Ordunun tıpkı suyun belirgin yapısı olmaması
gibi belirgin bir formu olmamalı.
Düşmana önceden ne yapacağınızı anlama fırsatı
vermeden bulunduğunuz koşullara uyum göstererek saldırın.
Kısaca, düşmanın hareket senaryosu kafanızda,
durumun izlenmesi ise gözlerinizdedir.
Çao Çao
gibi belirgin bir formu olmamalı.
Düşmana önceden ne yapacağınızı anlama fırsatı
vermeden bulunduğunuz koşullara uyum göstererek saldırın.
Kısaca, düşmanın hareket senaryosu kafanızda,
durumun izlenmesi ise gözlerinizdedir.
Çao Çao
Şövalyeden Süvariye
16. yüzyılda askeri alanda bir çok yeniliğin ortaya çıkmasıyla, her iki askeri sınıfın savaşma özellikleri ve askeri doğaları değişmişti. Ve tüm bu gelişmeler, aradan yıllar geçince, aristokrat askeri sınıfların ortadan kaldırılmasına kadar ileri gidecekti. Her iki askeri sınıf, barutlu silahların dumanı altında savaşarak ideallerini korumaya, hayatta kalmaya ve başarılı olmaya çalışmıştı. Askeri devrimlerin üstesinden gelmek yerine, her askeri gelişime şevkle dahil olmuşlardı. Gelişmelerin tek uyarısı, daha önce onların aristokrat ve liderlik yönlerine fazla el sürülmemişken, daha sonraki yeniliklerle statülerinin sarsılmasıydı.
Mantıklı düşünürsek, ateşli silahların ve teknolojinin gelişmesiyle, ilkel silahlarla savaşan askeri statülerin daha fazla aristokrat yapıyla yaşamını sürdürmesi pek mümkün görünmüyordu. 16. yüzyıldan 17. yüzyıla geçerken Şövalyelik zayıflıyordu.
Tokugawa ailesi, 1600 yılındaki Sekigahara Savaşı’nı kazandıktan sonra, ülkeye 200 yılın üzerinde bir barış dönemini getirmişti. Ama 1639 yılından sonra sömürge olmamak için Avrupa’ya kapılar kapatılmış, dışarı açılmayan totaliter rejim güçlendirilmişti. Bu durum, samuray ve şövalyeler arasındaki gelişmelerin bir kez daha ortadan kalktığı anlamına geliyordu.
Avrupa’daki askeri yenilikler, Gustavus Adolphus ve Oliver Cromwell gibi kişilerin çabalarıyla daha da gelişmeye devam etmiş ve şövalyeler süvarilere dönüştürülmeye başlanmıştı. Bu karışık süreçte mızrak ve gürz, yerini tabanca ve kılıca bıraktı. Bir şövalye, seçkin statüsünü biraz kaybetti. Müthiş süslü kıyafetlerle gezinen aristokrat süvari subayı, Ortaçağ’a özgü Şövalyelik idealinin varisi olmuştu.
Samuraydan Silahşörlüğe
Japonya’daki gelişmeler biraz farklıydı. Çünkü, Avrupa 30 Yıl Savaşları ile bir kargaşa içinde bulunurken, Japonya, Tokugawa ailesinin yüzyıllarca süren savaşlara son verip ateşkesi ve barışı getirmesiyle, daha değişik bir görüntüye bürünmüştü.
Japonya’yı idare eden Tokugawa ailesi, eski samuray idealleriyle bezeli yeni görünüme nostaljik bir bakış atmıştı. Politika ve popüler kültür samuray idealleriyle bezenmiş, samuray idealleri bir düşünce olarak bir çok alana girmişti. Barış ortamının da getirilmesiyle artık savaşlar söz konusu değildi ve Japonya askeri devrimlerinin enerjisi çabucak yok olmuştu.
Bir köylü ordusunun şogun birliklerine karşı yürüttüğü bir hareket olan Shimabara Ayaklanması, gidişatın biraz kötü olduğunun habercisi niteliğindeydi. Askeri teknoloji gelişmeye devam ediyordu, ama nostaljik bakış açıları arttırılarak ve desteklenerek sağlanan bir gelişim söz konusuydu. Samuray gelenekleri büyümüştü ama savaşın gerçeklerinden ayrı tutularak bir büyüme söz konusuydu. İyi disiplinli ordular, bireysel savaşçı inançları ihmal edilerek garip bir gelişime tabi tutulmuştu.
Avrupa’nın şövalyeleri daha kullanışlı, modern ve hala aristokrat süvarilerken, atlı samuray savaşçıları, şimdiye kadar önemli değerlerden biri olarak gördüğü ve gözü gibi baktığı kılıçların en önemli hale getirilmesiyle, bir kılıç adamı ve silahşöre dönüşmüştü.
Yukarıdaki cümlenin aslında ne ifade ettiğini aydınlatmamızda fayda var. 12. yüzyıldan itibaren Japon kılıç ustaları, her ne kadar dünyanın en mükemmel ve teknik kılıçlarını yapsalar da, yetenekler açısından at sırtındaki bir okçunun yetenekleri ölçü olarak ele alınıyordu. Başka bir ifadeyle, eski dönemlerde Bushido “At ve Okun Yolu”ydu, “Kılıcın Yolu” değil. Heike Monogatari’de yer alan teke tek dövüş örneklerinde, kılıçtan ziyade hançer yer almıştır. 16. yüzyıla geldiğimizde en önemli silah, at üstünde ve yaya olarak kullanılan mızrak olmuştu, kılıç değil! Daha sonra, makineli tüfekler samurayların tercihi olmuştu. Kore Harekatı sırasında, birliklerine ateşli silahlarla silahlandırılmış askerlerin katılmasının zorunlu olduğunu içeren, Asano Nagayoshi tarafından yazılmış duygulu bir mektubun varlığını da bildirmemiz gerekir. Makineli tüfeklerin gücü, yaylım ateşine başlandığı zaman açık seçik belli oluyordu ve Japonya’da savaşlar sona erdikten sonra, ateşli silahlar demeyelim de tabancalar konusundaki gelişmeler durdurulmuştur. Avrupa’da tabancalarla silahlandırılmış süvariler mevcutken, söz konusu durum Japonya savaş alanlarında pek görülmemişti.
Japonya’da uzun yıllar barış hüküm sürünce, samuraylar bazı geleneklerine zihni olarak daha yakın durmuşlar, gruplar halinde sadece kılıçlarla antrenman yapmışlar ve yeteneklerini kaybetmemek istemişlerdir. “Samurayın Ruhu” olan kılıç, artık en önemli silahtı. Dış dünyada büyük askeri teknolojik gelişmeler olurken, ateşli silahlar savaşları tamamen farklı bir yöne çekmişken ve ülke güvenliği açısından askeri teknolojiyi büyütüp güvenliği sağlamlaştırmak gerekirken, tüm bunları elinin tersiyle itip basit bir kılıcın gücüne güvenmek ne kadar doğruydu? Olaya dışarıdan bakan biri, Tokugawa şogunlarının nasıl olur da dünyanın cephaneliğe dönüştüğü bir ortamda, silahlardan habersiz olmasını anlamaya çalışsın.
Japonya’da silahlar gerçekte bırakılmamış olabilirdi ama, barış döneminin getirilmesiyle artık sadece fikirleri, mitolojik geçmişleri, nostaljik bakış açıları ve idealleriyle yaşayan savaşsız samuraylar meydana gelmişti. Ama bu büyük bir soruna neden oluyordu. Savaşların ortadan kalkmasıyla bir çok samuray işsiz kalmıştı. Bir noktadan sonra kimisi dövüş sanatları öğretmeleri için işe alındı, kimisi Zen rahibi oldu ama bireysel silahşörleri yani samurayları parasızlık, geçim ve can sıkıntısı umutsuz yapıyordu. Aslında savaşlar sonrası samuraylar, bir çok sosyal etkinliği gerçekleştirme konusunda yeterli zamana sahip olmuşlar, bir çok konu ile ilgilenmişler, şiirler yazmışlar, bazı sanatları uygulamışlar ama geçmişin tozlu yapraklarını kurcaladıklarında, inanç ve felsefelerinin verdiği bir duyguyla rahat edememişlerdir. Çünkü onlar savaşlarla yaşardı. Savaşmayan bir samuray, ne kadar samuray olabilirdi? Ve savaşlar olmasaydı, samuraylar ve şövalyeler isimli askeri bir statü söz konusu olabilir miydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder