31 Temmuz 2009 Cuma

Arda Turan'ın Muhtemel Dönüşümü ve Kurulan Setler

(Sağ el aşağı yukarı hareket ettiriliyor, baskı uyguluyor)

http://gelgidersin.blogspot.com/ adresinde, Netanya maçında Arda'nın nasıl oynadığına dair bir video izledim. Ciddi anlamda Arda'da önemli bir dönüşüm ve değişiklik var. Orta sahada oynayamaz diyenlere tokat gibi bir cevap var orada. Çünkü Arda'nın sadece ortada oynadığı yok.

Arda her yerde.

Ortada, biraz ileride, sağ kanatta, sol kanatta, topun başında, korner köşesinde; kısacası sahanın her noktasında. Çünkü takımın serbest oyuncusu, lideri ve beyni. Kusursuz bir maç çıkarmış. Neredeyse sıfır hata ile oynamış. Öte yandan pres yapan bir oyuncu olduğunu da göstermiş. Geçmiş yıllarda belli bir süreden sonra oyundan düşen, genelde sol kanatta oynamasına rağmen yorulan Arda gitmiş, sahanın her yerinde olmasına rağmen sürekli koşan, hareketli olan, pasları toplayan, atağı başlatan ve yer yer pres yapan bir oyuncu kimliğine bürünüyor. Ayrıca aldığı topları kontrol edişi ya da İngilizce tabiriyle işin 'first touch' kısmını hiç zorlanmadan yerine getirişi, bir beyin oyuncusu olabilmenin öncelikli koşullarından biri. Günümüz futbolu bu tür yetenekli, mücadeleci, iş bitirici oyunculara çok ihtiyaç duyuyor.

Şu belli oldu ki Rijkaard ve ekibi Arda'ya resmen titriyor, şekilliyor ve yepyeni bir Arda yaratıyor. Arda artık sadece sol tarafta becerilerini gösteren, daha çok adam geçen ve gol noktalarında genelde fazla istatistik yakalayamayan futbolcu tipinden uzaklaşarak sonuca giden bir beyin adamı şekline bürünüyor. Arda öğreticilerinin kıymetini bilmeli. Elano ile birlikte işi daha da rahatlayacak, daha verimli olacak diye tahmin ediyorum. Bu gidişle, Arda üstüne koymaya devam ederse 1-2 yıl sonra Galatasaray bu oyuncuyu elinde tutabilmek için ecel terleri dökecektir. Bu efor devam eder ve üstüne koyarsa, Rijkaard'ın dönüştürdüğü Arda Manu, Barca, Real, Liverpool gibi takımların ciddi anlamda isteyeceği bir adam olacak.


Son olarak Galatasaray'ın duran toplarda neden ışık gösterdiği ve son maçlarda neden başarıyı yakaladığı belli oluyor. Korner vuruşlarında özellikle dikkat ettim; hem Kewell hem de Arda korner vuruşunu kullanmadan önce el ve kollarıyla bazı işaretler yapıyorlar. Bu durum, direkt basketbol ve voleybolun olmazsa olmazlarından biri olan 'set'leri aklıma getiriyor. Basketbol ve voleybolda bir oyun kuracağınız ya da bir hamle yapacağınız zaman parmak işaretleriyle arkadaşlarınıza nasıl bir oyun uygulayacağınız gösterirsiniz. Bu birbirinden farklı çok sayıda setlerden biridir ve bu setleri önceden çalışmış olan takım, ona göre pozisyon almakta ve kaslarını, dikkatini bu sete göre hazırlamıştır. Netanya maçında bu görüntüleri sık sık görmüştük. Korner öncesi Arda ve Kewell arkadaşlarına hangi seti uygulayacaklarını gösteriyorlardı. Bazı duran toplarda sözkonusu set işaretleri kullanılmasa bile topun başında olan oyuncu ve diğer arkadaşları hangi hamleyi uygulacaklarını biliyorlardı. Bu ilginç anekdotu bir Rijkaard ve Neeskens farklılığı olarak notlara eklemek lazım.

Maccabi Netanya Maçının Ardından Işık Göründü mü?


Gerçekten ilginç bir maç oldu bazı anlamlarda. Öncelikle Netanya rakibimiz olacak bir takım olmamasına rağmen geçen yıla göre ne gibi değişiklikler var ve önümüzdeki zamanlarda neler bekleyebiliriz gibi sorulara bazı cevaplar bulabiliriz. Oyunun ilk yarı ve ikinci yarı diye ikiye ayrıldığını da kabul etmeliyiz.

İlk yarıda özellikle ilk 20 dakika pek oturaklı olamasak da pozisyonlar da bulduk. Defans kurgumuzdaki sıkıntılar devam ediyor şimdilik. Daha büyük takımlara karşı bazı sorunlarla karşılaşabiliriz ama takımın birbirine uyum göstermesi, takım savunmasını tam anlamıyla oturtması ve defansın birbirine alışmasıyla bu sorunları minimuma indirebiliriz. Öte yandan şu ana kadar hem Tobol hem de Netanya'nın görece zayıf ekipler olsa bile diri ekipler olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Bu takımlar bir Honved değildi. Honved'den daha iyi ve daha diri bir takımdılar. Dirilikten nereye gelmek istiyorum? Galatasaray'ın geçen yıl yaşadığı dirilik ve kondisyon sorununa... Bilirsiniz 60'a kadar iyi bir tempo yapan ama sonra oyundan düşen bir takımdık. Dün en büyük farklılık buydu. Dakika 90 iken bile o nemli ve cehennem sıcağında yorgunluktan ölmek gerekirken bile takımımız diriydi. Rijkaard belli ki takımı cidden çok iyi çalıştırıyor.

İlk yarı daha çok kontrollü oyunu tercih ettik ve fazla riske girmek istemedik. Savunma kurgusu hatasından golü de yedik. Ama ikinci yarı görüntü tamamen farklıydı. Ayağa seri paslarla rakibi oyundan düşürmekle kalmadık, bir çok atak organizasyonuna girdik. Geçmiş maçlarda en büyük sıkıntımız buydu. Şu anlaşıldı ki bu takım ilk önce farklı sorunlarını hallediyor ve atak organizasyonlarını da sonraya bırakmış. Yavaş yavaş üstüne koymaya devam ediyor. Misal Fenerbahçe şu an için yüksek ateşte ısıtılan bir yemek gibi. Bir an önce olaya girişmek, ligde şampiyon olmak istiyorlar. 3 yıllık şampiyonluk sözü var. Bu yüzden sezon boyu oynayacak asıl adamları daha ilk hazırlık maçında hemen sahaya sürerek hızlı bir ateş ile pişiyorlar. Galatasaray ise tam tersi, hazmede hazmede, alçak ateşte ısıtılan bir yemek gibi. En güzel yemekler de alçak ateşte, yavaş yavaş pişirilen yemeklerdir.

Dünkü Galatasaray hala tam olarak hazır bir Galatasaray değildi ama diri bir takım karşısında, o nem ve sıcak altında ikinci yarı harika bir oyun çıkarmaları, geçen yılki en büyük sorunlarını yenmeleri, yıllardır başımızı ağrıtan duran top organizasyonlarında artık bizi heyecanlandırmaları ve 3 Avrupa Ligi maçında atılan 7 golün 4'ünün duran toplardan olması dikkate değer bir istatistik. Bu istatistik içinde Arda'ya özel bir paragraf açmak lazım. Arda aslında bildiğimiz Arda değil bence. Geçen yıla göre daha farklı bir Arda söz konusu. Bu her açıdan belli oluyor. Öncelikle Arda resmen takımın beyni ve lideri olmuş durumda. Geçen yıla göre daha farklı oynuyor. Galatasaray'ın attığı 7 golün 5'inin asistini yapması ise bu yıl Arda'nın Rijkaard elinde nasıl dönüşüme uğradığına işaret ediyor. Evet, Arda her zaman pozitif oynuyordu ama tüm bir sezona bakınca yaptığı asist sayısı 8-9'u geçmiyordu. Pozitif işler yapsa bile bazen sonuca yönelik istatistiklerde geride kalabiliyordu. Ama Rijkaard ile birlikte dönüşen Arda artık sonuca yönelik bir oyuncu haline getiriliyor. Şimdiden 3 maçta atılan 7 golün 5'ini hazırlayan adam olmak bunun ışıklarını saçıyor.

Gelelim Kewell'a. Bu yılki Kewell daha farklı olacak. O da sahanın aslında gizli bir lideri. Rijkaard'ın en güvendiği adamlardan biri olacak belli ki. Sahada yer aldığı sürece çok verimli oynadı, pozitif işler yaptı ve bir çok gol pozisyonunda imzası vardı. Sık sık kaleyi yokladı. Kapanan takımlara karşı oyun kurmak zordur ama Galatasaray ikinci yarı kapanan takım falan dinlemedi. Yetenekli oyuncularıyla kilidi açmayı bildi.

Keita ise tam anlamıyla hazır değil. Her halinden belli oluyor. Franco'yu ise beğendim. Daha ilk maçı olmasına rağmen duruşuyla bile güven veriyordu. Güzel kurtarışlar da yaptı. Bu takıma Elano ve Keita'nın gerçek anlamıyla monte olmasıyla ve zamanla tam bir takım halini almamızla birlikte rakibini pas manyağı yapan, başını döndüren, sürekli topun yerinin değiştiği organizasyonlar yapan, bir çok pozisyona giren bir takım izleyeceğiz. Bunun ışıklarını şu anki mevcutlarla verdi bu kadro. Tam olarak fit olacak Baros, Arda, Kewell, Keita ve Elano ile neler yapabileceğimizi az çok aklınızda tartabilirsiniz.

Geleceğimizi iyi görüyorum. Kısık ateşte pişmeye devam ediyoruz. Dünkü halimiz bana göre hala ölü halimiz. Ölü halimiz bu kadar. Canlı halimizi bir kaç ay daha bekleyeceğim. Çünkü kısık ateş meselesi. Yemek hemen pişerse lezzetli olmaz pek.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Eskilerin Narsistliği, Nostaljinin Yüceliği


İnsanoğlu hayatının ilerleyen sürecinde eskileri yad eder. Toplumsal izdüşümleri dikkate alarak geçmiş kuşakları incelemeye aldığımızda, her kuşağın kendi kuşağını daha üstün, daha güzel ve hayal gibi nitelendirdiğini görebiliriz. Eğer 68 kuşağına en güzel yılların hangi yıllar olduğunu sorarsanız, tartışmasız 68 döneminin bir rüya gibi olduğunu ve dünya tarihinde bir daha eşi benzeri olmayacağını iletir. Ya da 80’ler deyince akan sular durur. Çünkü 80’ler her yönüyle ayrıca incelenmesi gereken bir dönem olmuştur. O dönemin kuşağına göre 80’ler en muhteşem dönemdi ve böyle bir dönem bir daha gerçekleşmeyecektir.

Burada her dönemi en ince ayrıntısına kadar inceleme gereği duymuyoruz. Konumuz, futbolun eski kuşaklarının günümüz futbol kuşaklarına hangi gözle baktıkları, nasıl reaksiyon gösterdikleri ve ne gibi değerlendirmelerde bulunduklarıdır. Söz konusu reaksiyonları gösterirken hangi ruh hali içinde olduklarını bilemeyiz, ama çıkışlarının dayandığı psikolojik etmenler muhakkak vardır.

Dünya futbol tarihine göz attığımızda inanılmaz oyuncular sahnedeki yerlerini almışlardır; Pele, Maradona, Puskaş, Yaşin, Kempes, Littbarski gibi. Ülkemiz futbolunda da Lefter, Metin Oktay, Cemil Turan, Zeki Rıza Sporel, Hakan Şükür, Rıdvan Dilmen, Tanju Çolak gibi. Bunun haricinde ülkemizde top koşturmuş bizden biri olan yabancı usta ayaklar da vardı, Cevat Prekazi ve Hagi gibi. Futbol arenasında bir efsane halini almış bu oyuncuları unutabilmemiz mümkün değil. Olaya Galatasaray açısından yaklaştığımızda Metin Oktay, Tanju, Prekazi, Hakan Şükür ve Hagi gibi isimler bulundukları dönemde futbol adına muhteşem performans göstermişler, dönemlerinin ikonu haline getirilmişlerdir.

Benim de için bulunduğum 80’li yılları duyumsamış Galatasaraylılar için Tanju ve Prekazi ayrı bir sayfada değerlendirilir. Özellikle Prekazi’ye duyduğum hayranlık ve onu ikon haline getirişim dün gibi aklımdadır. Tekmelik takmadan çoraplarını indirmesi, arkadan saçlarını uzatması ve bazı maçlarda bandana takması o dönem bizleri imaj açısından çok etkilerdi. Bu imajı futbolculukları ile birleştirdiğimizde ortaya ‘idol’ kabul edilebilecek bir gerçek çıkıyordu. Böyle bir imajın ayağına topu alması, gollük ortalar yapması ve muhteşem frikikler kullanması, Prekazi’yi dünyanın en iyi topçularından biri olarak nitelendirmeme neden olurdu. Serde çocukluk vardı nede olsa. Hatta eğer koşan bir adam olsaydı Real Madrid’te çok rahat bir şekilde oynayabileceğini kabul ederdik. Hoş! Prekazi’nin kendisi de “eğer koşan bir oyuncu olsaydım Real Madrid’te oynardım” dediğini biliyoruz. Kendine güveni üst seviyede olan ama bir o kadar da kendisini bilen bir futbolcu tanımına karşılık geliyordu Prekazi ismi.

Bu isimlerden rahmetli olanları dikkate almazsak, bazılarının kendi nesillerini övdüklerini ve şimdiki futbolculara dudak büktüklerini görebiliyoruz. Galatasaray cephesinden olaya yaklaştığımızda Prekazi ve Tanju’nun günümüz Galatasaray futbolcularına pek iyi gözle baktıkları söylenemez. Prekazi’ye göre Galatasaray aşkı ile oynayan, topu gerçekten seven ve gerçek anlamıyla profesyonel top oynayan oyuncular fazla yok. Tanju ise yorumlarıyla aşmış durumda. Ona göre şimdiki oyuncular kendi dönemindeki oyuncuların tırnağı bile olamayacak neredeyse. Eğer Hagi ya da Lincoln ile oynasaydı çok rahat 40 golü bulacağını, şimdiki defanslara her maçta çok rahat iki tane çakacağını ifade etmekten kaçınmıyor. Tanju’nun golcülüğüne ve öldürücü son vuruşlarına kesinlikle laf yok. Bu anlamda Türkiye’nin en iyisiydi belki de. Günümüzde değeri fazla bilinemediği için bu durum onu psikolojik olarak olumsuz etkiliyor olsa gerek ki, kendisiyle kıyaslanabilecek oyuncuları kıyaslattırma gereği duymuyor bile. Hakan Şükür için övgü dolu sözler söylese bile, ‘Türkiye’nin en iyi golcüsü Hakan Şükür’ tanımı önüne sürüldüğünde, bu konudaki rahatsızlığını, oynadıkları lig maçı ve atılan gol baz alınarak gol ortalamasına bakılması gerektiğini söyleyerek belli ediyor.

Ona göre o dönemde oynayan oyuncular şimdiki oyunculardan çok daha iyiydi. Fakat madem bu kadar iyiydiniz, milli takım düzeyinde neden bu kadar az gol attın ve de o zamanlar neden milli takım bu kadar başarılı değildi konusunu takım olarak yeterli olmamaya ve eksikliklerin olmasına yormuştur. Bu da ayrı bir paradoks tabii ki.

Pele, Maradona gibi oyuncular kendilerini dünyanın en iyisi olarak görseler bile günümüz oyuncularını çok övdüklerini biliyoruz. Hatta Pele’nin yaşayan oyuncular arasından meşhur yüz kişilik listesi(!) bile vardır. Maradona’nın Messi ve Ronaldinho’ya hangi gözle baktığını biliyoruz. Yabancıların çok daha ılımlı olduğunu söylemek mümkün.

Günümüz futbolcularını beğenmeyen ve kendi döneminin oyuncularını rakipsiz gören anlayış, bu anlayışını hangi sağlam temeller üzerinden şekillendirmektedir? Kendi dönemlerinde doğru düzgün tesislerin olmamasından, şimdiki güçlü organizasyonların yerinde yeller esmesinden ve o zamanki futbol sahalarının bir tarlayı ve çamur deryasını andırmasından dem vurabilirler. Gerçekten de şartlar öyleydi. Fakat aynı oyuncular kendi dönemlerindeki futbol sistemi, anlayışı ve mücadele gücünün statik bir değerde olduğunu, günümüzde futbolun daha kora kor, daha baskı unsuru taşıyan ve çok daha iyi olmayı gerekli kılan gerçeklik unsurlarını neden göz ardı ederler? Yoksa o zaman kazanılan paralarla şimdi kazanılan paraların arasında hayal bile kuramayacakları farkın etkisi var mıdır? Döneminin karın tokluğuna oynatan mali sistemiyle günümüzde tek bir transfer ücretiyle tüm hayatın garantiye alınabildiği sistemleşmenin rahatsız ediciliği bir yaradır belki de…

Evet. Belki bana göre 80’li yıllar bir rüya gibiydi. Asla bir daha öyle bir dönem gelmeyecektir. O zamanın modası, müziği, sineması ve kültürü her zaman bir rüya tadında olacaktır. Ama 80’li yılların kendi içeriğinin güzelliği, günümüz devirlerini aşağılamak ve küçümsemek şıklarını sunar mı bize?

Misal bir Tanju Çolak ve benzerleri günümüz futbolcuları kadar çok koşmuşlar mıdır? Kendilerine göre o zamanki defans anlayışı daha sert ve güçlü olabilir. Varsayalım o zamanki defans oyuncuları çok daha iyi olsun. Örneğin Galatasaray ve Fenerbahçe’de top koşturmuş Semih Yuvakuran’ın böyle düşündüğünü biliyoruz. Ama şöyle bir gerçek var ki, o zamanki defans anlayışı, defans oyuncusu kabiliyeti ve sertliğinin şimdiki oyun anlayışıyla aşık atabilmesi çok güçtür. Yoksa, Çanakkale geçilmezi oynamamıza rağmen İngiltere’den çuvallar dolusu sekizleri yemenin bir açıklaması olmalı. Günümüzdeki futbolda bilimin ve oyuncu sağlığına ilişkin bilimsel verilerin her türlü değişiminin sürekli takip edildiği bir sistemde güç, mücadele, koşmak, dayanıklılık ve sisteme özgü yeteneklerin kıyaslaması yapılamaz bile. O zamanki oyuncular o anki yapılarıyla günümüze gelseler ve günümüzdeki oyuncularla maç yapsalar eminim ki günümüz futbolcularının temposuna ayak uyduramazlar ve erkenden pes ederlerdi.

Futbol sadece futbol değildir öte yandan. Geçmiş yıllarda her mahallenin boş alanı olurdu. Muhakkak top koşturulacak alanlar bulunurdu. Mahalle maçı diye tabir edilen tadı damağımızda kalan maçları unutmuyoruz. Yaratıcılık olarak tabir edilen yeteneği işlemeye açık olan bu futbol şansının günümüzde uygulanabilme şansı eskiye nazaran düşmüştür. Küçük yaşlarda oldukça şekilsiz bir sahada kabiliyetlerin döktürüldüğü bir ortamda, o kadar kötü bir sahada kendisini deneme imkanı bulan insanoğlu, daha rahat bir alana geçtiğinde farklılığını gösterecekti belki de. Şu anki oyuncuların o imkandan daha yoksun olduğunu unutmamacasına…

Vinnie Jones, Materazzi gibi tuttuğunu koparan aslan(!!) parçalarını da gördük; aynı zamanda Ronaldinho, Messi, Christiano Ronaldo, Torres, Arda Turan gibi büyük yeteneğe sahip olan oyuncuları da.

Geçmişte bir futbolcunun başına istemediği olaylar gelmiş olabilir. Kendisine vefasız davranılmış olabilir. Kendince hak etmediği vukuatlarla karşı karşıya kalmış olabilir. Kendisine göre dünyanın ya da yaşadığı ülkenin en iyisi olarak nitelendirilmeliydi! Ama sırf bunlar yaşandı diye objektif ve bilimsellikten uzak olarak, psikolojik kaygılar ve tabiri caizse yüksek oktavlı narsistliklerle ‘en büyük benim’ciliğe gerek yok. Çünkü dünyanın en muhteşem oyuncusu olunsa bile işin içine kibir girerse ortaya itici bir görüntü çıkar.

Gönül ister ki, tarihin en iyi oyuncularından biri olmasına rağmen her zaman bizden biri gibi davranan, halkın bir yareni olan ve her türlü övgüyü hak etmesine rağmen mütevazılığı, saygıyı kesinlikle elden bırakmayan ve kibirin ‘k’sını bile göstermeyen Metin Oktay’lar futbol ufkumuzdan eksik olmasın…

21 Temmuz 2009 Salı

Arda Turan Üzerinden Minvaller


Son zamanlarda gerçekleşen tüm olaylara dikkat ederseniz bizi bu yıl gerçekten çok sert bir lig bekliyor. Aslında tüm bunlar şaşılacak mevzular değil. Aziz Yıldırım'ın hedeflerini peş peşe 3 yıl şampiyonluk olarak belirlemesi üzerine gerçekleşen olayları tartarsanız manidar sonuçlar çıkar. Her takımın eleştirildiği ama Fenerbahçe'nin daha fazla eleştirildiği bir TV programının (90 Dakika) sonlandırılması, en büyük rakiplerini alaşağı etmek, içini karıştırmak üzere sürekli yapılan haberler, aslı astarı olmayan bilgiler, bir tarafta büyük bir disiplin altında çalışan takıma dair sayısız itici haber yer alırken, diğer tarafta birbirlerinin boğazına sarılan bir takımın lunapark macerası gösterilerek "bakın, ne kadar güzel bir ortam var" muhabbetinin gözlere parmak gibi sokulmaya çalışılması derken şaşırmamak lazım.

Parasal anlamda önemli medya kuruluşlarının spor servislerinin müdürlerinin takım yoğunluğu ortadayken, başkanlarının 3 yıllık hedefi doğrultusunda şimdiden çalışmaya başlamaları manidardır. Fenerbahçe'nin camia olarak bu tür şeylere ihtiyacı yoktur gibi laflar duyarsanız geçiniz.

Her ne kadar ülkemizdeki büyük takımların hepsi federasyondan, hakemlerden, ondan bundan sürekli dert yansa bile Fenerbahçe'nin bu konularda bir numaralı ağlama duvarı olduğunu bilmeyen yoktur. Çünkü yıllardır federasyon ile sürekli sürtüşen, hiçbir federasyon yönetimini beğenmeyen, sürekli savaş halinde olan bir takım varsa o da Fenerbahçe'dir. Kendi kulüplerinin üyesi olan Şenes Erzik ve Abdullah Kığili ile bile çarpışan, onlarla bile savaş yaşayan bir kulübün bu yaptıkları trajikomiktir. Son yıllarda federasyona el atma işinde hükümet ile gayet başarılı olduklarını bilmeyen yoktur.

Öyle bir takım farzedin ki sürekli kendisi haklı olsun, hiç hatası olmasın, her maçı muhakkak kazanan, %100 galibiyet dizisi alması gereken bir takım olarak adlandırsınlar kendilerini. Dünyanın neresinde görülmüş sürekli bir yerin hatalı, haksız olup da diğer tarafın hep haklı, mazlum, masum ve hatasız olduğu? İnsanlığa ters bir kere..

Şampiyon oldukları son sezonda Fenerbahçe'nin federasyon ile nasıl sorun yaşadıkları gün gibi ortada. Hakeme giydiren, Haluk Ulusoy federasyonunu yerden yere vuran, bu federasyon bizi şampiyon yapmayacak diyen ve sürekli ağlayan Fenerbahçe'den başkası değildi. O kadar trajikomiktir ki, aynı Fenerbahçe o yıl 27 hafta boyunca lider kalan ve sezon sonunda şampiyon olan takımdı! Madem böyle bir orta oyunu vardı, üzerine orta oyunu oynanan bir takım nasıl oldu da 27 hafta boyunca lider kalmış ve o sezonu şampiyon olarak tamamlamıştır?

Fenerbahçe bu anlamda Türkiye'nin en doyumsuz, en ağlayan, en şikayetçi ve en derin takımıdır. İki kere iki dört. Bu kadar basit, net ve açık.

Tüm bunları üst üste koyduğunuzda Fenerbahçe'nin Arda'ya teklif götürmesi, ortalığı ateşe vermesi, söz konusu yangın sırasında medyayı da arkasına alarak rakibin alaşağı edilmek istenmesi, 22 yaşında Türkiye'nin şu an ki en iyi ve yetenekli oyuncusuna verilen kaptanlık ve 10 numara sonrası takımın en değerli oyuncularından birini psikolojik olarak bitirmeye çalışmak ve akabinde en büyük rakibin karışmasını istemek neden şaşırtıcı olsun ki?

Çünkü bazılarına göre maç sahada kazanılmıyormuş. Bileğinin güçlerine güvenemiyorlarmış. Gerçekleştirilmesi ve öngörülmesi imkansız olan bir hedefin ortaya sürülmesinden sonra koltuğun türbülansa girme ihtimalinin yükselmesi sahadaki bilek gücünü aşmış, arka perdelerden senaryolar yazılması ve camianın medya şakşakçılarının başka şeyler emel ettiklerini göstermektedir.

Ülkemdeki futbol işte bu.

Hoş Bir Bakış: KEITH



Dış görüntüyle paralel gelen popüler olmak mı, yoksa ‘ötekiler’ tarafından ucube ya da kaybeden gibi betimlenen hayatla dolu oluş mu?

Dış görüntünün iç dünyayla aynı teraziye konulduğunda baskın basanın mıdır, içi boş oluşluğun mudur?

Partiler, çılgınca eğlenceler, klişe eğlence anlayışı, lüks bir yaşam mı yoksa hayatın içine nüfuz eden farklı, mütevazı bir bakış açısı, eğlence anlayışı mı?

Geleceğe dair planlar çizilirken gidilecek üniversiteler, yapılacak kariyerler, gidilecek tatil mekanları ve hayata dair standart seçimler mi, yoksa gidilen yolun istikametinde gökyüzünün en son nokta olması mı?

Popüler olmak dediğin nedir ki? Ucube olarak algılanan hayat anlamlarının ne kadarından pay almıştır?

Peki!

Aslında büyük amaçların gayet mütevazı olup önemli bir sorun nedeniyle onu bile yapabilecek zamana sahip olamamak ve bir sevenin, o isteği ölümler sonrasında dahi yerine getirecek bir aşka sahip olması?

Daha fazla ayrıntıya girmeden 2008 tarihli bir sinema olan “Keith” isimli bu şaheseri izlemenizi salık vermek isterim. Sonlara geldiğimde donmuştum ve geriye kalan derin bir etki, sızıydı. İzlenesi bir sanat işi.

http://www.imdb.com/title/tt0435679/

17 Temmuz 2009 Cuma

Bir Çocuğun Gözünden Galatasaray


1976 yılında doğan bendeniz, 6 yaşına kadar Rize’de yaşamış, 6 yaşından sonra 20 yıl boyunca İstanbul’da büyüyüp serpilmişti. Şu anki kültürümün hasını haliyle İstanbul’da almıştım. Kültür meselesini geçersek, 6 yaşında bir velettim. Futbol denen güzelliği ilk kez o zaman duyumsadığımı hatırlıyorum. Köye gitmiştik. Köyün ağabeylerinde, gençlerinde heyecanlı bir bekleyiş vardı. İlk kez o zaman Galatasaray – Fenerbahçe diye bir şey duymuştum. Tabii daha çocuk olduğum için kafam bir türlü basmıyordu. Bunlar ne ola ki diye bön bön bakınıyordum çocuksu suratımla.

Köyde bir iki evde televizyon vardı. Bir eve topluca gitmiştik ve siyah beyaz ekrana bakınmaya başlamıştım. Koca koca adamlar beyaz bir topun peşinde koşturuyorlardı. Köyün gençlerinin tamamı Fenerbahçe midir nedir, öyle okunan bir takımı tutuyorlardı. O takımın yaptığı her atakta kendilerini paralıyorlar, kaçan bazı goller sonrası evin tahta döşemesini anlatılamaz bir celallenme ile yumrukluyorlardı. Çocukluğun getirdiği ruh hali ve bedenen minik oluşumuzun baktığımız her noktada bazı şeyleri devleştirmesi, o anki görünümleri bana büyük bir dev aynasında sunuyordu.

Tahta döşemeyi yumruklayış, celallenmeler, sanki dünyanın en önemli şeyi sahneleniyormuş gibi televizyona kilitlenen bakışlar…

Büyü gibi geliyordu her şey…

Tüm gençler Fenerbahçe denen şey için yırtınıyordu ama, siyah beyaz görüntülü televizyonda koyu renkli formayı taşıyan bir takım bana daha çekici geliyordu. Belki de o ortamda herkesin bir devi tuttuğunu hayal etmem ve devlere karşı savaşan Don Kişot’u benimsememden olsa gerek, ağabeylere karşı rakip takıma sempati duymaya başlıyordum. Ama bunun iç yüzünde çok farklı bir şey vardı. Bir anda, gizliden gizliye, oradaki haşin gençlere çaktırmadan, (işin ucunda dayak yemek olabilirdi) sempati duyduğum takım Galatasaray diye isimlendirilen Don Kişot’um oluyordu.

Boşuna Don Kişot dememiştim ama!

Tüm herkes Fenerbahçe için çıldırdığına göre, adı geçen Fener bir dev olmalıydı. Deve karşı savaşan takım Don Kişot olmalıydı. Ama ne hikmetse, dev devliğini gösteremiyordu. Don Kişot deve karşı çok iyiydi. Daha iyi olan açık ara Don Kişot’tu. Anlayamamıştım gerçekten. Hanidir o maçı 2-1 Don Kişot kazanmıştı. Adeta devi pataklamıştı. Köyün gençleri sinirden ve üzüntüden kafayı yerken, ben çaktırmadan içten içe seviniyordum.

Madem Don Kişot’tuk, yel değirmenlerine hayalî saldırılarımız deplasmanda oynanan futbol tadında olacaktı.

Ben Don Kişot’tum.

Üzülen ağabeyler yel değirmeni.

Alın size bir mızrak darbesi!

Aklımdan geçirerek atımın üstünde onlara hamle yaptıkça yapıyordum. Gerçekliğe dökmüş olsaydım, o minicik boyumla sırtıma pışpışı alabilir, hatta yetmedi biraz okşanabilirdim!!! O yüzden aklımın içinde savaşmak zorunda kalıyordum. Hayal ederek…

Hayalperestliğimizin hayatımızın en büyük anlamlarından biri olduğu su götürmez bir gerçek. Bu hayal gücü değil miydi, daha da ilerisini hayal eden ve olmayanların olunmasını sağlayan? Don Kişot hayalperestliğinin, sanrılarının Galatasaray ile birebir örtüşmesi ve gelecek yıllarda hayalleri gerçekliğe dönüştürmesi ise şövalyemizi hayallerine kavuşturacaktı.

Demek ki boşuna değildi Don Kişot nitelendirmem!



Aradan biraz zaman geçmişti. Tam tarihi hatırlamıyorum. Tekrar bir Galatasaray – Fenerbahçe maçı. Gerçi Galatasaray’a sempati duyuyorum ama çocuk değil miyiz? İsimlere ve takımın bütünlüğüne aşina değilim. Galatasaray’ın kalesinde acayip bir adam var. Fenerbahçeliler bile ondan bahsediyor. Felaket bir kaleciymiş. Öyle ki, topu tuttuğu zaman tüm hışmıyla yere kapaklanır, çimler üzerine bir dev gibi vurarak sabitlermiş. Bunu ben demiyor, maçı izleyen Fenerbahçeliler diyordu.

Ama orada ufacık bir çocuk varken yapılır mıydı bu?

Çocukluğun getirdiği hayal gücü, merak ve bazı şeyleri gözde büyütüş, haliyle kaledeki adam için de geçerli olmaya başlamıştı. Şimdi dev gibi bir şey olduğundan bahsedilen kaleci, benim gözümde sıradan “bir şey” olabilir miydi?

Kurtardığı her şut, yükseldiği her hava topu, plase vuruşlara karşılık yere kapaklanarak tuttuğu her top, bahsi geçen kaleciyi gözümde “insan” olmaktan çıkarıyor, insan ötesi bir yaratığa dönüştürüyordu. Tabii bu canavarın bir adı vardı. Ama harbi canavara benziyordu. Garip bir surat yapısı vardı, çok farklı bir şeye benziyordu. Bu canavarın adı Simoviç’miş. Sonraki yıllarda onun dahilinde olduğu takımla bir çok başarıyı yaşayacaktım ama ilk tanışmam öyle olmuştu.

Ne diyorduk?

Ha, evet. Fenerbahçe karşısında Simoviç’e gelen her top bir canavar tarafından yenilip yutuluyordu. Uçarak yaptığı kurtarışlar ve topu eline alıp zemine vurduğu anlar, araziyi sallayan bir deprem hissi yaşatıyordu gözümde.

Ah, şu çocukluk yok mu! Neler düşündürtüyordu insana. Nasıl da gözümüzde büyütürdük bir çok şeyi. Şu an tüm gerçekleri olduğu gibi algılasak bile, o zamanın büyülü dünyasını özlemediğimi söylersem yalan söylemiş olurum.

Çocukluğun kendine has takipçiliği flu bir görüntüden ibaretti. Belli bir zamana kadar Galatasaray’ın maçlarını takip edişim salt futbol maçının kendisinden ibaretti. Başkanı kimdir, o an ne maçı oynanıyordur, oynanan maçın önemi nedir bilmiyordum. Puan cetveliymiş, alınan puanlarmış, lig maçı olup olmadığıymış gibi şeyleri bilmezdim bile. Sadece maça bakardım. Maçla sınırlı olmak koşuluyla kendi efsanelerimi yaratıyordum. Hal böyle olunca Simoviç’in yaptığı “bir tek enfes kurtarış”, çocukluğumun efsaneler kitabına giriyor; sırf o kurtarışıyla, dünyanın en iyisi, en iyi kalecisi, en büyük canavarı diye nitelendirmemi anında sağlıyordu.

Biri o an için yanıma gelecek de “canavarlık”, “kurtarmak”, “kalecilik” konusunda başka bir ismi ortaya atacak ha? Oracıkta aklını alırdım hemencecik. O kişiyi aptallıkla suçlardım. Nasıl olur da böyle enfes bir kurtarışı göremezdi! Bu öyle bir kurtarıştı ki, dünyada daha ötesi yoktu!

Ahh o çocukluğun masumiyeti…

Hayal alemliği…

Rüyaları…

Sanrıların en büyüklerini, çocuk dünyamızı yaşıyorduk. Her şey toz pembe görünüyordu. Ufacık nüans parçacıklarından merakımız ve hayal gücümüzle dünyaları yaratıyorduk. Asıl gerçekleri kendi merak güdümüzle farklı anlamlara yontuyor, kendi kendimize etkileniyorduk.

“Dünyaya leylekler tarafından getirildiğine inandırılmış bir çocukluktu bizimkisi…”



Her çocuk gibi kendi çocukluğumuzun yeşermesiyle geleceğimize dair tohumları atıyorduk. Maradona’nın İngiltere’ye, tüm futbolcuları ipe dizerek attığı gol sonrası, çocuk zihnimle (yaş 10) öyle bir oyuncuyu dünyanın en iyisi yapmak, doğal olsa gerek. Çünkü gerçekten büyük bir goldü. İnsanüstü bir şeydi. Kocaman insanlara şaşırtıcı gelen, şoke eden bir golün, o maçı canlı izleyen ufacık beni nasıl bir kılığa sokacağını, o an neler hissedebileceğimi nasıl anlatabilirdim ki?

Gönül bağımın olduğu takım enfes bir gol attığında neler hissedebileceğime gelince, Maradona’nın attığı golden binlerce kez daha heyecan verici ve inanılmaz gelecektir. Çocukluğumdan bu yaşıma gelene kadarki zaman dilimi içerisinde, hayatımın golünün hangisinin olduğunu sorsalar, hiç düşünmeden Prekazi’nin 35 metreden Monaco’ya attığı golü söylerdim. Bu gol benim için ilahi bir dokunuş gibiydi. Prekazi’nin ruhu, o gol atıldığı an uçup baş ucuma konmuş, başımı usulca okşamıştı. Prekazi artık benim için tanrı gibi bir şeydi.

Böyle muhteşem bir gol olabilir miydi?

Maradona kimmiş yahu?

Prekazi bu.

Tuttuğum takımın;

Oyuncusu!

Beyni!

Arıza serbest vuruşçusu!

Sol ayaklı raketi!..

Prekazi’nin gerilip topa vuruşu ve topun ağları bulması beş saniyeyi bulmamıştır ama, bu o kadar basit değildi. O anı, birebir, canlı kanlı, aynı anda, bizzat yaşamıştım. Kesinlikle o kadar basit bir şey değildi. Serde çocukluğun ateşliliği var. Oynanan maçın her saniyesine adeta bir kedi gibi göz atıyoruz. İnanılmaz ince. Gözden kaçırmamacasına. Her saniyeyi büyük bir filtreden geçirerek önce gözlerimize, sonra da beynimize naklediyorduk. Adeta bir peri masalı dinliyor gibiydik. Bu yüzden beş saniyelik an bana asırlar gibi gelmişti. Prekazi’nin gerildiği an gol olacağını hissetmiştim sanki. Çünkü Prekazi öyle gerilmişse o gerilmenin içinde muhakkak bir iş vardı. Sadece topun başında gerilişi bile bana saatler sürmüş gibi gelmişti. Top yere hiç temas etmeden fişek gibi giderken adeta dona kalmıştım.

Resmen Tsubasa’yı yaşamıştım!

Tsubasa’yı yaşamak diye buna denirdi!

Hani bilirsiniz şu Japon çizgi filmini. Futbol takımının kaptanı Tsubasa’nın başından geçen futbol maceraları anlatılırdı. Gol olacağı zaman top öyle gider ki, asırlar geçer sanki. İki saniyelik gol anını yavaş çekimle 2-3 dakikada gösterirlerdi. Prekazi’nin golü, Tsubasa golüydü benim için. O gölün Tsubasa’lığını bastıran başka dürtüler vardı. İlker Yasin’in “ve gool ve gool ve gool ve gool, işte goool, işte goool, ağlamak istiyorum sayın seyirciler, ağlamak istiyorum” diye bağırmasını, beni diken diken etmesini geçtim; Prekazi’nin kendine has karizmasıyla koşarak, işaret parmaklarını havaya kaldırarak sevinmesi saatlerce sürmüş gibiydi.

Çocuktum…

Savaşmış!

Açlıkmış!

Katliammış!

İnsanların ikiyüzlülüğüymüş!

Kavanoz dibi dünyaymış!

Dertler dünyasıymış!

Geçim sıkıntısıymış!

Her şeye gelen zamlarmış!

Ekmek aslanın midesindeymiş!

Umurumda mı?

Prekazi’nin gol anını yaşarken benden daha mutlu tek bir insan oğlu gösterilemezdi. Eğer işaret edecek bir parmak olursa, acımaksızın kesilirdi o parmak.



Çocukluğuma, daha doğrusu çocukluğum ve Galatasaray’a dair aklımda kalan en büyük hislerden biri üşüme, buz kesme duygusudur. Bazen de terleme. Futbol ve Galatasaray anlamında beni en çok etkilemiş sahneler 1988 yılında cereyan ediyordu. 12-13 yaşında hasta Galatasaraylı bir çocuk olmak, bu yaş kökünü o esnada yaşanmış inanılmaz bir başarı tohumlarıyla beslemek büyük bir deneyimdi. O zamanlarda izlediğim her futbol maçında, özellikle Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında heyecanlandığım kadar heyecanlanmadım. Bu heyecana benzer bir heyecanı bir tek Arsenal ile final oynadığımızda yaşamıştım.

Bir başkaydı o zamanların futbol izlenceleri. Kolay değildi ama. Türk Futbolu net bir şekilde başarısızdı. Şerefli mağlubiyetler dönemiydi. Ülke asırlar öncesinin 3-1’lik Macaristan zaferini diline pelesenk yapmış, başka bir şey ortaya koyamıyordu. Göztepe’nin Kupa Galipleri Kupası yarı final deneyimini es geçmemek lazım ama, onların Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş olmaması, bu başarının az ses getirmesine neden oldu. Günümüzde fazla hatırlanmıyor bile.

Her neyse, konuyu bölmeyelim. İçimdeki çocuk dışarı fırlamak için debelenip duruyor. “Anlat o heyecanı, nasıl izlediğini, neler duyumsadığını anlat” diyor.

Ülkemde genel durum böyleyken, ben bile ufacık çocuk halimle ne kadar başarısız bir ülke olduğumuzu bilince, haliyle Avrupa arenasında yapılan maçları iple çekerdim. Hem de bir hafta öncesinden. Varsayalım maça 8 gün vardır. Aklıma sürekli maça 8 gün kaldığı gelirdi. Beterin de beteri başka bir alışkanlığım vardı. Özellikle maça 2 gün kala, gün olarak değil kalan saat olarak hesap tutardım. Bir çocuk düşünün! Maçın başlamasına 37 saat kala geri sayım yapan. Aradan bir saat geçince, sevinçle kendi kendine 36 saat kaldığını haykıran… Sırf zaman daha çabuk geçsin diye erkenden yatağa girdiğimi, sabah uyanır uyanmaz ilk işimin kaç saat kaldığını hesaplamak olduğunu hatırlıyorum. Uyku sarhoşluğu ve daha el yüz yıkamamam umurumda bile değildi.

Galatasaray’ı bu denli özümseyen bir çocuğun, çocukluğunda Galatasaray’a dair yaşadıklarını daha derinden hissetmesinden daha doğal ne olabilirdi? Ama kahretsin ki, maç günü geldiğinde saatler bir türlü geçmiyordu.

Tuvalete girerdim, kaç saat kaldığını sorgulayıp dururdum. Keza yemek yerken öyle, sınıftayken öyle, ders çalışırken öyle. Önemli maç arifelerinde hayatımın merkezinde sadece Galatasaray olurdu. Hele maça 2-3 saat kalmaz mıydı? Of, zaman nasıl da geçmezdi. Adeta bir kabusu yaşardım. İfade edilemez heyecanı da. Ellerim, ayaklarım buz keserdi. Maç bitene kadar bedenimdeki her nokta buz gibi soğuk olurdu. Oda cehennem sıcağını andırsa bile. Isınamazdım da.

Peki, bu denli bekleyiş içinde olan bir veledin, özellikle Avrupa arenasında çok ama çok başarısız olduğumuz bir zamanda bu heyecanına karşılık, bizzat tuttuğu takımın ilkleri gerçekleştirmesi, gözlerimizle inanamayacağımız skorlara imza atmasıyla atılan her gol sonrası nasıl çıldırdığını kimler açıklayabilir? Bu heyecan silsilesi ilk olarak 1988 yılındaki Rapid Wien maçıyla başlamıştı. Gerçi Galatasaray’a aşinalığım 1986 yılı civarı başlamıştı ama tam anlamıyla özümseyişim 1988 yılına tekabül etmekteydi.

O dönemlerde Avrupa’da oynanan futbolumuzun en önemli özelliklerinden biri, deplasman maçlarımızda kaleye yaslanarak doksan dakika boyunca defans yapmamız, oyunu sürekli geride kabullenmemiz, rakibin oynamasına izin vermemiz, rakibin saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” edasında göğüs germemizdi. Başka bir vukuatımız yoktu ki! Olayımız buydu arkadaş!

O zamanlar deplasman maçlarımız maalesef böyleydi. Kaderimize mahkummuş gibi oyunu geride kabulleniyor olmamızın üzerimde yarattığı baskıyı ifade edebilmem mümkün değildi. Rakibin her saldırısında tırnak ve tırnak etlerimi parçalamakla kalmıyor, ömrümden ömür gidiyordu. “90 dakikalık salt defans” ve “rakibin oynamasını kabullenme futbolu”nu düşününce nasıl acı çektiğim, azap içinde maçı izlediğim anlaşılabilir.

Ayrıca psikolojik bir unsur vardı, umutlu olmamızı sağlayan. Deplasmanda atılan bir golün aslında iki golmüş gibi sayılıyor olduğunu öğrenmemle beraber, deplasmanda atacağımız bir golün benim için ne kadar absürd bir duygu olduğunu hatırlıyorum. Bu adeta kendi sahamızda bir takımı beşlememiz gibi hissettiriyordu. Bu denli absürd düşünce normaldi. Diyorum ya, yıllar boyu Avrupa arenasında mahkumları oynamışız, fark yememeye çıkmışız. Hal böyleyken deplasmanda atılacak bir golden ötesi var mıydı?

Rapid Wien maçını izlemeye bu duygularla başlamıştım. Maç her zamanki gibi ev sahibi takımın ataklarıyla başlıyor, yediğimiz her atak sonrası yüreğim ağzıma geliyordu. Kalemize çekilen her şut, ceza sahamıza yapılan her orta, orta sahadan kalemize yayılan her ani atak yüreğimi hoplatıyor, bunları savuşturmamızla sadece birkaç saniye için oh çekiyordum. Birkaç saniye diyorum, çünkü o geçen birkaç saniyenin hemen ardından bir başka atağı karşılamaya hazır oluyorduk.

İşte geçmişte böyle bir futbol anlayışı vardı. Cesaretle saldırmamız gerektiğini hiç düşünemiyorduk.

Böyle bir atılımı ve cesareti kim başlatacaktı?

Kimler?

Hangi takım?

Kim bilebilirdi ki Derwall sonrası, Mustafa Denizli’nin cesaretiyle Galatasaray Futbol Takımı bünyesi içindeki tüm oyunculara atak futbol mantalitesinin adeta bir DNA etiketiymiş gibi damgalanacağını? Psikolojik desteğin verilmesi ve bazı konularda asıl sorunun kafaların içinde olduğunun lanse edilmesiyle Türk futbol tarihinin makus talihinin dönüşümüne şahitlik edecektim.

Tuttuğum takım vasıtasıyla…

Kendi çocuk aklımla makus talihimizi asıl döndüren şeyi, Rapid Wien maçıyla hissetmişimdir. Daha doğrusu çocuk aklım bunun sebep olduğuna dair çocukça tılsımlar taşıyor. Yukarıda yazılan tüm hisleri o esnalarda hissetmemin psikolojik takıntısı olsa gerek.

Rapid karşısında 2-0 yenik duruma düşmüştük. Tamam, bu tur gitti diye düşünmeye başlamıştım. Fakat maçın sonları yaklaşırken Büyük Savaş’ın (Savaş Demiral) topa muhteşem vurmasıyla attığı harika gol sonrası bir anda nevrim dönmüş, sinirlerim boşalmış ve deli gibi bağırarak evin zeminine seri yumruklarla geçirmeye başlamıştım. İşte buydu! Bu gol ve sevinç anı, o zamana kadar yaşadığım en büyük sevinç anıydı. Çok feci bağırmıştım, felaket çığlıklar atmıştım. Demek ki, gol sevinci böyle bir şeymiş.

Çok sevmiştim bu işi. Bağırmayı. Çevren ve komşuları umursamaksızın dilediğin gibi haykırmayı. Adeta bir ayin gibi! Biriken sinirleri boşaltmakla kalmıyor, farklı bir boyuttaki dünyaya astral seyahate çıktığını hissettiriyor, bambaşka bir ruh haline sokuyordu.

Tek gol sonrası tur kapılarının açılması, bu gol sayesinde ikinci maçtaki 2-0’lık galibiyetimizin bize yetmesi ve hemen ardından yeni destanların yazılmaya başlaması, ülkemizin şerefli mağlubiyetler makus talihinin döndüğünü düşünmem, çocukluk tılsımımın bir parçasıydı.

Sonuçta bu başarıları tuttuğum takım sağlıyordu ve gelecek zamanda bu tür başarıları doğal bir hale getirecekti. Ülkenin beklentilerini yükseltecek, geçilen bir iki tura bile başarısızlık gözüyle bakılacaktı. Mesela Şampiyonlar Ligi’nde elde edilmiş bir çeyrek final şaşırtıcı bir başarı olmayacaktı. Zaten mevcut olan başarının egale edilmesi olacaktı. Keza yarı finalde oynamak da öyle. Bundan sonra Türk takımları için en büyük hedef, Şampiyon Kulüpler Kupası’nı almak olmalıydı

O zamanlardan aklımda kalan bazı şeyler var. Galatasaray 1988 yılındaki Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında ne zaman tur atlamışsa, maçtan hemen sonra oynadığı lig maçlarında adeta şov yapmıştır. Futbolcularımızın duruşlarında bile inanılmaz bir değişim olmuştur. Misal, Neuchatel Xamax rövanş maçını 5-0 kazandıktan sonra oynadığımız lig maçında, Prekazi oldukça havalı imajı, başına taktığı bandanası ile dikkatleri çekmişti.

Tabii Prekazi gözümde bir ilahtı. Futbol yönüyle idolümdü. O esnalarda oynadığım top Prekazi gibiydi. Fişek gibi frikik kullanır, adrese teslim ortalar yapar, aynı zamanda bol bol gol atardım. Fakat Prekazi’den tek farkım ondan daha fazla koşuyor olmamdı. Onun gibi solak olmam diğer dikkat çekici unsurdu. Şimdi bu denli gözümde büyüttüğüm bir futbolcunun geçilen turlar sonrasında takındığı imajlar, onu gözümde her geçen zaman büyütüyor, iyice farklılaştırıyordu. Arkasından bıraktığı o güzelim saçları, bileklerine kadar indirilmiş çoraplarıyla benim için ayrı bir yere koyulması gereken karizma abidesiydi.

5-0’lık Neuchatel maçının oynandığı gün, hayatımın en dikkat çekici ve hala ilk günkü gibi hatırladığım anlarından biridir. Rövanş maçı televizyondan verilmiyordu. Sadece radyodan takip edilecekti. Maç oynandığı sırada okuldaydım. Radyodan dinleyebilme imkanımız yoktu. O zamanlar cep telefonu ne arar!

Müdür yardımcısının verdiği dersteydik. Kendisi çok sert, disiplinli ve otoriter bir hoca olmasıyla tanınıyordu. Derste bir ara çekti gitti. Hemen sonra geri geldi. “Çocuklar Galatasaray 3-0 öndeymiş,” dedi. Bir anda havalara sıçramıştık. İlk maçta 3-0 yenilmiştik ve bu skorla resmen maçı döndürmüştük. Otoriter ve sert saydığımız hoca bir anda ders vermeyi bıraktı. Ders boş geçmeye başlamıştı. Skorun 5-0 olduğunu duyduğumuzda ise kocaman okulda yer yerinden oynuyordu.

O zamanlar günümüzdeki düşmanlık yoktu. Çünkü gerçek gazetecilik vardı. Futbol ülkemizde endüstrileşmemişti. Para basmıyordu. Futbolun içinde fazla para dönmüyordu. Az para ama çok erdem vardı. Bu durum taraftar profiline de yansıyordu. Fenerlisi, Beşiktaşlısı herkes okulu sevinçleriyle sallıyordu.

Maçın 5-0 bittiğini öğrendikten sonra, sınıftan nasıl çıktım, eve nasıl gittim, anlatamam! Kalbim duracak gibiydi. Eve doğru gidiyor, yolda yürüyordum. Çevreme bakıyordum. Gördüğüm manzaralar, şu ağaç, şu evler, şu futbol sahası her gün, her zaman bakındığım ve ortasından yürüdüğüm çevreye aitti. Ama bana daha önce hiç bu kadar güzel görünmemişti. Havaya bakıyordum. Bir başka görünüyordu gözüme.

Galatasaray’a duyduğum sevgi, Galatasaraylılığım bana öyle mutluluklar veriyordu ki, baktığım her noktada güzellikleri buluyordum. Hayat hiç bu kadar güzel olmamıştı. Çocuk dünyam tamamen gökkuşağı renklerinden ibaretti. Bu, Galatasaraylılığımın bana yaptığı en büyük iyiliklerden biriydi.

Eve gittikten sonra yemeğimi yemiş, Neuchatel maçının TRT’de banttan gösterileceğini öğrenmiştim. Aldık mı başa bela! İşin yoksa 1-2 saatin geçmesini bekle. Maçın skorunu biliyorum ama izlemeliyim. Bir an önce başlamalı! 90 dakikanın her saniyesini, her karesini belleklerime kaydetmeli, her anını bir nefes gibi gözlerime çekmeliyim. Son 1 saat kaldığında 59’dan başladım, tek tek geriye sayarak 60 dakikayı sonlandırmıştım. Sanki maç hiç oynanmamış da o an canlı oynanıyormuş gibi heyecanlıydım. Ellerim buz kesilmiş, ayaklarım Antarktika zeminine dönüşmüştü. Ayaklarımı hissetmiyordum. Hele golleri gördükten sonra çıldırmıştım. O golleri fırından yeni çıkmış, üzerinden duman çıkan tazecik ekmeklermiş gibi, sanki goller o anda tazecik atılmış gibi havaya zıplıyor ve deliler gibi bağırıyordum. Muhteşem gollerdi. İnanılmaz gollerdi. Adeta kendimi kaybediyordum.

Bu Galatasaray, dünyanın en büyük takımıydı o an için gözümde…

Oynanan futbol ve atılan golleri gördükten sonra kimse bunun aksini söyleyemezdi. O maçta giydikleri beyaz formadan o kadar çok etkilenmiştim ki, içindeki futbolcularımızın her birini dünya çapında futbolcularmış gibi hissetmiştim. Formanın verdiği karizma, elde edilen sonuç, futbolcuların ortaya koyduğu futbol ve atılan golleri bir potada eritip ufaltıp ayna tozuna dönüştürüp vücuda getirdiğimizde, benim gözlerime üflenen ayna parçacıkları, bana hayaller alemini sunuyor, ayna parçacıklarını soluyarak hayallerimin içinde uçuyordum. O zaman Galatasaray’ın bana verdiği hisler anlatılamaz hayaller alemiydi. Tıpkı bir rüyada yaşıyormuşsun gibi.

Fakat gerçekti…

Bir rüya değildi…

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Japonya'nın En Çok Sevilen İsyancıları: 47 RONIN

(47 Ronin'in Mezarlığı)


47 Ronin hikayesi, Japonya tarihinin en çok bilinen, ilgi duyulan ve gerçek olan dramatik olaylarından biridir. Belki de en büyüğü ve daha fazlasıdır. Çünkü yıllardır savaşan ve statüleriyle toplumun en üstünde yer almış samurayların, Edo Dönemi’nin başlangıcında savaşsız bırakılması, askeri işlevlerinin fonksiyonsuz hale getirilmesi ve hareketli bir yaşamdan koltuklarına yapışmaları gereken aristokrat haline dönüştürülmeleri onlar için acı bir sonuçtu. Onlar için büyük kayıp ve anlamsız sayılabilecek bir ortamda, söz konusu isyan büyük dikkat çekmişti.

Harima şehrinde yaşayan 47 roninin başından geçen gerçek hikaye, Japonya’nın ünlü samuray savaşçılarının idealleri ve değerlerini aktarabilmek açısından en mükemmel örneği sergileyen bir olaylar dizisidir. Öyle bir hikayedir ki, “intikam soğuk yenen bir yemektir” lafına aynen karşılık geliyordu.

Bu hikayeyi daha fazla anlamlandırabilmek adı altında 1622-1685 yılları arasında yaşamış, samurayların ne anlama geldiğini ve samuray ruhunun en önemli işlerini sıralayan bir kuramcı olan Yamaga Soko’ya dikkat etmek gerekir. Çünkü onun öğretileri, bu hikayenin bir nevi başlangıcıdır. Neden mi? Asano ailesinin bir koluna liderlik eden Asano Takumi’nin adamı olan Oishi Kuranosuke Yoshio, kuramcı Yamaga Soko’nun yazdığı şeylerden çok etkilenmiş biriydi. Ve Oishi’nin bu gerçek olaylar dizisindeki rolüne hep birlikte şahit olacağız.

Hikaye, Tokugawa şogunu Tokugawa Tsunayoshi’nin ülkeyi Edo’dan barış içinde yönettiği bir zamanda, 1701 yılında başlamıştır. Aynı esnalarda İmparator Higashiyama, ufak politik gücünü Kyoto’dan kullanıyordu. İmparator Higashiyama’ya saygısını sunmak isteyen şogun Tsunayoshi ona hediyeler ve yeni yıl kutlamaları için elçiler göndermişti. Dönüşte İmparator kendi elçilerini Edo’ya gönderecekti. Tsunayoshi, İmparatorluk elçilerini kabul etmek ve yaklaşmakta olan İmparatorluk üyelerinin ziyaretine ev sahipliği yapmaları için iki genç daimyoyu seçer. Bunlardan biri Harima vilayetindeki Ako Kalesi’nin efendisi olan Asano Takumi, diğeri de Sendai’nin lideri Date Munehare’ydi. Her iki genç daimyo, yüksek sınıftan olan misafirleri ağırlamakta deneyimsizdiler ve onlara yardımcı olması için şogun Tsunayoshi, bir subay olan Kira Kozukenosuke Yoshinaka’yı görevlendirmişti.

Tarihsel süreçte, açgözlü ve kendini beğenmiş biri olarak tanımlanan Kira, saygı ve minnettarlığın bir göstergesi olacak pahalı hediyelerin sunulmamasına sinirlenmiş ve Asano’ya yardım edeceği yerde, ona hakaretler ve küfürler savurmuştur. Kira bir noktadan sonra Asano’yu herkesin ortasında küçük düşürmek için her fırsatı kullanmaya başlamıştır. Söz konusu suistimallerden 2 ay sonra, Asano’nun dayanma sabrı ortadan kalkmış ve tolerans tanıyamayacak duruma gelmişti.

14 Mart 1701 tarihi gelip çattığında, Kira’nın hakaretlerini artık daha fazla kaldıramayan Asano, kılıcını çekti ve Kira’yı hafifçe yaralayacak şekilde hamle yaptı. Halbuki şogun hükümetinin yönetildiği Edo Kalesi’nin içinde böyle bir hareketi yapmak, ölüm cezasına sebep olacak bir suç teşkil ediyordu. Asano son bir gayretle şogunluğa karşı kötü bir his beslemediğini ve Kira’yı öldürmek konusunda başarısız olduğu için pişman olduğunu aktardı. Müfettişler söz konusu meseleyi araştırıp tamamladıktan sonra, şogunluk yönetimi Asano lordunu ölüme mahkum etmiş ve karnını kesmesi, yani intihar etmesi teklifinde bulunmuşlardır. Öte taraftan Kira’ya herhangi bir ceza verilmemişti. Bırakın onu, sanki sempatik bir nesne olmuş ve resmi vazifelerini sürdürmesine izin verilmişti. Şogun, Harima şehrindeki Ako’da Asano lordunun 50,000 kokusuna (Koku: Pirinç ile alınan vergi. 1 koku, bir askerin bir yıllık ihtiyacını karşılamaktadır) el koyulmasını da buyurmuştur.

Haberin Asano’nun kalesine ulaşması geç olmadı. Onun adamları bu haberi duyunca çılgına döndüler ve öfkeyle neler yapmaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Kira’nın uygunsuz hareketlerinin görmezlikten gelinmesi, Asano’nun hak etmediği halde ağır şekilde cezalandırılması Asano’nun adamlarını çılgına çevirmiş ve Harima eyaletini bir öfke bulutu kaplamıştı. Şogunun, sorumsuzluğu sadece Asano’ya çıkarması ve ettiği onca hakarete rağmen Kira’nın sorumlu görülmemesi, Asano’nun adamları arasında intikam hırslarını alevlendirmişti.

Ayrıca kanunlara göre, bir daimyo intihar ettiği zaman onun kalesine şogun el koyuyor, ölen samurayın ailesi mirastan mahrum bırakılıyordu. Bu kanun vesilesiyle, Asano’nun Ako’daki kalesine el konulmuş, ailesi mirastan mahrum bırakılmış ve onun emrinde yer alan 321 samuray, liderleri öldüğü için ronin olmuşlardı. Efendisi olmayan bir samuray, artık bir ronin oluyordu. Ronin demek aynı zamanda çok tehlikeli süreçlere de hazır olmak demekti. Çünkü roninler efendileri varsa samuray oluyorlar ve efendilerinin hizmetinde yer alarak rütbe, mevki ve övgü kazanıyorlardı. Efendisi öldürülen bir samuray ronine dönüşünce, ister istemez eski liderine sadakatini gözler önüne serecek ve intikam ateşiyle tutuşacaktı.

Bu etkenleri birleştirince, Asano samuraylarının neler yapacağını tahmin etmek zor değildi ve bazı konularda harekete geçmeleri şüphesizdi. Kimisi şogunun kaleyi kendi egemenliğine alışına boyun eğmemeliydi, kimisi intikam almak ve Kira’yı öldürmek için çeşitli entrikalar çevirmeliydi, kimisi kanunlara saygı göstermeli ve hiçbir sorun çıkarmadan teslim olmalıydı.

Asano’nun baş encümenlerinden ve en önemli adamlarından biri olan, yazımızın başında da bahsettiğimiz Oishi Kuranosuke, çeşitli düşünceleri dinlemiş ve sonunda bir plana karar vermişti. Şoguna, Asano ailesinin, Asano’nun ufak kardeşi Daigaku’nun liderliğinde yeniden tesis edilmesine dair bir talepte bulunacaktı. Oishi Kuranosuke, kaleyi barışçı yöntemlerle tekrar ellerinde tutmaya devam etmeleri, bu esnada Asano’nun eski gücüne kavuşması için mücadele etmeleri gerektiğini ve güçlü bir hale gelindiği, fırsatlar yaratıldığı zaman Kira’dan intikamın alınmasını salık vermişti.

Ama bir kısım askerler bu karardan hiç hoşnut değildi ve bir an önce harekete geçmek istiyor ve kabaran intikam duygularından dolayı bekleyemiyorlardı. Bundan dolayı bir grup Asano savaşçısı, intikam almanın yollarını planlamaya başlamıştı. Çünkü efendilerinin ölümünden dolayı Kira’yı sorumlu tutuyor ve bir an önce onun kellesini almak istiyorlardı. Ama diğer taraftan Kira aptal biri değildi ve Asano tarafından gelebilecek herhangi bir intikam saldırısını hesaba katarak şahsi korumalarını arttırmıştı. Oishi, “intikam soğuk yenen bir yemektir” düşüncesini fazlasıyla benliğinde taşıyacaktı.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra, şogunun ajanları Ako Kalesi’ne yollandı. Asano samuraylarının bir çoğu kaleyi terk etti ve sadece 60 sadık samuray kalmıştı. Şogunun adamları kaleye varmadan önce ölen liderin kardeşi Daigaku Asano, Oishi’ye bir mektup yolladı. Mektupta şogunun emirlerine uymalarını ve kaleyi vermelerini istedi.

Oishi ve geri kalan 59 samuray, Asano lordunun sözcüklerini bağlayıcı buldukları için onun isteğini kabul etmişti. Ama kaleden ayrılmadan önce, efendilerinin öcünü almak ve Kira’yı öldürmek için planlar yaptılar. Çünkü bir samuray karakterine sahip olmayan Kira yüzünden efendileri ölmüş ve Asano ailesi trajik bir sona gelmişti. En önemli istekleri, Asano’nun yasal şerefinin geri verilmesiydi.

Asano’ya hizmet eden eski samurayların, kendisinden intikam alacağından doğal olarak şüphelenecek olan Kira’dan söz konusu planı saklamak için adamlar dağılmışlardı. Oishi, Kyoto’nun varoşlarından Yamashina’ya gitmişti. Bir kurnazlık düşünerek, şehirdeki şogun polislerini ve Kira’nın bir çok casusunu aldatmak için sarhoş bir kumarbaz rolünü oynamış ve şehirde bu sıfatla ünlenmiştir.

Diğer taraftan şogun hala bu konuyla ilgileniyordu. Daigaku Asano’nun tutuklanmasını emretti ve Asano ailesini ana malikanelerinde yaşamaya mahkum etti. Böylece Asano ailesinin yeniden tesis edilmesine dair umutlar suya düşürülmüştü.

Asano’nun adamları yaklaşık iki yıl boyunca sabrederek intikam alacakları günü iple çekmişler ve beklemişlerdi. Kira’dan planlarını saklayabilmek ve bilgi almasını önlemek için tüccar kılığına girmişler, sokakta satıcılık yapmışlar ve sürekli içmişlerdi. Kira’nın konağına saldırmak için uygun anı bekliyorlardı.

Oishi gibi kişiler gelecek kaygısı duymadan ve kaybedebileceklerini düşünmeden, intikam ateşiyle yanıp sönmekteydiler. Oishi’nin adamları (artık ronin diyelim) bazı silah ve zırhları saklamışlardı. Oishi karısından ayrılarak kendisini intikama adamıştı. Bir olaya göre, Satsuma’dan bir samuray, yolda içen Oishi’yi görmüş, ağız dalaşına girmiş ve onun gerçek bir samuray olmadığını söylemiştir.

Bu inanılmaz bir sabır örneğiydi. İki yıl boyunca intikam duygusuyla yaşamak, intikam duygusunun kalplerinde hiç sönmemesi, hep içlerinde yaşatmaları ve bunu sadece efendilerine onurunu geri vermek için büyük sadakatle yapmaları, olayın niteliğini, şaşırtıcılığını, muazzamlığını gözler önüne seriyordu. İki yıllık bekleyiş sonucunda hiçbir faaliyet gözlere çatmayınca, Kira ve adamları rahatladılar. Oishi ve adamlarından şüphelenmemeye başladılar. Artık Oishi ve adamlarının istediği olmuştu.

Gizli bir buluşmayla, Oishi ve 59 ronin Kira’ya karşı harekete geçmeleri konusunda mutabakata vardılar. Ama Oishi sadece 46 adamın harekete iştirak etmesine izin vermişti. Geri kalan 13 adamı ailelerine gönderilmişti.

Oishi ve adamları birer birer Edo şehrine sızdı. 14 Aralık 1702’nin karlı ve soğuk bir kış gecesinde, 47 ronin, Kira çay töreni düzenlerken konağına doğru harekete geçti. 47 ronin iki gruba ayrılmıştı. Bir kısmı konağın önünden, bir kısmı da arkadan saldırıya geçmişti. Büyük bir çatışmanın ardından, 47 ronin Kira’nın silahlı 61 nöbetçisiyle çatışmaya başladı. 1,5 saatlik çatışmanın sonunda Kira’nın adamlarının işi bitirilmiş ve Kira adamlarından mahrum kalarak savunmasız kalmıştı. Roninler 1 adam kaybetmiş ve 46 kişi kalmışlardı.

Aramalar sonucunda, Kira konağın ek binalarından birinde gizlenmiş halde bulundu. Roninler Kira’yı avluya getirdi ve ona, liderleri Asano’ya tanınmış aynı seçeneği ve ayrıcalığı tanıyarak onurlu bir şekilde intihar etmesini teklif ettiler. Kira teklifi kabul etmedi. Roninler, efendileri Asano’nun kendisini öldürdüğü bıçakla onun kafasını kestiler. Görevlerini tam anlamıyla sembolik olarak sonlandırmak için, efendileri Asano’nun gömüldüğü Sengakuji Tapınağı’na geldiler. Efendilerinin onurunu geri iade etmek için ve onun şerefine, Kira’nın kesilmiş kafasını tapınağa yerleştirdiler.

Onlar ölmeye çok önceden hazırdılar ve kendilerini bu intikama adamışlardı. 46 adam, gerçek samurayın olması gerektiği gibi sadakat olgusunu yerine getirdikleri ve Yamaga Soko gibi adamların ileri sürdüğü idealleri gerçekleştirmiş olmanın rahatlığıyla kaderlerini bekleyecekti. Ayrıca dikkat edildiyse, Asano’nun adamları Kira’nın topraklarına saldırmamışlardı ve onlar için gerekli olan en önemli şeyi almışlardı. Yani Kira’nın kafasını... Efendilerinin onurunu geri verecekleri en önemli malzemeyi…

Geriye bir tek şey kalıyordu. Oishi, Edo’daki şogunluğa ne yapmış oldukları hakkında bilgi vermeleri için iki temsilci gönderdi. Sengakuji Tapınağı’nda bekleyeceklerini ve şogundan olay üzerine bir emir beklediğini iletmişti. Burası yoruma ve her türlü değerlendirmeye açıktır. Kaçmak yerine, görevlerini layıkıyla yerine getirmiş olmanın bir huzuru vardı ve onlar için bir nevi nirvanaya ulaşılmıştı. Artık kalpler rahattı.

Şogun Tsunayoshi, kızgın olmak ve öfkelenmek yerine, 47 roninin liderine gösterdiği sadakate hayran kalmıştı. Bu bakış açısı, şogun Tsunayoshi’nin vereceği kararı çok müşkül hale getiriyordu. Onlara büyük hayranlık duymuştu. Ama bir yandan yürürlükte olan kanunlar vardı, uygulanması gerekiyordu. Onların yaptıkları kahramanca işe sempatiyle bakmasına ve onlarla aynı duyguları paylaşmasına rağmen ikilem içindeydi. Ya Bushido felsefesinin en büyük yönlerinden birini gösterdikleri ve efendileri Asano’nun onurunu savundukları için onları affetmeliydi. Çünkü Bushido prensipleri açısından, takdir edilecek bir olaya imza atmışlardı. Ya da kanunlarda yazılı olduğu üzere onları cezalandırmalıydı. Eğer duygusal sebepler nedeniyle onları affederse, onların onurlarını küçümsemiş ve samuray kurallarını zayıflatmış olmaz mıydı?

47 gün süren düşünme evresinden sonra Tsunayoshi, Oishi ve onun hayatta kalmış 45 adamına bir suçlu olarak değil, onurlu bir savaşçı olarak kendilerini infaz etmelerini emretmiştir. Burası çok ilginçtir! Eğer şogun bir suçlu olarak öldürülmelerini isteseydi, onların ortaya koydukları Bushido felsefesi zedelenmiş olacaktı. Ama onurlu bir savaşçı gibi ölmelerini emrederek, hem kanunları uygulamış hem de Bushido felsefesini sekteye uğratmamıştır. Roninler arasında en genç olanı, Kira’nın ölümünü haber vermesi için Ako’ya gönderilmiştir.

4 Şubat 1703 yılında 46 ronin, dört gruba ayrılarak dört farklı daimyoya gönderilmişti. Bunun nedeni, daimyoların, söz konusu emrin uygulanıp uygulanmadığını denetlemeleri ve ölümlerine tanıklık etmeleriydi. Oishi ve geri kalan 45 ronin aynı anda kahramanca seppuku (hara kiri) yapmışlar ve onurluca kendilerini kurban etmişlerdir. Ölümlerinden sonra 46 ronin, efendilerinin gömülü olduğu Sengakuji Tapınağı’ndaki mezarının her iki yanına gömülmüşlerdir.

Söylentiye göre, sokakta Oishi ile ağız dalaşına giren Satsumalı samuray onların gömüldüğü Sengakuji Tapınağı’na gelmiş, ona hakaret ettiği ve bunun kefaretini ödemek istediği için, kendi karnını kesmiştir.

47 Ronin İntikamı, Edo dönemi boyunca büyük tartışmalara yol açmış ve üzerinde çok konuşulmuştur. Mesela Oishi ve adamlarının uygun zamanı bekleyip saldırabilecekleri riski göz önüne alınarak Kira’nın hayatının tehdit altında olmasının göz ardı edilmesi dikkatleri çekmiştir. Ayrıca roninlerin yaptığı işin doğru olmadığını söyleyenler de vardı. Yamamoto Tsunetomo’nun yazdığı Hagakure eserinde Konfüçyüs bilgini Sato Naotaka’nın 47 roninin hareketini kusurlu bulduğu aktarılmaktadır. Ona göre şogun, Asano’ya intihar etmesini emretmişti ve mesele orada bitmeliydi. Şogunun kararına uyulmalıydı. Tsunetomo’nun inancına göre, 47 Ronin Sengakuji’de intihar ettiği zaman görevini tamamlamıştı. Ama Naotaka gibi kişiler Kira için çok ağır laflar etmiş, onu korkak olarak değerlendirmiş ve onun hırsları yüzünden bir çok ölümün gerçekleştiğini söylemiştir. Asami Yasuda gibi isimler, 47 ronini savunmuş ve yaptıkları şeyin şogunluğa meydan okumak olmadığını belirtmiştir. Japonya tarihinin en tanınmış oyun yazarlarından olan Chikamatsu, Chushingura adıyla 47 Roninleri öven bir Kabuki oyunu yazmış ve bu eser, ebedi bir klasik olmuştur.

Oishi Kuranosuke ve onun roninleri bir efsane oldu. Onlar yıllarca Japon televizyonlarında konuşuldu, sinemalara konu oldular, kitaplarda haklarında yazıldı çizildi ve her zaman inanılmaz göründüler. Günümüzde idealize edilmiş samuraya duyulan özlem dinmiyor ve Tokyo’nun Sengakuji Tapınağı gibi mekanlarda bu özlem fazlasıyla açığa çıkıyor. Ziyaretçiler her gün 47 Ronin’in mezarlarında tütsü yakıyor.

10 Temmuz 2009 Cuma

Yeni 10 Numara ve Kaptan ARDA TURAN


Nihayet beklenen karar açıklandı. Metin Oktay, Hagi gibi efsanelerle anılan, onlarla sembolleşen Galatasaray’ın 10 numarası Arda Turan’a verildi. Bu aynı zamanda numarasız adam Lincoln’ün kesinkes bittiği anlamına da geliyor. Arda aynı zamanda takımın kaptanlığına getirildi. İkinci kaptan Ayhan Akman, diğer kaptanlar ise Emre Aşık ve Servet Çetin.

Haldun Üstünel’in açıklaması ise dikkate değer:

Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu Üyesi Haldun Üstünel, Galatasaray TV'ye yaptığı özel açıklamada, "Önümüzdeki sezon 10 numaralı formayı Arda Turan'ın giyeceğini" söyledi.

Üstünel, "Ben Arda'ya Lincoln'ün değil, Metin Oktay'ın formasını gönlüm huzur içinde emanet ediyorum. Onun da bu emaneti en iyi şekilde gururla taşıyacağını biliyorum." diye konuştu.

ZEN ve Aydınlanış

Zen, Buda dininin belli başlı kollarından biridir. Birinci yüzyılda Hindistan’dan Çin’e, oradan da 12. yüzyılda Japonya’ya gelmiştir. Japonya’ya ulaşmış Zen’in özü; aşkın bilgeliği, coşkulu sevgi ve herşeye aşktır. Zen inanışına tabi olanlar bir aydınlık ararlar. Bilgelik, dünyanın anlamını ve yaşamın önemini kavramaktır. Aydınlanmış ve bilge kişi bencil kar zarar hesaplarından, duyumsal acı tatlı ayırımından sıyrılmış, kendi varlığını, başkalarına aydınlık götürmeyen kişidir. Bilgelik kişinin içindedir. Zen, akılcılığı, kavramlaştırmayı ve biçimsel akıl yürütmeyi yadsır. Sözler ve sözcükler boş soyutlamalardır. Zen, kendinde gerçek olanı, bizzat gerçeği vurgular, gerçeğin yaşanmış olmasını şart koşar.

Zen Budistlerine göre 3 tür bilgi vardır: Sözel iletişimle okuyup dinleyerek elde edilen, bilimsel yaklaşımla elde edilen ve sezgisel kavrayışla elde edilen... Üçüncüsü, kişinin kendi varlığının, benliğinin derinliklerinden gelir. Zen yolcuları üçüncü tür, sezgisel bilgiyi ve onun aydınlığını en üstün sayarlar.

Japon sanatındaki bir çok ayrıntı Zen inanışında gizlidir. Kuru daldaki tek bir kuş, güz mevsiminin hüznüdür. Bunun kişiye verdiği duygu; yokluk ve yoksulluk içindeki duyumsal, ruhsal zenginliktir. Samanlıktaki mutluluk, yoksulluktaki dirlik sevincidir. Doğaya öylesine yakın bir varoluş ki, bahar yağmurunun sesinden bile sevinç duyar.

Gerçeğin bozulup çarpıtılmadan, mantığa vurulup düşünceyle bulandırılmadan algılanışı, Zen yolculuğunun temel ilkelerinden biridir. Bir Zen ustası şöyle anlatır bu ilkeyi: “Ben aydınlanmadan önce dağlar dağ gibi, nehirlerse nehir gibiydi. Aydınlanmaya başlayınca dağlar dağ, nehirler nehir gibi değildi artık. Şimdi, aydınlandığımdan beri, dağlar yine dağ, nehirler yine nehir gibi!” (FROMM, Erich 1979, Psikanaliz ve Zen Budizm Çeviren: İlhan Güngören )

Zen inanışı samuray yaşamı ile yakından özdeşleşmiştir. Zen, samuraya hem ahlak hem de felsefe yönünde arka çıkmıştır. Zen geri dönüşe izin vermez: “Emredilen yapılacak, başlanan bitirilecektir.” Zen felsefesi, yaşamla ölümü birbirinden ayırmaz. Yaşamla ölüm arasında ayrım da gütmez. Zen bir irade dinidir. Akılcılığı yadsıyıp duyguya değer verdiği için savaşçılara hoş gelmiştir. Onun yalın, kendine güvenen, zevk ve eğlenceden uzak yaşam yolu, savaşan ruha yatkın ve çekici gözükmüştür. Japonya, Kamakura döneminden İkinci Dünya Savaşı’na kadar bu inanışla yönetilmiştir. Kamakura döneminin iki yöneticisi Hojo Tokiyori ve Hojo Tokimune Zen tarikatına girince Zen’in etkisi, gücü tüm ülkede duyulmuştur.

Özetlemek gerekirse;
1. Zen, törensel olana değil, duygusal olana ağırlık verir; kişiyi kuramsal ve sözel yorumlardan ötedeki dolaysız ve sezgisel yaşantıya, anlatıma, iletişime yöneltir.
2. Zen, dine ve töreye değil, sanata ve yaratıcılığa yakındır. Öğretisinde ve uygulamasında, geleneksel değerlerden çok estetik ilkeler egemendir. Sanatçı olmak, tanrı gibi tanrı vergisi bir yaratıcılığa sahip olmaktır.
3. Zen, doğanın ve yaşamın dünyasında var olur. Zen eğitimi, dağların derinindeki manastırlarda, çalışıp yaşayarak yapılır. Zen, sanat nesnesinin içine girmeyi onun ruhunu yakalayıp anlatmayı amaçlar.
4. Zen, çay sanatına da yakındır. Çünkü çay, tıpkı Zen gibi, insanın doğaya, kendine dönüşü, doğayla bir ve birlik oluşunun sanatıdır.
5. Zen’in amacı, felsefe ile öteki dinler ve sanatlar gibi, kişiyi düzlüğe, aydınlığa (Satori’ye) çıkarmaktadır. Zen, bu aydınlığın nasıl kazanılacağını açıklamıyor. Ama, bir Zen ustası, aydınlıkla karanlığın arakesitini şöyle çiziyor: “Satori’ye erişince kişi her çimen yaprağının ardında değer biçilmez taşlardan yapılmış anıtlar keşfeder. Ama Satori’ye ermedikçe kişi anıtsal yapılar tek bir çimen yaprağının altında saklanabilir.” (Suzuki Daisetsu 1979:109)

(Bozkurt Güvenç 1995: 165, 166, 167)

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Abdul Kader Keita Öngörüsü


Futbol, içinde inanılmaz dinamikleri barındıran bir dünya; herhangi bir yerde ‘ak’ dediğinize başka bir yerde ‘kara’ diyebileceğiniz kadar… Futbola dair verileri incelerken ve ilgili verileri potansiyelleri nispetince tartarken ne gibi dinamiklerde hangi sonuçların ortaya çıkabileceğini tahmin yoluyla öngörebiliriz. Futbolda ‘kesinlik’ denen bir tabir pek mümkün olmuyor.

Her düşüşün bir kalkışı vardır. Söz konusu yükselişte sayısız etken söz sahibi olur. Bazen birinin elinden tutmak, onu motive etmek, değerli olduğunu belli etmek ve sevginin en safını vermek, ilgili kişinin gerçek potansiyelini ortaya çıkarabilecektir. Özellikle konumuz futbol ise verilen değer, güven ve sevginin açığa çıkaracağı gizli güçler vardır; hepsinin üzerine doğru dinamiklerle zemine yayılma gerçekleştirilirse…

Tıpkı bitti denilen Hagi gibi…

Son yıllara kadar bitti denilen Kewell ve Baros gibi…

Bu, başlangıçta kumar olarak algılanmıştı ama gözden kaçan bir şey vardı. Adı geçen isimler zaten futbol potansiyeline sahiptiler. Yetenek ve kalitelerine dünya üzerinde çok az insan dudak bükebilirdi. Onlara asıl gereken güven duygusu, sahada uzun süreler almak ve motivasyondu. Değerli olduklarını göstermekti. Bunu başarmıştı Galatasaray. Kendini bulmak fiilinin Galatasaray çatısı altında önemli bir özellik olmasının nedeni buydu.

Keita ile ilgili cümleleri yazmadan önce yukarıdaki girizgahı aynen Keita’ya uyarlayabilirim. Eğer sıradan bir oyuncu olsaydı, yukarıdaki cümleleri yazmaya gerek bile yoktu. Bir iki yıldır uyku halinde olan bir dev aldı Galatasaray. Yeteneklerini açığa çıkarmayı ve kendisine uzun süreler verilip güvenilmesini istediği bir el gerekiyordu onun için.

Galatasaray ve Frank Rijkaard’ın elini…

Kendisini Lille’deki gibi tekrar değerli hissedebileceği.

İstatistik verileri bu yazının konusu değildir. Sonuçta mini etekler ilgi alanımıza girmiyor. Biz ilgili bedenin bütününe, iç dünyasına ve ruh haline bakıyoruz. İstanbul’dan içeri girecek olan bu sempatik çocuk, içindeki devin uyanışına elbette tanıklık edecektir. Kendisine verilen değeri, duyulan güveni, tıpkı Baros, Kewell örneğinde olduğu gibi verilen sevgiyi görecektir. Tüm bunların üstüne Rijkaard’ın futbol eleğinden geçecek dönüştürülmüş Keita zihninin, Galatasaray sağ kanadının çimlerini güçlü darbelerle sarsacağını öngörüyoruz.

Futbol dinamikler ve motivasyon oyunudur. Eğer ortada gözle görülür biçimde kalite ve yetenek varsa, doğru adımları attığınızda meyvesini verecektir.

Keita transferinde asıl dikkate almamız gereken, söz konusu transferin hoca isteği doğrultusunda gerçekleştirilmesidir. Öte yandan iki yıldır bu oyuncuyu takip ediyorduk diyen Haldun Üstünel’in bu sözünün hangi anlamda tartışılması gerektiği çok önemli. Transfer etmek üzere takipte olunan bir oyuncu muydu, yoksa isim ve piyasa olarak bilinen, nasıl oynadığı hakkında bilgi sahibi olunan bir oyuncu muydu? Ya da Frank Rijkaard, yönetimden kendisine bir isim önerisi gelmeden kendisi direkt bizzat önerdi mi? Eğer son şık geçerliyse bu çok daha önemli bir transferdir. Rijkaard gibi bir isimin kulübün gücü doğrultusunda bir oyuncuyu tercih etmesi ve o ismin alınması, geleceğe yönelik Rijkaard projesinin önemli dama taşlarından birini elde etmek demektir.

Galatasaray’da ne yapar Keita?

Son yıllarda Galatasaray sağ kanatsız mücadele ediyor dersek yanılmayız herhalde. Yüzde yüz kapasite ile o bölgede oynayabilecek ve asıl mevkisi sağ kanat olan fazla oyuncu yoktu. Sabri ve Aydın Yılmaz’ın bu bölgedeki yeterlilikleri sorgulanabilirdi. Son yıllarda asıl verimi orada veremeyecek çok oyuncu oynatıldı. Söz konusu Keita seçimiyle yılların kanayan yarasına pansuman yapıldı.

Rijkaard’ın 4-3-3 oynatacağı bir gerçek. Bu anlamda sisteme uyan adam gereksinimi çok önemliydi. Keita ismi ise 4-3-3’ün önündeki üçlünün sağ tarafı için yerinde bir isimdi. Hızlı ve sert oynaması gereken bir takımda bu görevini fazlasıyla yerine getirebilecektir. Keita’nın becerilerine baktığımızda Galatasaray’ın önemli bir açığını kapatacağı bir gerçek.

4-3-3 sistemi ile sahaya dizilecek Galatasaray için asıl kritik nokta Arda’nın nerede oynayacağı meselesidir. Çünkü eğer forvetin sol bölgesinde oynayacaksa Kewell yedek kulübesinde bulabilir kendini. Eğer Kewell, Baros ve Keita ile forvet hattı oluşturulursa Arda’nın orta üçlünün sol tarafında oynamasını bekleyebiliriz. Yeni yabancı orta saha transferi ise orta üçlünün sağ tarafında yer alır diye düşünüyorum. Tam ortadaki isim ise geriye sarkık olacak Topal ya da Linderoth’dan biri olabilir. 4-3-3 sisteminde asıl can damarı orta saha olduğuna göre orta sahanın sağlıklı işlemesi ve bu bölgeye destek verilmesi çok önemli bir nokta. Fiziksel sorunları nedeniyle Kewell belki orta sahaya fazla destek veremeyebilir ama Keita’nın yüksek fizik gücü, sürekli koşması ve hızı orta sahaya büyük kolaylık sağlayacaktır.

Yazıyı Keita’nın olumlu ve olumsuz yönleri ile kapatalım.

Olumlu Yanları

- Çok hızlı oluşu
- Yüksek fizik gücü
- Uzaktan sert şutları
- Yüksek boyuna rağmen yüksek fizik gücünün de yardımıyla çok rahat adam geçebilmesi, yıkılmaması ve tekniği
- Takımı coşturacak ve taraftara adrenalin verebilecek potansiyelde bir oyuncu olması
- Renkli ve seyir zevki veren bir oyun tarzına sahip olması
- Milan Baros ile kader ortaklığı yapması


Olumsuz Yanları

- Bencil bir oyun tarzına sahip olması.
- Gol vuruşlarındaki bitiricilik anlamında zayıf olması
- Kariyerinin son yıllarında fazla forma şansı bulmaması
- Başlangıç maçlarında kendini gösteremezse oluşabilecek muhtemel moral zafiyeti
- Son yıllarda istatistik verileri açısından soru işareti yaratması
- Bir çok Afrikalı oyuncuda mevcut olabilecek disiplinsizlik ve taktik zafiyet belirtileri
- Takım için çok kritik bir oyuncu olursa sezonun ortasında gitmek zorunda kalacağı Afrika Futbol şampiyonası

Olumsuz yanlarına baktığımız zaman, teknik-mental-taktik sorunların çoğunun Rijkaard etkisiyle çöpe atılacağını, kendisine forma verilip uzun süreler aldığında istatistik verilerini alt üst edeceğini, bu süre arttıkça ve seyircilerden sevgi gördükçe yüksek moral motivasyonu ile üst seviyede performans sergileyeceğini söylemek müneccimlik olmasa gerek.

Aslında Keita’nın tek bir ihtiyacı var: Kendisine değer verilmesi, güvenilmesi ve karşılıksız sevgi. İlk iki madde teknik yönetimde, ikinci madde ise siz taraftarlarda bitiyor.

7 Temmuz 2009 Salı

Bizim de Dizilerle Birlikte Bitişimiz


Hepimizin gönlünde yatan, içimize sinen, aidiyet duygusu taşıdığımız ve bağlandığımız diziler vardır. Kimileri için Lost, Heroes, Prison Break, benim için ise Battlestar Galactica, Babylon 5, Six Feet Under, Farscape, The X-Files gibi. Bu dizileri izlerken her birine karşı duygusal bir bağım oldu. Adeta nikotinmiş gibi içime çekip durdum. Sonlara doğru hiç bitmemesini istediğim oldu. Söz konusu dizilerden bazıları yıllar önce bitmişti ama adam gibi kesintisiz her birini bu diziler bittikten yıllar sonra izledim.

Bu dizilere duyduğum aidiyet duygusu çok farklıydı. Sanki onlarla birlikte olayları yaşıyordunuz. Bazen coşuyordunuz, bazen öyle duygulanıyordunuz ki gözleriniz doluyor, birkaç damla yanağınızdan aşağıya doğru süzülüyordu.

Bana da olduğu gibi…

Bazıları finalleri ile bizi birkaç gün etkisi altına alırken, bazılarının bitişlerini kabullenemiyorduk. Evladını kaybetmiş bir ebeveyn gibi hissediyorduk kendimizi. Ağır geliyor bu gerçeği kabullenmek. Yeni baştan izlemeye başlasak aynı büyü bizi rehin alır mı bilmiyorum bile.

Dün de The X Files’ı sonlandırdık.

Yine içimin sıkılması, yine üzülmem söz konusu.

Diziler sona erdiğinde keşke devam etseydi. Bize öyle geliyor ki aslında o dizilerin bitişinin ardından devamı olmasa bile bizim bilmediğimiz bir evrende yaşamaya devam ediyor. Orada yaşanan hayatlar, maceralar devam ediyor.

The X Files’da Fox Mulder - Dana Scully şu an aynı evde yaşıyorlar, aşklarını devam ettiriyorlar ve uzaylıların olası istila planlarını açığa çıkarmaya çalışıyorlardır diye hayal ediyoruz.

Ya da Battlestar Galactica elemanları insanoğlunun ilk köklerinin tohumunu atmakla meşguldürler herhalde.

Six Feet Under için ise hiçbir şey diyemiyorum. Açıklamak istesem bile izlemeyip izlemek isteyenlere ipucu olacak ve tadı kaçacak. Six Feet Under’ın finali belki de dizi tarihlerinin en çarpıcı sonlarından birine işaret ediyor. Hayatın ağırlığı ve gerçeği, herkesin bir hayata sahip olup hayatı mümkün mertebe en güzel şekilde yaşayıp hepsinin tek bir gerçekliğe döndüğünü suratlarımıza çarpıyor.

Kara toprağa…

Ah ne olurdu, öyle bir projeye imza atsalardı ki ölümle sonlanmayan, bizi etkisi altına alan diziler kaldıkları yerden çok daha farklı bir perspektifle devam etselerdi.

Bilim kurgu tarihinin en muhteşem finallerinden birine müthiş bir melodram ile imza atan ve içimizi eriten finalinden sonra John Crichton ve Aeryn Sun’ın aşk meyvesini büyütmelerini izleyebilseydik.

Adama’ların kadınlarını kaybettikten sonra nasıl bir yaşam sürdüğünü görebilseydik.

Ya da keşke Kaptan John Sheridan’ın yaşlandığını görmeseydik.

Diziler belki bir hayal ürünü, belki gerçek yaşamda gerçekleşen şeyler değil ama barındırdıkları her şey ile hayatın bir parçası gibi. Hepimizden bir parça taşıyan ve bizlere mesajlar veren bir elçi tadında… Yaşamın gerçekleri ve kendisi aslında…

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Devir Nasıl da Değişiyor...


Futbol nasıl da içimize işlemiştir. Hayatımızın anlamlarından biri gibi. Fanatik gözle bakmaktan ziyade sanki içinde çok felsefî bir varlık barındıran, açığa çıkarılmayı bekleyen kültürel bir ikonaymış gibi. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ifade eden deyim öbeğinin sonunda, futbolun da böyle bir misyona ve güzelliğe sahip olduğunu, kaba kuvvetin çok daha ötesinde bir bütün olduğunu aktaramadığımız narin yüreklilere.

Öte yandan öyle akıl dolu bir oyun seçeneğidir ki, doğru taşları koyup cesaretle süslediğinizde, bedeninizi doğru perdelediğinizde, gol vuruşunu düzgün ve heyecansız yaptığınızda, bir ceylan olarak aslanı kovalayabileceğinizin kanıtını görürsünüz.

Bazı zamanlar, geçmişte oynadığım futbol maçlarını düşündüğüm oluyor. O zamanlar pek rahatsız bir insan değildim. Çok rahat futbol oynayabiliyordum. Yaptığım milimetrik ortaları düşündüm. Mahallenin en iyi ortacısı olmanın, Prekazi'nin çok koşanı diye nitelendirilmenin kendimi nasıl hissettirdiğini hatırladım. Gerçekten de bir ortanın içinde öyle büyük bir emek ve cefa vardı ki, topun dibine teknik bir şekilde vururken, topa yumuşak bir yön verirken, tam kafalara mıhlamaya çalışırken, bir analizci, bir mühendis edasındaki ayak ayarının dahi ne emekler gerektirdiğini hatırladım.

Öte yandan ayakkabılarımı düşünürdüm. Sürekli futbol oynamanın pek dayandırmadığı ayakkabımı. Top denen o güzelliğe her sert vuruşum, orta yaparken topun dibine her mıhı koyuşum; “ayakkabım parçalanacak ve yenisini hemen alabilir miyiz acaba?” korkuma sebep olurdu.

Atılan her çalım, yapılan her asist, adrese teslim bir orta ve en önemlisi estetik her gol sonrası ne kadar mutlu olduğumu ve bunun beni ne kadar güçlendirdiğini hatırlıyorum. Anlatılamaz bir mutluluktu. Özellikle önemli maçlarda muhteşem bir gol çaktığın zaman, arkadaşlarının sana sarılması yok mu? O an insan kendisini bir kral gibi hissediyordu.

Nasıl hissetmesin?

Top denen meşin yuvarlağa öyle sert vuruyorsun ki, kaleci hamle bile yapamıyor ve topun çatala çarpıp ağlarla kucaklaşmasına tanıklık ediyor.

Bu bir sanat, bir beceri değil miydi?

Belki de çimenlere eğilerek kokusunu içimize çekmek gerekiyordu. Mümkünse salya sümüğün sümkürülmediği tertemiz bir futbol çimini tercih etmeliyiz.

Tiyatroya gitmemiz teklif edilse, burun kıvırabiliriz. Pek içimizden gelmez. Ama sanat niteliğinde oynanacak bir futbol maçı teklifiyle karşılaştığımızda gözlerimiz parlar. Eğer saplantısal sorunların içerisine düşersek psikolojik çözüm yollarını arar ve bir takım, bir futbol sevgisinin absürd olmayan fanatiklik ilacını gözlerimizden damlatırdık. Futbol bu! Ne ararsanız var. Hele ki sevdiğiniz takım ile bir gönül bağınız varsa aradığınız her şeyi bir frikik vuruşunda bile bulabilirsiniz.

Maçları televizyondan izleyen ya da çok az maça giden, büyük maçları kaale alıp ufak maçları iplemeyen, bununla yetinen ortalama bir taraftarla, maçların hepsine giden taraftarlar arasındaki fark nereden gelir ki? Belki de tribünde oturan, sigarasını yakan, çekirdeğini çitleten, suyunu içen bir erkeksiliktir? Binlerce kafa, her bir kafadan yeri gelince küfrü basıyor. Belki de bir nefret patlaması, istediği gibi bağırma özgürlüğü, hiç çekinmeden büyük bir rahatlıkla “hadi oradan i*ne hakem” demenin verdiği bir hazdır. Belki de bu bir deliliktir.

Maçın neticesinde ortaya çıkan şey; ya büyük bir düş kırıklığı ya da orgazmı aşan bir rahatlama, mutluluktur.



1993 yılında yapılan bir ankette Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’a atfedilen özelliklere göz attığımızda ilginç şeyler buluyoruz. Bu anketlere göre; Galatasaray Türkiye’nin en başarılı, Avrupa’da oynadığı maçlarda klasik olarak başarıyı yakalayan, en eğitimli ve centilmen taraftar kitlesine sahip kulüptür. Fenerbahçe, en fazla taraftara ve en fazla maddi olanaklara sahip; Beşiktaş da en istikrarlı şekilde yönetilen, kendi sporcularını yetiştiren, en centilmen sporcuya sahip kulübü olarak görülmektedir.

Ya şimdiki zaman?

Fazla deşmeye gerek yoktur. Özellikle Beşiktaş’taki mevcut anormal değişiklik dikkate değer.

Galatasaray’ın kültürel bir mit olması kadar doğal bir şey olamazdı zaten. Bir kere kulübün Beyoğlu’nda olması bile derin bir bilgi, kültür ve hoşgörünün kaynaklığına işaret etmektedir. Yüzyıllardır beri gelen Mekteb-i Sultani ve sonrasında Galatasaray Lisesi'nin verdiği mezunlarla ülkemize kattıkları katma değeri bir kalemde silip atamayız. Buradan anlaşılacağı üzere, Galatasaraylı olmanın bir de kültürel boyutu vardır. Sportif başarıları bir kenara koyarsak, Galatasaray kültür ve sanat dalında da adını ülke sınırları dışına taşımıştır.



Eski masumiyetler de kayboluyor öte yandan. Hayatımıza para, öfke, sinir katsayısı, kör gözlü fanatizm musallat oluyor. Metin Oktay’ı hatırlıyorum. Topluma futbol (daha doğrusu Galatasaray) aşkı ve insanlık modelini öyle aşılamıştı ki, İzmir’in en zengin ve en güzel kızlarından birinin “ya ben ya da Galatasaray” seçimini hiç düşünmeden Galatasaray yönünde değiştiren, onunla evlenmeyip Galatasaray ile evlenen bir genç. O esnalarda doğan erkek çocuklarının bir çoğunun adının Metin olması ise çocuklarımızın Metin Oktay gibi olabilmesi için bir dilektir.

1969 yılında jübilesini yaparken, Galatasaray – Fenerbahçe jübile maçında Can Bartu ile karşılıklı forma değiştirmeleri, Can Bartu’nun Galatasaray’da, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’de oynaması, şu an için inanılmaz bir olaydır.

Galatasaray’ın daima Metin Oktay’ı anması doğaldır fakat Kadıköy Dereağzı’nda Şükrü Saraçoğlu’nun 500 metre ötesine Metin Oktay heykelinin dikilmesi ise her şeyden daha önemlidir.

Hiçbir şey eskisi gibi değil.

Eski güzellikler geride kaldı ve meydan yılmayan, öfkeli savaşçılara kaldı.

Marcel Proust’un sorduğu soruyu kendimize sormamız gerekiyor belki de:

“Başımıza kötü bir şey geldiği zaman, ‘niçin bu iş benim başıma geldi?’ diye soruyorsak, aynı soruyu iyi bir şeye kavuştuğumuz zaman da sormalıyız.”

3 Temmuz 2009 Cuma

Nihayet Hagi'nin Tırnağı Olamayan Paketlendi!


Demin Show ana haberde Adnan Polat ile yapılan röportajda Lincoln’ün önümüzdeki sene kesinlikle takımda olmayacağını ve Florya’ya bile giremeyeceğini öğrendik. Nihayet bir yaradan kurtulmuş oldu Galatasaray.

Lincoln için her zaman yetenekli dedim ama yetenek bir yere kadar. Bu yetenek profesyonellik, istikrar ve takımdaşlık ile birleşmiyorsa tek para etmez. İnanılmaz beklentilerim vardı. Takımda çok görmek istediğim bir oyuncuydu. Ama kendi etti, kendi buldu. Benim asıl üzüntüm ise Lincoln'ün Galatasaray ile özdeşleştirilmesi, Hagi gibi olduğu düşünülmesi ve ondan Hagi gibi olması beklenmesiydi.

İmkansızdı.

Daha geldiği ilk gün Hagi benzetmesine "gurur duyarım ama onun performansının %30'unu gösterebilirsem ne mutlu bana demiş" bir adamdır. Aslında adam daha ilk günden hanyayı, konyayı göstermişti ve farkına bile varmamışız.

Lincoln'ü tamamen ayrı yerlere koyan ve değişmez adam sananlara sadece şunları söyleyelim.

Hagi, babasını kaybettiği günün ertesinde İstanbul'a geldi maçını oynadı.

Hagi 40 derece ateş altında 2001 yılında Milan maçına çıktı golünü attı, Galatasaray'ı çeyrek finale çıkardı.

Hagi -20 derecede Erzurum'da karlar altında top oynadı.

Ya Lincoln?

Her zaman bahane, her zaman mazeret. Ailesine düşkünmüş! O ailesine düşkün de Hagi düşman mıydı?

Hem de babasını kaybettikten sonra çat diye formasını üstüne geçiren.

Gerçek Galatasaraylı gibi olmayanı övmek de korumak da bir yere kadar...

Quo Vadis?*


*Nereye Gidiyorsun?




Sözde iyi amaçlarla aslında cehennem yolları döşenir
Kavrayışlar yolunu bulunca rüyalar anlam kazanır
Hayat, atılan çelmelerle ilerler
Gözlerini aç, yaşam devam ediyor...


Ağlayışlardı hayatın ilk saniyelerinde karşılayan. Ta ki doktorun popoya vurduğu darbeyle kuvöze yerleştirilinceye kadar. Herkes için aynı başlangıç, aynı ağlayış ve aynı başlangıçtan geçiş. Yol ayrımının başladığı ve herkesin kendi yolunda yürüdüğü an, ne zamandı?

Tüm hayat başlangıcı aynı merkezden başlıyordu. Kuvözden çıkıldığı an, asıl adımların atılmaya başlandığı andı, emeklemeye başlanan an değil. İlk sıcak temas anne kucağından, ilk tadılan ıslaklık anne memesinden, şefkatlerin en büyüğü anne yüreğinden...

Mücadele daha o anda başlıyordu. Büyüme, emekleme, diş çıkarma, anne ya da baba deme, yürüme, okul, sınavlar, sevgi, emek, fedakarlık, kişilik, ruh ve tüm yaşam mücadelesi... Tüm bunların sonucunda kendi yolunda yürümeye başlayacak, sapacağı yönleri kendisi belirleyecek, bazen dış etkenlerle yolundan ayrılıp yanlış sapaklara sapacak, doğru ve yanlış sapaklar yönünde yürüyüp duracaktı.

Açığa çıkan korkuları hisseder
Karanlık geçmiş, içindeki savaşı doğurur
Yıllar gelir, geçer ve görür
İçindeki savaş hala avlayıp duruyor

Bir yalnızlık hikayesi miydi?

İç savaşın barbarca karşılandığı kanlı bir çatışma mıydı?

Emek, fedakarlık ve her türlü zorluğun korkusuzca yansıtılması gerekliliği miydi?

Bekliyor. Düşünüyor. İçinden sövüyor. Yapabilir. Gerçekten yapabilir. Yapabilir mi?

Bazen kendisini hissedemez. Kalbinin ya da beyninin ne istediğini bilemez. Kalbini kaybettiğini düşünür. Tüm her şeyden yorulmuş. Nasıl hissettiğini görebilmesi için gözlerine bakması gerekir. Sadece duymak istediklerini söylerse, nefesini ve yaşadığı zamanı tutması gerekir. Kendisine ait bir krallığa ve nefes alıp vermeye ihtiyacı vardır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails