27 Ocak 2011 Perşembe

Secret Garden: Alice, Beyaz Tavşan, Denizkızı ve Su Kabarcıklarında Kaybolmak


Eğilmiş, prensi alnından öpmüş.
Önce hançere, sonra prense bakmış

Birden kızın elindeki hançer titremeye başlamış.
Hançeri dalgalara fırlatmış.

Güneş ışınları denizi aydınlatıyorken
denizkızı kendini sulara bırakmış...

..ve denizkızı, denizdeki
su kabarcıklarından biri olmuş.

Küçük deniz kızı gökyüzüne
doğru çıkıp yok olmuş.


Hayat her yönüyle fena halde savaşa benzer. Mücadeleye benzer. Karun gibi zengin olsanız da, tek göz odada yaşayan fakir bir insan olsanız da bir çok problem yakanızı bırakmaz. Bazen hiçbir şey istediğiniz gibi olmaz. İnsanoğlu seçimleriyle yaşar. Önünüzdeki seçimlerden birini seçmeniz demek, diğer tüm seçenekleri öldürmeniz demek. Tek vuruşluk bir haktır bu ve bu yönüyle fena halde ‘golden shoot’a benzer. Tercih edilmeyen seçenekler için son vuruşu yapmışsınızdır. Duyumsadığınız sevgi ve aşk da bu problemlerden biridir. Karun gibi zengin olmanız, delicesine bağlandığınız fakir bir insana sorunsuz sahip olabilmenizi sağlamaz.


Lewis Carroll, Alice ve beyaz tavşan karakterini yarattığında, eserinin dünyaya damga vuracağını ve bir çok felsefi alanda didik didik incelenip, bir çok hayat sekmesinde öncü olarak dikkate alınacağını biliyor muydu, orası muammadır. 19. yüzyılda yaratılmış bir eser yıllarca irdelendi. Beyaz tavşanın peşinden koşturan nice insanoğlu oldu. Olaya basit gözle bakanlar için Alice bir çocuk karakteri, öykü de bir çocuk öyküsüdür. Ama gerçek öyle değildir. Bu öykünün içinde hayatın gizemleri yatar. Seçimlerimiz yatar.Neyi tercih ettiğimiz, hayatımızı nasıl yaşayacağımız, gerçek ile hayal gücü arasında dünyaya nasıl sarılacağımız söz konusudur. Bazılarımız için hayal gücü gerçeğin de ötesidir. Hatta gerçeğin ta kendisidir. Hayallerimizde yaşarız ve gerçekleri yaşayanlardan daha mutluyken buluruz kendimizi. Alice gibi hayallerinin peşinde koşanlar kendi tercihlerini yapmışlardır. İnsanüstü bir yaşam kuyusunun içine düşmüşlerdir.

Aşk hiç ama hiç kolay bir şey değildir. En zor savaşlardan biridir. Alice, Beyaz Tavşan’a nereye gideceğini sorduğunda, Beyaz Tavşan istediği yere gidebileceğini söylemişti. Alice bir türlü emin olamamıştı. Gideceği yer neresiydi? Nereye gitmeliydi? Beyaz Tavşan, bunu kendisinin seçmesi gerektiğini söylemiş ve hangi yolu seçerse seçsin yola devam edeceğini ve gitmesi gereken yere gideceğini söylemişti. Çünkü hangi yolu seçerseniz seçin, ulaşacağınız bir nokta vardır.

Ya da deniz kızı gibi su kabarcıkları arasında kaybolur gidersiniz. Bir hayatı yaşamak, bir aşkı yaşamak bazen denizkızı olmayı gerektirir. Hayatta var olmanıza rağmen aslında yok olmanızı gerektirir. Oradasınızdır ama yoksunuzdur.

Peki bunca kelamı neden ettim? Denizkızı’ndan girip neden Alice’den çıktık? Neden fantastik dünyalara yol aldık ve Denizkızı ile birlikte bilinmeze yol aldık?


Hepsi Secret Garden adı verilen, ölümcül bir Güney Kore dizisi yüzünden.. Kim Joo Won, harika görünüşlü fakat kibirli ve çocukça bir adamdır. Gil Ra-Im ise gözde aktrislerin bile kıskandığı, savaş sanatları bilgisi olan aksiyon filmlerinin dublörü olan bir kızdır. Kim Joo Won bir karun kadar zenginken, Gil Ra-Im tek göz odada yaşayan fakir bir kızdır. Bir gün yolları kesişir bu ikilinin ve hayatları o noktadan sonra eskisi gibi olmayacaktır. Bir savaş başlamıştır. Aşk savaşı ve mücadelesi.. Bir gün tuhaf bir eve girerler. Evdeki yaşlı kadın onlara içmeleri için likör ikram eder. Ertesi gün ikili uyandıklarında, bedenleri ve ruhlarının yer değiştiğini görürler.

Bu ikilinin yaşamları fantastik bir yolculuktur aslında. Aşklarını en güzel ifade edebilecek şey Denizkızı öyküsüdür. Sık sık okudukları “Alice Harikalar Diyarı’nda” eseriyle birbirlerine atıfta bulunurlar yaşamlarında. Bu öyle zor bir aşk öyküsüdür ki, birinin su kabarcıkları gibi patlayıp yok olması gerekebilir. Zor bir yaşam yaşaması gerekebilir. Bu iki harika öyküye atıfta bulunan dizi, bu muhteşem fantastik dokumalarını insanüstü yoğun ve duygusal müziklerle birleştirdiğinde şu an yaşadığınız hayattan kopup gittiğinizi görüyorsunuz. Aslında bu diziyi izleyenlerin her biri Alice’dir. Alice gibi kuyuya düşmüş ve hayallerinde yaşamaya başlamıştır. Bu diziye gömüldüğümde derin kuyuya düşüyor ve hayallerin içindeki gerçekliklere ulaşıyorum. İnanılmaz mutlu oluyorum. Vurucu sahnelerde hemen araya giren o müziklerle ise neye uğradığımı şaşırıyorum. Karakterler güldüğünde gülüyor, ağladığında ağlıyorum. Saflığın ve masumiyetin dokunuşlarını duyumsuyorum; alnımda, kalbimde ve beynimde. Dizinin çekildiği bazı mekanların cennet dokumaları tadında olması vurucu bir etkide bulunuyor. Tıpkı Alice’in yolunu kaybettiği orman gibi.. Hiç bitmesin istiyor insan. Bu öykü hiç bitmesin istiyor..


Dizinin müzikleri için sayfalar dolusu yazmak lazım. Bunca duygu yoğunluğunu bu kadar birebir kapsayan ve cuk diye oturan nadide şaheserleri yazabilmek insanüstü bir ruh hali olsa gerek. Hiç tarzım olmamasına rağmen bu müzikleri o sahnelerle izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamadım.

20 bölümlük dizi, özellikle onlu bölümlere geldiğinde dayanılmaz bir ruha haline bürünüyor. O bölüme kadar sürekli gülen, eğlenen, kopan sizler, büyük bir duygusal fırtına ve hayaller dünyasında koşturmaya başlıyorsunuz. Kaldıramıyorsunuz. O yoğunluğu kaldıramıyorsunuz..

Güney Kore görsel sanatında ince bir nüans var. Büyük bir masumiyet ve saflık var. Müthiş bir oyunculuk var. Onlu bölümlere geldiğinde her bölümüyle “A Moment to Remember” tadını almaya başlıyorsunuz. Misal bu filmi dış mihraklar yapsa aynı etkiyi alamazsanız. Bu Güney Korelilerin DNA’sına nüfuz etmiş hastalıklı bir ruh hali olsa gerek. Bu DNA yapısı size evriliyor. Sanat denen şey budur diyorsunuz..


Kim Denizkızı olacaktır? Kim Joo Won mu, Gil Ra-Im mi?

Dizi boyunca iki ana karakterin birbirlerine atıfta bulunduğu ve aşklarını ifade ettikleri Denizkızı öyküsü nedir peki?


Denizkızının, su kabarcıklarından biri olup ölmemesi için ya prensin ya da denizkızının ölmesi gerekiyor. Büyücü bir hançer verip güneş doğmadan önce prensin kalbine saplamasını söyler: “Kanı senin ayaklarını ıslatınca tekrar denizkızı olabileceksin. Köpük haline gelmeden üç yüz yıl yaşayacaksın. Aman acele et! Gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek.”

Küçük deniz kızı prensi alnından öper. Önce hançere, sonra prense bakar. Kıyamaz. Derken vakit dolar. Birden kızın elindeki hançer titremeye başlar. Hançeri hızla, uzaklara, dalgalara doğru fırlatır.

Güneş ışınları dalgaları aydınlatıyordur. Vücudu hemen eriyiverir. Köpük haline gelir. Köpükler üzerindeki, minik baloncuklardan biridir artık. Bütün baloncuklar havada uçuşuyordur.

Küçük deniz kızı yükseğe, hep daha yükseğe çıkar. Köpükten ve diğer baloncuklardan uzaklaşır.

-“Nereye gideceğim şimdi?” diye sorar, kendi kendine.

-“Gök kızlarının yanına”, der baloncuklardan biri. “Gök kızlarının yanında üç yüz yıl insanlar için iyilik yapabilirsen tekrar insan olabilirsin.”

Gök kızlarının yanına doğru yükselirken doya doya ağlar. Prense son kez bakıp gülümser. Diğer baloncuklarla birlikte, geminin üstünden geçen bulutlara doğru hızla yükselip kaybolurlar.


Hayat gizemli bahçede kaybolmak gibi değil midir zaten? Bu dizi belki de dünyanın en iyi dramalarından biri. Beni Six Feet Under kadar yerin dibine gömmüş bir mükemmellik..

Ve işte dizinin o ölümcül parçaları.. Hiç tarzım olmamasına rağmen beni yıkan bu parçaları, dizinin yoğunluğuna bağlamak lazım..





24 Ocak 2011 Pazartesi

What's Heavy? (Bölüm VII - Son)


1990’lı yıllardan başlayarak 96-97’li yıllara kadar geçen süreç içerisinde Black Metal büyüdükçe büyüdü, liriksel ve soundsal anlamda yeni yaratıcılıkların peşine düşüldü, akıllar zorlandı ve birbirine zıt ideolojiler çevresinde farklı bakış açıları ortaya çıktı. Özellikle absürd bakış açıları bu zamanda güçlü bir hal almıştır: Faşist bakış açıları, pagan inanışlar, bu düşüncelerin çeşitli varyasyonlarla melezleştirilmesi, her şeyi yok etmek ve kendini her şeyin ötesinde görmek... Bunların yanında sanatsal içeriğin içinde Hıristiyanlığa baş kaldırıp şeytani polemikleri yapmak da vardı. Günümüzde faşist ve milliyetçi olarak adlandırılan Black Metal olgusu aslında Norveç’te ortaya çıktı ve bu tarza Nasyonal Sosyalist Black Metal deniyordu. Bu türde aslen eski dönemlerin ve o zamandan kalma pagan inanışların, yaşadıkları iklimsel koşulların ve tepkisel bir baş kaldırışın da etkisi vardı. Ama 90’lı yılların ortasından itibaren Black Metal ideolojisinde değişimler ortaya çıktı. Yıkıcı pasajlara ve vahşi bakış açılarına hayalci ve romantik akımlar da dahil oldu. Aynı esnalarda Death Metal de bir patlama yapıp daha teknik, estetik ve vurucu bir yapıyla ağırlığını koymuştur. Ama aslında bu estetik yapının ve değişimin altında daha farklı şeyler vardı: Ticari kar elde etmek, daha fazla satmak...

Black Metal’e artık sanat ile eğlence arası bir şeyler karışmıştı ve yeni bir tarzla beraber yeni yeni fanlar bu müziğe dahil edilmiş, artık opera tınıları da yerini almıştı. Bu akımda başı geçen gruplar ise Cradle Of Filth, Dark Funeral ve Dimmu Borgir’dı. Bu yeni akımda saf Black Metal etkisinden de bazı heavy tarzı kökenlerinden de demetler sunulmuştur. Aslında eski grupların kendilerince doğru yaptığı şeyleri söz konusu Yeni Akım Black Metal grupları undergroundlıktan alıp popülarizme ve ticarete dökmüşlerdir. Eski grupların takip ettiği yoldan ufak alıntılar yapılarak, underground Black Metal ile yeni çıkan eğlence tabanlı Black Metal kaynaştırılıp medyaya pohpohlanmıştır. 1997 yılı sonrası bir çok Black Metal fanı türemeye başlamıştır ki bundan daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü Black Metal artık melodik, elektronik ve popülist araçlara da sahip olmuştu.

Metal müzikte 90’lı yılların modern bakış açısı altında Death ve Black Metalin ağırlıkları çok fazla olduğu için bu gelişmelerden ayrıntılı bahsetmek doğaldır. Her iki tür modern zamanlarda farklı modern fikirleri taşımışlardır. Death Metal kaos ortamında düzeni bulmak için yenilikçi düşünceleri saf yapıyı koruyarak ifade etmiştir. Black Metal de kendisini ifade eden objelerle bilinçaltındaki öyküsel anlatım biçimini saf gürültüyle filtrelemiştir. Death Metal güçlü etkiyi, yapıyı, kesinliği ve ahenk akışlarını melodiyle desteklerken, Black Metalde ana prensip olarak melodi kullanılmış ve her parçada ahenk zikzaklı bir görünüm çizmiştir. Death Metal genelde arka planda kalıp underground bir yapıda ticari olmadan devam ederken Black Metal’de bazı pasajlar oldukça ticari kaçmıştır. Death Metal yılların birikimi sonucunda daha hümanist ve sanatsal bir yön çizerken Black Metal, izleyicileri görünümüyle provoke ederek mantıklı sosyal konumları, korkuları küçük görüyordu. Bütün maddelere karşı iştah duymak, maddiyatçı insanları incelemek, ölümden ve eziyet olgusundan korkmayı inkar etmek, kontrol edilemeyen ve çılgın insanların dolu olduğu dünyadan pasajlar aksettirmek Death Metalin son zamanlarda taşıdığı ideolojilerdi. Yeni Black Metal akımları eskilerin sert düşüncelerinin ötesine giderek daha seçilir melodilere akıp, yaratıcılıklarını kullanarak daha geniş kompozisyonlara kayarak seçilebilir ideolojileri de aktarmışlardır.

Yıllar ilerledikçe ve modern zaman pasajları bizi bire bir kapsamışken her Metal müzik tarzı kendi tekniğini, soundunu, ilhamlarını fazlasıyla gözler önüne sermişti ve bu kadar çok sesli, teknolojik olarak ilerlemiş bir dünya üzerinde bir çok sound karınca sürüsü gibi yer bulmuştu. Artık müzikal tarzları ayırabilmek ve etiketlendirebilmek daha güç olmuştu. Çünkü katıksız olarak bir türe bağlı kalan grupları eskisi gibi görmek pek mümkün değildi. 2000’li yıllara gelinmişti ve artık ortada karınca sürüsü gibi türler, gruplar, ideolojiler gırla gidiyordu. Son dönemlerin ideolojik boyutlarından kesitler sunabilmemiz o kadar zor ki teknoloji, dünyanın iyice gelişmesi, global, kapitalist düzenin ve reklam alanlarının büyümesi, internet gibi bir teknolojinin artık Metal arenasında da çok etkili olması gibi nedenlerle Metal arenası çok hareketli bir yön kazanmıştır. Diğer yandan geçmişte belli müzikal kalıplarını koruyan bir çok grup değişik teknikleri gözler önüne sermişler ve herhangi bir türe katıksız olarak bağlı kalabildiklerini söyleyebilmemiz çok güç olmuştur. Aslında uygulanan yeni sanatlarda etiketlendirmeye gitmektense herhangi bir tür içine girme derdi olmadan bizzat yapılmak istenen tür yapılmıştır. İster samimi olsun, ister herhangi bir türe bağımlı olunmak istensin, ister piyasa amaçlı olsun, ister underground amaçlı olsun... Bu dönem aynı zamanda bir çok kavganın da yaşadığı dönemdir. Ortaya çıkan yeni Hardcore akımı, Nu Metal, endüstriyel ve elektronik bazı grupların gerçek Metal müziği yaralayıp yaralamadığı, ideolojik ve felsefi açıdan ne kadar doyurucu, gerçekçi, samimi ve olgun olduğu sürekli tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar her zaman sürmekte ve Nu Metal gibi tarzlar Heavy Metal tarzı içinde düşünülmemiştir bazı kesimlerce. Artık günümüzde kulaklarımıza salgılanan sayısız müzikal yelpazeyi, felsefe ve ideolojiyi toparlayabilmemiz çok güç ama tam şu anda olan her şeyi, şu an bire bir yaşayan bireyler olarak görebiliyoruz.

14 Ocak 2011 Cuma

Ölüme Rağmen Hayata Sarılmak


Her türlü sıkıntı ve zahmetlere rağmen hayata sıkı sıkıya bağlanmayı severim. Mücadele etmeyi, bir şeyleri sorgulamayı, bazen her şey istendiği gibi gitmese bile ayakta durabilmeyi ve hep savaşmayı severim. Hiçbir şey yapmadan, her şeyin önümde serilemeyeceğini bilecek ve anlayacak kadar büyüdüm. Tüm çevremden kıskançlık dalgaları ve hoşnutsuzluklar bana doğru yayılsa, bundan yeri gelince bıkkınlık hissetsem bile, hatta en karanlık dehlizlere düşsem de bilirim ki oradan yine çıkarım. En derin kuyudan bile. Bu, biz insanoğluna ait bir güç. Özel bir güç. Hayata nasıl bakabildiğimiz ile ilgili bir meseleden başka bir şey değildir.

Bu kadar basit olamaz ki ama diye muhakkak soracaktır insanoğlu. Değildir. O kadar basit değildir. Burada yaşamın bizlere verdiklerinden bahsediyoruz. Yaşamın kendisinden. Bize sürekli bir şeyler hissettiren yoğunluklarından. Bu kadar şeyin yaşandığı doluluklar basit olamaz.

Mücadele ve savaşmak ne kadar hayata dahilse, sıkıntı ve sorunlar da hayatın bir parçası. Olduğu gibi kabul etmemiz gerekir bazen. Tüm her şey üst üste gelse bile bazı şeylerden vazgeçmek, yerkürenin en garip varlıkları olan biz insanoğluna yakışacak bir şey değildir.

Bazen canım çok sıkılır gerçekten. Bazen hayıflanırım. Dünyanın en güçlü insanı değilim. Dünyanın en savaşçı ve mücadeleci insanı da değilim. Duygularım var. Hassaslaştığım ve derine düştüğüm anlar var. Depresif boyutlara düşecek olmam da söz konusu yeri gelince.

Ama bir şey olur. Basit bir şey. Kulağıma basit bir melodi çalınır. Daha ilk tınıları ile birlikte beni depresif, hüzünlü dünyadan alır, mutluluğa götürür. O anki hislerimi değiştirir.

İşte o an dünyanın en güçlü insanıyım. Dünyanın en savaşçı ve mücadeleci insanıyım.


Çünkü Hard Rock tarihinin gelmiş geçmiş en mükemmel şeylerinden biri olan Gotthard, Tomorrow’s Just Begun ile bana ayarı çoktan vermiştir. Rock müzik dünyasının en iyi seslerinden biri olan Steve Lee’yi geçtiğimiz Ekim ayında bir trafik kazasına kurban veren grup, Steve Lee’nin sesinden bu duyguları bana yaşattığında ölümün getirdiği kırılganlık da ayreten ruhumu esir alıyor. Hayat bu çünkü..


Gotthard – Tomorrow’s Just Begun

Kafanı kaldır ve çevrene bak
Gördüğün şeylerden hoşlanmayabilirsin
Omuzlarının üzerinde ağır bir yük
Ve özgürlüğün için hiçbir şey yapamayabilirsin

Devam et
Hayatını yaşa, kendin için ve yalnız
Hiçbir şeyin kontrol etmesine izin vermeden
Bu elinde olan bir şey, sağlayabilirsin
Çünkü yarın henüz başladı

Gözlerindedir, özgürlük umudu
Kendi yolunda gidemediğini hissedersin
Sadece beni burada bulabileceğini hatırla
Her zaman mavi gökyüzü griye dönüşecektir

Öyleyse korkmuyor musun
Gitmekte olduğun yerlerden
Güneşteki adayı mı arıyorsun?
Senin ellerindedir ve yol, senin gezdiğin yoldur
Evet, çünkü yarın henüz...
Çünkü yarın henüz..
Çünkü yarın henüz başladı..

Yolunda yürürken, yeni boyutlarda
Geçmişin yankılarını duyacaksın
Geçmişte yaptığın şeylere bir daha bakma
Çünkü yanlış vaatler asla bir son anlamına gelmez

Devam et
Hayatını yaşa, kendin için ve yalnız
Hiçbir şeyin kontrol etmesine izin vermeden
Bu elinde olan bir şey, sağlayabilirsin
Oh, çünkü yarın henüz...
Çünkü yarın henüz..
Çünkü yarın henüz başladı..

11 Ocak 2011 Salı

What's Heavy? (Bölüm VI)

1990’lı yıllar aslında bir çok Metal müzik tarzının iç içe yaşadığı bir dönem olmuştur. Teknolojik gelişimler, iletişim imkanlarının büyümesi, daha iyi reklamların yapılması ve haber elde edebilme imkanlarının büyümesiyle tam bir türler karmaşası yaşanacaktı. Bu dönem aynı zamanda geçmişte uzun süre müzik yapıp da çok etkili olamayan isimlerin daha çok isim sahibi olacakları bir döneme denk geliyordu. Örnek mi? Iced Earth, Crematory, Sentenced, Blind Guardian, Dream Theater, Paradise Lost gibi sayısız gruplar.

Modern soundların yer aldığı Power Metal gibi bir tür de zamanla ağırlığını koyacaktı ve liriksel yönüyle çok farklı pasajlar içinde derin yolculuklara çıkacak, kendine has özel hayranlara sahip olacaktı. Bu müziğin felsefesi ve liriksel yönü daha geniş bir alana yayılmıştı ve söz konusu tarzın her icracısı kendi şahsına münhasır noktalardan demetler sunuyordu. Aslında derin bir mesaj kaygısının olduğunu söylemek mümkün değildi. En azından dünya problemlerine, politik karşı duruşlara, toplumsal bakış açılarına pek yer verilmemiştir. Çünkü genelde fantastik konular, mitlere dayanan tarihsel pasajlar, savaş mitleri, melankolik ve atmosfer dolu dokunduruşlar ve yenilikçi seslerin eklenmesi farklı bir boyut getiriyordu. Daha eğlenceli varyasyonlar da liriklerde göze çarpmıyor değildi ama Power Metalde değişken konu atlamalarının olduğunu ve her grubun kendine özgü dünyasını aktardığını es geçemeyeceğiz. Bu tarzın en önemli ayrıcı özelliklerinden biri güç dolu, seri şekilde giden müziğe daha temiz ve hafif opera tarzı bir sesin eşlik etmesiydi. Gruptan gruba değişen çeşitli ideolojik süreçlerin olduğu bu tarzda en çok göze batan tema ise fantastik bakış açıları olmuştur. Bu konuda en güçlü isimler Stratovarius, Gamma Ray, Helloween, Rhapsody, Blind Guardian, Symphony X, Kamelot, Hammerfall, Virgin Steele gibi isimlerdi.

Aynı anlarda Doom Metal de büyük bir yükselişe geçmişti. Bu tarzda bahsedilen şeyler Heavy Metalin bilindik felsefesinden çok farklıydı. Çünkü toplumda ve dünyada olan değişiklikler, politik süreçler, yönetim şekilleri gibi konularda kafa patlatmaktansa insana özgü psikolojik, karamsar ve melankolik duygusal boyutların aktarımları gözlere çatıyordu. İnsanoğlunun kendi içinde yaşadığı acılar, sıkıntılar, duygusallıklar müzikal anlamda Metal müzikle aktarılıyordu ve Metal müziğin genelde bunalım, karamsar, melankolik bir havası dikkatleri çekiyordu. Aslında bu yönüyle Doom Metal çok özel bir müzik tarzı oluyordu. En azından toplumsal, politik, modernleşme konularında önemli bir mesaj kaygısı taşımıyordu ve insanın iç dünyasında yaşadığı karanlık pasajlardan dokumalar sunuyordu. Saint Vitus gibi bir grubun geçmişte yaptığı işlerle tetiklenen bu tarz My Dying Bride, Anathema, Candlemass, Funeral, Winter, Theatre Of Tragedy ve yer yer de Paradise Lost gibi grupların çabalarıyla büyük atılımlara neden olacaktı. Bu müzikteki sorgulayışlar belki siyasal, ekonomiksel, dünyayı ilgilendiren global sorunlara değinmiyordu ama “her insanın kendine özgü özel bir hayatı vardır” sözünü desteklercesine dinsel, duygusal, melankolik, psikolojik, karamsar her noktadan demler vuruluyordu.

Ama kim ne derse desin bu yıllarda en çok öne çıkan müzikal tarzlardan biri de Black Metaldi. Başlangıçlarda Celtic Frost, Venom ve Bathory gibi gruplardan ilhamlar alan bu tarz, 90’lı yıllarda Death Metal’den de ufak tefek ilhamlar alarak yeni melodileri oturtmuş, müziğe daha fazla dikkat edilmiş ve hassasiyetli melodileri de empoze etmiştir. Artık bu tarzda yeni bir evre başlamıştı ve bu evrenin başlangıcında söz sahibi olan isimler Emperor, Darkthrone, Immortal, Gorgoroth, Burzum, Enslaved, Marduk, Mayhem gibi gruplardı. Bu gruplar soundlarında oldukça distorşınlı tonları, çeşitli artistik ve yaratıcı yönlerle birleştirmişler, şeytani temalarla kinayeli oyunlar oynayarak görsel, efektsel ve şova yönelik bir kaos ortamını yaratmışlardı. Thrash, Death ve Grindcore ritimlerinden de demetler sunarak lanetlenmiş düşünceleri şarkı sözlerine yansıtmışlardır. Sanatsal anlamda Black Metal sözünü ettiğimiz tarzların ahlak ve erdem kurallarına bakış açılarına kısıtlı olarak yaklaşmış, kabul edilebilir sosyal duyarlılıklar ve politik bakış açıları liriksel anlamda çok az olmuştur. Bu müzik başlangıçta politik demeçlerden tamamen uzak olarak saf kötücül ve nefret dolu bakışlara odaklanmış, her grup ve müzisyen özel ideolojisini ve kendi ilhamlarını müziğe adapte etmiştir. Onlara göre ahlaki meseleler tüm insanoğlunun tavırlarına bağlı bir olaydı. Bu müzikte doğayla birey bir ilişki içerisinde bulunur ve bu yaşam zincirinin içinde en önemli olan şey insanoğlunun yer aldığı ve bulunduğu konumdur. Zihinsel istekler ve arzular zamanlar geçtikçe disiplin eksikliği altında ezilecek ve hazcı bir bakış açısı gelecekti. Bu yönüyle de ideolojiye bir farklılık gelecekti. Black Metal öyle bir tarzdı ki hiçbir şeyden kendisini sorumlu tutmuyor, ama kendi gerçekleriyle fantezilerini topluma teröristçe görünerek birleştiriyordu. Sanki bir nevi düşünsel anlamda terörist hareketlerin fantezisi kusuluyordu. Belki de imajlarını satıyorlardı.

Bir sonraki yazı da Black Metal, Death Metal ve yeni tarzlar üzerinden gidecek ve son yazı olacaktır.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Galatasaray ve Don Kişot’un Öldüğü Gün


Utanç vardır. Gurur vardır. Sevgi vardır. Bir de idealler ve erdemler.. Maddiyat ve maneviyat arasında gidip geliriz. Her geçen gün materyalist hırslarla boğulduğumuz şu anlarda, insanlar içlerinde hep bir eksiklik hissederler. Kendisini insan yapan, insanlığın dokunaklı pasajlarını kanında akıtan dokumalardan uzaklaştıkça ruhunu kaybetmeye başlar. Her şeyin bir ruhu vardır. Onu ‘O’ yapan bir şeyler vardır. Dokunulmazdır. Gurur vericidir. Kaya gibi sert ve sarsılmazdır. Pamuk ipliğine bağlı değildir.

Hepimiz bir çocukluk yaşadık. Çocukken bir çok şeyin farkında olmadığımız söylenir. Hayat bilinci ve sorumluluk nedir, bilmediğimiz söylenir. Bir nebze doğrudur. Ufacık benlikler için hayat sıkıntısı, geçim derdi, ülke sorunları, insanoğlunun her geçen gün ölmesi gibi bütün problemler, çocukların o naif ve ince ruhunda yer tutmaz. Tutmamalıdır da. İnsanlığın saflığının tezahürüdür çocukluk. Top peşinde koşmaktan, bebeğiyle oynamaktan, dondurma ve çikolata yemekten, güzel ayakkabı ve elbiseler giymekten mutlu olur çocuklar. Anne ve baba büyük sıkıntılar çekerken, aynı sıkıntıları çocukların çekmesini istemezler. Çekmesinler de. Çocuk denen saf varlık, daha hayatının bilincinde değilken bir çok şeyi saflıkla ve mutlulukla yaşamalı.

Galatasaray’a bağlılığım işte böyle naif bir ruh halinde olan çocukluğumda başlamıştır. Çocuktum ben o zamanlar. Hayatın ne kadar zor olduğunu bilmezdim. Ama bu saflık halimde bazı değerlerin farkında olabiliyordum. Küçücük bir çocukken ve top peşinde koşturmaya başlamışken sahiplenebileceğim renkler ne olabilir di?

Yeşil – Mavi Rizespor? Bordo – Mavi Trabzonspor? Siyah – Beyaz Beşiktaş? Sarı – Lacivert Fenerbahçe? Ve yahut Sarı – Kırmızı Galatasaray?

Saflıkla donatılmışken seçtiğim renkler neden Sarı Kırmızı olmuştu peki? Bu renklerle daha ilk tanıştığım gün Don Kişot’u yakalamıştım ben bu renklerde. Golyat’ın karşısında bir Davud, Şeytan’ın karşısında bir Tanrı, Hades’in karşısında bir Zeus, Hitler’in karşısında olabilecek bir Dalay Lama’ydı gördüğüm. Daha o zamanlar, belasını bulmuş ve Godot’sunu bekleyen bir benlik değildim. O çocuk halimle iyiyi, güzeli, saflığı görebiliyordum. Galatasaray benim için büyük kötülüklerle savaşan, kendisinden büyük devlerle müthiş hayal gücünün rehberliğinde çarpışan, ruhunu ve ideallerini koruyan, bizi biz yapan bir benlikti. Daha bacak kadar bir çocukken bunu yakalamıştım ben. Hissetmiştim bu duyguyu. O yüzden Galatasaraylı olmuştum ben. Yakaladığım naif bir ruhtu Sarı Kırmızı’dan gelen. Başarılar sonrasında geliyordu.

Ve gün geldi, bu duygularımızı, benim gibi düşünen ve hisseden, idealleri ve saflığını kaybetmemiş insanlığı paylaşan insanlığımızı, saflığımızı öldürdüler. Galatasaray’ı öldürdüler. Bunu öyle büyük bir dengesizlik ve sorumsuzlukla başardılar ki yerin dibine girdim. Hades gibi! Kendimi karanlık bir dünyanın içinde buldum. Tüm kötücüllüklerle kapsanmışken.. Şimdi ne farkım vardı benim Golyat’tan, Hitler’den, Hades’ten? Hani beni ben yapan, gerçek bir insan yapan Don Kişot ruhum nereye gitmişti? Elbirliğiyle öldürdüler. Hayallerimi öldürdüler. Hayal gücüme ve çocukluğumun saflığına tecavüz ettiler. Gururumu ezdiler. Galatasaray’ımı öldürdüler.

Ve öyle güçsüz bir durumda hissediyoruz ki kendimizi, elimizden yazmaktan başka bir şey gelmiyor. Don Kişot gibi hayali yel değirmenlerine boşuna hamle yapıyormuşuz gibi hissediyorum. Şeytan bile ruhumuzu çalamazdı bizim. Ama başardılar. Galatasaray’ın ruhunu çaldılar. Bitirdiler. Emdiler. Kanını emdiler. Tüm ruhaniliğini söküp aldılar ve her çeşit materyalist piçliği monte ettiler.

Galatasaray ruhu ve disiplin diye futbol sihirbazı Keita’yı yok ettiler. Otobüste güldü diye futbol virtüözü Misimoviç’e kıydılar. Kaybedilen bir Fenerbahçe maçının en çok çaba gösteren adamı Jo’yu, gece eğlendi diye tefe koydular. Dos Santos gibi rakip şeridi otoban yapacak beceriyi yolladılar. Ama teknik direktörünün babası öldüğü gün saha ortasında adeta kulak piçliği yapan Sarp’ı, kanunsuz abidik gubidik Serdar Özkan’ı, hocasına saygının zerresini sunmayan Servet’i, karakterden nasibini almamış topçuları tutmaya devam ettiler. Ve hepsi yetmezmiş gibi Pittbull ruhlu ve kelepçe takıntılı bir hastayı bu takıma monte ettiler. Otobüste gülen bir futbol kalitesini bir çırpıda silen zihniyet, hastalıklı ve şerefsiz ruhları kapıdan içeri sokmasını bildi.

Florya’nın beş kapısı var. Nedense, ne kadar dengesiz, karaktersiz, işe yaramaz adam varsa çıkışı verilmeyen beş kapısı var. Ne kadar garabet, harabet ve saçmalık varsa bu beş kapıdan giriyor. Florya’nın çıkışı ancak futbol güzelliklerine var. Girişi de karaktersizliklere.

Her şeye eyvallah ama bu denli dengesizliğe ve alaycılığa söylenecek kelime bulamıyorum. Bugün, Galatasaray’ın öldüğü gün değildir. Galatasaray’ı zaten öldürmüşlerdi. Yeni mabedine uygun gördüğü ruhları gördüğümüz gün, öldüğümüz gündü.

Bu bizim gibi Don Kişot ruhlu Galatasaraylıların Galatasaray’ı değil. Bu bizim Galatasaray’ımız değil. Başka bir şey. Utanç duyulacak bir şey. Ruhumuzu satan ve Galatasaray’ı öldüren bu güruha ne desek boş..

Katilden ne farkınız var? Büyük bir ruhu öldürmek cinayet değil midir? Katiller! Sizin idam hükmünüzü kim verecek?

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails