30 Nisan 2010 Cuma

Soloda Duygu ve Enerji


Oldukça etkileyici olan gitar soloları yaşadığım bu hayatta bana en çok zevk ve haz veren güzelliklerden biri. Derinlerden gelen bu melodileri işittiğimde tamamen ayrı bir dünyada yaşadığım hissini veriyorlar. Çok etkili soloların kotarıldığı albümlere ayrı bir gözle bakıyor, farklı bir yere koyuyorum. Çünkü solo denen şey hem yüksek ilhamlı bir ruh hali, hem de üstün bir yetenek gerektiriyor. O melodileri bulmak ve normal gitar ritimlerine göre çalınışı zor olmasından dolayı icra etmek özel bir durum.

Olaya bu açıdan baktığımda iki farklı dünyadan iki farklı ruh halini paylaşmak istedim. İlki solonun duygu yönüne atıfta bulunuyor. İlgili parça Rock tarihinin en iyi enstrümentallerinden biri. Camel'in 1984 tarihli "Stationary Traveler" isimli muazzam eseri. 02:34'ten itibaren tüyleriniz ürperecek.



Diğer parça ise solonun enerjik tarafına atıfta bulunuyor. İlgili isim ise çok sevdiğim bir grup olan Nevermore'dan Jeff Loomis. Jeff Loomis'in kalbimde özel bir yeri var. Çalış stili, enerjisi, kayıt kalitesi ve sounduyla tam istediğim melodileri ve müzikal yapıyı kulaklarıma gönderiyor. Bana tam anlamıyla enerji veriyor. Ondan da Miles of Machine gelsin. Enerji, makinelerin çevremizi kuşatması ve bu kaos ortamından bize bir ruh üfürülmesi de ayrı bir konu. Parça, başından sonuna kadar bu hissi yaşatıyor bana. 02:24 sonrası olanlar için kelimeler kifayetsiz kalır kalbimde. İşte o an Nirvana'ya ulaşmanın ne olduğunu keşfetmiş oluyorum her seferinde. Kayıtsızca... Anlatılamaz.. Hissedilir.

Tüm Zamanların En İyi Dövüş Sahnesi!!!!



1970'li yılların Cüneyt Arkın filmleri ile dalga geçmeden önce iyi düşünmemiz gerekiyor. Yıl 1993. Filmin adı Undefeatable. Teknoloji muazzam! Atraksiyonlar muazzam!! Jet Li kına yaksın!!

Seviyorum Şirketimi! Hele Bir de Mangal Varsa...



Şu an saat 13:15. Hala öğle yemeğini yiyemedik. Açlıktan kırılıyorum desem yeridir. Havalar güzelse, şirkette 2-3 aydan bir mangal yaparız. Şirketin teras katı bu iş için biçilmiş kaftan. Bir yandan çalışırken bir yandan aklımız mangalda kalır. O an yapılan işler şölen havasında geçer. Ve muhakkak Cuma günü yaparız mangalı. Haftanın son çalışma gününde ekstradan keyiflenmiş oluruz. Böylece o yoğun iş stresini ve kafa doluluğunu az da olsa damak tadıyla atmaya çalışıyoruz.




Çay Töreni


Samuraylarla anılan en büyüleyici sanatlardan biri çay törenidir. Çay töreni, Japonya’da “cha no yu” ismiyle bilinir. Bir çok aktivitesi arılaştırılmıştır. Düşünce üzerine kuruludur ve zamanla geliştirilmiştir. Çay töreninde karmaşık düşünceler, sade duruş, dürüst, derin, huzurlu ve etkileyici bir hava vardır. Bu hava sadece samuraylar için değil, tüm Japonya için söz konusu olmuştur.

Önceleri çay törenleri soyluların yüz verdiği bir aktiviteydi ve çay, her şeyden önce yüksek sınıfın iksiri gibi görülüyordu. Bu durum, Sen no Rikyu’nun katkılarıyla değişmeye başladı. Sen no Rikyu, Sakai’li bir tüccardı ve daha çok Soeki olarak bilinir. Çay töreni ustası olmak konusunda, 15 yaşından küçükken, zarif Aşikaga stilinde çay ustası eğitimi almıştı. Soylu sınıfların çay törenlerinde zarif Çin takımlarını kullanması, bazı incelikler sergilemesi, törene katılan soyluların sıkıntılarını hafifletmekte ön ayak olması ve törene katılanların huzurlu bir ortamı bulmasını sağlayacak değişiklikleri sağlaması, onun ismini değerli kılmıştır. Daha kullanılır ve sade görünümlü kapları pahalılarına tercih etmiş, soylu sınıf için gösterişli, şatafatlı evlerdense, yeşillikler arasındaki huzur verici sade çay evlerinde törenler yapma faaliyetini ortaya koymuştu.

Çay evinin çay içilen odasına, nijiriguchi adı verilen ufak bir kapıdan giriliyordu. Kapı, bir buçuk-iki adımlık bir kare şeklindeydi. Konuklar genellikle emekleyerek içeri girebiliyorlardı ve kasten mütevazı, çok sade kaplar tercih edilmişti. Bunun sebebi; çay evinden içeriye giren herkesin, çay içme odasında kim olursa olsun hepsiyle eşit olmasını sağlamaktı. Rikyu’nun çay törenlerinde tasarladığı en önemli noktalar; insanların tören esnasında dünya sorunlarından, dünya işlerinden uzaklaşmasını, kendi kendilerine olmalarını, huzurla dolmalarını, ince şeyleri düşünmelerini ve yaşamlarını sorgulamalarını sağlamaktı. Çay törenleri bir nevi huzur veren ve kalpleri huzurla dolduran ayin halini almıştı.


Tokonoma

Çay töreni chachitsu denilen çay odalarında yapılmıştır. Konuklar nijiriguchi adı verilen kapıdan içeri girerdi ve samuraylar kılıçlarını içeri sokamazdı. Kural, Rikyu tarafından geliştirilmiştir. Kılıcın dışarı bırakılmasından maksat, çay odasında herkesin eşit olduğunu göstermekti. Son kişinin odaya girmesinin hemen ardından kapı kapatılırdı. Çay odasının tokonoma denilen köşesine, hemen giriş kısmında, fark edilecek bir pozisyonda rulo şeklinde bir kağıt asılırdı. Bu kağıt, çok özlü düşünceleri yansıtan güzel el yazılarını barındırırdı. Yazı, ev sahibi tarafından o anki dönemi, mevsimi ve havayı yansıtacak şekilde seçilir. Konuklar odanın ortasında, küçük bir şöminenin çevresine oturmadan önce yazıyı okur, minnettarlık duyar ve takdir ederlerdi.

Sonra ev sahibi içeri gelir. Misafirler prensip olarak ona daveti için teşekkür eder ve yazı hakkında nazikçe bilgi alırlar ya da diğer konuları konuşurlar. Çay odasında geçen zaman boyunca muhabbetler, ortaya konulan duygu ve düşünceler kısadır. Konuşulan şeyler törene ters olmaz, kabalık söz konusu olamazdı. Misafirlere kaiseki denilen hafif bir yemek sunulur. Yuvarlak bir tas içinde makul düzeyde sake ikram edilir, bunu meyveler ve hafif bir tatlı takip ederdi. Ev sahibi çay hazırlamaya başlamadan önce konuklar dışarı çıkar. Eve ilk girdikleri sırada üzerinde konuştukları rulo şeklindeki kağıt kaldırılarak, içinde tek bir çiçeğin bulunduğu vazo koyulur. Konuklar döndüğünde, ev sahibi demir çaydanlık içindeki suyu ısıtır, kap ve tasları durulayıp temizler. Bambudan yapılmış kepçeyle yeşil çayı kaplara koyar. Kap içindeki çay hafif köpürünceye kadar bambudan yapılmış çırpma aletiyle çayı döver, sonra da misafirlerine servis yapar.

Kaiseki

Çay iki türlü verilir: Daha sert ve koyu biçimde resmi olarak verilmesi koicha, hafif ve gayri resmi olarak verilmesi usucha diye adlandırılır. Koicha ilk servistir ve bütün misafirler aynı kaseden ufak miktar çay içer. Usucha ikinci servistir ve herkesin kendi kasesine çay koyulur. Çay kaseleri, mevsime ve ev sahibinin düşüncesine göre değişik şekillerde olabilir. Kış mevsimi çay kaseleri daha derindir ve sıcaklığın korunmasına yardımcı olur. Yaz mevsimi kaseleri daha sığ ve geniştir, bu yönüyle sıcaklığı çabuk giderilir.

Tören boyunca ev sahibi ve misafirler sükunetli düşüncelere yönelirler. Rahip Takuan söz konusu durum için şunları söylemektedir: “Çay odasında doğayı düşünür, nehirleri, dağları, akan suları hissedebilir, fikirlerimiz üzerinde düşünebilir, uyumlaştırmalara gideriz. Çiçekler, ağaçlar, ay ve karın değerini anlarız. Mevsimlerin değişimlerine gider, var olur ya da yok oluruz, çiçek gibi açar ya da solarız. Misafirler burada derin bir saygıyla karşılanır. Dünyevi kederlerden uzak olarak, çam ağaçları arasında esip geçen rüzgar sesi hissi veren, çaydanlıkta kaynayan suyun sesini dinleriz.”

Sen no Rikyu, Cha no Yu için ortaya koyduğu yüz kural hakkında bir öğütte bulunmuştur: “Bu kuralları değiştirebilecek ve yıkacak, gayri ciddi karşılayacak durumda olsanız da söz konusu kuralları tamamen unutmayın.”

29 Nisan 2010 Perşembe

Ekstrem Müzik Hazzında Son Nokta


1990’lı yıllarda Thrash Metal’i oldukça yoğun bir şekilde dinlerdim. 1980’li yıllara damgasını vurmuş olan bu tarz aslında Heavy Metal’in hemen hemen her ekstrem türünü etkilemiş bir tarzdır. Thrash Metal deyince akla direkt Metallica, Anthrax, Testament, Slayer, Megadeth, Exodus, Kreator, Violence, Forbidden gibi gruplar gelir.

Ama benim için bir grup var ki yıllar boyu benim için hep çok özel kaldılar ve hâlâ da öyleler. Bu grup, nezdimde adı geçen diğer tüm Thrash gruplarından daima bir adım ötede olacak: Testament. Testament’i Metallicalar ile kıyaslamam bile. Aksine hepsinin kıçını tekmeleyecek kadar üstün bir grup benim için. Adı geçen bir çok grup tarz değiştirip daha popüler ve daha piyasa olan müziğe yönelmişken, Testament özünden asla taviz vermeden müziğini her geçen zaman yukarılara çıkarmıştır.

1999 yılında yayınladıkları The Gathering albümü ise Testament tarihinin dönüm noktasıdır. Adı üstünde tam bir toplantı tadındadır. Ekstrem müziğin en üstün müzisyenlerini barındırmıştır. Davulda Slayer’dan Dave Lombardo, basta virtüöz Steve DiGiorgio (Anneke Van Giersbergen ile beraber, çocukları var), virtüöz gitarist James Murphy ve bildiğimiz kemikleşmiş Testa tayfasından vokalist Chuck Billy ve gitarist Eric Peterson.

Bu grubu kelimelerle dahi ifade edemem. Grubun lideri sayılabilecek Chuck Billy hayatını sahip olduğu tır şirketinden kazanıyor. Kanser olduğunda para toplamak için yapılan bir Thrash Metal festivali sonrası kazanılan paranın yarısını (rivayet edilen tutar takribi $50.000) o sırada hastalığıyla savaşan Death grubunun saygıdeğer lideri Chuck Schuldiner için feda etmiştir ki, bu durum önyargılı ve bilgisiz kesimlerce pislikler olarak nitelendirilen bir camianın duyarlılığına atıftır. Kendilerini canlı gözlerle izlediğim için de kendimi inanılmaz şanslı sayıyorum.

Aşağıya koyduğum video ise Testament’in The Gathering albümünün en mükemmel şarkılarından biri olan DNR (Do Not Resuscitate). Parçanın ilerleyen bölümlerindeki davul tekniği için diyebilecek tek kelimem bile yok. Ekstrem müziğin haz anlamında doruk noktalarından biri. İlgili parça bazı kesimlerce Thrash Metal’in son 10-15 yılının en mükemmel parçası olarak nitelendiriliyor. Parçanın klibi olmadığı için Underworld filminin üzerine monte edilmiş videosu ile idare edeceğiz mecburen. Diğer video da aynı albümden Down For Life. Müthiş bir enerji ve adrenalin deposu. Sözleri ise bir harika.



Barca ve Inter’in Düşündürdükleri


Normalde Galatasaray dışında pek futbol yazmam. Galatasaray dışında futbolu yazmak konusunda üşengeç biriyim. Çok yoğun ve zor bir iş hayatım olduğu için zaman ayıramıyorum bu konuya. Hoş! Bir spor blogu iddiam asla olmadığı için ve de zaten bir spor blogu olmadığım için önemli değil. Dünkü Barcelona – Inter maçını izledikten sonra bir şeyler karalamak istedi canım.

Aslında dünkü maç bir çok gözlem yapabileceğimiz ve üzerinde saatlerce düşünebileceğimiz materyaller sundu bize. Spikerinden hocalarına, oyunculardan kişiliklerine kadar. Futbolu yakından takip eden kişileri çevirip güzel futbolu mu yoksa savunma futbolunu mu tercih edeceğini sorarsanız, alacağınız yanıt %99 güzel futbol olacaktır. Peki güzel futbol sadece langırt gibi paslaşmak mıdır? Yoksa sağlı sollu ataklarla rakibi bunaltıp pozisyon üstüne pozisyon yaratmak ve tehlikeli gol pozisyonları yaratmak mıdır? Bence hepsinin toplamıdır güzel futbol. Göze hoş gelen her türlü çekici aksiyon güzel futbolun seksiliğine atıftır. O halde dünkü maçta Barcelona’nın güzel futbolu bir nebze uygulayabildiğini söyleyebiliriz. Çünkü karşısında buna asla izin vermeyen bir Inter vardı.

Paslaşmalara eyvallah.

Oyunu uzun süre 20-25 metreye sığdırmaya da eyvallah.

Ezici top kullanma oranına da eyvallah.

Ama futbolun meyvesi gol ise ve hatta mutlak gol fırsatına sebebiyet veren pozisyonlar ise eyvallah diyemiyoruz. Barca ne kadar pozisyona girebildi ki?

Bu şunu gösteriyor. İstersen dünyanın en iyi hücum oyuncularına sahip ol, her futbolcun sihirbaz olsun; eğer karşında defans uyumunu mükemmel bir şekilde kurgulayan, uygulayan bir takım varsa ve sıfır hata ile oynuyorsa buna karşı yapabileceğiniz pek bir şey yoktur. Inter’in yaptığı işi yapabilmek her babayiğidin harcı değildir. Dile kolay, 90 dakika boyunca inanılmaz konsantrasyona ve demir gibi sinire ihtiyacınız vardır. Kondisyon meselesini hesaba dahi katmıyorum. Bunların üzerine Jose denen bir adamın bu anlamdaki taktik bilgisini boca edince ortaya şaşırmayacağımız bir sonuç çıkıyor.

Buradan ülkemize geliyoruz. Süper ligimize(!) Bilindiği gibi ligimizde savunma kurgusu ön planda olan bir çok takım söz konusu. İyi top oynamak isteyen takımların durumu ortada. Mücadele futbolunu iyi uygulayan takımlara karşı söz konusu pas futbolları pek etkili olamıyor. Galatasaray, Kasımpaşa, Gaziantepspor ligimizin bu anlamdaki öne çıkan takımları. Puan tablosundaki durumları ortada. Ama ülkemiz liginde daha başarılı olabilmeniz için savunma futbolunu asla gözden çıkarmamanız gerekiyor. Tam şu anda, Fenerbahçe ve Bursaspor’un şampiyonluk yolunda olmalarının nedeni de budur. Fenerbahçe’nin ezeli rakiplerini nasıl yendiğini gözlerinizin önüne getirirseniz gerekli cevabı da alırsınız bir nebze. Kontrolsüz futbol bir yere kadar götürüyor sizleri ülkem futbolunda.

Inter’in dünkü maçta oyunu tamamen kendi sahasında kabullenmesi yadırganabilecek bir durum değil. Sonuçta 3-1 avantajının arkasına yaslanmışsınız ve açığınızı yakaladığı an sizi affetmeyecek bir rakiple oynuyorsunuz. Böyle bir rakibi ancak dünkü gibi oynayarak pasifize edebilirdiniz. Mourinho da bunu yaptı. Önemli olan finaldi. Bunu başardı.

Dünkü defans futbolunu uygulayabilmek her babayiğidin harcı değildir ama defansif anlamda kaliteli oyuncuların varlığına da bakar. Ülkemizde 90 dakika boyunca bu kadar konsantre ve uyumlu defans yapabilecek tek bir takım dahi gösteremezsiniz. Hepsini geçtim; Cambiasso’nun defansif kurgudaki zekasına, sezgisine ne desek az. Hücum futbolu derken Messi, Ronaldo, Rooney, Torres gibi isimleri ne kadar övüyorsak Cambiasso da defansif futbolun Messisi, Ronaldosu, Torresi’dir. Dünkü maçta Cambiasso'yu oradan alıp misal bir Mehmet Topal’ı yerleştirseydiniz, tüm taşlar yerinden oynar ve maç muhtemelen Barca lehine sonuçlanırdı.

Türk takımlarının, daha doğrusu Türk oyuncularının genlerinde bir Barca futbolunu oynayabilmek yok maalesef. Çok zor yani. Barca bile bu genleri 20-25 yıl boyunca üstün bir şekilde çalışarak güçlendirdi. Rijkaard ya da Guardiola gibi isimlerin Inter ya da Chelsea futbolunu oynatacak zihinleri de yok. Ancelotti’nin Chelsea, Mourinho’nun Inter, Rijkaard ve Guardiola’nın Barca ile tencere kapak olduğunu kabul etmekte fayda var. Buradan yola çıktığımızda Galatasaray’ın Rijkaard ile ilk yıl itibariyle can çekişmesini normal karşılamakta fayda var. Bu tür zihniyet değişikliği bir anda olabilecek bir şey değil. Chelsea ve Inter söz konusu futbola yıllardır aşinalar. Galatasaray ise sadece geçen yıl Skibbe ile volta atmaya başladı yeni futbol tarzına. Eğer Galatasaray’daki söz konusu isim Rijkaard değil de Mourinho olsaydı, Galatasaray daha başarılı görünürdü an itibariyle. Bunun Rijkaard ile alakası yok tabii ki. Oyuncuların yapısı ve futbol tarzlarıyla alakası var. Rijkaard’ın Galatasaray’da başarıya ulaşabilmesi önemli bir zihin değişimi gerektiriyor. Futbolcu değişimi de bunun içinde. Bir de Mourinho’nun haşin, ateşli ve agresif halini düşününce yerli futbolcularla ne kadar iyi anlaşabileceğini siz düşünün. Malum yerli oyuncularımızın gaz ile ne kadar seviye atladığına şahitlik etmişken! Gaz ile hırslanmaya bünyesini alıştırmış futbol karakterlerinin, oldukça efendi ve sakin olan Rijkaard benliği ile hemen uyumlaşabilmeleri ve gerekli tepkiye uyum sağlayabilmeleri o kadar kolay olmasa gerek. Ama Mourinho ile kendi Terimlerini bulmuş olurlardı.

Barcelona’nın elenmesi uzay futbolu oynadığının üstünü çizmez. Messi’nin etkisizmiş gibi görünmesi üstün bir futbolcu olmadığını göstermez. Inter’in Barcelona’yı elemesi Barcelona’dan daha iyi futbol oynadığını kanıtlamaz. Barcelona hâlâ yerkürenin en iyi takımı. Geçen yılki çizgilerinin biraz gerisinde olsalar da gerçek bu. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Messi’nin etkisiz kalması ise Maradona ile kıyasa sokulduğunda onu bir puan arkaya da düşürmez. Bizler, futbolu mantık süzgeci içinde düşünenler, futbola bilimsel anlamda da kafa yoranlar için asıl gerçek bu. Ahı gitmiş vahı kalmış İlker Yasinlerin düşüncesinin ve yorumunun hiçbir önemi yok. O istediği kadar Messi Maradona olamaz desin. Messi Maradona değildir, Maradona da Messi değildir. 20 yıl önce oynanan futbol ile günümüzde oynanan futbolu aynı kefeye koyamazsınız. Günümüzdeki defansif kurguların daha üstün olduğu gerçeğini de es geçemeyiz. İşte Messi böyle bir ortamda mücadelesini vermeye çalışıyor. Inter tarafından 2-3 kişi ile kilit altında tutularak durdurulabiliyor. Kilit altında tutanlar da yerkürenin en iyi savunmacı mensuplarından. Başka türlü durdurulması çok zor.

90 dakika boyunca Xavi’ye Iniesta deyip duran, saçma sapan yorumlar yapan İlker Yasin’e diyecek hiçbir şeyim yok. Yani şu blog dünyasındaki Flying Dutchmanleri, Borgesleri düşündüğümde, futbola bakış açılarına ve zekalarına tanıklık ederken, futbolun İlker Yasinimsi, Serhat Gargamelimsi adamların eline bırakıldığını gördükçe sinirlenmemek için zor tutuyorum kendimi. Zannedersem ülke futbolumuz açısından bu bize müstehâk.

Nihayetinde Mourinho Real Madridlileri en büyük korkusundan kurtardı. Sizce seneye Real Madrid’in başında bu manyak adamı görebilir miyiz? Eğer olur da seneye İspanya'ya yatay geçiş yaparsa ve La Liga’da Barca hegemonyasını ortadan kaldırırsa, seyreyleyin cümbüşü.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Galatasaray ve Taraftarlık Halet-i Ruhiyesi


Eminim ki Sarı Kırmızılı renklere gönül verenlerin birçoğu için bu sezonun rüyaları sonlandırılmış durumda. Hayaller aleminden uyanılıp gerçekliğe, hayatın gerçeklerine dönüldü. Bu renge gönül verenlerin bir an önce istedikleri şey ise tartışmasız bu sezonun bir an önce bitip yeni sezonun başlamasıdır. Hedeflerden uzaklaşıldığında geçen anların size sıkkınlık verdiği söylenebilir.

Bir an düşüncelere dalarsınız. Keşke gerçek hayat FM ve CM tadında olsaydı, sezonu bir an önce bitirebilsek ve hemen yeni sezona başlayabilseydik diye. Gerçek hayat FM veya CM’ye benzemez. Oyunlarda 24 saatte bir sezonu bitirebiliyorsunuz ama gerçek hayatta saatler oldukça ufak zaman dilimleridir.

Motivasyonunuz kaybolmuştur an itibariyle. Moraliniz bozulmuştur. Rakibinizin puan cetvelinin en tepesinde olması sizleri iyice bozmuştur. Sezon sonunda İstanbul’un karşı tarafında, ağzını açmış bir şekilde bekleyen timsahın tablonun en üstünde olması için bir çok şeyi vereceğiniz söylenebilir.

Hem bu değil midir, hedefsiz kalındığında sizi iyice kabuğunuza çektiren, keyifsiz kılan ve bitsin şu lig dedirten? En önemli rakibinizin en tepede olması! Böyle bir şey olmasaydı, sezonun sonlanmasını bekleyişiniz daha çekilebilir olabilirdi.


Eminim ki bir çok Galatasaraylı taraftarın gönlünden ve beyninden bu tür tilkiler dönüp dolaşıyordur. Ama burada ince bir nüans var; taraftarlığa bakış açısı sorgulanabilir. Gönül verdiğiniz takım için işler pek yolunda gitmediğinde uzaklaşıp gitmeli miyiz? Yoksa bu benim karşılıksız aşık olduğum renkler, evet, hedeften uzaklaşmış olabiliriz ama ben takımımın maçlarını hala büyük bir heyecanla, ellerim üşüyerek, buz keserek izleyeceğim halet-i ruhiyesinde mi olmalıyız?

Milyonlarca kişinin ruh halini bilemem tabii ki. Şahsi görüşlerime yatay geçiş yaptığımda, hedeften uzaklaşmanın beni üzdüğünü ama bu renklere olan heyecanımın sönmediğini, geri kalan maçlar oynanırken ellerimin buz keseceğini, ayaklarımın üşüyeceğini ve her atakta yine çok heyecanlanacağımı biliyorum. Sanki şampiyonluğa gidiyormuşuz gibi. Çünkü Milan Baros'un topu ayağına alması bile beni heyecanlandırıyor. Mutlu ediyor. Bu çok farklı bir şey.

Eğer bu renklere sırf başarılar için aşık olmuşsak karşılıksız bir sevgiden, tutumdan ve bağlılıktan söz edilemez. Başarılar elbette ki istenir ama bir an için kapayın gözlerinizi. İngiltere’de Premier Lig’in ya da Almanya’da Bundesliga’nın altındaki liglerde oynayan takımların sahalarında kapalı gişe oynadıklarını gözlerinizin önüne getirin. Bazıları yıllar önce şampiyonluk kazanmış, kupalar kaldırmış takımlar. Kimisi ana ligin 2-3 kademe gerisine düşmüş. Ama hala ilk günkü aşk devam ediyor o takımlara karşı.

Başarılardan uzak bir takım. Ama sevgisi karşılıksız olan taraftar grubu. Her maç futbol sanatını kapalı gişe topluluğa ikram ettiren.

Ama ülkemizdeki rekabet ülküsü yok mu? İçinizi körükleyen o nefret duygunuz yok mu? Kendini bilmez bazı yöneticiler ve medyanın nifak tohumları nedeniyle kalplerinize yerleştirilen. İşte bu nefret tohumlarıdır ki, bizleri, sevgiden, gerçek sevgiden, karşılıksız bağlılıktan uzak tutan ve başarıya giden her yolu mübah saydıran.

Evet! Belki sizler bir taraftar olarak çok amatör bir gözle bakıyorsunuzdur takımınıza. Bazen sizler için başarı her şeydir. Ama desteklediğiniz takımın bütünsel anlamda başarıya nasıl yaklaştığını tam olarak bilemiyoruz bile. Başarıyla egolarını tatmin etmek için mi? Yoksa başarıların sağladığı ivmeyle kulübün kasasına paraları boca etmek için mi? Belki bazıları için asıl amaç daha çok kazanmaktır. Daha çok para kazanmak! Ama taraftar için kazanılacak paranın önemi dahi yoktur. Eğer ki o parayla o biçim bir dünya yıldızı alınmayacaksa, müthiş bir stadyum yaptırılmayacaksa. Taraftar bunlar dışında kulübün kazanacağı paraya bakmaz bile. Tek istediği galibiyettir. Kupadır. Şampiyonluktur. Ruhunun derinliklerine nüfuz ettirilmiş nefret tohumlarının neticesinde, en büyük rakibinin taraftarlarına dönerek sağ elinin avuç içini, yumruk yapılmış sol elinin üst yuvarlağına tüm hışmıyla geçirmektir.

Zannedersem bizler buyuz..

Dönüştürülmüşüz..

Ruhumuzu kötücüllüğe satmışız.

Kazanılacak paraymış, kulübün kasasına girecek milyonlarmış taraftarı hiç alakadar etmez ilgili ruh halinde.

Onu en çok mutlu edecek şey ne paradır, ne de kupanın kendisidir.

Aslen yumruk yapılmış sol elinin üst kısmına tüm hışmıyla geçirebilmektir.

Sağ elinin avuç içiyle.

Haşırt diye..

What's Heavy? (Bölüm III)


Metal müziğin iyice sertleşmiş ilk örneklemelerinden biri de Speed ve Thrash Metaldi. Söz konusu tarzlar oldukça sert, hızlı ve vahşiydi. Bu türde sosyal ikilemlerden bahsedilmiş, çözümü belirlenmemiş sorunlar ortaya koyulmuş, kişisel gerçekler samimi bir şekilde yansıtılarak asla taviz verilmemiş ve ticari karlara her zaman baş kaldırılmıştır. Ta ki bu türün en büyük gruplarından biri olan ve yıllarca bunun izini süren Metallica’nın 1991 yılında kapkara bir albümü piyasaya sunmasına kadar. Bu noktadan sonra bir çok şey değişmişti ve yıllara damgasını vuran bir müzikal tarz kabuk değiştirmişti. 1980’lerden 90’lara kadar Speed/Thrash Metal hızlı ve kafa kazıyıcı gürültülü riffler, sert pasajlar ve destansı parçalarla bir efsane yazmıştı. 90’lara geldiğimizde Pantera ve Prong gibi gruplar da rifflere daha groove (aynı hisle aynı ritmik akıcılıkta çalmak) özellikleri yansıtmıştı. Metallica ise 1970’li yılların soundunu fazlasıyla aşarak daha melodik, zevk verici, süslü ve akıcı bir müzikal perspektifi gözler önüne sermişti.

Thrash Metal Speed Metal’e nazaran daha yenilikçi riffleri kullandığı, acımasız bir yapı üzerinden kurulduğu, hayatta ahlaki kuralları sertçe ortaya koyduğu, politik tasvirleri daha vahşi, sert sergilediği için geniş bir yayılma alanı bulmuştur. 1980’li yıllarda Metal müzik oldukça azılı bir türü kazanacaktı. Az da olsa Bathory ve Celtic Frost gibi grupların da ilham verdiği bu gruplar Slayer, Nuclear Assault, Sodom, Exodus, Possessed gibi gruplardı. Bunlara eklenen diğer gruplar da Testament, Megadeth, Kreator, Tankard, Metal Church, Santcuary ve Destruction gibi gruplar olmuştur. Bu listeye Rigor Mortis’in de eklenmesiyle aslında Death Metalin de önü açılmış oluyordu. Ama şu bir gerçekti ki Thrash Metal ile diğer heavy türleri arasında bir çok noktada büyük bir ayrılık gözlere çarpacak ve bu müziğin etkisi büyük olacaktı.

1980’li yıllara damgasını vuran Heavy türünün Thrash, Speed, Death Metal ve yer yer Black Metal olduğunu yadsıyamayız. Bu türler içerisinde söylemler açısından en etkin olmuş müzik tarzı Thrash Metaldir. Çünkü çok güçlü bir duruşu, büyük anlamları, derin tepkiselliği, politik süreçlerin gelişimine dokunduruşları, dünyanın sosyolojik, ekolojik, siyasal ve ekonomik gidişatına keskin bir şekilde bakışları vardı. Bu olay bu türe özgü bir şeydi ve söz konusu dönemlerde ABD ve Rusya arasındaki soğuk savaş dönemi, NATO ülkeleri ile Demir Perde ülkelerinin arasındaki tezatlıklar ve dünya üzerindeki tüm politik süreçler de bu müziğe çok önemli kaynaklar oldu.

Her Thrash Metal grubunun kendine özgü bir bakış açısı vardı ve bu yönleriyle bir çok kesimin dikkatini çekiyorlardı. Kreator faşist hareketlere, ekolojik bozulmalara, toplumun yozlaşmasına tepkiler veriyor, Exodus kendi ülkesindeki yönetim biçimini, politik hareketleri, ülkesi Amerika’nın süper güç olma adı altında attığı adımları, Amerikan başkanlarını alaya alıyor, Testament toplumsal çöküşlere, samimi duruşlara, insanın kendisini sorgulamasına dikkat çekiyor, Megadeth savaş karşıtı, anarşist, terörizme kan kusan pasajlardan demetler sunuyor ve söz konusu dönemde yer alan sayısız büyük Thrash grubu bu noktalarda birleşen ortak sesleri yansıtıyordu. Dünya batak içindeydi, insanlık bozuluyordu, her şey kötü gidiyordu, baskıcı-tutucu-faşist bir yönetim biçimi vardı ve özgürlükleri kısıtlayan her harekete büyük bir tepki vardı ama işin en önemli kısmı ortada yoktu. Çok sorun vardı ama bu sorunlar nasıl çözülecekti? Buna verilmiş cevaplar yoktu. Bir nevi felaket tellallığı yapılıyor ve cevapları verilmiyordu. Çözüm yine politik güçlerden bekleniyordu ama yapılan en önemli şey; neyin yanlış ve kötü olduğunu sert bir şekilde onlara aktarmaktı. Parlamenter sistemde yer alan muhalefet partileri gibi...

Thrash Metal arenasında bunlar olurken Death Metal arenası da sessiz durmuyordu. Özellikle Florida çıkışlı bir çok grup yeni bir felsefi bakış açısıyla yeni bakış açılarını gözler önüne seriyorlardı. Death, Massacre, Deicide, Morbid Angel, Obituary gibi grupların başını çektiği bu tarz her grubun nezdinde farklı bakış açılarını yansıtacaktı. Sonrasında Avrupa’dan da bu akıma Gorefest, Benediction, Dismember, Carcass, Unleashed gibi gruplar da destek verecekti.

Klasik Heavy Metal arenasında ise bir çok gruba ilham kaynağı olmuş efsaneleşmiş Judas Priest, Iron Maiden, Manowar gibi grupların çok büyük etkilerinden uzunca bahsetmemize bile gerek kalmayacaktır. Grindcore arenasında ise sayısız grup olmasına rağmen 1980’li yıllara damgasını vuran en büyük grindcore grubu Napalm Death olacaktı. Onların takip ettiği yol klasik Grindcore felsefesi öğelerinin çok ötesine gidecek, sosyo-politik, anti-faşist bakış açılarını yansıtacak ve soğuk savaş dönemlerinin etkilerinden demler vuracaklardı.

26 Nisan 2010 Pazartesi

CASHBACK


Şu yaşıma kadar izlediğim tartışmasız en iyi filmlerden biri olan CASHBACK isimli sinemadan kesip çıkarttığım bazı enfes diyaloglar.. Film bittiğinde ekran başında put gibi kala kalmıştım. Müthiş bir sanat eseri ve mükemmel bir storyteller..



Bir insanın kafa tasını kırmak için yaklaşık 230 kiloluk baskı gerekir. Ama duygular daha hassas şeyler.

***

Suzy'i ele alalım, ilk gerçek kız arkadaşım. İlk gerçek kalp kırıklığım, tam önümde vuku buluyor.

Asla bir araba çarpışmasına benzeyeceğini düşünmemiştim. Frenlere asılıyorum...

...ve duygusal bir darbe ile fırlıyorum.

Peki, bunların hepsi benim suçum mu?

Bu tür zamanlarda aklınızdan çok garip şeyler geçebiliyor. Geçirdiğimiz 2,5 yıl.

Verilen sözler...

Ailelerle çıkılan tatiller...

Ikea'dan birlikte aldığımız abajur.


***

Suzy ile ayrıldıktan sonra, artık uyuyamaz oldum.

Ne kadar uyumaya çalışsam, o kadar yoruldum.

Hep gözlerim açıktı.

Her şeyi denedim.

Uykuya karşı bağışıklık kazanmıştım.

Birden bire fazladan sekiz saat bulmuştum. Hayatım üçte bir oranında uzamıştı.

Çabuk geçmesini istiyordum, ama bunun yerine her saatin, her saniyenin geçişine tanık olmaya zorlandım.

Bu acının zamanla geçmesini istedim.

Ama olayların getirdiği acımasız noktada elimde çok daha fazla zaman vardı.

Suzy'i düşünmek için daha fazla zaman.

***

Zamanımın bir kısmını takas etmem gerektiği ortadaydı.

Daha uzak bir yerde olsam baygınlık geçirebilirdim. Bir dizi bilinmeyen sonuç yola koyulmuştu durdurulmaz bir kader dalgası gibi üstüme doğru geliyorlardı.

Böylece Sainsburys'de gece vardiyasında çalışmaya başladım.

Normal insanların çoğunlukla uyuduğu zamanlarda zamanımı takas etmekle meşguldüm. Ben onlara fazladan sekiz saat, onlar da bana para veriyorlar.

Takas...

***

Güzelliğe olan bu takıntım çok ufakken başladı.Altı veya yedi yaşındaydım, babam ve annem eve yabancı öğrenci almıştı. Kız ergenliğinin son yıllarındaydı ve civardaki okullardan birinde İngilizce okuyordu. Bir İsveçli olarak, duştan odasına yürürken mütevaziliğe gerek yoktu.


İşte o an çok aydınlatıcı bir şey oldu.

Bu şekilde hiç görmediğim kadın vücudu ifşa edilmişti. Büyülenmiştim ve çıplaklığının güzelliğini merak ediyordum. Ve dünyayı dondurmak istiyordum, böylece bu anı bir hafta yaşayabilirdim.

Hiç böyle bir duyguya kapılmamıştım.

Bugün bile hâlâ gördüğüm en güzel şeylerden biri olduğunu düşünüyorum.

Peki bu yanlış mı?

Onları gördüğüm için benden nefret ederler mi?

Yani, herşeylerini gördüğüm için?

***

Bir sanatçı ile sevişmek isteyen bir kadın hakkında bir yazı okumuştum.

Adamın, kendi içini görebildiğini düşünüyordu. Her kıvrımı, her hattı, her girintiyi görebiliyordu,

...ve kendisini eşsiz yapan güzelliğin parçaları olduğu için bunları seviyordu.

Ve bittiğinde, zamanı başlatmak için tek yapmam gereken parmaklarımı çıtlatmak.

***

Sık sık, hayatımın geri kalanını durmuş bir dünyada geçirsem, nasıl olur diye merak ediyorum.

Tüm hayatımı iki an içinde yaşamak.

Yaşlılıktan ölürüm ve zaman devam eder.

Genç halim gitmiş ve yerine yaşlı bir ceset gelmiş.

Bu donmuş dünyada çok fazla mı zaman geçiriyordum?

Güvende ve dokunulmaz hissediyordum.

Ama dünya ne kadar güvenli olabilir ki?

Çok garip ama düşündüğüm son şey.belki de zamanı durduran tek kişi olmadığımdı.

***

Zamanı hızlandırabilir yada yavaşlatabilirsiniz.

O anı dondurabilirsiniz bile.

Ama zamanı geri alamazsınız.

Yapılmış olanı yapmama şansınız yok.

Gördüğü şeyi düşündüm.

Göremediği şeyi düşündüm.

Nasıl açıklayacağım düşündüm.

Ama daha çok düşündüğüm söyleyeceğim hiçbir şeyin öfkesine engel olamayacağıydı.

Kaçınılmazı geciktirerek, daha ne kadar burada bekleyebilirdim?

***

Bir zamanlar, sevginin ne olduğunu bilmek istemiştim.

Orada olmasını istiyorsanız, sevgi zaten orada.

Sadece güzelliğin arasında dolanmış ve hayatın anları arasına gizlenmiş olanı görmelisiniz.


Bir anlığına durmazsanız...

...kaçırabilirsiniz.

23 Nisan 2010 Cuma

Çakma Değil Gerçek Kadın Savaşçı: Tomoe Gozen (1157? - 1247?)


Eski Japonya tarihinin bilinen ender kadın savaşçılarının en ünlüsü Tomoe Gozen’dir. Sayısız kadınlar ellerinde silahla arka planda kalmışken (örneğin kale savunmalarında yardımcı olarak), o bizzat savaşa katılan mükemmel bir savaşçıydı. Taira’ya karşı Kurikawa Savaşı’nı kazandıktan sonra Kyoto’yu kontrolü altına alan Minamoto Yoshinaka ile evlendi. Gempei Savaşı sırasında Taira klanına karşı cesurca dövüştü. Yoshinaka kendisinin lider olması gerektiğini ima etmeye başlayınca, Minamoto Yoritomo bir saldırı düzenledi. Yoshinaka ve Gozen, Awazu’da Yoritomo’nun savaşçılarıyla karşı karşıya geldi. Bu savaşta Gozen’in öldüğü söylenmektedir. Ama bilinen bir şey var ki, o da çok iyi kılıç ve ok ustası olması...

Tale of the Heike eserinde Gozen’den şöyle bahsedilmektedir: “Beyaz derisi, uzun saçları ve cezbedici özellikleriyle Tomoe çok güzeldi. Olağanüstü güçlü bir okçu ve kılıç ustasıydı. O, bin kişilik savaşçıya bedeldi. Ayakta ya da at üstünde şeytanı ya da tanrıyı karşılamaya her an hazırdı. Ne zaman bir savaş olsa, Yoshinaka onu ilk kaptan olarak göndermiş, güçlü zırhlarla donanmış, eline muhteşem bir ok ve büyük boy kılıç almıştır. Diğer savaşçılardan daha fazla yiğitlikler sergilemiştir.”

Heike Monogatari’ye göre Tomoe, Awazu Savaşı’nda öldürülmek üzere en yakından takip edilen beş kişiden biriydi. Kocası Yoshinaka ölümün yaklaştığını biliyordu. Bu yüzden onun kaçmasını istemiştir. Gozen, Minamoto savaşçısı Onda no Hachiro Moroshige’ye saldırmış, kafasını kesmiş ve doğu vilayetine kaçmıştır.

Bazı kaynaklar Tomoe’nin kocasıyla birlikte savaşta öldüğünü, bazı kaynaklar da savaştan sağ çıkıp bir rahibe olduğunu iddia etmektedir.

22 Nisan 2010 Perşembe

Kamelot - Love You To Death



Kamelot, açık ara en çok sevdiğim gruplardan biri. Muazzam bir gruptur. Özellikle vokalist Roy Khan'ın vokal performansı mükemmeldir. Son albümleri Ghost Opera'nın en sevdiğim parçalarının başında gelen "Love you to death" parçasının klibi gayet sağlam. Bilakis sözleri de..

She said,

"I will always be with you
I'm the anchor of your sorrow
There's no end to what I'll do
Cause I love you, I love you to death"

But the sorrow went too deep
The mountain fell too steep
And the wounds would never heal
Cause the pain of the loss was more than he could feel

He said,

"I will always be with you
By the anchor of my sorrow
All I know, or ever knew,
Is I love you, I love you to death"

"What's tomorrow without you?
Is this our last goodbye?"

Tarihöncesi Günlükleri


Herkes yazar olamaz. Yazar olmak sadece bilgi sahibi olmak değildir. Aynı zamanda kafanızda yarattığınız dünyayı ve hayal gücünüzü birebir aktarabilmektir. Bunu bir sanata döndürmek ve hayata ışık tutmaktır. Bazen bahsettiğiniz şeyler asıl amaç değildir. Araçtır. Yazıtların içeriğinden yola çıkarak kendi amaçlarınızı yaratırsınız.

Yaşadığınız bir andan yola çıkarak ilhamlanmak, bu ilham paralelinde müthiş bir dünya yaratmak, okuyucuları hayal gücünüzle baş başa bırakmak, onları sihir esintileri içine mahkum etmek ve okuyucuyu adeta büyülendiği bir dünyada yaşıyormuş gibi etkilemek kolay bir şey değil.

Orta Afrika’da doğan, küçük yaşlarda İngiltere’ye giden, Oxford Üniversitesi’ni tamamlayıp Londra’da bir hukuk bürosuna ortak olup sonrasında bunu elinin tersiyle itip yazarlığı seçen Michelle Paver böyle bir isim. Kendisini Ursula K. Le Guin, Tolkien gibi duymamışsınızdır. Onlar kadar bilinmez. Underground bir isimdir. Tarihöncesi Günlükleri adıyla bir seriye başlamıştır ve bu seri hala sürmektedir. Bu seri an itibariyle sırasıyla Kardeşim Kurt, Ruh Gezgini, Ruh Emici, Sürgün ve Yemin Bozan isimli beş kitaptan oluşuyor. Bu serilerde Torak isimli çocuk sayılabilecek bir maceracımızın başından geçenler anlatılıyor. Bu gezgin üzerine bazı önemli kehanetler mevcuttur.

Bu seriyi ilk okumaya başladığım andan itibaren büyülü bir dünyaya girmiştim. Tasvirlerin ruhuma işleyişi, beni çok gizemli bir dünyaya ve tedirgin edici sihirli bir ormana götürmesi, kitabı okurken çok sihirli bir dünyada yaşamam, her cümlede sanki bana sihirle dokunuluyormuş gibi hissetmem gibi etkileri es geçemem. Maceranın geçtiği her yerde konuşamadığı ve duygusu olmadığını sandığımız varlıkların bir ruha sahip olduğunu algılıyoruz. Ağaç bile acı çekmektedir kendisine pençe atan ayı darbesinden. Bir kurtarıcıyı aramaktadır kasvetli orman. Koca dünya çeşitli klanlardan oluşmakta ve nehirlerle sınırlanmaktadır. Kurt Klanı’ndan Somon Klanı’na, Domuz Klanı’ndan Kuzgun Klanı’na kadar..


İlk kitap Kardeşim Kurt'ta bir ayıya büyü yoluyla ifrit musallat edilmiştir. Bu ayı Torak’ın babasını öldürür. Babası bu ayının tamamen kötülükle dolu olduğunu, öldürdüğü her canlıdan güç kazandığını, aldığı her canın ardından büyüyeceğini, gökteki ayın bir ay sonra kızıla dönüşeceğini ve o esnalarda yenilmez olacağını söyler Torak’a. Torak’ın yapması gereken ise bir ay dolmadan en kuzeyde yer alan Dünyanın Ruhunun Yaşadığı Dağı bulmaktır. Bunu yapmadan önce yol esnasında bir bilmeceyi çözmeli, bu bilmece sonucunda üç adet parçayı bulmalıdır. Torak’ın farkında olmadığı gizli hisleri ve güçleri vardır. Yolculuğu esnasında karşılaştığı yavru kurtla kaderlerinin ortak çizildiğini sonra fark edecektir. Gizemli dünya üzerimize düşmeye başlar akabinde.

O andan itibaren sihirli bir dünya sizi içine çeker. Doğayı içinize çekersiniz her sayfayı çevirişinizde. Dallar ve yaprakların hışırtılarını duymaya başlarsınız kitabın sayfalarının hışırtılarıyla birlikte. Nehirler, yosun bağlamış kayalar, üvez ağaçlarının kızıllığı kavrar ruhunuzu. Ama bu Orta Dünya dedikleri fantastik dünyadaki gibi değildir. Daha doğal, çağ öncesi ve sihirlidir. Karanlık, dostluk, kasvetlilik ve natürellik nüfuz etmiştir cümlelere.

İlk kitap Kardeşim Kurt bir dostluk, mücadele ve ihanet öyküsüdür. Bizi binlerce yıl öncesine, karanlık ormanın büyülü ve acımasız dünyasına götüren.

Tarihöncesi Günlükleri dizisi, Paver’in hayvanlar dünyası, antropoloji ve tarihöncesine duyduğu ilginin sonucu ortaya çıkan bir seri. Yazar aynı zamanda, yaptığı kimi yolculuklardan, özellikle de Güney Kaliforniya’nın ıssız bir vadisinde dev bir ayıyla karşılaşmasından esinlenmiştir.

Sihirlenmek isteyenler için..

21 Nisan 2010 Çarşamba

Youtube'a Giremeyenler! Sorununuzu Halletmek Çok Basit


Aşağıda verdiğim bağlantıya tıklayıp aynen uyguluyorsunuz ve problemin çözüldüğünü görüyorsunuz. Bayağı zamandır giremiyordum ve bu direktifleri uygulayınca sorun çözülmüş oldu.

Not: Bağlantıya tıkladıktan sonra biraz bekleyin. Direktifler direkt karşınıza çıkacak..

http://forum.donanimhaber.com/m_37533953/mpage_1/f_/key_//tm.htm#39154718

Fütürizm Mimarisi Bir Dahilik midir?



Fütürizm bilindiği üzere 20. yüzyılın başlarında doğmuş. Yeni yaşamı ve yeni yaşamın teknolojisini özne alarak tanımlayan, hareket ve dinamizme önem veren, geleneksel kuralları yıkma amacı güden bir sanat. Söz konusu akım mimari anlamda oldukça dikkat çekici. 1900'lü yılların başlarında bazı isimler örneğin 100 yıl sonra ne tür yapıların olabileceğine dair eskizler yapmışlardır. Teknolojinin doğru düzgün olmadığı bir dönemde bu tür bir hayalgücüne erişmiş olmak ilgi çekiciydi. Bu bağlamda tanıdık mimarlara ve eserlerine göz atmakta fayda var.

Angiolo Mazzoni

1920 ve 30'lu yıllarda zamanın ötesinde fütürist yapılar tasarladı.




Piyanoya benziyor değil mi?



Antonio Sant’Elia

Fütüristik mimarinin en bilinmesi gereken adamıdır. Hiçbir eseri gerçekleştirilememiştir. 28 yaşında 1.Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybetmiştir. Fakat yaptığı eskizler ve tasarımlarla, şaşılacak derecede haklı çıkmış, o zamandan 20. yüzyılın şehrini görebilmiştir.






Frei Otto

Münih Olimpiyat Stadı'nın meşhur asma çatısını bilirsiniz. Böyle ilginç bir eseri 1972 yılında tasarlamıştır.




Mathis Osterhage

Botek firmasına bağlı olarak yaptığı tasarımlar..






Jacque Fresco

Yarattığı Venüs Projesi ile alternatif bir yaşam biçimi ve kaynak kullanımı atılımını ortaya atmıştır. Yıllardır bu projeyi gerçekleştirmek için didinmektedir. Bu proje uygulanırsa kaynaklar daha az kullanılacak, dünyamız daha az kirlenecektir..












David Fisher

Dubai'deki Dinamik Gökdelen'i tasarlamıştır.

20 Nisan 2010 Salı

Taşşaklı İmam - Yaşadığım Gerçek Bir Cin Kovma Hikayesi

Üniversite 1.sınıftayız. Karadeniz Teknik Üniversitesi. Yıl 1995. 1. vizeler başlamış. Geç saatlere kadar çalışıyoruz. Saat gece 2 olmuş. Çalışmaktan sıkılmışız. Mutfakta toplandık ve ne yapsak dedik. O sırada evde beş kişiyiz. Ümit isimli arkadaşım cin çağıralım dedi. Kuzenim Ercan ile birbirimize baktık ve deli gibi gülmeye başladık. “Cin çağırma diye bir şey gerçekten de var mı” dedik. O da inanırsanız olur diyor. Ben de kuzenimle geyiğine yapalım diyoruz. Yuvarlak masayı holun ortasına çekiyoruz. Ufak kağıtlara harfleri ve sayıları yazıyoruz, kesiyoruz ve masanın üzerine düzgünce yerleştiriyoruz. Sonra bir kolonya kapağı alıyoruz ve içine dua okuyoruz.

Masaya 4 kişi oturmuşuz. Diğer eleman da ayakta yanımızda duruyor, ışıkları kapamışız ve o da mum tutuyor. Ümit “ey cin geldiysen, kapağa hareket ver” diyor. Biz Ercan ile gülmemek için kızarıp bozarmışız, patlayacağız. Sonra sorular sormaya başlanıyor ve kapak resmen hareket ediyor. Ama biz hala işin geyiğindeyiz. Sanıyoruz ki kapağa birileri yön veriyor.

Ümit diyor ki cine, nereden geldin? Kapak “SCOTCH” kelimesini oluşturan harflere gidiyor. Hıyar cine bak. Başka gelecek yer bulamamış, taaa İskoçya’dan Trabzon’a gelmiş. Aslında eteğinin altından bir bakmak lazımdı, kız mı erkek miydi diye. Adın ne diyoruz. “Tröstingverkante” diyor. Hala aklımda kalmış bu. Kimlerden nefret ediyorsun diyoruz. Müslümanlardan yazıyor. Şu an kimler senden korkmuyor diyoruz, Ercan ve Atilla harflerine gidiyor. Biz burada ha patladık ha patlayacağız. Midemiz gülmemek için kendimizi sıktığımız için patlamak üzere. Kimler korkuyor diyoruz, diğer hepiniz diyor. Aramızda en çok kimi beğendin diyoruz. Ercan diyor. Ben de atlıyorum : “Hadi oradan ibne cin, sen ne anlarsın tipten mipten, zevkine koyıyım senin” diyorum. Kuzen bayağı bir kopuyor. Cinde dişilik özellikleri var!

Ümit artık herkes içinden bir soru sorsun diyor. Ercan ben soracağım diyor. Biz hala işin gırgırındayız. Kuzen içinden birşey soruyor, tabi ne sordu bilmiyoruz o sırada. Ve kapak bazı harflere gidiyor, ben diken diken oluyorum, kuzenim de mosmor oluyor. Ve ben onun ne sorduğunu anlamıştım. Bu sorunun cevabını sadece ben biliyordum. Ben kapağa asla hareket vermiyordum, Ercan da iğrenç olmuş suratıyla sen mi yön verdin diyor. Ulan diyorum daha ne sorduğunu bilmiyorum, soruyu içinden sordun nasıl ben yön vereceğim. Sadece sen ve ben biliyoruz bu sorunun cevabını. Diğerleri hiç bilemezdi.

Kuzenin ilk sorduğu soruya kapağın gittiği harfler şunlardı : K,A,M,U,C ve tam C harfine geldiğinde ben kopmuş bir haldeydim, kuzenim daha kötüydü ve hemen dur demişti, kapak da ortaya gelmişti. Ben soruyu anlamıştım .Kuzen ben kimden hoşlanıyorum diye sormuştu ve cevap da KAMUCAN idi. İkinci bir soru soruyor ve yine koma oluyoruz. Kapak bu sefer Z,İ,V,E harflerine gitti daha devam edecekti ki kuzen yine dur diyor. İkinci soru da Kamucan nerede oturuyor sorusuydu ve cevap ZİVERBEY idi. Bırakalım bu olayı diyoruz ve sözde Ümit cini kovuyor!!

Babayı Kovarsın!

Hani bir efsane vardır, gelen bir cin, kolay kolay kovulmaz. Sonra Ercan benimle konuşuyor. Oğlum ben çok kötü oldum, kapağa asla yön vermedim diyor. Zaten vermem de imkansızdı, harfler benim çok tersimde kalıyordu diyor.Yoksa sen kafandan sallayarak kapağa yön verdin de bir rastlantı icabı tam sorunun cevabına mı denk geldi diyor. Ben de olum şaka yapma işte. Sen yön vermişsindir diyorum. Ercan kopuyor, oğlum saçmalama, ben böyle bir şey yapsam senden niye gizliyim, yemin ederim ki ben bir şey yapmadım. Ben cin çağırma olayına, cinin gelmesi olayına asla inanmadım ama bugün resmen inanmak zorunda kalıyorum galiba diyor. Ben de iyice yamuluyorum tabi. Biz olayın şokundayız ve hala atlatamamışız. Sonra yatıyoruz. Aradan 45 dakika kadar zaman geçiyor ki, ben derin uykudayken ve işitme açısından hafif hasarlı kulağımla inanılmaz bir çığlık duyuyorum.

Çığlık sesi Ümit’in odasından gelmişti. Ümit bir arkadaşla beraberdi o odada. Bir dalıyoruz hemen odasına. Işığı açıyoruz. O da ne? Ümit yatağının üzerinde dizlerini kollarıyla kavramış, diz kapakları yüzüne bitişik, top gibi büzülmüş. İleri geri sallanıyor ve titriyordu. O kadar solmuştu ki yüzü, bembeyaz bir suratı vardı. Dişleri birbirine vuruyor, dudakları titriyordu. Konuşamıyordu. Ne oldu diyorduk cevap yoktu. Sonra bunu yatağına uzattık ve masaj yapmaya, vücudunu ovmaya başladık sakinleşsin, kendine gelsin diye. Ümit 15 dakika sonra konuşabilir hale gelmişti. Ve olay şu olmuş:

Ümit uyurken uykusu kaçar gibi olmuş ve sağa sola dönmeye başlamış. Ve yüzünü duvar tarafına doğru çevirmiş. Duvarda bir şey dikkatini çekmiş. Bir silüet belirmiş duvar üzerinde. Sonra bu silüet duvar üzerinde kabarmaya başlamış. Bir yüz sureti oluşmuş, böyle tombul bir surat, bayağı çirkin, sonra gözler ortaya çıkmış ve kırmızı bir hal almış gözler. Sonra duvardaki bu kabartı bir anda duvar dışına sıçramış, birden boy atmış ve Ümit’in üzerine gelmiş. O esnada da zaten o çığlıkları duymuştuk. Ve o çığlığı anlatamam. Nasıl bir çığlıktı o öyle, hem de sabaha doğru 5’te. Öyle bir sesi hayatım boyunca duymadım, resmen tam bir korku akıyordu o seste. Derin uykudayken, o saatte öyle bir çığlığı duymuş olmak bizi şoke etmeye yetmişti.

Bizim felaket huzurumuz kaçmıştı, tırsma durumu da buna eklenmişti. En büyük odaya herkes yatağının süngerlerini attı ve birkaç zaman böyle yapışık kardeşler gibi aynı odada uyuduk.

O olaydan bir gün sonra Ümit’e bir haller olmuştu. Namaz kılmayan herif, cin korkusundan, onun uzaklaşması için namaz kılacaktı. Güsl alacaktı ama korkuyordu banyoya girmeye. Çünkü cinler banyoda çok olurmuş. Herif resmen banyoya giremiyordu. Ümit banyo olacağı sırada hepimiz banyonun kapısının önüne sandalyelerimizi çektik ve banyo kapısını hafif aralık bıraktık. Kendini böyle güvende hissetmişti Ümit. Ve kim bilir hayatının en mükemmel güsl abdestini almıştı. (Dötü de fena değildi hani, ama Van Damme kıçı gibi değildi, Van Damme’ınki süper! ehehe)

Banyodan sonra Ümit bir namaz kıldı sormayın. Bitmek bilmedi. Biz de o sırada mutfaktayız ve oturuyoruz. Ümit geldi ve biz de “ooooooo, Allah kabul etsin” dedik. Baktık o da ne? Elinde kitaplar var. Dua kitapları. Nedir bu ya dedik. Burada cin süresi var dedi. Her bir odaya okunması gerekiyormuş. Ama duayı görseniz nasıl bir şey. Böyle karınca yazısıyla yazılmış koskoca sayfa. Bir kere okumak dakikaları alırdı. Ama bir sorun vardı. Kim okuyacaktı!

Kuzenim allahsız gibi bir adamdı. O asla okumazdı. Ben de umursamazdım. Ümit zaten korkudan yamulmuştu. Ve bana kafayı takmıştı. İlla ben okuyacaktım. Olay resmen filmlerdeki gibi tam bir cin kovma, exorcist muhabbetine dönmüştü.

Ulan dedim aldık başa belayı. Sırf Ümit kendisini iyi hissetsin diye işe koyulmaya karar verdim. Ver şu kitabı dedim.Yetmedi birkaç uzun dua da okunacaktı. İşim allahlıktı(!) yani.

Aldım kitabı ama ben içten içten nasıl gülüyorum. Adamın psikolojisi gitmiş! Tam mutfak kapısından çıkacağım sırada Ümit’e döndüm. Oğlum dedim, insan bari bir cüppe falan verirdi, böylesi makbul mudur len, caiz midir, bari şu cannibal corpse tişörtümü çıkarayım da daha sevap olsun, yeşil takke olsa ne güzel olurdu dedim.

İmam Olurkene Çıkartılmak Zorunda Kalınan Tişört

Ve ona bakmadan, gülmemek için hemen kapıdan çıktım. Onlar mutfakta oturacaktı ve ben de işimi yapacaktım. Hiç unutmuyorum, her odaya girdim çıktım, böyle elimde bir kitap, büyük ve erdemli bir adammışım gibi, çok saygın bir iş yapıyormuşum gibi tavırlarla duaları okuyorum. İçimden de gülüyorum, neydi ne oldu diye...

Okuma işim, abartmıyorum tam 50 dakika sürdü.

Mutfağa doğru yürüdüm. Kapı kapalıydı, hafif aralık vardı. Ben gözlüğümü saçıma tokalık gibi çektim, erdemli ve karizma bir tavır takındım ve kapıyı tekmeledim. Arkadaşlarım konuşmalarını kestiler. Bir suskunluk anı oldu (yabancı bir kovboyun bara giriş repliğini hayal edin) ve bakışları bana döndü.

Ne diyeceğimi bekliyorlar.

Hiç birşey sormuyorlar.

Ben baktım onlara. Sol kolumun altında dua kitapları, sağ kolumun yumruğunu sıktım, V harfi şeklinde tutup kolumla onlara doğru bir hamle yaparak davudi ve şuh bir sesle (Cin dişi özellikliydi ya güya!) çığırdım:

“CİNİN AMINI PATLATTIM!”

Arkadaşların hepsi deliler gibi gülmeye başladı. Ümit bile. Ama nasıl gülüyorlar. Kimisi duvara tutunuyor düşmemek için, kimisi sandalyeden yere yuvarlanmış yerde debelenerek gülüyor. Ben de kopmuştum tabi. 3-4 dakika durmadan gülmüştük. Kendimize geldiğimizde gözlerimizden yaş akıyordu, zoraki nefes alıp veriyorduk, gülmekten havasız kalmıştık.

Bu olaydan sonra arkadaşlar bana bir lakap daha takmışlardı :

“TAŞŞAKLI İMAM...”

19 Nisan 2010 Pazartesi

Şampiyonluk Adalet Terazisi, Şans, Çirkeflik ve de Futbolu İstemek


Futbol adına çok garip bir haftadan geçtik doğrusunu söylemek gerekirse. Futbolda şans denen şeyin ne kadar önemli olduğunu, adalet terazisinin nasıl çalıştığını, herkes için aynı adaletin işleyip işlemediği, en ufak kararların dahi bir takımın kaderini nasıl etkileyebileceğini ve buna dair her şeyi üst üste koyduğunuzda kelebek etkisinin getirilerini görmek isterdik bir futbolsever olarak.

Akıllara hep şu soru gelebilir. Şampiyon olmak için her yol mubâh mıdır? Bir şampiyonluk ne kadar önemlidir onurlu olması açısından? Ne kadar hak edilmiştir? Bileğinin gücüyle şampiyon olmanın tadıyla kendi inisiyatifi dışında gerçekleşen olaylar sonucunda (şans, adalet terazisinin doğru işlememesi) elde edilen şampiyonluğun tadı ne kadar aynıdır? Maksadım herhangi bir takıma bok atmak değil. Futboldaki garipliği sorgulamak. Galatasaray dışındaki bir takımın şampiyonluğuna bok atacak olsaydım, bundan birkaç hafta önce bu blogta, "Galatasaray kalan maçları müthiş oynayıp şampiyon olsa bile hak ettiğini düşünmüyorum" demezdim.

Futbol inanılmaz bir şey. Gerçekten. Takım olarak 90 dakika boyunca inanılmaz pozisyonlara girersiniz. 5-6 fark yapma fırsatını türlü aksilikler neticesinde kaçırırsınız. 90. dakikada beklenmedik anda golü yer, puan ve puanları kaybedersiniz. Aynı esnada rakibiniz ise oraya buraya çarpan toplarla şans goller bulur ve üç puanı koyar cebine, gider..

Aklıma şu geliyor. Futbol güzel oynanması gereken bir oyunsa ve bu güzel futbol ödüllendirilmeliyse, ülkemizde güzel futbol neden kazanamıyor? Burada garip bir sorun var işte. Futbol dışılıkların bu kadar kazandığı ve üstün geldiği kaç ülke ligi vardır bilemiyorum. Burada dikkate alınması gereken ligler belli başlı ligler. Yoksa Madagaskar Ligi (olup olmadığını da bilmiyorum ya) bizi ilgilendirmiyor. Futbolda söz sahibi olan ülkeleri aklımda tartmaya çalışıyorum.

Her takım garip dinamiklerle bezenmiş. Hepsinin kendine has karakteristik özellikleri var. İlgili takımın ruh hali tek tek futbolcuların ruh haline de yansıyor. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Bursaspor.. Her birine dikkatli bir şekilde baktığımda, takım ve oyuncu bazında kendilerine has ruh halleri var. Bu ruh halleri otorite sahiplerince farklı farklı değerlendirilebiliyor. Kimisi sadece futbol oynamayı düşünürken kimisi sadece çirkefliği düşünebiliyor. Kimileri için oynayarak kazanmak söz konusu iken kimisi için kazanmak için her yol mubâhtır. Kimse karşıma çıkıp da hayır böyle bir şey yok diyemez. Maalesef var işte.

Türk futbolunun hali ortada. Her geçen zaman can çekişiyoruz. Aslında daha ileriye gitmemiz gerekirken ve sükunete, futbola, sadece futbola odaklanmamız gerekirken artık futbol kavgası ederken görüyoruz kendimizi. Hırslar, çıkarlar, şampiyonluk için dönmüş gözler, büyük rakibinin üstüne çıkabilmek için her hakkı kendinde görebilmeler, sportif ruhun umurda olmaması ve sinir harplerinin yaşandığı futbol sahaları. Futbol sahalarının savaş arenalarından farkı yok. Futbolcular da çarpışan birer kanlı asker. Çarpışıyorlar. Kan döküyorlar. Kazanmak için her yolu deniyorlar.

Savaşta her yol mubâhtır. Kazanmak için her şey yapılır savaş esnasında. Onu anlayabiliriz. Ortada bir ülkenin bağımsızlığı söz konusudur belki de. O uğurda her şey göze alınabilir. Ama ya futbol maçları? Milyon dolarların döndüğü bir endüstride birkaç insanın hırsları neticesinde, ego tatmini ve en büyük rakibini yerin dibine sokabilmek için çarpışmaktan ibaret adeta. Ortada değil bir bağımsızlık mücadelesi, ego tatmininden öte bir şey yok. Tabii bir de çuvalla para!!

Türkiye liglerine ait maç izlemek dahi istemiyorum. Galatasaray dışında hiçbir maçı izlemiyor gibiyim. 2 yıldır LİG TV sahibiyim ve bazı derbiler hariç Galatasaray dışında maç takip etmem Türkiye liginden.

Galatasaray konusunda tarafım. En önemsiz maçında bile heyecanlanırım. En sıcak havalarda bile ellerim üşür Galatasaray’ı izlerken. Kötü oynadıkları zaman canım sıkılır. Son dakikada gol yediklerinde gerçek anlamda üstüm başım ıpıslak olur. Terler boşanır yüzümden.

Öfkeden mi?

Hayır.

Üzüntüden.

Futbolcum bir hata yaptığı zaman asla sövmem. Asla küfür etmem. Bazen evime babam da gelir, birlikte izleriz maçları. Babam Galatasaray’ı izlerken kahve elemanı gözü ve ağzıyla izler. Minicik bir hataya dahi tahammülü yoktur. En ufak hata yapan bir adama önden girer arkasından çıkar, sülalesini bırakmaz. Hele Ayhan’a! Nedenini tahmin edebilirsiniz.

O yüzden babamla maç izlemekten hiç hoşnut değilimdir. Ee, evime misafir gelmiş, kovacak değilim ya! Futbolu bu gözle izleyen insanlara hoş bakamıyorum. Babam dahi olsa! Çünkü bu taraftarlık olmuyor. Bu olsa olsa takımın her şeyi çok iyi yaparken, maçları kazanırken ona taraf olmak anlamına geliyor ki bu samimi bir duygu değil. Ego tatmini derler buna. Ama aynı babam, Kewell önemli bir hata yapsa, geriye koşmasa, durarak oynasa bile ağzını açmaz. Tek bir kötü laf ettiğini görmedim Kewell’a. Yahu, adamın sövmediği kimse kalmadı. Arda’ya bile sövdü. Ama Kewell’a neden sövmüyor?


Açık ve bariz değil mi? Kahve ağzıyla ve kahve elemanı gözüyle maçı izleyen bir baba bile aslında içinde bir yerlerde salt futbol oynamayı düşünen ve çirkefleşmeyen oyuncuları ayrı bir yere koyuyor. Kızamıyor. Çünkü o adamlar bir futbol prensidir. Futbol kralıdır. Futbolun asîl ve güzel yüzüdür. Futbolun çirkef, kavgacı, küfürbaz, sürekli sinirlenen yüzleri en ufak hatalarında küfür yiyebilir kıraathane ağızları tarafından.

Şimdi kimse bana gelip demesin; Bilica’ya, Ayhan Akman’a, Baroni’ye, Yalçın’a, İbrahim Dağaşan’a uyuz olmuyorum diye. Oluyorsunuz kardeşim! Misal bir Fenerbahçeli taraftar bile Kewell ile Bilica’yı yan yana koyduğunda Bilica’ya uyuz oluyordur. Misal ben bir Galatasaraylı olarak Ayhan Akman’ın küfürbaz haliyle Beşiktaşlı Ekrem’in içten ve hırslı futbolunu yan yana koyduğumda Ayhan’a uyuz olabiliyorum. Ekrem’i çok seviyorum mesela. Belki yetenekli bir oyuncu değil. Normal, vasat bir oyuncu ama sahadaki oyununa, döktüğü tere baktığınızda inanılmaz saygı duyuyorsunuz. Sarı Kırmızılı formayı sırtına geçirmiş olsaydı asla rahatsızlık duymayacağımı hissediyorum. Galatasaray’ın çok ihtiyacı olan bir oyuncu mu? Asla. İlk 11’e bile giremeyecek. Ama farklı bir şeyler var o çocukta. Bir şeyler çekiyor işte sizi.

Şimdi taraf gözüyle, sırf Galatasaraylıyım da Fenerbahçe’ye garezin var, o yüzden böyle diyorsun diyeceksiniz ama Galatasaraylı oyuncularla Fenerbahçeli oyuncuları kıyasladığımda aralarında inanılmaz mental fark görüyorum. Hem futbol oynama motivasyonları açısından, hem de karakter bağlamında. Ben bu yargıya dünkü Fenerbahçe – Beşiktaş maçı ile iyice vardım. Fenerbahçeli oyuncuların aklında ahlaklı, adam gibi futbol oynamak gibi bir dürtü pek yok. Azında var. Gayet de objektif bakıyorum.

Bilica’nın yaptığı her hareket bana neden itici geliyor? Fenerbahçe’nin kendi sahasında büyük takımlara karşı oynadığı tüm maçlarda her bir oyuncusu neden bir mahalle kabadayısı haline bürünüyor? Bilicasından Baronisine, Andre Santosundan Mehmet Topuz’una, Gökhan Gönül’ünden Volkan Demireline kadar. Kimse kusura bakmasın ama bunlar futbolun çirkef yüzü. Andre Santos bile çaktırmadan tekme tokat girişebiliyor rakibine. Ama yaptıkları asla karşılığını bulmuyor. Ceza kesilmiyor onlara. Rakibi sindirmek için, hakemin oyunun kontrolünü elinden kaçırması ve adalet terazisini sağlıklı kullanmaması nedeniyle yapmayacakları şey olmuyor.

Ben bir futbolsever olarak bu görüntüleri gördüğümde inanılmaz rahatsız oluyorum. Keza Ayhan Akman dellenip küfürleri bastığında, Milan Baros gereksiz yere hakeme deli gibi saldırdığında, saçma sapan itirazlar ettiğinde, Servet fiziğini bazen saçma sapan kullandığında, Barış’ın gözü döndüğünde, Keita bazen çok sinirlendiğinde rahatsız olduğum gibi. Ama bir Kewell, Arda, Mehmet Topal, Dos Santos, Elano, Mustafa Sarp, Lucas, Jo, Sabri (maşallahlık) öyle adamlar değil. Keita’nın gözünün dönmesi ve bazen savurduğu yumrukların sebebi de kendisini futboldan soğutmak için ona uygulanan sert baskı ve tekmeler. Çünkü Keita’yı nasıl oyundan düşürebileceklerini, hakem tarafından cezalandırılmayacaklarını biliyorlar. Hakem cezayı kesmedikçe futbol oynamak isteyen yürekler de isyan ediyor.


Şimdi eğer Fenerbahçeli oyuncular kendi sahalarında tekme tokat girişip cezalandırılmazken ve Galatasaraylı oyuncular salt futbol oynamayı düşünüp tekme tokat yiyip kollanmazken kaç kişi Türkiye’deki futbol anlayışının sağlıklı olduğunu söyleyebilir? Ülkemizde futbol oynamak isteyen, sadece futbol oynamayı düşünenler kollanmıyor. Çirkeflikler kollanıyor. Dünkü Fenerbahçe – Beşiktaş maçında olan şeylerin sağlıklı açıklaması olamaz. En ufak darbelerde gerilen sinirler, kıpkırmızı olan suratlar, saha ortasında rakibe ana avrat sövmeler, patlamaya hazır bombalar! Emre’nin normal bir pozisyonda bir el omzuna dokundu diye kendinden geçerek vajinadan girmesi, İbrahim Toraman’ın her müdahalede çıldırması, çaktırmadan atılan tokatlar, çekilen saçlar, cezalandırılmayan bir ton an. Bu ne sinir harbidir Allah aşkına? Bu sinirle futbol falan oynanamaz. Mümkün değil. Buna çanak tutan maalesef TFF ve MHK’dir. Çünkü futbolu yöneten kurumlar bu kurumlar olarak görünmektedir ve düzeltmesi gerekenler de onlardır.

Misal Ayhan Akman saha ortasında dellenip küfür mü etti, basacaksın kartı. Mesela Emre minik bir temas üzerine kendinden geçip vajinadan mı girdi basacaksın kartı. Bilica saç mı çekti basacaksın kartı. İbrahim Toraman maruz kaldığı normal bir faul akabinde bile deli gibi itiraz etmeye mi başladı, basacaksın kartı.

Siz bunu yapmadığınız, anti futbolu cezalandırmadığınız sürece Türkiye’de sittin sene adam gibi futbol izleyemeyiz. Rijkaard gibi değerleri teknik direktörden bile saymayız. Medya kanallarınca bu denli saygıdeğer bir adama edilmedik hakaret kalmaz. Ama karakter bağlamında onun yanına bile yanaşamayacak kişilere o denli laf edildiği görülmemiştir. Ben bunu kabullenemiyorum. Türkiye’de futbol falan oynandığı yok. Bir futbol zihnine sahip değiliz.

Misal Premier Ligi izliyorum. Adamlar öyle hızlı ve seri oynuyorlar ki yetişemiyorum. Bazen futbol sınırları içerisinde öyle sert çarpışmalar oluyor ki adamlar umursamıyorlar. İtiraz denen bir şey yok. El kol hareketleri yok. Top taca çıktığı zaman anında oyuna sokuyorlar. Ama ülkemizde? Bir taç kullanılana kadar 10-20 saniye geçiyor. İngiltere’deki maçları izlerken top taca çıkar çıkmaz başımı başka bir yöne çevirip hemen televizyona döndürdüğümde çoktan kullanılmış oluyor. Ama ülkemizde bir taç kullanana kadar amuda kalkar, iki sek sek oynarım. Zihin bu işte. Bizi mecbur ettikleri futbol zihni bu.

Antifutbol zihniyet prim yapıyor. Çirkeflikler cezalandırılmıyor. Bir deplasmanda 90 dakika taraftardan bile dayak yersiniz ama sizi bir gram kollamazlar. Çünkü ülkemizde aslolan güzel futbol değil. Ahmet Abi'ye yaranmaktır. Mehmet Dayı’ya yamanmaktır. Celalettin Emice'ye arka çıkmaktır. Bizdeki zihniyet bu. Şark zihniyeti! Ve bu şark zihniyetine çanak tutan bir federasyona sahibiz.

Ben böyle çirkef bir futbol ve futbolcu izlemek istemiyorum. Kendi takımımda dahi istemiyorum. Adam gibi futbol görmek için nelerimi vermezdim.

18 Nisan 2010 Pazar

Sofistike Sportive


Bilindiği üzere futbol üzerine bir çok blog yer alıyor. Yazılı ve görsel basının içeriği ile karşılaştırdığımızda bloglar bu anlamda harika alternatifler oluyor. Eminim ki bir çoğumuz için bloglar bahsi geçen medya araçlarına nazaran daha ilgi çekici. Geçtiğimiz ay blog dünyasına adım atan Sofistike Sportive bunlardan biri.

http://sofistikesportive.blogspot.com/

Kendilerine başarılar diliyorum. Umarım blog dünyası değerli bir blog daha kazanır.

Sofistike Sportive'den Meriç Babacan arkadaşımız benimle bir röportaj yapmak istediklerini iletmişti. Ben de bu ricasını kırmamıştım. Aşağıdaki linkten ilgili röportaja da ulaşabilirsiniz.

http://sofistikesportive.blogspot.com/2010/04/kayp-zamann-pesinde-atilla-celik.html

16 Nisan 2010 Cuma

Aslan, Yuvasını Gözünde Tüttürürken

Fazla söze gerek yok aslında. Galatasaray’ın önümüzdeki sezonun ikinci yarısından itibaren maçlarını oynayacağı TT Arena Spor Kompleksi inşası tüm hızıyla devam ediyor. Üç ay öncesi ve sonrasına bakarak inşa sürecinin hızına tanıklık etmek mümkün.

15 Ocak 2010


16 Şubat 2010


14 Nisan 2010

Çek İçine Sigaranı


İnsanoğlu bu, ne zaman gaza geleceği bilinmez. Bir anda ruhu değişim gösterir. Fark edemezsiniz bile. Bazen mantıklı açıklamalardan yola çıkmak istersiniz. Ruhsal durumun hislerle bezendiği bir iç dünya seyahatinde mantığı arayamazsınız bir noktadan sonra. Yoktur çünkü mantığı, felsefesi..

İnsan ruhu müthiş bir şey. Bazen de zararlı. Zararlılıktan dahi bir fayda sağlar iç benliğine. İronik anlar yaşar bazı geceler.

Bazen bir Anka Kuşu’dur, sıkı sıkıya hayata bağlandığı.

Bazen de galeyana gelir, patlatır bombayı: “Bir kefen yaptırıp galeyana geldim. Ölecem!”


Görmek istemediklerini daha çok görürler. Belki de sadece böyle zamanlara mahsus hüzünle karışık ufaktan kendini sezdiren bir keder içine bürünürler. Olmamasını beklediğimiz olmasa bile olmasını beklemediğimiz çok şey olur. Nefret ederler bu zamanlara özgü olanlardan.

Bireyseliz ulan, var mı?



Ufacık deniz manzarası, hayaller, istekler için uykuları kullanmak. Sonra da aslında gerçek olan istekleri özgürlük olarak yorumlamak..

Beynimizin içinde yarım daireler var. Yarım daireleri oldukları şekilleriyle, yarımlıklarıyla seviyoruz. Yarım daireleri sayıyoruz. Toplamda tek bir sayı çıkıyor. Beynimizin içindeki yarım daireleri birleştiriyoruz. İki yarım daire birleşip tam bir daireyi oluşturuyor. Geriye bir yarım daire kalıyor hep. Hep bir yarım...

Ya bir yarım daire bulmalıyız ya da bu yarım daireden vazgeçmeliyiz. Yapılacak fazla bir şey kalmamış görünüyor. Yarımla yaşamayı öğrenmek için çok erken belki de. Bir an önce bir şeyler yapmalıyız. Olması gereken ne varsa belki de kaybolmalı sadece. Bir gün bulunmak için...

Sanırım kendimizi böyle görmek zor gelmiştir bize.



Herkes dans edebilmek peşinde hayatla... Ben kayıp zamanın peşindeyim ama güç durumda değilim... Altın ararken toprağın altında ezilmiş insanlar...

Müziğin sonsuza uzanan akıcılığında, kulakları tırmalayan, yanlış basılmış bir nota gibi hisseder kendini çirkin ördek yavrusu. Ait olamadığı yerde... Kendi başınalığındadır, soru işaretleriyle dolu dünyasındadır, onun görkemi, eşsiz güzelliği...

An gelir, çekilir bedenden tüm yazma isteği. Karanlık.. Kağıt bile nefretle bakar artık, kendisine tecavüz eden kaleme.



Dört çekmecemiz var biliyorum..
Alttan üçüncüdeyiz uzun zamandır...
Ve sizler, her seferinde kendinizi bulma korkusundan mıdır bilmem...
Üstten ikinciyi açarsınız...
Hiç düşünmeden...



Hani hayatı sorgulamak, mutluluk ve huzura erişmek için Gabriel Garcia Marquez, Sheakspeare, Aristoteles, Nietzche’ye ihtiyacınız yok. Her şey içinizde.

Ben mi?

Sigara..

Bir dal sigara..

Evet. Zararlı biliyorum..

Yemeğimi yedikten sonra içeceğim sigarayı düşünüyorum ve çok mutlu oluyorum.

Bu kadar..

Bu beni yeterince mutlu ve huzurlu kılıyor.

I quit..

15 Nisan 2010 Perşembe

Baaaakk! Ben Nasıl Atliyom!

Sevimli Öküz Bulamadık, İnek Koyduk
14-15 yaşında (tam hatırlamıyorum yaşımı) gördüğüm bir rüya yıllardır aklımdan çıkmış değil. Hem çok korkmuştum hem de inanılmaz komikti. Bu rüya kesinlikle hayatımın rüyası. Bu rüyamın üstüne başka bir rüya tanımıyorum.

Rüyamda kendimi Rize’de buluyorum. Tam da anayolu bizim köye bağlayan kesişme noktasındayım. Bir bakıyorum altımda bisiklet. Ama öyle dağ bisikleti falan değil. Hani 3 tekerlekli ufacık çocuk bisikleti olur ya, onlardan. Bisiklet gerçekten de çok ufak ve ben bisikletten büyüğüm. Uzun boylu, kocaman bir adamın 3 tekerlekli ufak çocuk bisikletine bindiğini gözünüzün önüne getirin.

O bisikletle taşlı yollardan yukarı çıkmaya başlıyorum. Köyümüze yokuş yukarı çıkılıyordu ve ben nasıl oluyorsa o bisikletle, hem de yumruğum kadar taşlarla dolu olan yoldan yokuş yukarı çıkıyorum. Motor gibi pedalları çeviriyorum sığmayan vücudumla. Sonra köye varıyorum, bisikletten iniyorum, hemen yanımda bisiklet, durmaya başlıyorum.

3-4 metre ötede kocaman bir öküz görüyorum. Bana sinirli sinirli bakıyor, o kadar kızgın ki hiç anlam veremiyorum. Çok ürkünç bir bakış fırlatarak beni kovalamaya başlıyor. Ben şaşırıyorum tabi. Daha önce başıma gelmiş bir olay değil ki. Ben de kaçmaya başlıyorum. Mübarek, her gördüğüm rüyada kaçmaya mahkum edilmişiz sanki. Rüyalar film platformu, ben de Running Boy. Koş babam koş, artık nereye kadar kaçabilirsen.

Kaçarken sürekli saklanacak yerler arıyorum. Çok geniş bir ağacın arkasına saklanıyorum. “Oh, kurtuldum” diyorum. Kafamı bir çeviriyorum, öküzün kıçını ve kuyruğunu görüyorum.

Ben yine “horaaa” koşmaya başlıyorum. Bir evin yanında büyük bir çit var. Onun altına saklanıyorum ve siniyorum. Aradan birkaç dakika geçiyor ki o da ne? Yukarıda nefes alıp verme sesini duyuyorum. Kafamı yukarı çeviriyorum, öküz oğlu öküz bana çitin yukarısından bakıyor kızgın kızgın. Ben tabi yine Roadrunner hesabı vınnnn.

Başka bir ev buluyorum ve evin büyük tahta kapısının arkasına saklanıyorum. Çaktırmadan da kapının üzerindeki ufak delikten gözlemliyorum öküzün nerede olduğunu. Öyle bir görüntüyle karşılaşıyorum ki artık güleyim mi, ağlayayım mı bilmiyorum. Koskoca öküz hayvanı, benim 3 tekerlekli ufacık bisikletime binmiş öküz gibi sürüyor. Zaten kendisi de öküz!

Ama nasıl sürüyor bir görseniz! Böyle sinirli sinirli, sanki diyor ki “bisikletini böyle hacılarım!”

Ben kapının arkasında şaşkınlık, korku ve komedi arasında sıkışıp kalmışım. Öküzün birden kıvrak bir şekilde bisikletten atladığını görüyorum. Ben hemen kapının altına siniyorum. Al başa belayı. Kapının yanındaki boşluğa bakıyorum, yine öküzün kafası. İnek gibi bana bakıyor. Ama suratı hiç kızgın değil.

Ben yine fırlıyorum oradan, yine kaçıyorum. Nihayetinde çay bitkisinin yapraklarını ambarlara götüren, park etmiş kamyonlardan birini görüyorum. Ben hemen kamyonun kasasına zıplıyorum, çıkıyorum ve derin bir oh çekiyorum kasanın üzerine uzanarak.

Oh çekmekte tabii ki haklıyım. Bu öküz oğlu öküz kocaman kamyonun kasasına da çıkacak değil ya. Ben zevkten deliriyorum, kasanın içinde debelenip duruyorum sevinçten. Sonra sırtımı kasaya dayıyorum ve bekliyorum. Sesler ve tıkırtılar duymaya başlıyorum. Tıkırtıların şiddeti yükseliyor ve ben şaşırıyorum. Araba harekete mi geçecek diyorum.

Öyle bir şeye şahit oluyorum ki 100 yıl düşünsem aklıma gelmez. Öküz kamyonun kasasına çıkıyor. İlk önce toynaklarını görüyorum, sonra ön bacaklarını, sonra boynuzlarını, başını, vücudunu derken hoppp kasanın içinde bir adet öküz.

Ben dedim, tamam boku yedim, işim bitti. Ben iyice kasanın bir köşesine siniyorum. Öküz yavaş yavaş bana doğru geliyor, o kadar kızgın ve sinirli bir yüzü var ki beni parçalayacağını hissediyorum, yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor, aramızda bir metre mesafe oluyor, yüzüme doğru eğiliyor ve bir anda saniyenin onda birlik kadarlık zamanında suratı bir anda değişip bana gülümsemeye başlıyor. Ama o kadar güzel gülüyor ki gazetelerdeki, magazinlerdeki inek karikatürlerindeki inekler kadar çok şirin ve sevimli bir şey oluyor. Milkadan da sevimli oluyor.

Gülümser gülümsemez birden arka ayakları üstünde yükseliyor, insan gibi duruyor ve bana gülümseyerek, şirince aynen şöyle diyor : “Baaaaaaaak, ben nasıl atliyom”

Görüntü aynen şöyle:

Öküz bana sırtını dönüyor, bacaklarının arasında testisleri sallanıyor, toynaklarını kamyon kasasının kenarına tutturuyor, sağ ayağını insan gibi kaldırarak kasanın üstüne sarkıtıyor, yükleniyor ve kıçını da kaldırarak hoppp atlıyor kasadan dışarı.

Benim halimi varın siz düşünün!

Hemen uyanıyorum ve uyanır uyanmaz direkt beni yatakta gülme krizi tutuyor, ama nasıl gülüyorum, kendimi tutamıyorum. O rüyayı gördüğümde teyzemdeydim. Kuzenim hemen yanıma geliyor ve oğlum ne oldu, kendine gel, deli gibi neden gülüyorsun uyanır uyanmaz diyor. Ben de hemen gördüğüm rüyayı ona anlatmaya başlıyorum. Kuzen kendini yerden yere atmaya başlıyor.

O aralar kuzenim sürekli benimle böyle alay ediyordu.

“baaaaak, ben nasıl atliyom!”

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails