31 Aralık 2009 Perşembe

Noel Baba ve Mevlana...

İlkokul 4’e gidiyordum. Yılbaşı yaklaşıyordu. Öğretmen bize bir ödev vermişti. Resim-Elişi üzerine bir çalışma olacaktı. Konu, Mevlana’ydı. Mevlana’nın bir şiirini resimle betimlemek gerekiyordu, süslemeli falan ki ben bunu sonradan anlamıştım.

Nasıl oldu anlamadım ama ödevi yanlış anlamıştım. Noel Baba ve yılbaşı üzerine bir resim yapılacak sanmıştım. Böyle bir şeyi nasıl anlamışsam?

En kralı ve güzelinden olsun diye kocaman 50 santimetrekarelik resim kağıdı almıştım. Bir hafta sonra teslim edilecek ödevdi ve günlerce çizip duruyordum. Resim konusunda kesinlikle çok yeteneksizdim ama bir yere bakarak çizmek konusunda tam aksine o zamanlar inanılmaz yetenekliydim. Yaptığım resim, bazı yerlerden bakarak yardım almamla beni hiç zorlamamıştı. Sadece yapması uzun sürmüştü.

Nasıl bir resim yapmıştım?

50 santimetrekarelik kağıdın solunu boydan boya kaplayan kocaman beyaz sakallı bir noel baba. Klasik giyimleriyle. Hemen yanında hediyelerini sakladığı kocaman çıkını. Biraz çaprazında noel ağacı. Ortalık kar taneleri falan. Bildiğimiz kıristmıs hesabı…

Çizim olarak mükemmel bir resim olmuştur.

Tamamdır!

10’u alırım demiştim.

Hoca tek tek çalışmalara bakıyor. Ne hikmetse böyle bir şeyi sadece ben yapmışım. Herkes benim yaptığımla hiç alakası olmayan başka şeyler yapmış ve ne bok yedik lan biz diye kara kara düşünüyoruz.

Sıra geldi bize. Öğretmenim biraz yaşlı bir herifti. Bazı konularda seçiciliği kıttı diye hatırlıyorum. Muhabbetin genel yüzü hala dün gibi aklımdadır.

- Oğlum bu yaptığın ne?
- Noel Baba örtmenim.
- Noel Baba? Mevlana değil mi bu? Mevlana’ya benziyor ama.
- Hayır öğretmenim, Noel Baba o. Noel Baba ve Yılbaşı ile ilgili bir resim çizin demiştiniz ya?
- Hayır oğlum, ben Mevlana ile ilgili bir çalışma istemiştim, şiirleriyle ilgili.
- Ama, ööö, şey, ben yanlış anlamışım örtmenim :(

(Noel Babanın kocaman sakalı Mevlana’nın sakalıyla benzerlik arz etmektedir.)

- Bak şu çizdiğin adam Mevlana’ya çok benziyor. Eğer Mevlana olarak çizmiş olsaydın bunu da kabul ederdim. Ama yine de güzel çizmişsin. Yanlış anladığın için önemli değil.



Bu olayı bazen hatırladıkça için için gülmekten kendimi alamıyordum. O zamandan beri ne zaman Noel Baba dense, Mevlana; ne zaman Mevlana dense, Noel Baba ve bu hikayem geliyor aklıma. Öğretmenimin o lafını hatırladıkça yeri gelince koparım. Çizdiğim resmi olduğu gibi hatıramda tutup, Noel Baba’nın yerinde Mevlana’nın olduğunu hayal ediyor ve o gariplik karşısında (Noel Baba kıyafeti giymiş Mevlana, yanında çıkını, Noel ağacı falan) gülme krizlerine girdiğim oluyordu çağrışımlar nedeniyle.


Mutlu yıllar Mevlanamsı Noel Baba'dan...

30 Aralık 2009 Çarşamba

Mafya, Omerta ve Sicilya


Mafya nedir? Mafya denildiğinde neden Sicilya akla gelir? Günümüzdeki mafya kavramı gerçek mafya kavramı ile ne kadar alakalıdır? Mafya zenginden alıp fakire vermek, herkesten zorla alıp keyfini sürmek, insanları korkutarak çıkara uygun iş yaptırmak ve geleni geçeni haraca bağlamak mıdır? Peki ya gerçek mafya kavramı?

Günümüzde dilimize mafya olarak girmiş olan kavram ve oluşum Sicilya kökenlidir. İlk kez Sicilya’da duyulmuş, uygulanmış ve mafya kavramı buradan tüm dünyaya yayılmıştır. Tabii bariz farklılıklarla. Sicilya’da bir nevi özgürlük başkaldırışı demektir mafya. Sicilya halkı yüzyıllar boyu sürekli ezilmiş ve acı çekmiş bir halktı.

“Mafya”, Arapça’da, sığınak anlamına gelir ve Sicilya diline, Müslümanlar ülkeyi onuncu yüzyılda yönetirken geçmiştir. Sicilya halkı, tarih boyunca Romalılar, Papalık, Normanlar, Fransızlar, Almanlar ve İspanyollar tarafından acımasızca baskı altında tutuldu. Hükümetleri, yoksul çalışan sınıfı köleleştirdi, emeklerini sömürdü, kadınlarına tecavüz etti, liderlerini öldürdü. Zenginler bile talan ve zalimlikten kurtulamadı. Katolik kilisesinin İspanyol Engizisyonu, muhalif oldukları gerekçesiyle mallarına el koydu. Ve bu yüzden “mafya”, öç alanların gizli topluluğu olarak yayıldı. Kraliyet mahkemeleri, bir çiftçinin karısına tecavüz eden Norman soylusunu cezalandırmayınca, köylüler çetesi onu öldürdü. Polis şefi, küçük bir hırsıza çok ağır bir şekilde işkence edince polis şefi de öldürüldü. Nispeten güçlü iradeli köylüler ve yoksullar, halkı savunan organize bir örgüt kurdular. Ve gerçekte, ikinci ve daha güçlü bir hükümet oluşturdular. Öyle ki, artık düzeltilecek bir hata olduğunda insanlar, resmi polise değil, probleme arabuluculuk eden yerel mafya liderlerine giderlerdi.

Bir Sicilyalının işleyebileceği en büyük suç, yetkili makamlara, mafya tarafından yapılan herhangi bir şeyle ilgili herhangi bir bilgi vermekti. Sessiz kalırlardı. Ve bu sessizlik omerta olarak adlandırıldı. Yüzyıllar boyunca süren uygulama, kişinin kendisine karşı işlenen bir suç hakkında bile polise bilgi vermemesine kadar genişledi. Halkla, varolan hükümetin yasa uygulayıcıları arasındaki bütün bağlar kesildi, öyle ki küçük çocuklara dahi yabancı birine, köye giden en basit yolu ya da birinin evini bile söylememesi öğretildi.


Mafyanın Sicilya’yı yönettiği yüzyıllar boyunca huzur öylesine belirsiz ve görünmezdi ki yöneticiler, gücünün boyutunu asla anlayamadı. II. Dünya Savaşı’na kadar, “Mafya” kelimesi, Sicilya adasında asla telaffuz edilmedi.

Mafya için en büyük felaketlerden biri Mussolini iktidarıydı. Mussolini, iktidarının birkaç yılından sonra, gözlerini Sicilya ve Mafya’ya dikti. Bir nevi toprak ağaları gibi olan Mafya’nın kendi iktidarı için büyük bir tehdit olduğunu, ülkenin bir kısmını kontrol ettiğini gözlemlemiş, tarih boyunca Mafya’nın yönetime karşı komplolar kurduğunu anlamıştı. Bunun üzerine diktatörlükten önce ölüm cezası yokken, Mafya’nın varlığı nedeniyle bu ceza uygulanmaya, Mafya liderleri öldürülmeye, adadan sürülmeye ve yalıtılmaya başlandı. Bu uğurda binlerce suçsuz insan öldürüldü.

II. Dünya Savaşı başlayınca Mussolini ister istemez gözünü Sicilya’dan ayırmak zorunda kaldı. 1943 Temmuz’unda Amerikan ordusu Sicilya’yı istila ettiğinde, Mussolini’nin kendilerine çektirdiği acıları unutmayan Sicilyalılar ve Mafya oluşumu Mussolini’yi devirmek için ellerinden gelen yardımı esirgemediler Amerikan ordusundan. El ele Mussolini birliklerinin içine ateşi attılar ve üstesinden geldiler.

Belli bir dönem sonra Amerikan birlikleri de bu oluşumun İtalya’nın demokratik sürecine olumsuz etkilerde bulunabileceğini fark etmişti. Sicilyalıların Amerika’ya göç ederek bir dönem Amerika’da ayrı bir egemenlik kurmaları da unutulmamalı.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Aptallar Erken Ölür


Dinleyin beni. Size bir adamın hayatındaki gerçekleri anlatacağım. Kadınlara duyduğu sevgideki gerçeği. Onlardan hiç nefret etmediğini. Şimdiden, yanlış yolda olduğumu düşünüyorsunuz. Durun ama. Aslında bir sihirbazlık ustasıyım ben.

Bir adamın bir kadını gerçekten sevebileceğini ve yine de onu sürekli olarak aldatabileceğine inanır mısınız? Bedensel olarak aldatması bir şey değil ama zihninde, ta “ruhunun şiirinde” aldatması?

Kadınların sizi nasıl sevebileceklerini, bedeninizi ve zihninizi zehirleyerek sizi mahvetmek için kasıtlı olarak o sevgiyle besleyebileceklerini bilmek istiyor musunuz? Ve ihtiraslı bir aşk içinde, artık sizi sevmekten vazgeçebileceklerini? Ve aynı zamanda bir delinin kendinden geçmişliğiyle başınızı döndürebileceklerini? Olanaksız mı? Bu işin kolayı.

Ama durun, kaçmayın. Bu bir aşk hikayesi değildir.

Size bir çocuğun insanın içini burkan güzelliğini, ergenlik çağındaki oğlanın hayvansı abazalığını, genç dişinin intihar eğilimleri içindeki özlemli kaprisliliğini hissettireceğim. Ve sonra (ki işin zor kısmı da burası) zamanın erkek ile kadını nasıl üç yüz altmış derece döndürüp, bedensel ve ruhsal bir değişime uğrattığını göstereceğim.

Ve sonra tabii ki GERÇEK AŞK var. Durun, gitmeyin! Vardır böyle bir şey, ya da ben var edeceğim. Laf olsun diye sihirbazlık yapmıyorum ben. Bedeline değer mi bu şey? Ya cinsel bağlılığa ne demeli? Yürür mü gerçekte? Aşk bu mudur? İnsanı yalnız bir kişiyle beraber olmaya iten şu sapıkça ihtiras insanca bir şey midir acaba? Yürümese bile gösterilen çaba için bir ödül var mıdır? Her iki yönde de işleyebilir mi bağlılık? Tabii ki hayır, kolay bunu görmek. Ama yine de…

Hayat komik bir iştir, hele aşkın zaman içindeki seyrini izlemek kadar komik şey yoktur. Fakat, gerçek bir sihirbazlık ustası, seyircilerini aynı anda hem güldürüp hem ağlatabilir. Ölüm ise başka hikayedir. Ölüm hakkında hiç şaka yapmam. Gücümü aşar bu.

Ölüme karşı daima uyanığımdır. Beni atlatamaz. Hemen keşfederim onu. Köyün delisinin kisvesi içinde gelmeye bayılır; birden büyümeye başlayan komik bir siğil, ya da köklerini ta kemiğe kadar salan karanlık görünüşlü, kıllı bir ben; ya da sevimli, küçük bir ateşlenmenin kızarıklığı ardında saklanır. Sonra birden o sırıtan kafatası kurbanını faka bastırır. Ama bana sökmez. Bekliyorum onu. Önlemlerimi alıyorum.

Ölümle eş doğrultuda, aşk da usandırıcı, çocuksu bir iştir, her ne kadar erkekler aşka ölümden daha çok inansalar da. Kadınlar ise başka hikayedir. Müthiş bir sırları vardır onların. Aşkı ciddiye almazlar ve hiçbir kez de almamışlardır.

Ama siz durun yine. Bir kez daha söyleyeyim. Bu bir aşk hikayesi değildir. Unutun aşkı. Size iktidarın nerelere uzandığını göstereyim. Önce, başarıya ulaşmaya çalışan yoksul bir yazarın hayatı. Duyarlı. Yetenekli. Hatta biraz dehası da var belki. Size sanatçının sanatı uğruna canına nasıl okunduğunu göstereceğim. Ve buna nasıl müstahak olduğunu. Sonra onu kurnaz bir düzenbaz olarak, hayatın tadını çıkarırken göstereceğim. Ah ne büyük bir sevinçtir gerçek bir sanatçının duyduğu, sonunda düzenbazın biri olup çıktığı zaman. Ama her şey açıktadır, özündeki doğa meydandadır. Onurundan falan dem vurmak yoktur artık. Orospu çocuğu artık dümencinin biridir. Üçkağıtçının biri. Şu orospu sanatının ardına saklanacak yerde apaçık meydana çıkan toplum düşmanı. Ne büyük bir ferahlıktır bu. Ne büyük bir zevk. Ne sinsice bir keyif. Ve sonra nasıl yeniden namuslu biri olduğu. Düzenbazlık müthiş bir ağırlıktır insanın üstünde.

Ama işte bu toplumu kabullenmesine, yoldaşını bağışlamasına yardımcı oluyor insanın. Bir kez bu noktaya gelindi mi, gerçekten paraya ihtiyacı yoksa kimse düzenbazlık yapmamalı.

Sonra da, edebiyat tarihinin en hayret verici başarı hikayelerinden birine geçeceğiz. Kültürümüzün devlerinin yaşadıkları hayatın en gizli yanları. Özellikle çılgın pezevengin biri. Sosyete dünyası. Böylece karşımızda başarıya ulaşmaya çabalayan yoksul dehanın dünyası, düzenbazların dünyası ve edebi sosyetenin dünyası var şimdi. Ve bütün bunlar bol bol seks ile dantellenmiş, kafanıza kakalanıp durmayacak ve belki de ilginç bulacağınız bazı karmaşık fikirlerle bezenmiş olacak. Ve nihayet kahramanımızın Hollywood’a tüm ödülleri, parayı, ünlülüğü, güzel kadınları yuttuğunu göreceğimiz dolu dizgin bir sona varacağız. Ama durun, daha gitmeyin; bütün bunların nasıl kül olup gittiğini göreceğiz.

Yeterli değil mi bunlar? Hepsini daha önce duydunuz öyle mi? Ben bir büyü ustasıyım. Bütün bu kişilere gerçekten can verebilirim. Ne duyduklarını ve düşündüklerini gösterebilirim. Her biri için, gözyaşı dökeceğinize bahse girerim. Belki de yalnızca gülüp geçeceksiniz. Her neyse, hoşça vakit geçireceğiz; ve hayat hakkında çok şey öğreneceğiz; ama bunun bir yararı yok.

Haa, ne düşündüğünüzü biliyorum. Numaracı herif, sayfayı çevirtmeye uğraşıyor, değil mi? Ama durun biraz, anlatmak istediğim yalnızca bir masal. Ne zararı var bunun? Ben ciddiye alsam bile, sizin ciddiye almanıza gerek yok. Hoşça vakit geçirmeye bakın siz.

Size bir hikaye anlatmak istiyorum. Başka bir iddiam yok. Başarı ya da ün ya da para değil arzuladığım. Ama bu bir şey değil, zaten çoğu kadın ve erkekler istemezler bu şeyleri. Daha da ötesi, aşk da istemiyorum. Gençliğimde bazı kadınlar benim uzun kirpiklerime tutulduklarını söylerlerdi. Sonraları zekama. Daha sonraları etkinliğime ve parama. Daha da sonraları dehama. Nihayet düşüncelerimin derinliğine. Tamam, hepsinin altından kalkabilirim ben. Beni korkutan tek şey, bir kadının benim salt kendime tutulması. Ona karşı planlarım hazır. Zehirler, hançerler, kesik başını gömeceğim karanlık mezarlar mağaralarda. Yaşamaması gerek böyle bir kadının. Hele cinsel olarak bağlıysa ve hiç yalan söylemeyip beni her şeyden ve herkesten önde tutuyorsa.

Bu kitapta aşk hakkında bir çok şey olacak fakat bu bir aşk romanı değildir. Bu bir savaş romanıdır. Gerçek dost olan erkekler arasındaki eski savaş. Erkekler ile kadınlar arasındaki büyük ‘yeni’ savaş. Aslında bu bir eski hikaye tabii, ama bugün meydana çıkmış durumda artık. Kadınların Kurtuluşu Hareketi’nin savaşçıları yeni bir şey yaptıklarını sanıyorlar ama aslında tepelerde saklanan gerilla ordularının düzlüğe inmesinden başka bir şey değil yaptıkları. Erkekler her zaman tatlı kadınların tuzağına düşmüşlerdir, beşikte, mutfakta, yatakta. Ve çocuklarının mezarları başında, aman dileyen erkeklere kulak vermemek için en elverişli yerde.

Eh, herhalde kadınlara karşı bir garezim olduğunu düşünüyorsunuz. Ne var ki onlardan hiçbir zaman nefret etmedim ben. Ver erkeklerden daha iyi insanlar oldukları çıkacak ortaya, göreceksiniz. Yalnız gerçek şu ki, beni mutsuz etmeyi başarabilen yalnız kadınlar olmuşlardır, beşikten beri. Ama erkeklerin çoğu söyleyebilir aynı şeyi. Ve yapacak bir şey de yoktur.

Ne büyük hedef oluyorum burada değil mi? Biliyorum, biliyorum, ne kadar karşı konulmaz bir şey olduğunu. Ama dikkatli olun. Şu hemen incinebilen, duyarlı sanatçılarınızdan biri değilim ben, kurnaz bir hikayeciyim. Önlemlerimi aldım bile. Daha bir iki sürprizim var dağarcığımda.

Neyse yeter bu kadar. Bırakın da işe koyulayım. Başlayıp son vereyim bu hikayeye.






Mario Puzo’nun “Aptallar Erken Ölür(Fools Die)” isimli eserinin girizgahı.


Mükemmel bir yazardır benim için Mario Puzo. Proustvari havayı andıran yukarıdaki girizgahı ile girmiş olduğu Aptallar Erken Ölür isimli romanı ise büyüleyicidir. Puzo, Proust ile birlikte tüm eserlerini edindiğim ender yazarlardan. Baba isimli eserinin filminden dolayı inanılmaz başarısı nedeniyle bazı eserleri gizli saklı kalmıştır. Karanlık Arena, Şanslı Yolcu, Omerta, Aile gibi eserlerini es geçmemek lazım. Hepsi kendi içinde ayrı bir şaheser. Hayat, sinema, sanat, edebiyat, kadınlar, aşk hakkında muazzam tespitlere rastlayıp duruyorsunuz. Tıpkı Proust gibi…

24 Aralık 2009 Perşembe

Textures: Hayatımın Güneşi ve Dokumaları


İnsanoğlu yerküre üzerinde yüzyıllardır hüküm sürmeye çalışıyor. Hem de hayatın her alanında. Hükümranlık aynı zamanda bir yaşam biçimi ve hayatı idame ettirebilmenin gerekçelerinden biri. Yerkürenin nimetlerinden en fazla yararlanan varlık sınıfına giriyor bahsi geçen memeliler. Bu onun kaderi. Öyle bir kader ki, teolojide insanoğlunun varolma nedeni bile çok zor ve ağır bir sorumluluk süreci.

Öte yandan hayatı yaşamaya çalışmak, hayata tutunabilmek ve karşılaşılan bir çok şey tezatlıklar ve denge üzerine kurulu. İnsanoğlu varolduğundan beri hep bir şeylerin ikileminde kalmış ve denge duyusunu sağlamaya çalışmış. İyi – kötü, siyah – beyaz, mutlu – mutsuz, depresif – pozitif, soğuk – sıcak, maddiyat – maneviyat. Söz konusu denge süreci Doğu felsefelerinin en büyük temellerinden birine öncülük ediyor. Ying – Yang örneğinde olduğu gibi. Sürekli bir denge tutturabilme yarışı, bu hayata tutunabilmek için. Öyle ya, demin de söylediğimiz gibi, teolojik anlamda insanoğlu daha yaratılırken bir seçime maruz bırakılmış; Şeytan ve Tanrı arasında. İnsanoğlunun varoluşu bile tezatlıklara ve denge duyusuna mecbur bırakılmış. Şeytan ve Tanrı meselesi John Milton’ın Kayıp Cennet’ine bırakılsın..

Bir de ilgili tezatlıklara kaos ve sükunet, doğa ve makine anlamında bakanlar, sorgulayanlar ve üzerinde duranlar var. Tıpkı Hollanda’nın yoğunluklu olarak tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinin kesişmesinin yarattığı işbirliği sonucu Avrupa’nın en önemli bilim merkezlerinden biri haline gelmiş Kuzey Brabant bölgesinin Tilburg şehrinde vuku bulmuş Textures grubu elemanları gibi. Kuzey Brabant bölgesinin kendisine has doğa ve bilim dengelerini barındıran bir mevki olması, o bölgede yaşayan ve orada büyüyen Textures elemanlarını kaos ve sükunet, doğa ve makine üzerinde tezatlıklara sürükleyip sorgulamalar yapmaya teşvik etmiş. Adeta doğal bir seleksiyon tadında.


Buradan benim için çok ama çok özel olan Textures grubuna geçiş yapmış olduk. Hanidir, karamsar ve çevrenin karanlık seslerce sarıldığı ortamlardan çok geçmişizdir. Bulutların ardında saklanmış güneşin eksikliği bazen depresiflik ve umutsuzluk sebebi. Bir an bir şey olur. Bulutlar dağılır ve güneş tüm parlaklığıyla gözümüzü kamaştırır. Güneşin parlamasıyla hayatımız da kendi içinde doğar ve farklı bir anlam kazanır. Umutla dolar.

Textures’un bütünsel anlamda yaptığı müzik ise kendi paşa gönlümde tek başına bulut dağıtma sebebidir. Enstrümanlarından çıkan melodiler güneşin mimarlığına soyunur ve güçlü bir haz, mutluluk sebebidir. Doğa, kaos, sükunet ve makine karmaşasının iç içe geçtiği bir dünya tasvirini birebir betimleyebilecek tüm sesleri bir araya getirdiğinizde ortaya birden fazla müzik türünü bir araya getiren, Cynic hislerini andıran üstün bir müzik ruhu çıkıyor. MTV yerküre üzerine her gün birbirinden yeteneksiz zibidileri süredursun, belki de geleceğin müziği bu. Ya da dünya topraklarının altında kapana kısılmış ve çıkmak üzere kendisini zorlayıp duran saklı melodiler ışığı diyelim. Etkili, güçlü ve manyaklar gibi çalan grubun özellikle bu kadar modern bir müzik yapabilmesi muazzam bir yetenek meselesi.


Çok da yaşlı değiller halbuki. 2001 yılında yola çıkıp, 2003 yılında Polars, 2006 yılında Drawing Circles ve 2008 yılında Silhouettes ile şimdiden üstün yetenekli grup yaftasında yerlerini almış durumdalar. Hem de her albümde üstüne koyarak ve daha fazla modernleşerek.


Bahşettikleri söylemlerin ışığından yol aldığımızda gruba dair oluşturulan tüm semboller, logolar, çizimler ve ilgili sembollerde tezatlıkların üstüne yapılan vurgulamalar yerli yerine oturuyor. Oldukça usta ellerden çıkmış olduğu aşikar olan bu sembolleri ise bir başkalarına yaptırmamışlar. İlhamı ruhlarında taşıyan bizzat kendileri ve ilgili ruh hallerini birebir sembollere ancak kendileri yansıtabilirlerdi. Bu sembollerde imzası olanlar grubun vokalisti Eric Kalsbeek ve basçı Remko Tielemans’dan başkası değil. Aşağıda görüldüğü gibi.


Grup bizlere yönelttiği söylemlerde özellikle kendi hayat deneyimlerinden yola çıkıyor. Yaşadıkları bölgenin ve yaşam şeklinin bir çok şeyi gözlemleyebilmek, tartabilmek ve kağıda dökebilmek anlamında önemli katkısı söz konusu.

Grubun liriklerindeki çağrışımlar ve betimlemeleri müzik ile birlikte tartarak, yontarak, hissederek uyumlaştırdığınızda isimleri gibi hayatımızı dokuduklarını hissetmiyor değilim. Duman salan kızgın sahalardan yayılan rüzgar ve tozların arasına karışmış kuş tüyleri ve karaya oturmuş gemiye uçuşan kuşlar, eski günlerin yeniden doğmasıyla önceden olayları seyredenlerin güçlü toplanışına tanıklık eder. İnsanoğlu tıpkı böcekler gibi hayata adımını atar. Milyonlarca düşünce ve fikir gözyaşı döker, bu sonsuz enerji ve sinerjiyi daha güçlü kılar. Özgürlüğü böyle buluruz ama aynı zamanda ruhumuz inanılmaz bir boşluk içindedir. Arzular yalandan farksızdır ve insanoğlunun geleceğe dair tüm planları zayıflıktan ibaret kalır. Yapılan onca hatanın ardından kayıtsız bir şekilde günahların bağışlanmasına odaklanılır ve buna dair yapılan eleştirilere kusur bulunur. Bu insanoğlunun doğa ve yaşam ile olan mücadelesinde çok sık karşılaştığı temel problemlerden biri.

İnsanoğlunun tüm teknolojik gelişmeler ışığında nereye gittiğini sorguladığı görülmüştür ama bu sorgulamaları ne kadar gerçekliğe döktüğü koca bir soru işaretidir. Hayatta bunca zorluk varken, katledilen doğa, içine düşülen kaos halleri ayrıntıdan ibarettir bazen. İnsanoğlu ironik bir şekilde savaşı getirir, katil olmayı yeğler ve genel bir kitleye korku salar. İlgili genel kitle de bir avuntuya ihtiyaç duyar. Para ve kan üzerine bir saltanat kurulmuştur çünkü. İnsanoğlu böyle bir ortamda kutsanmayı, avunmayı ve yeniden doğuşa tanıklık etmeyi ister. Böyle anlarda sükunet çok uzaklardadır, insan ilişkileri zayıftır. Medeniyetler arasında derin kuleler inşa edilmiştir. Aslında dünya takımyıldızları altında kaybolmuştur ve rüzgar sessizce eser gider. Duman salan kızgın sahalara, uçuşan kuş tüylerine ve karaya oturan gemiye geri döneriz bir an. İlgili söylemin en başına... Kaos ve sükunet, doğa ve makineler arasındaki aleni ve saklı savaşlara şimdiden şahitlik ederiz. 2008 tarihli Silhouettes albümünün giriş parçası olan ‘Old Days Born Anew’ şaheserinin bana bahşettikleri bunlardı işte.

Hepimiz bu hayatta bir yolcuyuz aslında, sadece geçip giden. Bazen birlikte yürüyen. Bazen de burada olduğu farz edilmeyen ve tüm yolların olduğumuz yere çıktığı. Şüpheli öyküler anlatan elçilerin arasında sonsuz şaşkınlık içindeyiz. Her mevsim kokularını alıyoruz.

Karanlık kokularını..

Bazen tüm sebebi kendi içimizde yarattığımız canavarlar. O canavarları yendiğimizde nihayet özgür kılıyoruz kendimizi.

Ya yenemezsek?

O zaman suçu belki de Tanrı’da buluyoruz. Neler yaptığına ve yarattığına bakmasını diliyoruz. Bu yaratımların içindeyken kaçamayacağımızı.

Açlığı..

Vazgeçişimizi..

Bize kötü masalları anlatan elçilere ve içimizde yarattığımız canavarlara dönüştüğümüzü görüyoruz.

Vazgeçme durumunda…

Tıpkı Messengers isimli parçalarında beni de umutsuzluklardan vazgeçirdikleri gibi…


Hem müziğin hem de liriklerin betimlediği olguları bir araya getirdiğimde yukarıdaki duyguları hissediyor ve yaşıyoruz; puslu-karanlık endüstriyel ve kaos yaşamını ruhumuza üfüren.. Kendi içinde sürekli sorgulamalar yapıp doğrulara erişerek Doğa Ana’ya ve sükunete kavuşan.. Vokalist Eric'in kullandığı farklı ses renkleri ilgili tezatlığın aynası gibi. Bazen ruhunuza işleyip sükunete davet edecek kadar huzur verici ve temiz, bazen de makineleri hatırlatan, kaos yaratan puslu bir hava kadar sert, agresif ve hırçın...

Bunlardan hangilerini seçeceğimiz Textures müziği ve lirikleri ışığında bize kalıyor. Ama ben seçimimi çoktan yapmış durumdayım onların rehberliğinde. Melodileriyle ve modern sanatlarıyla bulutları yarıp geçerek güneşe tanıklık eden ve mimarı olan birkaç insanoğlu.

Textures adı verilen…

Progressive’i, Death Metal’i, Thrash Metal’i, Endüstriyel etkileri, ekstrem müzikte modernizm ile bir potada eriten bir ruh..

Jeff Loomis - Jato Unit



Nevermore grubuna bayılırım. Son iki albümdeki işlerini büyük bir taktirle karşıladım ve en çok sevdiğim grupların başında geliyorlar. Müzikal tarzları, enerjileri, güçlü riffleri ve melodileri tam anlamıyla ruhuma giriyor. Bu tarzın alamet-i farikası grubun virtüöz gitaristi Jeff Loomis. Geçtiğimiz yıllarda Nevermore'dan kafasını kaldırarak "Zero Order Phase" isimli solo albümünü çıkarmıştı. Albüm baştan aşağıya enstrümentaldır. Oldukça enerjik yapı, usta işi sololar, güçlü riffler beni benden almıştı. Progressive ve güçlü bir yapı ile beslenmiş olan bir solo sanatına tanıklık edebilmek için videodaki parçaya dikiz atmak yeterli olacaktır.

Galatasaray – Trabzonspor: Alışkanlık Psikolojisini Bozmak


Bilirsiniz alışkanlık psikolojisini. Eğer herhangi bir olay sürekli aynı şekilde sonuçlanıyorsa ve düzeltmek için elinizden bir şey gelmiyorsa, o olayın hep aynı sonla neticeleneceğine alıştırırsınız kendinizi. Tıpkı kabı ısıtıldığında çıkmaya çalışan, sürekli engelle karşılaşan, sonraki deneylerde ilgili olayı alışkanlık edinerek engel ortadan kaldırılsa bile kurtulmak adına hiç mücadele etmeyen ve ölümünü bekleyen bir kurbağa gibi…

Maç öncesi psikolojik duyumum aynen bu yöndeydi. Bir taraftar olarak liglerin bitmesi ve kaliteli yabancı oyuncuların kadroda olmaması sebebiyle maça dair hiç istekli değildim. Kafamın içinde oynamadan bitirmiştim maçı. Kurbağa gibiydim. Kabında sıkışıp kalan ve kurtulmak için hiç hamle yapmayan. En azından taraftarların genel olarak ruh hali bu yöndeydi. Sturm Graz maçında kötü oyun sergileyen benzer kadronun bir çıkış arayan Trabzonspor’a karşı etkili oynayamayacağı, oyunu Trabzonspor’un domine edeceği ve kazanacağı düşüncesi hakimdi. Bunu sadece biz değil, bahis şirketleri de düşünüyordu. Fakat dünkü maçın en önemli farklılığı alışkanlık psikolojimizi yerle bir etmesi olsa gerek.

Mevcut kadro yapısı ile etkili ve dirençli bir oyun beklemeyen sadece ben değildim. Bir çok Galatasaray taraftarı tatsız, tuzsuz bir maç bekliyor ve mağlubiyete kendisini hazırlıyordu. Rijkaard’ın talebeleri bu kez işi gerçekten ciddiye almışlar. Bu ciddiye alışın iç yüzünde bir çok etken yatıyordu. Bunlardan birincisi devre arası transfer meselesinin bazı oyunculara dokunacak olması sebebiyle olumlu yönde reaksiyon gösterme isteği, diğeri de Rijkaard’ın bu maça ciddi anlamda motive olması ve saha kenarında maçı ne kadar ciddiye aldığını göstermesiydi. İlgili ikinci şık güzel oyunun altyapısını sağlayan kıvılcım gibiydi. Hocanın çok ciddiye aldığı bir durumu bir oyuncu olarak ciddiye almadan uygulamaya koymak isterseniz, sizin için hakkınızda hayırlısı olmayacaktır.

Sahada sergilenen futbol Ziraat Türkiye Kupası maçı tadında değildi. Bunun altını çizmekte fayda var. Çok ciddi bir lig maçı oynanıyormuş gibi ciddiyet ve oyun iştahı söz konusuydu. Futbol kalitesi anlamında ise belki de kupanın en zevkli maçıydı. Maç öncesi keyifsiz bir maç beklerken, sahada oynanan futbolun bizleri yalancı çıkartması, güzel oynanan futbolu seven bizleri mutlu kıldı haliyle. Böyle durumlarda yanılmayı ve yalancı çıkmayı her zaman kabul ederiz.

Ligdeki bazı maçlarda bu tarzda bir oyunu tutturamayan Galatasaray, en kaliteli adamlarının yokluğunda bu futbolu nasıl başardı? Cevap bu cümlenin içinde geçen ‘basit’ kelimesi kadar ‘basit’ aslında.

‘Basit’ futbol oynayarak…

Rijkaard’ın oynatmak istediği sisteme daha sadık kalarak, sahada sergileyerek. Yapılan şey hızlı oynamak ve pas futbolunu sahada göstermekti. Bu iki önemli veriye koşmayı, mücadele etmeyi ve yüksek direnci ekleyince hem oyun üstünlüğünüzü rakibe kabul ettiriyorsunuz, hem de rakibin oyunda etkinlik kurabilmesini engelliyorsunuz. Tabii ki yediğiniz duran toplar hariç.. Her ne kadar bazen hatalı işler yapsa da Ayhan’ın bile pas futboluna hız anlamında olumlu katkılarını görünce etkili oyunun sırrını anlamak zor olmuyor.

Dünkü futbolun daha etkili olmasının elebaşları ise Arda, Caner ve Sabri’den başkası değildi. Caner için ise ayrı bir başlık bile açılabilir. Futbol bilgisi ve yeteneği anlamında sol bek oynamaya alışık olmayan Caner’in sol açığa gelir gelmez yaptıkları, sol kanada kattığı enerji, takımını sürüklemesi ve bir çok pozisyonun içinde olması Galatasaray’ın hücum etkinliğinin sol ayağını oluştururken, diğer ayaklar Arda Turan ve Sabri tarafından oluşturulmuştu bile. Akabinde kendimi bir şeyi hayal ederken buldum. Sağ tarafta Keita – Sabri enerjisi, sol açıkta Caner enerjisi. Bu üç oyuncunun fizik olarak güçlü, formda ve etkin bir halde olduklarını varsaydım. Galatasaray’ın hücum etkinliği açısından rakip için oldukça yıpratıcı bir durumun tadını çıkardım bu rüyadan. Tabii Kewell gibi bir tecrübenin varlığını aklıma getirdiğim an, o hayal dumancıkları şimşek darbelerine maruz kaldı.

Maçın okunması gereken en ilginç bölümlerinden biri ise maçın bitmesine uzatmalar dahil 20 dakika varken ve skor 2-1 iken, Berkin gibi genç oyuncunuzu oyuna almak ve diken üstünde olabileceğiniz skor stresinde oyuna soktuğunuz genç oyuncuya güvenebilmenizdir. Bu görünürde ve temelde çok ciddiye alınacak bir durum değilmiş gibi görünse de diğer rakiplerin kadro anlamında davranış biçimlerini listelediğimizde önemli bir farklılığa işaret ediyor. Nitekim Berkin başlangıç itibariyle heyecan fırtınasının nefesini ensesinde hissedip oyunda gözükmese bile ağabeylerinin onu görmesi ve ayağına topu alıp bir iki olumlu hareket yapmanın etkisiyle kendisine gelmeyi bildi. İlgili güven duyusu çaktırmadan çaldığı bir top ve sağ kanada attığı etkili ters top olarak kendini gösterdi. Etkili ters top başarısı ise kendine güven meselesinin önemli sacayaklarındandı.

Galatasaray hızlı oynadı, tek pası ısrarla uyguladı, direnç gösterdi, top ayağında değilken pres yaptı, koşan bir takım hüviyetinde agresif oynadı ve üstünlüğünü tam kadro oynayan rakibine gösterdi. Dünkü maç aynı zamanda Trabzonspor’un takım olarak kendisini çok sorgulaması gerektiği ve önünde toparlanmak, yapılanmak anlamında uzun bir yol olduğunun habercisi gibiydi. Galatasaray’ın alternatif oyuncularının Trabzonspor’un tam kadrosuna salt skor olarak değil, sergilenen futbol olarak üstün gelmesi iki takım arasındaki farka bir atıf gibiydi. Aynı zamanda Galatasaray’ın sistemi oturtmak anlamında önemli sıkıntılar yaşasa bile, elindeki oyuncuların kalitesi ne olursa olsun ilgili sistemi verimli uygulayabildiğinde ve sisteme adapte olduğunda etkili bir futbol oynayabileceğini tecrübe ettik. Bu maç o anlamda çok önemlidir. Önümüzdeki dönemler için futbolcuların özellikle bunu kafalarında sorgulamaları gerekir. Fizik olarak güçlü olduğunuz, futbolu basit bir şekilde ayağa paslı ve hızlı oynadığınızda, üzerine biraz da yetenek boca ettiğinizde ortaya güzel bir görüntü çıkacaktır.

Ama bir sorun var tabii ki. O da rakibin kullandığı duran toplarda Galatasaray defansının içler acısı hali. Galatasaray’ın son dönemlerde verdiği pozisyonların ve yediği gollerin çetelesini tutarsanız duran toplarda defansın inanılmaz dengesiz işler yaptığını şıklayacaksınız. Eğer Galatasaray devre arasında bu sorununun üstesinden gelirse çıbanlarından birini bünyesinden söküp atacaktır. Son zamanlardaki dengesizliğin nedenlerini aramak isterseniz Sabri – Gökhan Zan – Servet – Hakan Balta dörtlüsünün artık birlikte oynayamamasına işaret edebiliriz.

Galatasaray’ın ikinci yarı sisteme biraz daha adapte olacağını ve daha iyi futbol sergileyeceğini umuyorum. Mükemmel futbolun oynanıp durduğu peşi sıra maçlar beklemesem bile en azından ilk devreye oranla daha fazla zevk vereceklerini, ama asıl patlamayı önümüzdeki sezon yapacaklarını düşünüyorum. Rijkaard’ın birinci ağızdan gelen ve gidenlerin olacağını söylemesi ise takım içindeki sistem bozukluklarını gidermek anlamında atılacak bazı adımların olacağını ve bazı şeylerin gayet farkında olduklarını gösteriyor.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Draconian Kanunları


* Küçük suçlar ölümü hak eder, büyük suçlar için ise daha ağır bir ceza bilinemiyor.


** Draconian: Sert, acımasız, zalim.

*** M.Ö. 621 yılında Atina'da yasalarını yazıya geçiren Draco'ya ithafen. Bu yasalar çok sert hükümler taşıyordu. Bugün önemsiz sayılabilecek birçok suç için bile ölüm cezası verilebiliyordu. Draco yasaları daha sonra M.Ö. 6. yy başlarında Solon tarafından hafifletilmiş; fakat cinayet karşılığı cezalar aynen bırakılmıştır. Öte yandan, genel kanının tersine, Draco bu yasaların yaratıcısı değil, yalnızca kayıtlara geçiren kişi olmuş olabilir.

Gazpacho - Bravo



Gazpacho dediğimizde aklımıza direkt İspanyol çorbası gelebilir. Ama burada adı geçen Gazpacho, Norveç’ten alternative/artrock/neo-progressive rock grubu. Şarkılarında Marillion etkisini hissedebiliyoruz. Zaten isimlerini Marillion’un ‘Afraid of Sunlight’ albümündeki Gazpacho parçasından alıyorlar.

Yaptıkları müziği tam anlamıyla herhangi bir tarz içine yerleştiremiyoruz. Blackfield, Marillion, Porcupine Tree gibi grupları harmanlayın, yepyeni bir şey çıkarın, keman ve farklı enstrümanları ekleyin ve adını Gazpacho koyun. 3-4 yıldır takip ettiğim bu grubun en önemli özelliği herhangi bir şirkete bağlı olmaksızın kendi imkanlarıyla albümler çıkarması. Şu ana kadar dört albüm çıkarmışlardı.

Bravo (2003)
When Earth Lets Go (2004)
Firebird (2005)
Night (2007)

Özellikle son albümleri Night ile konsept karanlık albüm olgusunun dibine vurmuş durumdalar ve harika bir siteye sahipler. İlgili siteyi takip etmek bile grubun yaptığı etkileyici müzik hakkında önbilgi verecektir. Tam anlamıyla gecenin karanlığında dinlenecek ve transa geçilecek bir müzik ruhuna sahipler.

http://www.gazpachoworld.com/


Grubun vokalisti Jan Henrik Ohme ile ilginç bir vukuatım olmuştu. Kendisi bir platformda Gazpacho’yu sürekli dinlediğimi görünce bana bir mesaj ile ulaşmış ve Türkçe birkaç cümle ile beni deli gibi şaşırtmıştı. Nereden öğrendiğini sorduğumda ise belli dönemlerde Türkiye’ye tatile geldiğini, bazı Türk arkadaşları olduğunu ve onlardan öğrendiğini söylemişti. Norveçli bir adamın samimiyeti ve Türkçe’yi iyi sökmesi beni şaşırtmadı desem yalan olur.

Bravo isimli parçalarına gelince huzur verici o ipeksi ses karşısında şapkayı çıkarıyorum. NILE’daki brutal vokal ile birlikte bu tarz bir müzik ve vokalle de kendinden geçen biri olarak kendime ‘ne adamsın be’ diyor, kulak başarılarımın devamını diliyorum.

Fringe


Fringe, takip ettiğim bir çok dizi içinde severek izlediğim dizilerden. İlk duyduğumda referans noktası Lost’un yaratıcılarından olan J.J. Abrahms’ın Alex Kurtzman ve Roberto Orci ile birlikte bu dizinin yaratıcılarından biri olmasıydı.

Dizi ‘Düzen’ adı verilen bir oluşumun sebep olduğu bazı tuhaf olayların FBI’ın özel olarak açmış olduğu Fringe departmanında çözümlenmeye çalışılması üzerine. Tuhaf olaylar da tam anlamıyla tuhaf olaylar; durup dururken insanların değişime uğraması, silaha dönüşmesi, zihin kontrolü, yaratıklar, asalaklar, psişik yetenekler, zaman boyutunda oynamalar, dünya tarihinin en önemli olaylarını 17-18. yüzyıldan beri gözetleyen ‘gözcüler’, alternatif evren, deneyler, ölen bir insanın bilinçaltına girmek, insanüstü olaylar, fizik kurallarını zorlayan tuhaflıklar gibi bir çok absürd konuyu bünyesinde barındıran bir dizi. Sınır bilime dair bir çok ekstrem noktayı bizlere sunuyor.

Fringe departmanının çalışanları aynı zamanda dizinin ana karakterleri. Bu bölümden sorumlu olan, karizması ve gülmeyen yüzüyle rolüne cuk diye oturan özel ajan Broyles, bölümün iş bitirici özel ajanı, beni benden alan güzeller güzeli Olivia Dunham, tuhaf olayları çözümlendirmeye çalışan baba oğul Walter Bishop ve Peter Bishop, Walter Bishop’a deneylerinde yardımcı olan yardımcı ajan Astrid çeşitli tuhaf olaylarda bizi aydınlatmaya çalışıyorlar.

(Ön kısım soldan sağa: Broyles, Walter, Olivia, Peter, Astrid)


Broyles görünürde sert, duygusuz ve acımasız bir bölüm şefidir ama iç yüzünde sorumluluğu altındaki insanlara inanılmaz güvenmekte, işlerini iyi yapabilmeleri için her türlü imkanı sağlamaktadır. İç yüzünde çok tatlı ve sevimli bir insandır aslında. Olivia Dunham ise ayrıntıları çok iyi yakalaması nedeniyle girdiği her davada tuttuğunu koparan, duygusallığını işini daha iyi yapabilmek için kullanan ve güzelliği ile bizi büyüleyen bir ajan. Walter Bishop ise dizinin en eğlenceli karakteri. Yıllar önce Harvard Üniversitesi’nde profesör, askeri proje için bazı deneyler yapan süper zeka ve üst düzey bir bilim adamıyken 17 yıl boyunca akıl hastanesinde kalmış, kafayı oynatmış, dengesiz bir çatlaktır. (Geleceğe Dönüş dizisindeki çatlak profesörümüze atıf?) Tuhaf olayların başlaması sonucunda Walter Bishop’a ihtiyaç duyulmuştur. Walter Bishop’un dış dünyaya çıkabilmesi için aile bireyine ihtiyaç vardır. O da geçmişi karanlık olan, bazı kirli işlere bulaşmış ve IQ’sü 190 olan Peter Bishop’tan başkası değildir.

Walter Bishop dengesizlikleri ve komiklikleri ile tam bir çatlak ve dizinin gizli kahramanı. Harvard’daki eski laboratuarından başka bir yerde çalışamayacağı söylemesi üzerine eski laboratuarı onun için tekrar açılır ve absürd istekleri de kabul edilir. Bu istekler içerisinde bir inek de vardır. Gene adı verilen bu inek dizi boyunca laboratuarda bize eşlik eder. Üzerinde deney yapmak için değil tabii ki. Bir olay sonucunda ortada bir ceset yoksa Walter Bishop’un morali bozulur. Acayip cesetler olduğu zaman yüzü güler. Otopsi esnasında iğrenç görüntüler, sakatatlar, iğrenç yaratıklar üzerinde harıl harıl çalışırken acıkır, iştahı açılır ve olmadık yemekler ister. Midesine inanılmaz düşkündür ve tam bir müzik delisidir. Bazen çok kritik bir sorunun çözümü gerekir ve Walter Bishop’tan yanıt beklenir. Walter anlatmaya başlar ve asıl konuya gelmez. Sonra durur. Asıl olayı söyleyeceğini sanırsınız ama bir anda patlatır:

“Ajan Broyles, bana şu sanatçının plağını bulabilir misiniz?”
“Astrid, bana bir dondurma getirebilir misin?”
“Peter, canım acayip sandviç çekti.”

Bunun gibi kel alaka isteklerle bizleri ters köşe edip durur. Tam anlamıyla dizinin bombası.

(Bölüm ortasında aniden ekranda beliren semboller)



Dizi kendi içinde bağımsız bölümler ve olayları barındırsa bile konsept bir yapıda ilerliyor. Her geçen bölüm ilginç olaylar peşi sıra gerçekleşiyor ve dünyanın kaderini çok etkileyecek büyük bir olaya doğru yelken açtığını görüyorsunuz. Gelecekteki bilimsel felaketlere karşı yıllar önce tedbir amaçlı bir manifesto yazılmıştır ve bu manifesto paralelinde askerlere sahip olmak acil bir ihtiyaçtır. Geçmişte yapılan deneylerin aslında kötü bir niyet doğrultusunda değil büyük ve doğru bir amaç doğrultusunda olduğunu anlama yoluna gidiyoruz.

Tüm tuhaf olayların ucu muhakkak dünyanın en güçlü on şirketinden biri olan Massive Dynamic’e dokunmaktadır. Bu şirketin kurucusu ise Walter Bishop ile yıllar önce aynı deneyler üzerinde çalışan ve onun ortağı olan William Bell’den başkası değildir. Bir adamımız delilerle yıllar boyu takılmışken, bir diğeri dünyanın en zengin adamı olmuştur. Bunun nedenleri ilerleyen bölümlerde az çok açığa çıkıyor. Dizinin özüne doğru geldiğinizde iki paralel evren olduğu ve her iki paralel evrende diğer evrene geçebilmek için bazı delikler olduğunu da görüyorsunuz.

Dizi hakkında daha fazla ipucu vermek istemiyorum. Öğrendiğim bir çok gerçeği açıklarsam tadı kaçar. Dizinin görsel efektler, yaratıklar, cesetler, tuhaf olaylar konusunda oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim. Sınır bilimi ilgilendiren, fizik kurallarını ve insan mantığını zorlayan bir çok tuhaflıklardan zevk almak istiyorsanız Fringe dizisine beklerim efendim. Şu ana kadar 2. sezon 10 bölümü yayımlandı. 14 Ocak tarihinde kaldığı yerden devam edecek.

22 Aralık 2009 Salı

Eski Japonya'da Savaş


“Kader gökyüzündedir, zırh ise göğüste, başarı bacaklardadır. Savaş alanına zaferden eminmiş gibi git, eve yaralanmadan dönmenin sırrı buradadır. Savaşa muhakkak ölmek kararlılığıyla git, eğer kurtulmayı düşünerek gidersen bil ki öleceksin. Evinden ayrılırken bir daha dönemeyeceğini bil, bunu bilirsen evine emniyette dönebilirsin; eğer aklından eve dönmeyi geçirirsen bil ki dönemeyeceksin.”

Uesugi Kenshin (1530-1578)


Lord Ryuzoji Takanobu, Bungo Savaşı’ndayken düşman kampından bir elçi, pirinç şarabı(sake) ve yemekle geldi. Takanobu gelen yemeği hemen yemek istedi, ama adamları onu durdurdu, “düşman tarafından gelen bu yemeğin zehirli olması muhtemeldir, bu bir generalin yemesi gereken bir yemek değildir” dediler.

Takanobu onları dinledi ve “Eğer zehirliyse zafere ulaşmak konusunda ne kadar başarılı olacaklar? Elçiyi buraya çağırın!” dedi. Elçinin önünde açık olan varili kırdı, üç büyük kupayla pirinç şarabı içti, elçiye takdim etti. Elçi kabul etti ve onu kampına geri gönderdi.

Yamamoto Tsunetomo

18 Aralık 2009 Cuma

Place Vendome - Set Me Free



Helloween'in efsanevi vokali Michael Kiske'nin projesi olan Place Vendome, melodik hardrock ve AOR tarzıyla adeta kulaklarımızın pasını siliyor. Kendilerini çok başarılı bulmak ile birlikte en çok sevdiğim gruplar listesinde ilk çıktıları günden beri sağlam bir yer edinmiş durumdalar. Set Me Free isimli parçası ise beni benden alan parçalardan biri. Özellikle sonlara doğru Kiske abimizin "Do you want to be free?" kelamı beni benden almaktadır.

Harry Kewell'dan Enstantaneler





16 Aralık 2009 Çarşamba

Futbolun Uzun Saçlı Güzelleri/Çirkinleri

Futbol bir temaşa oyunu. Gözlere de hitap eder. Hem oynanan futbol bazında, hem de oyuncuların imajları açısından. Bir de kuğular gibi yeşil sahada salına salına top peşinde koşturan, saçları usul usul inip kalkan uzun saçlı futbolcular vardır. Kimisine inanılmaz yakışır, kimisi uzun saçı olmasa iyice çirkin olacaktır, kimisi de çirkindir. Konumuz iç güzelliği değil tabii ki. 19 yaşımdan beri -ender dönemlerde saçımı kestirsem bile- sürekli uzun saçlı olan biri olarak, futbolcu saçdaşlarıma dair bir yazı kaleme alayım dedim. Bir numara şudur, 10 numara şudur muhabbetine girmemek için alfabetik sıraya göre futbolun uzun saçlı güzel ve çirkinlerini görelim. Listede neden şu isim yok diyeceksek eğer bu liste 100’lü sayıları dahi bulur. O yüzden 16’da bırakalım.


Andriy Voronin



Ukrayna’nın buz tutmuş çorak topraklarında top peşinde koştururken kafası çok üşümüş olmalı ki saçlarını salıvermiş. Yakışıyor da kendisine. Futbolculuğu efsane mertebesine yükselemese bile ‘bir Andriy Voronin vardı’ dendiğinde muhakkak saçlarını hatırlayacağımız topçudur.


Carles Puyol



O bir aslan parçası. Aslında aslanın ta kendisi. Yeleli aslanın yeşil sahalarda vuku bulmuş hali. Carles Puyol’u Puyol yapan en önemli parçalardan biri olsa gerek uzun saçları. Uzun saçları savaşçılığını, sadakatini, yürekten oynamasını bu kadar güzel tescilleyebilir. Bana, aslan yelesi saçları olmasaydı ‘Puyol cesareti’ uçup gidermiş hissini vermiyor değil.


Carlos Valderrama



Doksanlı yılların Dünya Kupası maceralarına göz attığımızda şahit olmayalım ki Kolombiyalı bir futbolcunun cadı süpürgesi kılıklı saçından bahsedilmesin. Futbolculuğundan ziyade saçları konuşulurdu. Ama futbolculuğu da saçları gibi dallı budaklı ve çok yönlüydü. Kaliteli bir beyin oyuncusuydu. Kolombiya’nın bir çok şeyiydi.


Edgar Davids



Kökü itibariyle Surinam’ın sıcak ikliminden kopup gelen, bir boğa kadar güçlü, sadece saçlarıyla değil gözlükleriyle de sahada bilim kurguyu yaşamamıza neden olan oyuncunun ta kendisidir. Ten rengi, uzun saç ve gözlükleri turuncu formayla yan yana koyduğumuzda söylenecek ilk şey bellidir: Edgar Davids


Emmanuel Petit



Ben şimdi ne diyeyim bu adama? Bana göre, bilmem kaç yıllık futbol tarihinin en karizmatik uzun saçlı futbolcusudur. 98 Dünya Kupası’nda kendisini takip ederken sadece futboluna değil, futbolundan çok saçlarına odaklanırdım. Uzun saç bir futbolcuya bu kadar yakışabilirdi. Eğer bir sıralama yapmak isteseydim ilk sıraya koyar ama ön adını da sorgulamaktan kaçınmazdım. Emmanuel! Çok sakat bir isim çok. Hele Emmanuelle furyası sonrası…


Fernando Redondo




Futbolculuğu ve milimetrik pasları kadar çekici saçlara sahip olan ender uzun saçlı oyunculardandı. Arjantin’in makus talihi olsa gerek, futbol dünyasında top koşturan uzun saçlı oyuncular daha çok Arjantin kökenli olunca ülkedeki enflasyonun çok can yaktığını düşünmeye başlayacağız. Halbuki o saçlara bakmak ayrı bir dert, bir dünya kuaför parası…


George Best



Britanya’nın efsane ismi. Futbolun ender krallarından. Sadece futbolu ile değil, karizması ve saçlarıyla yeşil sahaların The Beatles’ı gibiydi. O karizmasıyla kaç bayanın canını yakmıştır bilemeyeceğiz ama alkol ile kendi canını yaktı ya, işte buna çok üzüldük. Futbolun sex, drugs & Rock’n Roll’uydu kısacası…


Guti



Eyvah demeli belki de. Bazı ülkem insanlarının uzun saçlılara ve hakemlere hakaret için yönelttiği bir sözcüğü gerçeğe döken biri olarak, uzun saç sahiplerini köşeye sıkıştırabilecek bir futbolcudur kendisi. Bu aralar Real Madrid’deki durumu konuşula dursun, Galatasaray’a transferi bile cinsel seçimi nedeniyle tek başına sıkıntı sebebidir ülkem insanı tarafından. Futbolculuğu ise saçları kadar çekici ve düzgün. Bunda herkes hemfikirdir.


Karel Poborsky



Hani demiştim ya, uzun saçın en çok yakıştığı bir numaralı isim Petit’dir diye. Çek Cumhuriyeti’nin efsanevi oyuncusu Poborsky ise hiç düşünmeksizin iki numaraya koyacağım isimdi. Euro 96’da sadece futbolculuğu, attığı müthiş golleri ile değil uzun saçları ile beni derinden sarsmış oyuncuydu. Onu izlemeye doyamazdım. Hani uzun saç denen şey bir insan evladını bu kadar karizmatik ve evrilmiş kılabilirdi.


Mario Kempes



Gol sevinçleri ile saçlarının Blendax mahiyetinde bu kadar uyum içinde olduğu, dansettiği başka bir futbolcu tanımıyorum üzerine. Attığı goller sonrası zıplaya zıplaya sevinirken saçları da bedeniyle birlikte salına salına süzülürdü. Hele o kollarını açışı yok muydu? 1978 Dünya Kupası deyince sadece Kempes değil, Kempes’in saçları da aklımıza geliyordur muhakkak.


Nartallo Osvaldo



Türk futbol tarihinin en renkli, efsane halini almış, üzerine çok konuşulmuş, yeri gelince hala da konuşulan ve hatırlanan uzun saçlı oyuncularından biriydi. Beşiktaş’a imza attığı gün saçları ile Kempes etkisi yaratmıştı. Beşiktaş bir Kempes mi transfer etmişti yoksa? Futbolculuğu ve gol adedi bizi ters köşe etse bile saçlarıyla değil kelebek etkisi, kuğu etkisi yaratmış bir oyuncuydu.


Necati Ateş



Uzun saç deyip de Necati Ateş’i listeye almamak olmaz. Hele ki saçlarına dair Yılmaz Vural’ın vaazını dinledikten sonra. Hangi spor programıydı hatırlamıyorum ama yorumcunun biri Necati’nin saçlarından dem vurarak kestirse daha iyi olurdu tarzı bir şey söyleyince, Adanaspor’da Necati’nin hocalığını yapmış olan Yılmaz Vural hemen araya girmiş ve Necati’nin uzun saçlarını kollamıştır. Necati hocasına eğer saçını ıslatmazsa, sıkı bir şekilde bağlamazsa saçlarının yerinde durmadığını ve inanılmaz kabarık durduğunu, rahat edemediğini söylemiştir. Bu da gizli Valderrama etkisi olsa gerek.


Rene Higuita



Sadece Kolombiya’nın değil dünya futbolunun en renkli oyuncularından biriydi. Kaleciliği, sürekli kalesinden açılarak rakip forvetlere çalım atması, artistik hareketlerle (özellikle akrep kurtarışı!!!) yaptığı kurtarışların yanında Valderrama tipi saçlarıyla futbol tarihine damgasını vurmuştu. Valderrama ile birlikte futbolun çirkin güzeliydiler. Bu iki güzelliğin Kolombiya’da olması ise ayrı bir soru işareti. Buradan yola çıkarak çekilen kokonun saçlara süpürge etkisi yapıp yapmadığının incelenmesini bilim adamlarına bırakıyorum.


Roberto Baggio




Futbolu güzel. Adamlığı güzel. Kendisi güzel. Saçları güzel. Karizması ve yakışıklılığı hepsinden de güzeldi. Bu kadar güzelliği bir araya getirmiş bir futbolcunun yeşil sahalarda bizlere her anlamda görsel şölen sunması karşısında kendisine büyük teşekkür borçluyuz. Top sakalı ve arkadan uzattığı saçıyla Dünya Kupalarının en güzel imaj sahiplerinin başında geliyordu.


Ronaldinho



Futbolu muhteşem, ayakları muhteşem, çalımları ölümcül, futbol aklı insan üstü, yüz ifadesi ve dişleri çirkin olarak nitelendirilen ama saçlarıyla sallantılı dış görüntüsünü örseleyen futbolcu modeline örnek isimdir Ronaldinho. O gür saçları hangi tarlada ve nasıl yetiştirdi, tarifini almak lazım. Dökülen saçlara elbet ilaç olacaktır.


Ruud Gullit




Uzun saçlı futbolcu dediğiniz zaman söyleyeceğimiz ilk isim, ilgili cümlede kurulacak ilk öznedir Ruud Gullit. Güçlü fizik yapısını ve geniş göğüs kafesini, iyice yükselerek toplara kafa vurduğu anlarda kendine has saçlarıyla etkileyici imaj yönünde tamamlardı. 1988 Avrupa Şampiyonası’nda SSCB’ye attığı goldeki endamını dikizlemekte fayda vardır. Hastasıydık rastalı saçlarının…

11 Aralık 2009 Cuma

Antalyaspor – Galatasaray: Futbol Gariplikler Oyunu



Futbol kırılganlıklar ve kader oyunu...

Oyun 2-1 devam ederken Necati’nin direkte patlayan kafa şutunun geri dönüp Galatasaray adına beraberlik sayısı olması gibi. Ya da tıpkı Galatasaray’ın kendisine özgü kırılganlığı gibi.

Futbol denge ve dengesizlikler oyunu...

Galatasaray’ın defans arkasına atılan toplarda dengesizlik bombası olması, Antalyaspor’un haddini bilip dengeli oynaması ve rakibinin dengesizliklerinden yararlanmak istemesi gibi. Galatasaray ise bazı anlamlarda tam bir dengesizlikler takımı. İlgili dengesizliği ile rakip takımların iştahını kabartması ve en büyük zaafının bu olması gibi.

Futbol başarı ve başarısızlık oyunu...

Bazen skora bazen oyuna göre. İBB maçında oynanan oyunda başarıdan söz edebilecekken skorsal olarak başarısızlıktan, bir sonraki maçta oynanan bütünsel oyunda başarısızlıktan söz edebilecekken skor anlamında başarıdan söz edebileceğimiz gibi.



Galatasaray’ın bir tarafı diğer tarafını tutmuyor. Bir denge takımı olduğundan söz edilemez. Galatasaray’da bireysel yetenekler ve ofansif bölge elemanları anlamında pozitiflikten bahsedebilecekken, takım savunması, defansif görevlere özgü denge durumu ve top rakipteyken agresif baskı uygulayabilmek anlamında yetersizlikler ve koordinasyonsuzluklarından dem vurabiliriz. Antalyaspor’un bulduğu iki golün birbirinin kopyası amatörce yenilen goller olması, bu kadar basit goller yenmesi defans bölgesi elemanları ve dizilişleriyle açıklanabilecek, buna yontulabilecek bir sorun değildir. Tamamen takım savunması ile alakalı. Galatasaray rakip bölgeye çöktüğünde çabuk top kaybı yapmakta, bu kayba hemen reaksiyon gösterememekte, rakibine agresif ve kademeli bir baskı uygulayamıyor. Hal böyle olunca sezon başından beri her rakip Galatasaray’ın bu zaafından faydalanarak ani ve çabuk toplarla hızlı adamlarını kullanarak Galatasaray’ın arka alanında cirit atıyor, piknik örtüsünü seriyor, sepeti açıyor, rakısını açıp kavunu kesiyor. Galatasaray’ın ikinci yarıda biraz daha derli toplu görülmesinin iç yüzünde ise rakibe kaptırılan toplar sonrası daha agresif bir baskı uygulaması ve pas futboluna yönelmesi yatıyor. Ama atılan gollere baktığımızda takım oyunundan ziyade bireysel beceriden bahsedilebilir.

Galatasaray’ın denge duyusuna ihtiyacı var. Çünkü defansı ayrı bir dilden, orta sahası farklı bir dilden ve forvet bölgesi bambaşka bir dilden şakıyor. Hal böyle olunca 4-3-3 sisteminin en önemli koşullarından biri olan defans-orta saha-forvet bloklarının uyumundan söz edilemiyor. Rijkaard’ın öncelikli olarak çözümlemesi gereken en önemli işlerden biri bu olmalı. Antalyaspor’un rakibin uyguladığı ofsayt pozisyonlarında yer yer 4-5 oyuncuyla Leo Franco ile resmen karşı karşıya kalması aslında bütün resmi gözler önüne sermeye yetiyor.

Bu maçta bazı isimlerin ön plana çıkmasından bahsedebiliriz. Şu an Galatasaray’ın ligde en çok gol atan oyuncusu olan ve bana göre en formda oyuncusu olan Kewell, uzun bir aradan sonra gerçek performansına geri dönüş yapan ve adeta takımını ipten alan Keita ve de her geçen maç üstüne koyan, takıma alışan ve adaptasyon sürecini yavaş yavaş atlatıp sisteme uyum sağlamaya çalışan Elano’yu ayrı bir düzlemde değerlendirmek gerekiyor. Arda ise oyunun genelinde pek etkili görünmese bile çok etkili ortaları ve Kewell’ı sürekli pozisyona sokması ile üzerine düşen görevi yerine getirdi.

Elano’ya ayrı bir paragraf açmakta fayda var. Elano’nun futbol dili ve aklının, şu anki Galatasaray’ın futbol dili ve aklından daha üst seviyede olduğunu düşünüyorum. Bana göre İBB maçının en etkili isimlerinden biriydi ve çok iyi işler yapmıştı. Belki de maçın en iyi oyuncusuydu. Bunu İBB maçında girdiği iki net gol pozisyonuna değil, Galatasaray’a aktarmak istediği futbol dili, aklı, hücuma hız ve etkinlik kazandıran etkili ve ters pasları ve oyunu harika yönlendirmelerine dayandırıyorum.

Galatasaray’ın kırılgan yapısı içinde takıma yeni katılıp farklı bir oyun diline sahip oyuncuların adaptasyon sorunu çektiğini gözlemlemişizdir. Bunun iç yüzünde Elano dışında kalan oyuncuların Elano’nun futbol diline ve Elano’nun da diğer oyuncuların futbol diline yabancılıkları yatıyordu. Son maçlara kadar pas organizasyonu denkleminde Elano bir nevi üvey evlat muamelesi görüyor, oyun içinde yalnız kalıyordu. Ne zaman ki pas denklemlerine ve oyun sistemine Elano dahil edildi, o noktadan sonra Elano’nun farklılığı ortaya çıkmaya başladı. Elano bir Lincoln değil. Hele bir şov adamı hiç değil. Lincoln’a göre çok farklı özellikleri var. Lincoln iyi gününde çok etkili gollere öncülük edebilir, şov yapabilir ve bireysel yeteneği ile göze hoş gelen bir futbol sergileyebilir. Ama Elano bireysellikten ziyade et tırnak ilişkisinde olduğu gibi takım oyununa iştirak eden, oyunu geri bölgeden etkili paslarla çok iyi yönlendiren, top rakipteyken rakip takıma baskı uygulayan, koşan, mücadele eden ve usta işi ters paslarıyla takımı bir anda gol pozisyona sokabilen futbol aklına sahip. Diğer oyuncuların bu akla eşlik etmesiyle Elano’nun Rijkaard sistemi için ne kadar önemli ve kilit bir oyuncu olduğu her geçen gün anlaşılacaktır.

Klasikleşmiş Türk futbol seyircisinin aklını dikkate aldığınızda gol yoksa başarı da yoktur. Elano onlara göre yıldız oyuncudur. Gol atmadığı, attırmadığı sürece başarılı sayılmayacaktır gibi bir bakış açısı hakim. Sanki gollere iştirak edemezse yıldızlık apoleti omzundan sökülecektir. Bu çok yanlış bir görüş. Bana göre Elano yıldız bir oyuncu değil, tam bir takım oyuncusu, sistem oyuncusu ve pas futbolu için kilit bir oyuncudur. Elano’nun attığı gol moral kazanması, arkadaşlarına güven vermesi, takımına yardımcı olabileceği psikolojisini diğer arkadaşlarına yükleyebilmesi, takım tarafından iyice kabul görmesi açısından çok kritik bir önem taşımaktadır.

Keita için ise diyecek hiçbir şey yok. Hiç ummadık anda ummadık işleri yapan adam. İlk yarıda takımın bireysel beceri anlamında en etkili adamıydı. Takımını öne geçirdiği pozisyonda yaptıklarını yapabilecek fazla oyuncu yoktur zannedersem. Rakip oyuncu beline sarılmasına rağmen inatla mücadelesine devam etmesi ve olmadık bir anda takımını öne geçiren golü attırması geriye dönüşü anlamında onun için büyük bir moral oldu. Rijkaard’ın elde etmek ve geri döndürmek istediği Keita buydu. Bu performansı ondan alabileceğini düşünmesi Keita’nın haftalar sonra ilk 11’e dönmesini sağlamıştır.

Galatasaray son haftalarda gol atma sıkıntısı yaşarken, bir golden fazlasını atamazken, 2-0 geriye düştüğü maçtan sonra geriye dönük birkaç haftalık istatistiğini yerle bir ederek oyuna asılması, çok etkili oynayamasa bile maçı çevirmesini bilmesi ileriki haftalar için takıma büyük bir doping etkisi yapacaktır. Takım adına hem gol kısırlığının üstesinden gelmiş oldu, hem de ilk haftaları andıran ne kadar çok ofans oyuncusu o kadar kalede görülen gol ama daha fazla atılan gol alışkanlığına atıf oldu. Son haftalardaki kadro dizilişlerinin aksine Galatasaray uzun haftalar sonra biraz daha ofansif bir kadro ile sahaya çıktı ve yediğinden daha fazlasını atmasını bildi. Belki şans yanındaydı ama şansın ne zaman kimin yanında olacağı bilinmiyor. Tıpkı İBB maçında tüm şanssızlıkların Sarı Kırmızılıların yanında olması gibi.

Galatasaray adına diğer olumlu görüntü 3-2 sonrası, son haftalarda klasikleşmiş son dakikaların panik sendromundan uzaklaşmasıydı. Son dakikalarda pas örgüsünden kopan, iyice geriye yaslanan ve panik yapan Galatasaray’ın yerine ayağa pas yapan, daha sakin olan ve son 3-4 dakikaya kadar bunu başarıyla yerine getiren bir Galatasaray gelmişti. Bu dakikalarda oturtulan pas trafiği zaten çok mücadele eden ve çok koşan Antalyasporlu oyuncuları iyice oyundan düşürmüş ve yorulmalarına neden olmuştu.

Bu maç kazanılmış olabilir ama Galatasaray adına hala eksik olan çok şey var. Tabii bunlar bir anda düzeltilebilecek sorunlar değil. Takımın daha dengeli olabilmesi, takım savunmasını uygulayabilmesi, defans-orta saha-ofans bloklarının birbirine yakınlığı ve uyumunu sağlayabilmesi, pas hızının arttırılması, top rakipteyken boş alan bırakılmaması ve takımca agresif baskı uygulaması gibi çalışması gereken dersler var. Galatasaray’ın genel oyun formatı geniş bir alana yayılarak uygulanan pas futboluna odaklı. Geniş alanda böyle bir oyunu oynayabilmek için takım olarak iyi bir koordinasyon kurmanız, agresif ve hızlı oynamanız gerekmektedir. Eğer oyuncular ve bloklar daha hareketli ve birbirine daha yakın oynarsa Galatasaray’a sorun olan dengesizlik duyusu bir nebze azaltılacaktır.

Formda bir Sabri’nin, takımın etkili ataklar yapılabilmesi ve patlayıcı özellikler sergileyebilmesi için ne kadar önemli bir oyuncu olduğu gerçeğine dikkat çekmek gerekiyor. Gerek Uğur, gerekse Caner böyle bir etkinlik için bugün oldukça yetersiz kaldılar. Kademe anlayışı anlamında takıma katkı yapamadıklarını gördük. Aslında bunu biraz da takım oyununu oynayamamaya yormak lazım. Çünkü oynanan futbola kısa bir bakış attığımızda, bireysel yeteneklerin ve ofans oyuncularının inisiyatiflerinin takım oyununa üstün geldiğini, ofansif oyuncuların ofans anlamında görevlerini az çok yerine getirirken, defansif anlamda tüm takımın bocaladığını; bu sorunlar toplamı sonucunda da defans oyuncularının mecburen çok sırıtık görünmesini gözlemledik.


Son olarak, kim ne derse desin, ister fiziksel olarak zayıf olsun, ister 90 dakikayı çıkartamayacağı söylensin, ister 90 dakika tam performansla oynamasını engelleyen hastalığının mevcudiyetinden dem vurulsun, ne yapılıp ne edilsin, Harry Kewell’ın sözleşmesi sezon sonunu beklemeden uzatılsın. 90 dakikayı çıkartamayacağı ve Rijkaard’ın aklında olan tempolu oyuna ayak uyduramayacağı söylenen Kewell, Rijkaard’ın değişmez bir adamı konumunda. Keita ve Arda 90 dakika sahada yer alamazken, son maçlarda sürekli 90 dakika sahada yer bulmakta; aklı, tecrübesinin getirdiği kondisyonunu ekonomik kullanabilme yetisi ile fiziki sorunlarının üstesinden gelmesini biliyor karizmatik adam. Baros’un yokluğu takım sistemini olumsuz bir şekilde sekteye uğratmışken, Kewell o noktadan sonra takımın en çok sorumluluk alan ve katkı yapan oyuncusu haline geldi. Bu haliyle şu an takımın en formda oyuncusu olmasını geçtim, attığı gol ve yaptığı katkılarla sezonluk kariyer rekoruna doğru yelken açmıştır 2010 Dünya Kupası öncesi. Dünya Kupası’nda müthiş bir ivme yakalarsa Kewell gibi bir adamı Sarı Kırmızılı forma altında tutabilmek güçleşecektir.

Maç sonrası takımda kalıp kalmayacağına dair sorulan soru sonrası, bunun tek başına verebileceği bir karar olmadığını, yönetimin ve diğer yetkili kişilerin alacakları kararın da kesinleştirici bir etken olacağını söylemesi biten sözleşmesi hakkındaki durumu gözler önüne seriyor. Teknik heyetin sözleşme uzatımını onaylaması ve yönetimin de istemesi durumunda Kewell’ın sözleşmesini devam ettireceği hissini edindim bu açıklamasından. Umarım uzatılır Sarı Kırmızılı futbolun karizmatik ışığının sözleşmesi.. Çünkü biz ona çok alıştık…

Gıdak...


Kendisini bir anda tel örgüler arasında buldu. Sağa baktı... Sola baktı.... Gördüğü yüzlerce tavuktu.

Pis kokulu tavuklar...

Öylesine duruyor ve garip sesler çıkarıyorlardı. Varlığının bu tel örgüler arasındaki mevcudiyetini sorguladı. Düşündü, düşündü, bulamadı...

Biraz yürümek istedi ve sendeledi. Bir an kanatları açıldı.

Ne???

Kanatlar mı?

Evet... Kanatları vardı. Açmak istedi kanatlarını ve açtı. Bembeyaz kanatlar... Ufacık da gagası vardı. Kendini iyice inceledi. Birden garip bir ses çıkardı "gıdak" diye... Buna hiç bir anlam veremedi. Çok şaşırmıştı. Ama bunu yapmak hoşuna gitmişti. Bir daha yapmak istedi... Ama birden soluğu kesildi. Acı duymaya başladı. Titriyordu. Tüm vücudunu bir ağrı kaplamıştı, gerilmişti. Terlemeye başladı ve daha büyük bir acı beynini kapladı. Acısı doruğa tırmandı ve son kez titredi. Bir anda rahatladığını hissetti. Perdeli ayakları arasına baktı...

Yumurta... Bir tane yumurta duruyordu... Yumurtlamıştı...

Birden uyandı. Bir rüya görmüştü. Çevresine baktı. Gördüğü yüzlerce tavuktu. Kendisine baktı... Beyaz kanatları ve ufak gagası vardı...

Bir rüya dahi olsa, bir an için dahi olsa kendisini insan sandığı, bir insan gibi düşündüğü ve insan gibi hissettiği için kendisinden iğrendi.

O bir tavuktu...

Ve bundan daima mutlu ve memnun olmuştu...

10 Aralık 2009 Perşembe

Hayatımın Solosu

Deseler ki, bir müzik eseri seçeceksin, enstrümental olacak ve hayatının solosu olacak. Hiç düşünmeksizin Jason Becker’in Altitudes isimli eserini seçerdim. Üniversiteye başladığım 1995-96 sezonunda bu parçayı kaç kere dinlediğimi ve her dinlemede tüylerimin diken diken olmasını asla unutamam. Muazzam bir sanat eseriydi.

Jason Becker dünyanın en iyi gitaristlerinden biriyken maalesef yıllardır tekerlekli sandalyeye mahkum felçli bir hasta. Uzun yıllardır savaşıyor ve hiçbir yerini kıpırdatamıyor. Ama ona rağmen bilgisayar vasıtası ile melodileri belirleyerek hala bir şeyler üretmeye çalışıyor.

İlk klip Altitudes parçası. Diğer klip ise geçmişten şimdiki hale bir geçiş, adamımızın şimdiki halleri…




GOJIRA: Dünya soluyor


Fransa’nın metal dünyasında fazla etkili olmadığı bilinen bir gerçek. Ülkenin makus talihi böyleymiş dedirten bir durum. Ama bu makus talihin değişme umudu, Gojira isimli, Teknik Thrash/Death etiketini taşıyan bir Fransız grupla yeşerdi gibi. ‘Erken umutlanmadık mı?’ sorusuna ‘evet’ cevabını verebiliriz ama, görünen gidişatın üstüne koyulmaya devam edilirse parlak bir gelecek var. Gerçi şimdiden kendilerini fazlasıyla kanıtlamış bir grup. Benim için çok özeldirler.

1996 yılında kurulan, ilk iki albümleri “Terra Incognita” ve “The Link” (The Link ikinci basımıyla dünyaya yavaştan açılmaya başlasa da) ile Fransa sınırları içinde kalabilen, ama 2005 biterken yayınladıkları mihenk taşı bir albüm olan “From Mars To Sirius” ile zeka parıltıları saçıp, sorumluluk sahibi insanlar statüsünde yer alan, profesyonel adımlar atmaya başlayan Gojira, bu şaheserin etkisiyle Fransa duvarlarını yıkıp dünyaya açılmaya başlamıştı. İlk ismi Godzilla olan grup, telif hakları nedeniyle ismini 2000 yılında yine aynı anlama gelip, Japonca kelime olan Gojira’ya çevirdi.

Yaşam, dünya, çevre, ekolojik sistem üzerine söylevleri olan ilgili Fransız çocukları, 90’lı yıllarda çıkmış en iyi ve orjinal gruplardan biri olma yolunda sağlam adımlar atıyor. İmaj oyunlarını, mosh işaretini ve Metal motiflerini arka planda bırakıp, içlerinden gelen müziği yapıyorlar. Bir şeyleri değiştirmenin, laf edebiyatı yapmanın ya da dünyayı kurtarmanın derdine düşmediler. Sadece sorumluluk sahibiler; dünyayı, bozulan ekolojik sistemi, her geçen gün dünyamızı öldürdüğümüzü, artık doğallıkların yok olduğunu belirtiyorlar. Söz konusu doğallık; sadece doğa ana ya da doğal yaşam değil, aynı zamanda içten davranışlara karşılık gelmekte, samimiyetsizlikten uzak ruh halini de simgelemektedir.


Gojira müziğindeki değişimler, Thrash etkili güçlü groove riffler, atmosfer içeren drone tonlar, güçlü brutal vokal ve Death Metal temeli; her geçen gün bozulan, kanayan ve karanlığa gömülen bir dünyanın tasvirinde yardımcı olur. Müzikal etiketin aksine, ortaya konulan semboller, duruş, sözlerle aktarım ve konsept yapı, tam tersini söyler. Sıraladığımız etmenler, grubun müzikal gaddarlığını nötrleştiriyor. Grup elemanlarının içinde yaşayan duygu oldukça insancıl. Bazen insancıl duyguları aktarabilmek, gaddar melodileri gerektirebilir.


“The Link” albümü kapağındaki “ağaç” motifi, yalnızca ‘doğa’ anlamına gelmemekte, hayatımız ve dünyamızdaki ‘doğru – yanlışlar’ arasındaki bağlantıya, zincirleme düzene de işaret eder. Zincirin bir parçasının kopması, bütünün (ya da dünyanın, yaşamın) zarara uğraması mahiyetindedir. Ekolojik ve sosyolojik yapı içerisindeki yaralanma ve kopuşlar, zincirin tüm halkalarını etkiler. Çünkü zinciri oluşturan tüm halkalar birbiriyle ilişki içerisindedir, birbirine muhtaçtır. Bir parçanın eksik kalması sonun başlangıcını oluşturur.


“From Mars To Sirius” albümü kapağındaki “uçan balina”, anlattıklarına bir araçtır. Neler anlatıldığı, ne gibi yolculuklara çıkıldığı, Mars’tan Sirius’a doğru ‘uçan balina’ ile olduğu gibi resmedilmekte, ifade edilmektedir.

Tüm bu yapıyı bir araya getirince ince zeka dokunuşlarını görebilmek mümkündür. Müzikal tarz ile sözleri birbiriyle uyumlaştıran ince bir ayar söz konusu. Zaten albümler bazında müzikal yapının gelişimine bakıldığında, daha karmaşık ama çok fazla yetenekli olmayan bestelerden (Terra Incognita ve The Link), biraz daha açık ama yerli yerine oturtulmuş, usta işi besteler karşımıza çıkmaya başlar (From Mars to Sirius). Yolculuk başlamıştır bir kere. Bu yapının yanında, hassas bir denge durumu dikkati çeker. Özellikle ilk iki albümdeki denge duyusu karmaşıktır, değişimlere tabidir. Bahsedilen kavramlar ve yansıtılan sözler, dünya dengesi üzerine kurulduğu için, her geçen gün sarsılan dünya, ekolojik sistem ve sosyolojik yapıyı, dengesi sürekli bozulan bir müzikal yapı betimleyebilirdi. Ama son albümlerle beraber denge yapısı yavaş yavaş oturmaya başlar, müzikte devamlılık söz sahibi olur.



2008 yılı tarihli son albümleri “The Way Of All Flesh” ise diğer albümlerine nazaran oldukça farklı ve deneyseldir. Yerkürenin ekolojik dengesinin bozulmasını ve bu noktada insanoğlunun neler düşündüğünü aktarma duygusu inişli çıkışlı bir tempo ile kendisini belli etmektedir. Albüm içerdiği farklılıklar nedeniyle anlaşılması ve dinlenilmesi zor albüm sıfatı taşıyor.

Onları ifade etmek pek kolay olmasa gerek. “From Mars To Sirius” isimli albümlerinin Heavy tarihinin en iyi işlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Global Warming isimli parçada defalarca ‘çocuklarımızın büyüyüşünü görebilecek miyiz?’ sorusunu sormaktadırlar. Şarkıların ruhunda aslında garip bir yalnızlık var sanki. Kendi kabına sıkışmış bir ferdin dünyaya ve hayata dair taşıdığı sıkıntıları, bireysel sıkıntıları sorgularla toplumsal temalarla çevirmek söz konusu.


Ormanlarda yaşamak,
Ağaçların dalları ve kökleri arasında uzanmak istiyorum
Yosunlarının üzerine oturarak
Nehire bakarak rahatlamak istiyorum

Daima ormanlarda yaşamak istiyorum
Ağaçların gücünü,
Yaşam, hayvanlar ve yıldızlarla bağlantısını daima hissetmek istiyorum

Okyanusun derinliklerindeki balinalarla konuş
Evrenin derinliklerindeki gezegenlerle konuş


PS: Grubun davulcusunun Messi'ye benzerliğine dikiz...

8 Aralık 2009 Salı

Hastalığımdan Skibbe’ye, Oradan Galatasaray’a


Son bir ay benim için oldukça durgun geçti sayılır. Genel anlamda motivasyonsuz, keyifsiz ve sıradan bir dönemdi. Savaşacak çok mecra var. Nihayetinde insanoğlu yoruluyor. Kaldırabileceği kadar bir yükü var ve bu yük ağır olunca kendisini çok enerjik hissedeceği söylenemez. Geriye fazla bir şey kalmıyor. Belki sinemalar, belki takımının oynayacağı güzel bir oyun, belki işten eve evden işe giderken dinlediği müzik, okuduğu kitaplar, odasında teneffüs ettiği hava ve oradan çıkarmaya çalıştığı huzur duygusu.

Hastalığımın doktor ayağını da şimdilik halletmiş durumdayım. Mevcut Charcot Marie Tooth (CMT) hastalarına göre gayet iyiymişim. CMT’nin ikinci tipini taşıyormuşum ve en hafif türü oluyor. En azından şimdilik. Tıp biliminin bu hastalığı kesin anlamda tedavi etmesi veya tamamen durdurması imkansız. Şu an için. Bu yüzden ilerlemenin biraz daha yavaş olması için yapılabilecek bazı şeyler var. Bol bol hafif egzersiz yapmak, alkol ve sigara kullanmamak, bol bol C vitamini, B12 vitamini, koenzimQ10 vitamini, potasyum takviyesi yapmak gibi. Kendimi hiç yormamak, bileğimi saran ayakkabılar giymek, diz kapaklarımın üstünde durmamak, ayak ayak üstüne atmamak, sıkıntı ve stres yapmamak, yürürken hafif bir tempo tutturmak, kendimi zorlamamak gibi. Hani neredeyse kendime titremem gerekiyor gibi bir şey. Kasları zorlayacak en ufak bir hareket yasak sayılıyor. Kollar ve ellerim için de her ihtimale karşı egzersiz yapmam gerekiyor. Sağlıklı yaşam, kendime bakmak, stres yapmamak! Bunlara eyvallah! Ama bu hayat savaşında stres yapmamak ne kadar mümkün ki? Durduramayacağız hastalığı ama en azından kendimize bakarsak ağır şartlar da oluşmaz gibi. Umarım yani. Sonuçta 15 yaşından 33 yaşına kadar hangi evreden geçtiğimi biliyorum. Umarım ileride daha kötü bir durum söz konusu olmaz. Olmayacağına dair kimse garanti veremiyor sonuçta.

İnsan durgunlaşıyor bazen tabii ki. Şöyle bir Green Carnation açarak 9-29-045 parçasının dinginliğinde yüzmek, Riverside’ın Acronym Love şaheserinde ruhumu dinlendirmek, NILE ile biraz enerji pompalamak istiyorum ruhumun içinde. Bazen içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. İşti, evimdeki sorumluluklardı, oydu buydu derken Bezgin Bekir’in tahtına aday olduğumu düşünüyorum. Hoş! Odamdayken ondan ne farkım varsa! Gerçi en azından yatağımın üzerinden plazmada güzel sinemalar izliyor, bol bol kitap okuyorum. Bu da bir şey en azından. İş sonrası kendini ödüllendirmek ve yorgunluğu alma çabaları.

Tabii bir de Galatasaray var. Halbuki bu garip ruh halime neşe ve enerji verebilecek ilaçlardan biri kendileri. Nedense son dönemlerde bir ilaç olmaktan uzaklar. İBB maçının 45-70. dakika aralarındaki futbolun çekiciliğine şahit olsam ve ilgili anlardaki tempo, heyecanın müptelası olsam bile, sonuca dönüp baktığınızda karşılaştığınız şey üzüntü. Hani CMT hastasıyız ya! Hani üzülmemek lazım ya! Beni üzdükleri için dava mı açsam oyuncularımıza? Belki Kewell’ı, Arda’yı, Mehmet Topal’ı ve de kıllı bağrına yandığım Mustafa Sarp’ı ayırmalıyım dava edilecekler listesinden. Ya da kayırmamak lazım. Vazgeçtim davadan!

Hani yazının girişinde bir sıkıntıdan bahsettim ya. İçimden hiçbir şey gelmiyor dedim. Keyfim yok, Bezgin Bekir gibiyim dedim ya. Bence Galatasaray’ın durumu da benden farksız. Belki asıl sorunun merkezinde bu ruh hali yatıyor. Benim durumumdan farklı olarak ortada kendilerine güvensizlik denen bir şey daha var, Sarı Kırmızı armalı oyuncuların ruhuna giren. Skibbe’yi de aklıma getiren. Az çektirmediler bu efendi, adam gibi adam olan Alman’a. Halbuki elinden gelen her şeyi yapmıştı. Öyle karmaşık bir yapıyı teslim etmişlerdi ki ona, Galatasaray’ın son dönemlerde alamet-i farikası olan “kırılganlık” karşısındaki metanet eşiğine takılıp kalmıştı.

Galatasaray’ın en büyük sorunu bu işte: KIRILGANLIK… Çok hassas bir yapı. Ufacık bir kıldan nem kapan bir ruh hali. İç sahada peş peşe Eskişehir, Manisa ve İBB maçlarında son dakikalarda eli ayağa dolaştırmanın iç yüzünde de ince çizgilerle bu hassasiyet yatıyor. Bu takımın başına kimi koyarsanız koyun, oyuncuların o ruh hallerini dirençli bir hale getiremiyorsunuz.

Siz buna ister gerginlik deyin. İster güçsüzlük. İster kendine güvensizlik. İster sinerji kaybı. İster gece gezmeleri, kampa girmemeler, ruhsuzluk, isteksizlik. Ne derseniz deyin. Bence hepsinden bir parça. Rijkaard’ın Türk futboluna dair yaptığı açıklamaların iç yüzüne tamamen şahit olmak durumu söz konusu. O Rijkaard ki, o bile oyuncuların ilgili ruh hallerini değiştiremedi şu an için. Skibbe’nin günahsız olduğunu, günahlı olsa bile günahın en hafifine sahip olduğunu buradan bile anlayabilmeliler Sarı Kırmızılı renklere gönül verenler. Bence, Skibbe’nin bazı maçlarda ulaştığı performansa bu takım hala ulaşamadı bazı anlamlarda. Galatasaray’ın kendine has kırılgan yapısını bir teknik direktörün tek başına değiştirebilmesi imkansız. Bu hem yönetimde, hem diğer çalışanlarda, hem psikologlarda ama en çok da futbolcularda bitiyor. Sonuçta sahaya baktığınızda, belli bir noktadan sonra oyundan düşen oyuncular topluluğu görüyorsunuz. Güçsüzlük mü demeli ya da koordinasyonsuzluk? Maçları koşan, çabalayan, isteyen, doğruları uygulayan kazanıyor daha çok.

Biz bu takımın sezon başındaki oyununu sevmiştik. Yeşil zeminde sergilediği futbolun ötesine geçen bir şey vardı. Oyundan bağımsız olarak futbol denen şeyi güzel ve etkin kılan bir güzellik vardı. Biz bu güzelliği özellikle sevmiştik. Yedek kulübesinde duran Keita ve Elano’nun heyecanlı bir şekilde sahadaki arkadaşlarını izlemesini ve heyecanla gol bulmalarını istedikleri o çocuksu bakışlarını sevmiştik. Oyuncuların futbol oynama iştahlarını, çocuk gibi şenliklerini, bir şeyi yaparken zorlandığınızda hani dilinizi afacan bir çocuk gibi çıkarırsınız ya, işte bu oyuncuların Rijkaard sistemini sahada yansıtmaya çalışırken afacan çocuklar gibi dillerini çıkarırcasına bir şeylere disiplinli bir şekilde bağlı olmalarını sevmiştik. Gözlerindeki ışıltıyı sevmiştik. Hepsinin gözü ışıldıyordu yıldızlar gibi. Rijkaard’ın her dediğini minik çocuklar gibi yerine getirmek isteyen ruh hallerini sevmiştik. Skoru bulduktan sonra kendisini bulan, rakibini pas manyağı eden, kontrolü elinde tutan oyun düzenini sevmiştik.

Peki sorarım o halde. Yukarıdaki paragrafta bahsettiğim hangi seçenekleri ve güzellikleri görüyoruz artık? Oyuncuların maçları kazanmak istediklerini biliyoruz. Senden, benden, ondan, bizlerden çok daha fazla istiyorlar. Öyle ya da böyle sahada ter döken onlar. Tabii ki kazanmayı isteyecekler. Herkesten çok. Ama eğer bu kazanma arzusu kelimelere, futbola, koordinasyona dökülemiyorsa, rakibe üstünlük kurulamıyorsa ortada bir kırılganlık, hassasiyet, psikolojik bir kayıp, sinerjisizlik, güçsüzlük ve kendine bakmamak gibi olumsuzluklar söz konusu. Güçsüz olan biri bir şeyi kazanmayı çok istese bile güçsüzdür adı üstünde. Başaramaz. İstediklerini yapamaz. Bir de ruhu kırılgan ve bedeni kendine güvensiz ise vay o futbolcu topluluğunun haline.

Yoksa bu takım Keita, Elano, Leo Franco yokken bile Skibbe yönetiminde yurtiçindeki bazı maçlarda iyi tempo koyuyor, bazı maçlarda göze hoş gelen bir top oynuyor, ayağa paslarla güzel hazırlanmış goller atıyorken, yurtdışı maçlarında tamamen şahsiyet değiştiriyor ve Skibbe’nin Avrupa arenasındaki taktik dehasıyla rakibini boğuyordu. Uzun yıllar sonra Avrupa arenasında kimliğini yansıtan, özlenen Galatasaray’ı sergileyen bir oyuna imza atıyordu. Skibbe ne yaptı ki derler şimdi. Halbuki Skibbe denen şahsiyetin Avrupa arenasında defalarca çeyrek finallere imza attığını çok yakından biliyorduk. Bu da onun bazı konularda yeterlililiğinin işaretiydi. Onca sorun, sakatlık, alternatifsizlik, kırılganlık ve ince hassasiyetler sonucunda takım düşüşe geçmiş ve her şey Skibbe’den bilinmişti. Asıl sorun Skibbe, Rijkaard falan değil. Asıl sorun bana göre oyuncuların kafa ve fizik yapısında. Kırılganlıklarında..

Ben bile kendime bakmadığımda, sağlığıma dikkat etmediğimde kendimi iyi hissedemiyorum. Hayata karşı bir duvar çekiyorum. Kendim dışımdaki her şeyi flu bir histen sayıyorum. Duyumsayamıyorum bile. Ne zaman ki kendime ve sağlığıma dikkat ediyorum, bana enerji verecek mecralara el atıyorum, psikolojik olarak kendimi iyi tutuyor ve kırılganlıklardan uzaklaşıyorum, işte o zaman “ne güzel hayat” diyorum. Bu ruh hali yerküre üzerindeki tüm insanoğlu için geçerli. Son dönemdeki iniş grafiğinin sadece sahadaki futbol ile değerlendirilmeye çalışılacak olması tamamen yetersizdir nezdimde.

Kırılganlık ve güvensizlik zincirlerini kırmaya, beden ve ruhlarını güçlü, dinç tutmaya ihtiyaçları var Sarı Kırmızılıların. Bazı şeyler Rijkaard’dan öteye. Yönetimden de.. Futbolcular bir takımı rezil de eder vezir de. Aslolan vezirlik yolunu bulabilmek. Yoksa 4-3-3 imiş, 4-2-3-1, 5-6-1-3 imiş hiç ehemmiyeti yok. Bazı ruh hallerinde matematiğin ilaç olduğu hiç görülmemiştir. Çarkları sağlıklı kılmadığınız sürece. Tıpkı insanoğlunun o kırılgan ruhu gibi… Bazen sakince ve çocuklar gibi çekirdek çitletmek lazım. Gülmek ve ruhu dinç tutabilmek...

2 Aralık 2009 Çarşamba

Hastalık ve Bloga Bir Süre Ara Veriyorum...

Merhaba arkadaşlar,

Bir süre blogumda görüşlerimi ve yazılarımı paylaşamayacağım. Bu aralar sağlık sorunlarımla ilgilenmem gerekiyor. “Charcot Marie Tooth” isimli ülkemizde pek bilinmeyen bir hastalıkla uzun zamandır savaşıyorum. Tedavi imkanı olmayan ama durumun daha kötüye gitmesini engelleyen bazı tedavi seçeneklerine sahip, garip bir hastalık olduğunu söyleyebilirim. Geçmiş zamanlarda da sık sık tedavi altındaydım ama ne hikmetse eski doktorlar teşhis konusunda biraz hatalıydılar. İşinin ehli bir yere uğradığım için gerekli her türlü tedaviye yakında başlayacağız. Ayak bileğimden biyopsi alınmasıydı, oydu, buydu derken ki hastanede yatma durumum da söz konusu, bu esnada sizlerden uzak kalacağım. Umarım bu ayrılık uzun sürmez. Görüşmek üzere.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails