birbirinden değerli oyuncular olmasına rağmen tek bir oyuncudan dahi çatlak sesler çıkmadı, oyuncular hiç kapışmadılar birbirleriyle, kimse birbirine itiraz etmedi, eşgüdümlü ve büyük bir uyum, ciddiyetle işlerini yaptılar sadece. Eğer o babacıları tutsaydık takımda, Rijkaard ve ekibinin varlığı da gümbürtüye giderdi. Bundan adım gibi eminim.

Şu an eskilerin açıklamalarına baktığımız zaman aslında yönetimin haklı olduğunu anlıyoruz. Bunu takımdaki kolej havasından da anlıyoruz. Kolej havasına köstek olacak düşünce ve eğilimlere ket vurulmuş oldu. Bu herşeyden de önemli.

Keşke herkes Ergün Penbe ve Suat Kaya gibi olabilseydi...


Petrolü uzaklarda aramanıza gerek yok sevgili Hasan Şaş. Bir petrol firmasında finans sorumlusu olarak çalışan biri olarak mali işlemlerin, hesap kitabın, finansal hesaplamaların ve ilgili bedellerin vade uzatımları hesaplarında bilgi sahibi olan biri olarak ortada petrol falan olmadığını çok iyi biliyorum. 3 milyon avro bile etmeyecek bir Mehmet Topuz'a peşin 9 milyon avro ödendiği bir Türkiye futbol ortamında, en büyük rakibin Elano ve Keita gibi üst düzey oyuncuları daha ucuza bağlayıp, utanmadan bir de 4 yıllık ödeme planı ile ötelemek finansal anlamda üst düzey bir bitiriciliktir, Florya'da petrol bulmak falan değil...


Bonservis bedelsiz Leo Franco, Gökhan Zan ve Mustafa Sarp'ı anmıyorum bile.

7 Ağustos 2009 Cuma

Takımdaşlık Duygusunun Doruklarındaki Maccabi Netanya Macerası

(İki siyah inci coşunca)


UEFA Avrupa Ligi maçında 4-1'lik maçın ardından Galatasaray'ın zayıf rakibini Ali Sami Yen'de sürklase ederek 6-0 mağlup etmesi teknik futbol analizi anlamında bize fazla iş düşürmüyor. Dün nasıl oynandığından daha önemli konular su yüzüne çıktı ilgili maçta. Tek tek futbolcuları analiz etme gereği de duymuyoruz. Daha farklı açılardan düşünmekte fayda var.

Öncelikle rakibin görece zayıf olduğunu biliyoruz. Bize rakip olamazlardı ama futbol bu, top yuvarlak, mücadele etmeden olmaz der dururuz. Bir de işin ucunda tam olarak hazır olmamak olunca aşırı iddialı konuşmadığımız oluyor. Ama dün 6 dakikada rakibin işi bitirilince Netanya diye bir şey kalmadı ortada. Fazla şans bulmamış oyuncularla oynandığı için bu oyuncular kendilerini göstermek istediler ve gösterdiler de.

Dün rakibini her şeye rağmen ciddiye alan, futbola ciddi yaklaşan, futbolu büyük bir iştahla midesine indirmek isteyen ve bunu zevk alarak yerine getiren bir Galatasaray vardı. Zayıf bir rakip karşısında bile iş disiplininden uzaklaşmamak, sadece işe konsantre olmak ve kendi oyununa bakmak futbol kitabında dikkate değer bir değişimdir.

Netanya karşısındaki Galatasaray'ı değerlendirmek ne kadar doğru olur, rakip çok güçsüzdü diyenler olabilir ama Galatasaray'ın nasıl oynamak istediği, hangi oyuncuların neler yapabilecekleri, hangi oyuncuların ivme kazanabilecekleri, teknik heyetin nasıl bir takım yaratacağı, takımdaşlık duygusunun ve futbol oynama şevkinin hangi düzeyde olacağı gibi konuları veriler olarak ele aldığımızda rakipten bağımsız bazı gerçekliklere ulaşıyoruz. Ve bu anlamdaki tüm göstergelerin oldukça olumlu olduğunu söyleyebilmek abesle iştigal olmaz.

Şu an en hazır takım görüntüsünde olan taraf Galatasaray. Elindeki kadro yeterliliği, alternatifler, futbol oynama şevki ve takımdaşlık konusunda rakiplerine nazaran önde. Ayrıca transfer yapmadan transferi gerçekleştirilmiş gibi gelen oyuncular var; Serdar Eylik, Aydın Yılmaz, Uğur Uçar gibi. Aydın Yılmaz'ın son iki maçtaki dönüşümü, artık daha akıllı ve yerinde oynaması, ciddi anlamda takıma katkıda bulunması ise devamı geldiği sürece bu yılın en önemli kazanımlarından biri olacak. Tabii bunda teknik heyet imzasının olduğu su götürmez bir gerçek. Forma aslanın midesinde, kimsenin yeri garanti değil. Çalışan, hak eden, takıma katkıda bulunan isimler muhakkak şans bulacak. Bu da yetmeyecek, her oyuncu muhakkak formayı giyecek ve kendisini hazır tutacak. Çünkü şuna eminim ki teknik heyet rotasyon denen şeyi sürekli kullanacak. 25 oyuncusunu hazır ve sağlıklı tutarak makine düzeninde işleyecek bir takım kurmanın peşindeler. Bunu zamanlar geçtikçe iyice uyumlaştıracaklar gibi görünüyor.

Takımdaki arkadaşlık seviyesinin üst düzey olduğunu söylemek yanlış bir çıkarım olmasa gerek. Bariz bir şekilde ortada. Sözkonusu durum takıma ivme kazandıracak ve başarılara imza attıracak bir temele öncülük edecek. Son dakikalarda Nonda'ya yapılan sert müdahale sonrası başta Kewell olmak üzere tüm Galatasaraylı oyuncuların tavırları, orta göbekte toplanmaları ve maç biter bitmez Arda'nın direkt Nonda'nın durumunu öğrenmek için hemen onun yanına koşturması ufak ipuçları.

Nonda için ayrı bir parantez açmak lazım. Yaklaşık bir ay önce Nonda'nın takımda kalması gerektiğini, iyi bir oyuncu olduğunu, sakatlıklar ve özgüven eksikliği nedeniyle kendisini bir türlü gösteremediğini söylemiştim. Halbuki geldiği ilk yıl yaptıkları ortadaydı. Bir hocanın kendisine güvendiğini bilecek ve özgüvenini kazanmış bir Nonda'nın iyi bir futbolcu olduğunu biliyorum. Nonda aslında çok farklı meziyetleri olan bir oyuncu. Belki hızlı ve seri değil ama ayağında iyi top saklaması, çok ani dönüşlere ve tekniğe sahip olması, futbolculuk karakteri, futbol aklı olan tam bir takım oyuncusu olması onu kaliteli futbolcu sıfatına taşıyor. Böyle bir Nonda'yı hazır tutmak, içinde yer aldığı takım için her zaman kazançtır.

Normalde dün sahada olan oyuncuların önemli bir kısmı rotasyon oyuncusu olacaklar. Rotasyon oyuncuları böyle olacak bir takımın birbirinden usta ve futbol aklı üst seviyede oyuncularıyla neler yapabilecekleri sorusu ise geleceğe dair olarak çok güzel bir tabloyu gözler önüne seriyor. Tim Burton filmlerinin gözlerimize üflediği karanlık, puslu ve ruh karartıcı görünümlerinden uzak olan, yemyeşil, güneşin en tepede olduğu, ışıltılı ağaçlarda tomurcukların açtığı ve içimize huzur veren bir tablodur bu.

Tam olarak hazır olmayan Galatasaray bu diyoruz. Evet, bu tam olarak hazır olmayan takım. Bir kaç ay sonra tam hazır hale gelen, birbirleriyle uyumu sağlamış usta oyuncuların bir araya geldiği ve bir makine düzeninde oynayacak futbolcular topluluğunun neler yapabileceği sorusu ise gelecek maçlara bırakılsın.

Galatasaraylılar'ın umutlanmaları için büyük sebepleri var. Bu umutlarını kaybetmesinler.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Ölüm Şiirleri (Dead Poems)


Hojo Ujimasa

1538-1590

Sonbaharın son esintileri,
bulut kütlelerini uçurur
ayın saf ışığına
ve bulutlanan aklımız buğulu,
seni pınar gibi çevreler.Şimdi gözden kaybolduk,
Güzel! Neyi düşünmeliyiz?
Biz gökyüzünden geldik.
Şimdi yeniden geri dönmeliyiz.
Bu görünen son noktadır.

*****

Minamoto Yorimasa

1104-1180

Çürümüş bir kütük gibi
yarısı toprağa gömülmüş –
Hayatım çiçek açmadı,
acı son geliyor.

*****

Ota Dokan

1432-1486

Bilmemiş miydim
şimdiden ölü olduğumu.
Yas tutacaktım
kayıp yaşamım için.

*****

Shiaku Nyudo

Ölüm 1333

Kılıcımı ileriye doğru tuttum,
boşluğu kestim,
büyük ateşin ortasında,
rahatlatıcı bir esinti aktı

*****

Takemata Hideshige
(Shibata Katsuie tarafından yenilgiye uğratıldıktan sonra)

Benim gibi bir adam
Ashura’nın boyunduruğu altına mı girecek?
Yeniden doğacağım
ve sonra Katsuie’nin başını keseceğim...

*****

Tokugawa Ieyasu

1542-1616

Geçen ya da kalan zaman hep aynıdır.
Tek farklılık neler yapabildiğindir.
Ah, ne kadar hoş! İki uyanış ve tek uyku.
Zamanın akıp geçtiği bir dünya rüyası!
Erkenden doğan şafağın kızılımsı renkleri!

*****

Toyotomi Hideyoshi

1536-1598

Yaşamım
çiğ gibi görünüp
çiğ gibi geçip gitti.

*****

Uesugi Kenshin

1530-1578

Verimli uzun bir yaşam neredeyse bir kupa sake’dir;
kırk dokuz yıllık yaşam bir rüya gibi geçti;
ne yaşamın ne olduğunu bilirim ne de ölümün.
Yıllar birbirini kovaladı – Hepsi bir rüya gibi.
Cennet ve cehennem arkada bırakılır;
Mehtaplı şafakta bekledim,
Dostluk bulutlarından özgür olarak.

Haiku



Haiku yaklaşık 500 yıllık Japon şiir edebiyatı sanatıdır. Kısaca tanımlamak gerekirse, üç mısralık kısa bir şiirdir ama bu üç mısra öyle çok şey anlatmalıdır ki her türlü ayrıntıyı ve anlamı kapsamalıdır. Az ve öz olması yönü nedeniyle yüksek bir düşünce gücü ister. Tabii bu şiiri yazarken bazı kurallara uyulması gerekmektedir.

Haiku 3 mısradan ve 17 Japon karakterinden (heceden) oluşmalı, 17 hecenin mısralara dağılımı 5-7-5 dizilişinde olmalıdır. Bunun nedeni, söz konusu diziliş ile dinleyiciye en etkin şekilde sesi yansıtmaktır. Fakat zamanla 5-7-5 dizilişinin esneklikten arındırıldığı söylenebilir. Haiku’da mutlaka doğa ve çevreden bir parça, mevsimsel özellikler ve yansımalar, anlık bir duygunun betimlemesi yer almaktadır. Haiku ile yapılmak istenen, çok kısa bir zaman içinde bir anda hayatı, doğayı, çevreyi ve mevsimi, insanlara ve çevremizdekilere fark ettirebilmektir. Burada derin düşünceler bütünü ortaya konulur ve yaşadığımız hayatta mevcut önemli ayrıntılara dikkat çekilmesi sağlanır. Ama bunu yaparken çok sade bir dil, semboller ve paradokslar kullanılır.

Bazı Haiku örnekleri şöyledir:

Fırtına yaklaşıyor
İki günbatımı
Yaz mevsiminde

Yaz çimenliği
Hepsi bırakılmış
Savaşçıların rüyalarının

Bir karga
Boş bir dala kondu
Sonbahar akşamında

Bir yaban domuzu da
Diğer şeylerle birlikte
Bu fırtınada uçtu


Burada karşımıza ilginç bazı noktalar çıkmaktadır. Güzel haiku yazabilmek ve az kelimelerden dünyaları yaratabilmek büyük bir meziyet istiyordu. Bu şiir, Japon soyluları arasında meziyetlikle eşdeğer tutulmuştur. Hatta daimyolar, aile kurallarında haiku şiirinin öğrenilmesi gerektiğini de bildirmişlerdi. Yüzyıllar boyunca iç savaşlarla çalkalanan, kan dökülen Japonya’da kılıç kullanmak kadar, güzel Haiku kullanabilmek de yetenek olarak kabul edilmiştir. Örneğin feodal beyler (daimyolar) halkları arasında saygınlık kazanabilmek için iyi haiku yazmak zorundaydı.

Savaş esnalarında gün boyu savaşıp kelleler alan samuraylar, diğer zamanlarda akşam vakitleri malikanelerine çekilirler, Japon bahçelerindeki çay evlerinde otururlar, bahçeyi seyrederek akan suyun şırıltısı, ay, gökyüzü, yağmur, diğer doğa olayları eşliğinde meditasyona dalarlar ve sabahleyin o gece esinlendikleri üç mısrayı fısıldayabiliyorlardı. Tabii o esnada ağızdan çıkan haikuların ne kadar edebi, güçlü ve vurucu olduğunu bilmiyoruz ama bir haiku şairi olan Basho Matsuo ve Buson bu işin bir üstadıdır.

Buson’dan bir örnek vermek gerekirse;

“Çeltik sulayan
Köylü sesleri vardı
Yaz mehtabında”

Soylu samurayların savaş öncesi ya da seppuku yapmadan önce Haiku mısralarını fısıldamaları bilinen türden bir olaydır. Bu yolla samurayların haikuları, halk arasında yayılabilir ve saygınlık sadece kılıç gücüyle değil hayal gücüyle de sağlanabilirdi.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails