12 Ağustos 2009 Çarşamba

Adım Adım Planlanan Galatasaray

( Neeskens: Sabri'ye bak yahu, saatim bile yetişemedi.)
(Rijkaard: Benim kolumda neden saat yok?)



Yaklaşık 7-8 dakika önce İBB – Beşiktaş maçı sona erdi. İşten gelir gelmez yemeğimi yemiş, birkaç dakikayı ufak tefek bakınmalarla geçiştirmiştim. Saatler 20:55’i gösterirken attım kendimi puf koltuğuma, açtım plazmamı. “2009-2010 sezonunun ilk maçına ve yeni heyecana tanıklık edelim” dedim.

İlgili maçtaki futbolun kısırlığından, zevksizliğinden ya da puf koltuğun içine sindiğinizde yaşattığı rahatlık duygusunun getirdiği uyku halinden olsa gerek yer yer gözlerim kapanıp durdu.

Geçtiğimiz Perşembe günü yer yer göz attığım Fenerbahçe maçında da aynı dürtüler söz konusuydu; uyku hali, uyuşukluk, sıkkınlık…

Beşiktaş maçını dikkatli bir şekilde izlerken kafamın içinde bir çok düşünce gidip geldi. Şımarsam mı, zevklensem mi, zevkten dört köşe mi olsam diye düşündüm. Gayet erken olduğunu düşünmedim değil. Ama hepsinden vazgeçtim.

Tam şu anı düşündüm.

Şu an yaşadığımız anı.

Tik tak tik tak diye geçen zamanı.

İçimize çektiğimiz havayı ve hayatı.

“Tam şu an”ı konuştuğumuzda mutlu olmamam ve geleceğe dair büyük bir umutla dolmamam için sebep yok dedim. Nihayet gülmeye, sevinmeye ve mutlu olmaya karar verdim.

Loto falan vurduğu yok. Denizden mükemmel güzellikte bir deniz kızı çıkıp bana yarenlik teklif etmedi. Monica Bellucci bana ‘seninle evlenmek istiyorum’ demedi. Maaşıma fahiş bir zam yapılmadı. Hayatımın her yönü mükemmelleşmedi. Cennete de düşmedim.

Mutluluk denen şeyi ufak bir taşın altında bile bulabileceğimize inanan bir ruh anlayışına sahip biri olarak her türlü sıkıntıya, zorluklara ve tasalara karşı mutlu olabileceğim çok şey bulabileceğimi biliyordum. Her zaman da buluyordum.

Evet, mutluyum.

Sebebi Galatasaray.

Galatasaraylı olmanın o derin güzelliği ve saflığı..

Yeşil zeminde sadece topa kanalize olmamanın getirileri.. Parçacıklardan güzel nüanslara varabilmek.. Hepsini bir araya getirince sevinç ve umut ile dolabilmek.

Yoksa din ve para gibi futbol da toplumlar için bir afyon mu? Eğer fanatik ve bağnaz değilsem, futbol denen şey karakterimi olumsuzluğa sevk etmiyorsa, olaylara mantıklı bakmamın önüne geçmiyorsa, futbolu hayatımın tek anlamı yapmıyorsam, ‘futbol’ denen şeyi bir çok fikir ve hayatın kendisiyle iç içe geçirip söz konusu düşünce dinamiklerinden olgunlaşma bazında karakterime olumlu fikir, bilgi ve birikimleri aktarabiliyorsam daha ne isterim ki?

Seviyorum futbolu.

Galatasaray’ı.

Eğer bu bir afyon ise dünyanın en keş insanı olmak üzere ilk sıraya ben geçmek istiyorum.



Birinin ‘3 yıl peş peşe şampiyon olacağım’, ötekinin ‘5 yıl peş peşe şampiyon olacağım’ diye ötekiyle dalga geçtiği ve iddialı olduğu bir ortamda, bu tür gereksiz laf teferruatlarına hiç dalmadan, sadece yapılan işe odaklanarak, vecibelerin yerine getirilmesi ile asıl vizyonun Avrupa olduğunu ve Türkiye Süper Ligi’nin bir araç olduğunu yaptıklarıyla yüzümüze tokat gibi çakan güzellik anlamının, sessiz ve derinden, böbürlenmeden, her geçen gün üstüne koyarak gelmesi ve her maç daha da ileriye gitmesi; bunu hâlâ tam kadro ile bir arada oynamadığı halde adeta ‘nasıl takım olunur’un gerçekçi toz parçacıklarını gözümüzün içine üfleyerek gerçekleştirmesi beni mutlu etmek için yeter de artar bile.

‘Tam şu an’ı yaşarken ve duyumsarken Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın puf koltuğumda beni uykulara gark ettiği ve uyuşturduğu bir futbol ortamında, Galatasaray’ımın her geçen maç, beni, futboluyla mest edecek bir ruh haline büründürmesi kelimelerle ifade edilemiyor. Ne acıdır ki ilgili rakiplerimiz maçlarını ideal ve tam kadroları ile oynarken, bizler bir çok maçımızı ideal olmayan 30 kişilik futbolcu ordusuyla oynuyorduk. Herhangi bir maçta ideal 11’i oluşturacak oyuncuları bir arada kullanmadık daha. İlgili takımlar ideal kadrolarıyla beni uyuştururken, benim yedek kalacak ve sık sık rotasyona girecek, hiç ideal 11 ile oynamamış takımım futboluyla beni mest edecekti. Hem de daha önümüzde o kadar uzun zaman varken.

Tek tek isimlerin üzerinden geçtiğimizde isimlerin bir şey ifade etmeyeceğini, maharetin takım olmakta bittiğini bilmekle birlikte yeni transferler ve ilgili oyuncuların yeterlilikleri, şu ana kadar gösterdikleri, oyuncuların nasıl çalıştırıldıkları, nasıl motive edildikleri tartıya koyulduğunda hiç kimse kusura bakmasın ama Galatasaray an itibariyle oldukça ağır basıyor.

Üç büyük takımın da defansı an itibariyle fazla güven vermiyor. Beşiktaş’ın geçen yılki defans dörtlüsü ile şimdiki defans dörtlüsünü isim olarak karşılaştırdığımızda tam üç oyuncunun farklı olduğunu görüyoruz. Fenerbahçe’nin ise Edu ve Lugano ikilisinden uzaklaşarak bu isimlere nazaran daha düşük kapasiteli olan Önder ve Bilica’ya mahkum olduğunu görüyoruz. Ferrari ve Bilica’nın şu ana kadarki mevcut performanslarına baktığımızda takımlarına ne gibi ek katkıda bulunduklarını açıklamak isterdim, eğer ki görebilseydim. Özellikle Bilica’nın adeta patlamaya hazır bomba olduğu ortadayken.

Lafı fazla uzatmaya gerek yok aslında. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın halletmesi gereken ve kat etmeleri gereken çok yol var. Tıpkı bizim gibi. Ama Galatasaray’ın şu ana kadar sergilediği futbolu, taktiği, motivasyonu, oyun anlayışı, hücum kombinasyonları, ayağa pas ve seri oyunu, şu anki mesafemizi diğer takımlarla eşleştirdiğimizde bence ak ve kara kadar fark var. Bunları Galatasaray’a aidiyet duygusuyla bağlı olduğum ve fanatikçe baktığım için söylemiyorum. Tamamen homojen ve objektif düşüncelerle dile getiriyorum. Üç takımın bana yansıttıkları veriler ışığında konuşabilirim.

Galatasaray için daha güçlü takımlarla oynamadı, dur hele diyebilirler. Mesele o değil. Asıl mesele oyun anlayışı, takım olma olgusu, oyuna hangi mantıkla hükmettiğimiz, varyasyonlarımız ve karakterimizdir. Tempo yapmak, ayağa hızlı paslar yapmak, topa ve oyuna hükmetmek, futbol iştahı, isteği ve ciddiyeti anlamında iki rakibimizin önündeyiz. Hem Beşiktaş hem de Fenerbahçe’den yana çok çeşitli atak varyasyonları göremezken, Galatasaray ise birden fazla manevra ile dört koldan golü kovalayan bir kimliğe bürünmek üzere. Galatasaray’ın özellikle son Netanya maçında bir çok golünü Aydın Yılmaz faktörüyle sıfır çizgisine hızlı oyun ve organize ataklarla inerek, sıfır çizgisinden bizzat kafayı kaldırarak verilen paslarla (orta bile demiyorum) attığını ve diğer rakiplerimizin bu tür kombinasyonlara daha gir(e)mediğini düşünürsek taktik anlayış açısından daha çalışkan bir takım hüviyetinde olduğumuzu söyleme hakkına sahip olabilirim.

Aslında Netanya maçı bizlere şunu gösterdi. Takımımız bir aydır çalışıyor. Rijkaard ve ekibi öyle bir çalışma planı oluşturmuşlar ki, ne zaman ne olacağını, hangi futbolcumuzun neler yapabileceğini ve bilmem kaç gün sonra nasıl meyveler vereceğini bilerek, bugünleri ve geleceği öngörerek yola koyulmuşlar. Bu planlı çalışma hala devam ediyor. Daha dün ne olacak bu Aydın’ın hali derken, son iki maçta bizleri şaşırtabiliyor. Keza Nonda da.

Gerçi Nonda konusunda popülist bir yaklaşıma sahip olmadım. Nonda geçen yıl çok sakatlandığı ve özgüvenini kaybettiği için verimli olamadı. Geçen yıl oynadığı maçlarda güçsüzlüğü nedeniyle etkili olamadı. Tabii bunda uygulanan oyun sisteminin etkisi muhakkak vardır. Sağlıklı, yükleme yapılmış ve özgüveni yüksek olan Nonda’nın üst düzey bir futbolcu olduğunu her daim kabul ederek işe başlarım. Çünkü Nonda’nın çok üstün ve kendine has meziyetleri var. Bu özellikleri ile Baros ile çok tezat bir ikili oluyorlar. Nonda seri ve hızlı olmamakla birlikte, çok ani dönüşler yapabilen, uzun ve iri yapısına rağmen oldukça teknik, ayağında çok iyi top saklayan, iyi pas yapan, taktik koşularıyla rakip savunmayı kendi üzerine çekerek diğer arkadaşlarına yol açabilen bir oyuncu. Ve tüm bunların yanında futbol zekasına sahip olan bir takım oyuncusu. Bu meziyetlere sahip olan bir oyuncuya güven verilmesi, sağlıklı tutulması, yükleme yapılıp moral takviye aşısı yapılması Galatasaray açısından her zaman önemli bir kazanç olacaktır.

Netanya maçının bizlere öğrettiği en önemli konulardan biri ise tıpkı Rafa Benitez’in Liverpool örneğinde olduğu gibi Rijkaard ve ekibinin kendine özgü yöntemlerle 25 kişilik kadroda yer alacak tüm oyuncuları oynayacak durum ve kabiliyette tutarak sürekli rotasyona girmesi olacak. Teknik heyetin isime değil, bizzat performansa, çalışmaya ve sonuca yönelik üstün meziyetlere forma vereceği kesinleşti. Örneğin bir maçta forvette Baros’u izlerken sonraki maçta Nonda’yı görebileceğiz. Bir maçta Keita fırtınalar estirmişken, ertesi maçta onun yerinde oynayarak fırtınalar estiren Aydın Yılmaz’a şahitlik edebiliriz.

Eğer büyük hedefleri kovalıyor ve bunu gerçekleştirmek istiyorsanız bunun gideceği nokta bellidir: Yılda 50-60 maç oynama zorunluluğu… 50-60 maçın bütününü tamamen aynı 11 ile oynayamayacağınıza göre, kadroda yer alacak 25 futbolcunun 25 kişi bir arada oynasa bile makine düzeninde işleyecek çarklının 25 dişlisinden biri olması gerektiği zorunluluğu var. Kısacası kim girerse girsin, kim çıkarsa çıksın takımın oyun hüviyetinde hiçbir bozulma olmamalı. İsimlerden bağımsız olarak makine düzeninde yol kat edecek bir Galatasaray Şimendiferi’nin raylara yerleştirileceği planından maceraya çıkıldığını bilmeliyiz.

Futbol iştahla, ciddiyetle oynanan, hızlı paslarla, tempolu oyunla süslenen bir güzelliktir. Tıpkı Galatasaray’ın bu güzelliğe ulaşmak için bir aydır çalıştığı ve bunların ışıklarını yansıttığı gibi..

Bir maçı izlerken oyuncuların iştahlı olup olmadıklarını, işlerini ne kadar ciddiye alıp almadıklarını ve hangi şevk oranıyla becerilerini sergiledikleri ayrıca irdelenmeli. Galatasaray, rakip kim olursa olsun, yıllardır futbol açlığı çeken açgözlü nidasında futbolun güzelliğini midesine indirmek için büyük bir şevk ve ciddiyetle ilaçlarını alıyor.

Tempo ise tempo.

Pas ise pas.

Zevk almaksa zevk almak.

Peki neden bunlardan bahsediyorum?

Galatasaray her geçen maç açlığını bastırmak için güzel futbol tabağına birbirinden hızlı kaşıklar sallarken, rakiplerimiz son maçlarında tabağına zoraki kaşık sallayan ve uyuşuk bir şekilde ağzını yavaşça açıp kapayan hasta gibiydiler.

An itibariyle durum bu.

Şu an bunları yaşıyoruz ve şahit oluyoruz.

Gelecek ne getirecek bilinmez derler ama Galatasaray için gelecek sahada sergilenecek futbol anlamında aydınlık. Her geçen gün üzerine koyan, yavaş yavaş nasıl oynayacağının sinyallerini veren bu takım, hâlâ ideal ve en yetenekli kadrosu ile oynamamış, tüm oyuncuların bir makine çarkının dişlisi olmadığı, takım olabilmek ve uyumlu futbol oynamak konusunda emekleme döneminde olan bir takım. Daha ayağa bile kalkmadı. Ayağa kalkmamış Galatasaray’ın yaptıkları ortada.

Peki!

Ayağa kalkmasını bıraktım, ya koşmaya ve nihayetinde depar atmaya başlarsa?

Onu da 3’er ve 5’er yıllık sözleri verenler düşünsünler.

Fenerbahçe ve Beşiktaş muhakkak düzelecektir. Onlar da hazır değil. Süper Lig’de etkili olacaklardır. O konuda fazla tartışmaya girmem. Ama eğer işler yolunda giderse Galatasaray iki rakibinden çok daha farklı bir noktada olacak. Yukarıda bahsi geçen ‘koşma’ mertebesine yükselirsek rakiplerimizin ne olursa olsun bizimle baş edemeyeceklerini düşünüyorum.

Tek bir şartla: İşler yolunda giderse ve şanssızlıklar başımızı bağlamazsa…

Son olarak bence Trabzonspor bu yıl adından söz ettirecek ve ligin en iyi futbol oynayan, en dişli ekiplerinden biri olacak. Öyle bir ışık alıyorum onlardan.

Umutla geleceğe bakıyoruz…

Galatasaray Şimendiferi’nin ufuk çizgisinde belirmesini bekliyoruz.

Kendileri şu an yoldalar.
Dumanın ne zaman gözükeceği ise yakından da yakın…

1 yorum:

rayrandroark dedi ki...

keyif aldım yazıdan, gayet başarılı olmuş. teşekkürler...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails