28 Ekim 2010 Perşembe

Görülesi, Gezilesi, İçinde Yatılası Japonya Kaleleri


15. yüzyıl Japonya’sında, merkezi hükümetin otoritesi zayıfladıktan sonra kalelere ihtiyaç duyulmuştur. Japonya, karışık savaş çağını yaşıyordu. Bu çağ boyunca, Japonya’da düzinelerce ufak yerleşim merkezleri bağımsızlık uğruna birbirleriyle savaşıyorlardı ve defans amaçlı olarak dağların en üst noktalarına ufak kaleler inşa etmeye başlamışlardı. İlk kaleler, taşla desteklenerek odun hammaddesiyle, tepelere ve yüksek mevzilere yapılmıştır.

Avrupa’dakilerin aksine kale savunmacıları bir noktada çok şanslıydı. Çünkü onlar koçbaşları gibi makinelerle rahatsız edilmemişlerdi. Bir kaleyi almanın tekniği belliydi. Oldukça vahşi, zorluydu: Saldıran ordu kaleyi kuşatır, ateş okları atarak kaleyi yakmaya çalışır, atlı biniciler kale girişine ya da duvarlara karşı saldırırlardı. Bu durumda savunucular, kuşatma boyunca kalede durmak zorunda kalır ve düşman ordusunun kuşatmayı durdurmasını, kaleyi terk etmesini, hastalıktan kırılmasını ya da kendisine destek gelmesini umardı.

16. yüzyılda Oda Nobunaga, Japonya’da belli bir merkezi otoriteyi sağladığı zaman, Toyotomi Hideyoshi bir çok büyük kalenin ülke üzerinde inşa edilmesini sağlamıştır. Önceki kalelerden farklı olarak, bu kaleler düz yerlerde yada ufak tepelerdeki düz yerlere inşa edilmiş, bölgeleri yönetmek, askeri üs olarak kullanmak gibi hizmetleri yerine getirmiş ve şehirlerin merkezi olmuştur. Savaşlar döneminde yapılan kaleler gerçekten de muazzam olmuştur. Toyotomi Hideyoshi’nin Osaka’da yaptırdığı kale bu açıdan muhteşemdir ve dünyadaki bir çok kale için emsal olmuştur. Defansif olarak daha güçlü olması için nehir yanına kurulmuş ve duvarları 18 kilometre uzunluğundaydı.

Meiji döneminde bir çok kale yıkıldı. Aslında daha fazlası da İkinci Dünya Savaşı ile birlikte büyük hasarlar almıştır. Feodal Çağ zamanının yani 1868 yılı öncesinin bazı kaleleri günümüzde hala orijinal olarak sapasağlam duruyor. Ayrıca bir çoğu da yeniden restore edilmiştir.

Büyük kaleler tipik olarak üç kısımdan ibarettir ve savunma açısından üç halkadan oluşur: Merkezdeki ana halka honmaru, onu takip eden ikinci halka ninomaru ve üçüncü halka da sannomaru olarak adlandırılıyor. Kale kulesi honmaru adıyla kale üzerinde yükselmekteydi ve efendiler de çoğunlukla rahat bir şekilde ninomaruda oturuyorlardı.

Kalenin çevresindeki yerleşim yerlerinde de samuraylar yaşıyordu. Samuraylar daha yüksek dereceye ulaştıklarında kalede yaşamaya başlıyorlardı. Tüccarlar ve kalifiye işçiler, şehir dışındaki eğlence bölgelerinden tapınaklara kadar geri kalan bölgelerde yaşamışlardır. Tokyo ve Kanazawa kale şehri olarak gelişen iki örnek şehirdir.

Kalelerin yapımında kullanılan ana materyal odun olmuştur. Yeniden restore edilmiş kalelere beton eklemeler yapılmıştır ve içleri daha moderndir. Söz konusu kaleleri ziyaret ederseniz buna şahit olabilirsiniz. Bir çok kale artık bir müze olmuştur.

Himeji Kalesi (401 Yıllık)




Matsumoto Kalesi (418 Yıllık)



Nagoya Kalesi (400 Yıllık)



Osaka Kalesi (427 Yıllık)


Kumamoto Kalesi (403 Yıllık)


Hirosaki Kalesi (399 Yıllık)


Okayama Kalesi (413 Yıllık)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Bir Zamanlar Giga Hagi ve Lucescu


Değişen nedir?

25 yıl önceki endamları nasılsa, aynı devam ediyor. Giga’dan aynı kendinden emin bakış ve duruş.. Lucescu’nun kendine has eli pantolon cebinden hiç ayrılmayan duruşu. Tabii hiç tarak vurulmayan ölümcül saçları..

Ağaç dibindeki bu görüntüden yıllar sonra Sarı Kırmızılı renklerle Süper Kupa’yı kaldırış ve yeri gelince hoca-oyuncu ilişkilerinde ateşli şekilde tartışmaları.. Hem de iki düşman havasında! Bu pozu verirlerken, yıllar sonra kaderlerinin Galatasaray’da birleşeceğini ve o renklere büyük başarılar yaşatacaklarını hiç akıllarına getirmişler midir? Bilinmez…

Resim için Sportif Cümleler’den Burak Eren’e çok teşekkür ediyorum.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Geçti Devrimin Lakırdısı, Sür Bu Zihniyeti Eşeğin Kıçına


Galatasaray’a dair duyumsadığımız sevgi öncelikle bu kulübü yönetenlerden ve camia içerisindeki kişilerden bağımsızdır başlangıç itibariyle. Ondan sonra, bazı isimlere duyumsadığımız sevgi bu renklere olan aşkımızı iyice pekiştirir. Metin Oktay, Baba Gündüz, Hagi gibi isimlerin varlığı, bizim için bu renklere olan sevgimizin daha fazla katmerlenmesi demektir. Bazı şeyler kötü gittiğinde ise karanlık ruh hali alır götürür bizi garip düşüncelere. Bazı şeyler zevk vermez. Tek bir kelime yazmak bile istemezsiniz. İçinizden hiçbir şey yapmak gelmez.

Hatta öyle ki, Galatasaray’ın şanına yakışacak tavırlardan uzak bir camia ve yönetim görünce, futbol denen şey göze hitap etmeyince bir şeyleri boğmak istersiniz, aklınızın derin çeperlerinde. Bu öyle bir şeydir ki, abonesi olduğunuz Galatasaray Dergisi elinize geçtiğinde heyecanla koparmazsınız ambalajını. Hatta acele bile etmezsiniz ambalajı koparmak için. Belki iki gün sonra açarsınız ambalajı ve üstün körü bakar geçersiniz derginin içeriğini. Gidişat kötüyse, gururunuz kırılmışsa tek kelimesini dahi okumak istemezsiniz. Ama Galatasaray’ın şanına yakışır bir durum söz konusu olduğunda ise o dergiye öyle yumulursunuz ki, her kelimesini hazmederek okursunuz. Hiç bitmesin istersiniz.

Aylardır bu duyguyu hissedemiyorum. Hissettirmiyorlar. Hissetmek istesek bile izin vermiyorlar.

2007-2008 sezonu sona ermek üzeredir. Ligin bitmesine altı hafta kala Kalli takımdan ayrılmıştır. Takım şampiyonluk yolundadır. Teknik direktörsüz altı maçta alınan altı galibiyet efsane tadındadır. Şampiyonluk gelmiştir. Akıllar bir karış yukarıdadır. Dünyaları biz yarattık edası mevcuttur bazı futbolcuların zihniyetinde. Asıl tehlike kapının önündedir. Sezon bittiğinde akıllardaki en büyük soru, tabii ki Galatasaray’a hangi teknik direktörün geleceğidir. O esnalarda GScimbom.com forumunda sürekli yazan biriydim. Bir başlıkta hangi hocanın gelmesi istendiğine dair görüşler paylaşılıyordu. Üyelerden biri ortaya Frank Rijkaard ismini atmıştı. Ben ise bu ismi gördüğümde üstünü direkt çizmiştim. Ne işi var Rijkaard’ın burada, hiçbir şey yapamaz ki, başarılı olamaz ki, aman, sakın yanımızdan bile geçmesin gibilerinden bir yorum bırakmıştım. Galatasaray için kesinlikle kötü bir seçim olacağını söylemiştim. Seçilen isim ise Skibbe idi. Galatasaraylılar dünyaca ünlü bir hoca beklerken Skibbe ismini duyduklarında şok olmuşlardı. Nasıl lan diyorlardı. Yerden yere vuruyorlardı yönetimi. Ben ise herkesin aksine iyi bir seçim olduğunu düşünüyordum. Onu savunuyordum. Galatasaray’ın teknik direktörlüğüne seçildiği andan gönderildiği ana kadar Skibbe’nin her daim, en büyük kollayıcı ve savunucularından biriydim. Hatta forumda Skibbe ile 5 yıllık sözleşme imzalansın başlığının açılmasını sağlayan kişiydim.

Skibbe gelmeden önce Rijkaard’a neden dudak bükmüştüm? Neden istememiştim? Eğri oturup, doğru konuşalım. Rijkaard gibi bir hocanın gerçek anlamda başarılı olabilmesi için oturmuş, kökenden gelen belli yapıya ve sisteme sahip bir takımda çalışması gerekir. Galatasaray’ın kendine ait dinamikleri kaostan ibaretken, mevcut Galatasaray yönetimi futbola dair inanılmaz hatalar içindeyken ve futbolu yönetememek konusunda rakipsiz bir mevkiyken Rijkaard’ın gereksiz bir seçim olacağını düşünmek tamamen akıl sınırları içerisindeki bir görüştü. Ne yalan söyleyeyim. İstememiştim işte o zaman Rijkaard’ı. Uzak durmasını istemiştim. Başarılı olamayacağını biliyordum çünkü.

2009-2010 sezonu için Rijkaard göreve getirildiğinde durum farklıydı. Düşündüğümüz şey, yönetimin hatalarından ders çıkarıp devrimin önünü açacağıydı. Rijkaard ne isterse yapılacaktı. Dedikleri dikkate alınacaktı. Uzun süre sabredilecek ve bir yapı oturtulacaktı. Hayalimiz buydu. En azından yönetimin vizyonunun bu olduğunu ve bu yolun önünü açacaklarını sanıyorduk. O yüzden çok mutluyduk. İlk aylar rüya gibiydi bizim için.

Ama ya sonrasında gerçekleşenler?

Bu takım iki yıldır kemikleşmiş bir kadroya sahip değil. 10 maç üst üste hemen hemen kemikleşmiş, en iyi adamlarıyla maç çıkarmış Galatasaray kadrosu sayamazsınız bile. Rezalet bir durumdur bu. Acınacak bir durumdur. Sakatlık denen bela kemikleşmiş kadro kurmanın her daim önüne geçmiştir. Ve Rijkaard şu lafı sarf etti: “Takım bütünsel anlamda kaliteli değil!”

Sen misin bunu diyen, vuran vuranaydı. Sen nasıl kalitesiz dersin bu kadroya çıkışları peşi sıra gelmişti. Halbuki olay çok basitti. Galatasaray’ın en değerli adamları Baros, Kewell, Arda, Keita vs gibi adamlardı. Bu adamlardan ikisine bir hal geldiğinde takım tamamen duruyordu. Çünkü bu adamların yerine birebir, aynı yeterlilikte koyabileceğiniz başka adamlarınız yoktu. Bu adamların aynı anda sahada olmaması demek, bilindik Galatasaray oyun sisteminin sekteye uğraması, iskelet kadronun bozulması demekti. Aslında bunu da geçelim. Olayın en vahim boyutunu çizeyim sizlere. Bir takımın en büyük can damarı ve olmazsa olmaz en önemli bölgesi, orta sahasıdır. Orta sahan kimlerden oluşuyorsa, sizin nasıl bir takım olduğunuzu söyleyebilirler. Acıdır ki Skibbe döneminden günümüze kadar Galatasaray orta sahası yetersiz, vasat adamlardan oluşmuştur. Fenerbahçe ve Beşiktaş ile aynı terazide görmediğiniz Trabzonspor bile orta sahasıyla, Avrupa’da destanlar yazmış Sarı Kırmızılıların fersahlarca ötesindeydi kalite ve yeterlilik anlamında. Beşiktaş ise Ernst ve Guti gibi iki isimi bir araya getirdiğinde çatır çatır oynarken, Galatasaray uzun zamandır Ayhan, Mehmet Topal, Mustafa Sarp gibi isimlerle bir halt yemeye çalışıyordu. Skibbe bile ta o zamandan görmüştü en büyük sorunlardan birini. Gün geldi, stoper bölgesinin adamı olan Meira’yı bile defalarca bu bölgede kullanmak zorunda kalmıştı. Galatasaray gibi bir takımın orta sahasını bu kadar vasat adamlarla dolduran ve Rijkaard’ın istediklerini bir türlü takıma monte edemeyen bu yönetim zihniyeti söz konusuyken, biz taraftarlara ne demek düşer?

Bir takımın ön bölgesine Keita, Arda, Kewell, Baros, Lincoln, Misimoviç gibi üst düzey isimleri monte edeceksiniz ama, takımın gerçek can damarı olan bölgeyi Mustafa Sarp ve Ayhan Akman ile kapatmaya çalışacaksınız? Buna trajedi denir. Kara komedi denir. İroninin dibine vurmak denir. Galatasaray’ın en büyük sorunu bütünsel olarak oldukça dengesiz ve dalgalı bir kadroya sahip olmasıdır. Ya çok iyi, klas, üst düzey isimler vardır, ya da vasat, sıradan isimler. Üst düzey isimlerin hepsini sahaya sürmek isteseniz bile, bazı kritik mevkilere vasat veyahut vasatın altı isimleri koyduğunuzda, o takımdan bir devrim bekleyemezsiniz. Bundan 10-15 yıl önce Sarı Kırmızılılar tarihe geçen destanları yazarken ve bir devrim yaratırken, elindeki yerli kadrosu Türkiye’nin en iyisiydi. Okan en iyisiydi. Arif en iyisiydi. Hakan Şükür en iyisiydi. Hakan Ünsal en iyisiydi. Tugay en iyisiydi. Ergün Penbe, Hasan Şaş, Emre en iyisiydi. Ümit Davala en iyisiydi. Şu sayıya bakar mısınız? Bu öyle bir en iyiler yerli kadrosuydu ki, milli takımı sürükleyen, başarıdan başarıya koşturan isimler de bunlardı. Milli Takım eşittir Galatasaray idi.


Bilmiyorum, hiç düşündünüz mü? Ne zaman ki Galatasaray inişe geçti, yerli oyuncu kalitesini kaybetti, o bilindik ruhunu kaybetti; Milli Takım da inişe geçmeye, ruhsuzları oynamaya başladı? Neden acaba? Galatasaray sahip olduğu mental güç ve o ruh hali ile Milli Takımı tamamen etkileyen bir sürece karşılık geliyordu. Bu takımın kendi içindeki bütünsel hali her yere olumlu yansıyordu. O yüzden Galatasaray’dı. Galatasaray bir başka yahu denmesinin en büyük sebeplerinden biri buydu. Diğer takımlardan ayrıldığı en önemli nokta buydu. Galatasaray’ın o bilindik halinin olmadığı noktalarda diğer takımlarımız gerekli açığı kapatamıyor maalesef.

Bir zamanlar neredeyse Milli takımın tamamını oluşturan yerlilere sahip Galatasaray’a baktığımızda, şu an ne görüyoruz? Allah aşkına, Arda ve Sabri dışında Milli Takım’a gerçek anlamda yerleştirebileceğiniz bir adam görebiliyor musunuz? Galatasaray yıllarca Milli takıma verdiği santrforlarla işi götürürken ve bu onun alamet-i farikasıyken, yıllardır santrfor veremiyor bu takım. Eğer Galatasaray’ı yöneten bir yönetim varsa, futbolda söz sahibi olan bir mercii varsa, Galatasaray’ın santrfor ve orta saha bölgesine neden adam koyamadığını sorgulaması gerekmektedir. Eğer bir yönetim bunu bile düşünemiyorsa, elindeki yerlileri çok iyi oyunculardan oluşturmuyorsa, Ayhan, Mustafa Sarp, Serkan Kurtuluş, Servet gibi isimlerden medet umuyorsa, Allah aşkına devrim kelamını ağızlarına bile almasınlar. Bu zihniyeti alırlar, eşeğin kıçına kanırta kanırta sürerler. Dünyaca ünlü bir sistem hocasını çağırıp, eline Sarp, Ayhan, Serdar Özkan, Ali Turan, Çağlar’ı vererek mi devrimi gerçekleştireceksiniz? Mümkün mü?

Türkiye’de altı yabancı oynatabiliyorsanız ve geri kalan beş oyuncu yerlilerden oluşmak zorundaysa, o beş yerli adam üstün kaliteli adamlar olmak zorundadır. Üstün kaliteli olmasa bile vasat, sıradan olmamalıdır. Onu geçtim, bir takımın can damarlarından biri olan kale bölgesinde yıllardır yokları oynuyor bu takım. Yıllardır adam gibi bir kaleciye kalesini teslim edemedi bu yönetim. Ki Galatasaray yıllardır, kaleci denince en isabetli transferleri yapan ve kalesinde nice efsaneler üretmiş bir takımdır.

Her geçen zaman, her geçen yıl benliğinden koptu bu takım. Benliğinden kopartıldı. Koskoca holdingi yönetmesini bilebilirsiniz. Parayı yönetmesini de bilebilirsiniz. Dünyayı da yönetebilirsiniz. Ama doğru düzgün bilgi ve fikir sahibi olmadığınız futbolu yönetemezsiniz. İşinin ehli bir profesyonele devredersiniz bunu. Akıl, fikir ve devrim budur. O profesyonel kişi ne derse o olur. Olmalıdır da! Bilyoner, Aslantepe, GS Bonus ve GS Mobil’den kulübün kasasına giren paraları saymaya benzemez, futbol denen şeyi yönetmek..

Futbolcular için söyleyecek çok şey var aslında. Söylenecek bir çok şeyi bloglar, sözlükler ve twitterlarda yeterince söylediler. Üzerinden tekrar geçmeye gerek bile yok. Rijkaard’ın gönderilmesine ne yalan söyleyeyim, şaşırmadım. Bekliyordum. Çünkü Galatasaray aylardır futboluyla hiç ışık vermiyordu. Güzel oyun oynamıyordu. Ama oyuncuların işgüzarlıkları, Rijkaard’ın kendi yolundan şaşmayan inadı derken bir türlü olmadı. Mevcut yapı ve oyuncular nedeniyle maalesef Rijkaard ile kimyalar bir türlü uyuşmadı. Rijkaard’da da hatalar vardı. Disiplin için sert yüzünü göstermemesi, elindeki kadroyu tartmadan gerçekleşmeyecek duaya amin demeye çalışması, eldeki mevcuda ihtiyaç duyulacak bir sistem üzerinde diretmemesi, oyunculara karşı çok yumuşak başlı olması, sahada elinden geleni yapmayan oyuncuları cezalandırmaması, ipleri bir türlü gerçek anlamda eline almaması gibi hataları sayılabilir. Ama bazen bunları yapabilmek, arkanda kaya gibi duran bir yönetimin varlığına bakar.


Geçen yıl, sezon ortasıydı. Skibbe ile bir röportaj yapılmıştı. İnanılmaz şeyler söylemişti Skibbe. İnsanlar bu adama stajyer diyordu, futbolu bilmiyor diyordu. Futbolu bilmeyenler kendileriydi. Kendileri çırak bile değildi futbol konusunda. Öyle muazzam ve şaşırtıcı şeyler söylemişti ki Skibbe, sorun kendisinde değildi. Futbol bilgisinde de değildi. Sorun hala başımızda olan yönetimdeydi. Sarp ile, Ayhan ile, Serkan Kurtuluş ile, Aykut ile devrim yaratma peşinde olan futbol bilgisi fakiri yönetimdeydi.

Skibbe yönetime bazı oyuncuların geliştirilmesinden ve onlara yön verilmesinden bahseder. Kapsamlı bir dönüşüm projesine girmekten bahseder. Oyuncuları şekillendirmek lazımdır. Yönetim ise ona sadece şunu söyler: “Değişmez o.”

Ve sizler tek suçu Skibbe’de bulmuştunuz. Skibbe’ye demediğinizi bırakmamıştınız. Geçmiştiniz dalganızı. Evet, itiraf ediyorum. Ben Skibbe’yi Rijkaard’dan daha fazla sevdim. Hala da daha fazla seviyorum. Skibbe gittiğinde inanılmaz üzülmüştüm. Çok bozulmuştum. Şu an Rijkaard gitti diye ağlayanlar içerisinde Skibbe’nin gitmesini isteyenler fazlasıyla mevcuttur. Şunu unutmayın ki, tamamen kaostan beslenen ve yönetimin barbar gibi kılıcını istediği gibi salladığı bir futbol ortamında Skibbe, Rijkaard gibi sistem hocaları gereksiz bir seçimden öteye gitmeyecektir. Futbol bilmemezlikle suçlanacaklardır. Yönetim kafasına göre kılıcını sallayacak, karşısına çıkan Mourinho olsa bile tüm teknik direktörlerin başını alacaktır.

Bu öyle bir kılıçtır ki, “değişmez o” dedikleri oyuncuların değil başlarından, tek bir saç tellerinin yanından bile geçmez. Servet hocasına posta koyar, postalanan Rijkaard olur. Rijkaard’ın babası ölür, oyuncuların saha ortasında göbek atmadıkları kalır, kovulan Rijkaard olur. İkinci kaptanlığı bile kabul etmem diyen oyuncuların olur, ama cezalandırılan hocalar olur. Florya’nın beş kapısı sadece hocalara açıktır. Terör estiren oyuncular mutfağa kapatılarak balla besletilir. İki yılda bir ton hoca doğranır, atılır çöpe. Ama beş para etmez, şahsiyetsiz bazı oyuncular hala bu kulübün kasasından beslenir. İçim garip bir şekilde yanıyor aslında. Galatasaray’a dair olumlu tek bir şey bile hissedemiyorum. Hafta sonunda oynanacak Fenerbahçe maçına dair tek dirhem heyecan hissetmiyorum. Geleceğe dair umut dahi besleyemiyorum. Galatasaray’ın isminin olduğu yerde karanlıktan başka bir şey gelmiyor aklıma.

Ne zaman ki Galatasaray’a hem şahsiyet, hem de oyuncu kalitesi anlamında yakışmayan oyuncular sezon ortasında postalanır, yerlerine şahsiyetli, forması için savaşan ve kaliteli oyuncular alınır, o meşhur kılıç yeniçerilerin kafasına iner, işte o zaman üzüntüm azalabilir. Bunu yapmazsa Galatasaray’ı bırakır mıyım? Asla. Bırakmam. Eğer ki bildiğimiz Galatasaray şahsiyeti geri dönmezse, Galatasaray Dergisi elime geçtiğinde ambalajını bile sıyırmam. Dergide neler yazdığına bakınmam. Hoş duygular edinmem. Aslantepe’ye geçişim bile o kadar coşkulu olmaz. Ta ki bu garip yönetim anlayışı kendini feshedene ya da birileri tarafından feshettirilene kadar..


Gerets gelir. Saçını iyice ağartarak yollarız. Skibbe gelir. Gencecik yaşında saçını ağartır, yollarız. Rijkaard gelir. Lüle lüle simsiyah saçlarıyla. Saçını ağartır yollarız. Ne hikmetse, futbolu bilmeyenler hep onlar olur, bilen ise futbol bilgisi fakiri yönetim! Devrim için kan dökmeyi bile düşünmez; kendi kellesini giyotine dayamayı asla düşünmez. Asıl kanlı Fransız devrimi Sarı Kırmızı toprakların derebeylerine karşı harekete geçirilmelidir.

Galatasaray Dergisi’ni büyük bir heyecanla okumayı özledim. Galatasaray’ı büyük bir heyecanla takip etmeyi özledim. O Galatasaray karakterini özledim. Kendisine ait olan o derin ruhunu! Bir çok şeyi özledim ve özledik. Özlettirdiler. Hissizleştirdiler bizi. Duygularımızı elimizden aldılar. Devrim diye kandırdılar bizi. Geçti devrimin lakırdısı, sür bu zihniyeti eşeğin kıçına.. Onlar sağ, biz selamet.. Hocanız gönderilmişken antrenmanda hala gülüyorsunuz ya.. Yakışır sizlere. Ne de olsa, ne yapsanız yanınıza kar kalıyor. Böyle başa böyle tarrak!

Skibbe’nin ahı üzerinizde olsun!

Harika Bir Hayat, Arkadaşım!



Alter Bridge’in yeni albümünden muazzam güzellikte bir parça. Müthiş bir giriş, harika bir ses ve akıcı bir ruh hali..


Gözlerini kapat
Ve sadece şarkımı dinle
Son bir uzun elveda
Son bir şarkı, kanatlarını açmadan önce

Söyleyecek fazla bir şey yok
Ve zaman akıp giderken...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Yorgunluk, İsteksizlik ve Zamansızlık


Bazen bazı şeyleri yapabilmek, özellikle hobileri gerçekleştirmek isteğe bakar. Ya da dinç olmaya ve boş zamanlara sahip olmaya.. İstek varsa ilham da vardır. Zamanın varsa ilham beraberinde gelebilir. Her şeyden önemlisi ilham varsa sizi hiçbir şey kolay kolay durduramaz.

Bu blogda yazılan yazıların %95’i büyük bir istekle, acele bir şekilde yazılmış yazılardır. Bir çoğu anlık patlamalardır. Bazen ne yazdığınızı bile düşünmezsiniz. Zihninize dokunan her kelimeyi sırayla boca edersiniz. Farkında olmaksızın bir şeyler üretmişken bulursunuz kendinizi. Ama aşırı yoğun olunca, yorgunluk sizi kanatlarına dolarken ve zamansızlık beyninizde ilhamlara yer bırakmazken her şey terse dönüyor.

Normal şartlar altında zor bir mesleğe sahibim. Bir şirketin tüm finans akışlarının tamamen sizin elinizden çıkması, patronların bütün bilgileri sadece sizden alması ve sizi muhatap kılması, bir nevi şirketin kaptanı olmanız ve adeta bir ahtapot gibi aynı anda bir çok işi yapmak zorunda kalışınız zaten zordur. Bir de müşteri portföyünüze Türkiye'nin en büyük firmalarından bir kaçını dahil edip iş kapasitenizi iyice arttırırsanız, getirisi iki ya da üç veyahut dört ile çarpılmış bir ahtapota dönüşüyor olmanız demektir. Nihayetinde size musallat olan şey büyük bir yorgunluktur. Bir de evinizde bulaşıktı, temizlikti, çamaşırdı, yemekti sizin üzerinizdeyse zamanınız büyük anlar için doludur demektir. Tüm bunlar üst üste gelince bu blog her geçen zaman sessizleşen bir ortama dönüşüyor. Bazen öyle oluyor ki hiçbir şey yazasım gelmiyor. Çünkü zihinde ilhamlara hiç yer kalmıyor. Acaba kışın işlerde bir azalma olur mu diyorum, ama işler iyice artacak cevabını alınca stres denen şey iyice tavan yapıyor.

Geçenlerde bir Karabükspor maçı oynanmış. Aynı esnada müdürlerimizden biri evlendiği için düğündeydik ve maçı izleyemedim. Arkadaşlarımın ilettiğine göre izleyemeyerek çok iyi yapmışım. Maçı izleyemeyince üzerine bir şey yazamazdım. Bu yüzden Sportif Cümleler’de Burak Eren ile haftalık olarak yayınlanan ritüeli de yapamadık.

Eskisi gibi yoğun ve coşkulu bir şekilde yazar mıyım? Gerçekten cevabı bilemiyorum. Bekleyip görmek lazım. Geleceği göremiyorsunuz. Eve gelir gelmez, bulaşık yıkamak, yemek yemek, yatağa uzanıp film izlemek derken bir günün sonuna yaklaşıyorsunuz ve artık saat 22:30 olduğu zaman uyku sizi esir alıyor. Umarım kayıp zamanların peşinden koşturmam. Umarım bu geçen zamanları kayıp olarak nitelendirmem..

1 Ekim 2010 Cuma

Obituary, Ölüm ve Çürüyen Dünya


Çürümüş yollardan gelen kaderle birlikte
Ağzından boşalan kanı hisset!
Kanayan ruhunun senden alındığını hisset!

Heavy Metal dünyasında kapsam açısından Iron Maiden ne kadar önemliyse, Death Metal dünyasında da Obituary o kadar önemli olmuştur. Çevremize baktığımız zaman Obituary grubuna ait bir çok görüntüye şahit olmuşuzdur. Hatta gün gelmiş belki sokak pazarlarında bile üzerinde Obituary yazan malzemeler görmüşüzdür. Gruptan bağımsız olarak sergilenen bu denli bilinirlik, tanınırlık müzikal açıdan çok ters köşedeydi. Daha karanlık yönlere ve bilinmeyen yönlere sirayet ediyordu.

Taklit edilemez sifon sesi tadındaki uğultulu John Tardy vokaliyle, çok keskin, vurucu, karanlık yolların izini süren ritim gitar partisyonlarıyla, karanlık dünyayı ve kaotik atmosferi aktaran solo gitar melodileriyle, ölümcül ve güçlü lirikleriyle mezar taşımızın üzerine imza atacak bir kalemi yansıtan, adrenalin pompalayıcı bir dünyadır Obituary.


Işık belirince yavaşça ölüyoruz.
Ruh çürüyor.
Acı, yaşamın yaralarını kavrar,
Ruhunu aydınlatır,
Koruduğun şeyleri öldürür,
Ruh çürür.
Acının ölüşü, ruhun öldürüşü...


Cehennemi andıran karanlık (kirlenen) dünyayı, çürümüş bedenleri ve ruhları, ölüm sebebi varyasyonları, bazen de dünyayı öldürüşümüz, her geçen gün mahvolan, kaynaklarını tükettiğimiz ve zehirli gazlara mecbur kıldığımız dünyayı anlattıkları lirikleriyle; bu lirikleri ürkütücü, korku veren, Limbo boyutuna gitmemize neden olan karanlık bir temayla yansıtışlarıyla bizi yolculuğa çıkarmış efsanedir. Tüm bunları sergiledikleri ve icra ettikleri müzikle o kadar iyi bütünleştirmişlerdir ki ölümün, kirlenen dünyanın ve her geçen gün bozulan havanın sıcak kanatlarını suratımızda hissetmiş, karanlık dünyalarda bilinmeyen yolculuklara çıkmışızdır.


Tartışmasız en çok sevdiğim Death Metal eseri olan Cause Of Death’in öznesidirler. Bu albümü bu kadar özel ve anlamlı yapan şey neydi? Obituary’nin müziksel olarak yansıtmak istediği seslerin tercümanlığını, James Murphy tekniği ile çalınmış solo gitar partisyonlarının yansıtmasıydı. Murphy’nin soloları albümün soundunun markasını belirlemiş, albüme çok karanlık hava katmış, insan ruhunun derinliklerine akan korkunç ve adrenalin salgılayıcı seslerin bekçiliğini yapmıştır. Sadece Obituary’nin değil Death Metal tarihinin ders olarak gösterilmesi gereken eserlerinden biri nüfuza getirilmiştir.


Bu çürümüş kaybolan toprak parçasını iyileştir!
Karanlık ışığın yeni bir formu olmuş
Nihayetinde seni orada bulacağım
Zamanla samimi bir şekilde savaşacağım
Cesetler kuşkusuz ölüm hakkında yalan söyler
Benim zamanında bu bir kabalık
İlk kutsanan yere düştük
Asla bitmeyen ruhların barındığı

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails