30 Eylül 2009 Çarşamba

NILE – Those Whom The Gods Detest


Nice medeniyetler gelip geçti yerkürenin yaşlı topraklarından. Ellerimizi yakacak kadar sıcak kumların altında kaybolmuş tarihin gizemleriyle kuşatılmışız. Belki de en gizemli ve etkileyicileri Ortadoğu’dan çıkıp durmuş; Babillerden Sümerlere, Hititlerden Mısırlılara kadar. Şu an bile tarihin karanlık dehlizlerinden gelen bu medeniyetlerin esrarı çözümlenmeye çalışılmakta. Hala sorgulanmaktadır, piramitlerin o zamanki teknoloji ile mimari anlamda nasıl düşünülebildiği ve yapıldığı.

Eski Mısır deyince şöyle bir soluklanmak gerekiyor. Kendilerini Tanrı’dan sayan Firavunlar, uçsuz bucaksız çöllerde konumlanmış piramitler, sfenksler, eski tabletler, hiyeroglifler ve yazıtlar. Zamanına göre donanımlı medeniyetlerin en uç noktaları… Babil’in asma bahçeleri, Sümerlerin yenilikçi fikirleri, Mısırlıların yaşam sonrasına dair düşünceleri, Hititlerin bu medeniyetlerle çekişmeleri. Bazılarımız göz atmışlardır tarihin izdüşümlerine. Kendilerini ürpertecek atmosferlere şahit olmuşlardır. Çünkü gizem demek bazen ürpertici bir ruh haline bürünmektir.

İşte tam bu noktada NILE giriyor araya. Amerika’dan Brutal ve Teknik Death Metal grubu. Kendileri belki Amerika’da ama yazdıkları lirikler demin bahsi geçen eski medeniyetlerin ruh hali ve gizemlerinde yatıyor. Baştan aşağıya tarihin bu gizemleri ile besledikleri sözlerini, ilgili medeniyetlere ait mistik donanımla süslüyorlar müziklerini. Yeri gelince Ortadoğu’ya ait müzik aletleriyle. Grubun ismi de her şeyi açıklıyor aslında: Nil Nehri…

Müzikal tür Brutal ve Death Metal diye geçmektedir ama öyle bir ruh salgılamaktadırlar ki kendinizi yüzyıllar öncesinin Mısır, Sümer ve Babil’inde bulursunuz. Bu ruhu algılayabilmek bu müzik türünü sevmeyenler için imkansızdır ama sevenler için ifade bile edilemez. Çünkü NILE dinleyen bir kere astral seyahatine başlamıştır. Piramitlerin karanlık koridorlarında gezinirsiniz, Tutankamon ile savaşırsınız, Mısır’ın sıcak kumlarını yüzüne çarparken hissedersiniz, ürkütücü sfenkslerin gölgesi altında korkuyla yavaş yavaş ilerlersiniz, bazen de bir bilgesinizdir elinizde tableti tuttuğunuz. Yüzyıllar öncesine gitmişsinizdir. Suratınız yanar, kalbiniz sıkışır, tüyleriniz kabarır ve kendinizi zor tutarsınız coşkunluk hali nedeniyle. Bu kadar sert ve gaddar olan bir grubun bu kadar büyük hisleri size yaşatması, sizi ruhsal anlamda yolculuklara çıkarması ve tarih bilgisi veren bir bilge edasında bize yol göstermesi gıpta edilecek bir durum.

Grubun lideri Karl Sanders Mısır Filolojisi üzerine araştırmacı bir kişilik. Çok çalışarak araştıran ve tarihsel gerçekliklerle eski gizemleri bir araya getirebilecek bilgi kalibrasyonuna fazlasıyla sahip. Ortadoğu tarihi, felsefesi ve müziğine de çok ilgi duyan biri. Yeri geliyor saz çalıyor. Yeri geliyor Ortadoğu’ya özgü mistik ezgilerle bizi şaşırtıyor. Karl Sanders’ın kendi ismi altında bir müzik projesi daha var. Bu proje adı altında çıkarılan iki albümdeki (Saurian Meditatiton ve Saurian Exorcism) akustik ezgilerle bizi eski Ortadoğu/Mısır atmosferine götürüyor.

2007 tarihli Ityphallic albümü ile akıl sınırlarımı zorlayan ve günler boyu tüylerim dikenlenmiş bir şekilde hayati bir enerji salgılayan grup, 3 Kasım 2009 tarihinde yeni albümleri “Those Whom The Gods Detest”i yayınlıyor. Bu albümün 2007 tarihli Ityphallic albümüne göre daha farklı bir prodüksiyon ile kaydedildiğini söylemeliyiz. Bu albüme kadar Mısır havasını daha fazla öne çıkarmak için bateriyi arka planda tutan ve Ortadoğu mistizmini andırmak için tamtamları andıran davul kayıtları bu albümde nihayet ortadan kaldırılmış! Artık NILE’da adam akıllı bateri duyulabileceğiz. Ayrıca mid tempolu parçalar yer alsa bile önceki albüme nazaran daha az kullanıldığını söylemem gerek.

NILE’ın kendisine ait enerji ve mistik ruh halinden kaybedilen hiçbir şey yok. Ama beni şaşırtan yönler de yok değil. “Kafir!” isimli bir parça ile albüme başlayıp ezan sesleriyle müziği beslemek, oradan Hititlerin hayvan gübrelerinden büyülü sözleri çıkarmak, ölüm sonrasına bir göz atmak, hemen oradan hububat ve tarımdan sorumlu olan bir Sami tanrısı olan Dagon’a bir bakış atmak, İran’ın Yezd eyaletindeki çöllerde terkedilmiş sessizlik kulelerindeki ayinlere görsel anlamda katılabilmek, güneş tanrısı Ra’nın gözlerine şahitlik edebilmek ve oradan İskender’i anmak NILE gibi aşırı zeki grupların etkileyici hayal güçleri olsa gerek. Bana göre yerkürenin en zeki, bilinçli ve araştırmacı ender gruplarından olan NILE için kelimeler kifayetsiz kalacaktır. Tabii bir de katıksız Death Metal dinleyicileri için…

28 Eylül 2009 Pazartesi

Galatasaray - Eskişehirspor: Futbol Böyle Bir Şey


Futbol ilginç verilere ve dinamiklere sahip bir oyun. Her maçı kendi içinde değerlendirmek gerekiyor. Tıpkı Galatasaray – Eskişehirspor maçında olduğu gibi. Bu maç Galatasaray’ın, önceki maçlarına nazaran bir çok göstergesinin farklı olduğu ve alışılagelmiş durumlardan uzak olduğunu gösterdi bizlere. Bu maça kadar alıştığımız bazı şeyler vardı. Neydi bunlar?

Galatasaray ilk yarılarda fazla tatmin edici futbol oynayamıyor, son zamanlarda muhteşem oynamadan kazanıyor, çok pozisyona giriyor ve son maçlarda çok pozisyon veriyor doğrultusunda şekillenen bir görüntüdeydi. Eskişehir maçı tüm bu görüntüleri yerle bir etti.

Galatasaray bu sezonun en iyi ilk yarı performansını sergilemekle kalmamış, tempo ve hızlı futbol anlamında ligin en iyi performansına ulaşmıştı. İlk yarıdaki futboldan inanılmaz zevk aldığımı söylemem lazım. Eskişehirspor’un ilk yarı itibariyle bu kadar mahkum olacağını hiç beklemiyordum, dört forvet ile sahaya çıkmalarına rağmen. Sezonun en tempolu ve zevkli ilk yarısını izliyorduk izlemesine ama net pozisyonlara girilebildiği söylenemezdi. Önceki maçlarda verilen pozisyonlardan da eser yoktu.

Galatasaray ilk yarı yer yer mükemmel paslaşmalar ve organize oyunlar sergiledi ama daha basit hareketlerin gerçekleştirilememesi, final paslarının yerini bulmaması ve daha uygun arkadaşların görülmemesi gibi etkenler sonucunda bunu net pozisyon elde etme zenginliğine eriştiremediler. Pas organizasyonu diğer maçlara oranla belki daha iyiydi, Eskişehirli oyuncular top yüzü bile göremiyordu ama ilginçtir ki, Galatasaraylı oyuncular bazen kısa kısa paslarla oyunu açmaktansa defans ile forvet elemanları arasında uzun paslarla köprü kurmaya çalıştıkları oldu. Galatasaray’ın son dönemlerdeki en önemli sorunlarından biriydi bu. Sanki orta saha yokmuşçasına savunma ve forvet elemanları arasında uzun paslarla köprü kurma isteği pas futbolunun önüne geçen sıkıntıların başında geliyor.

Bu maçın ilk yarısına göz attığımızda Turkcell Süper Ligi’nin en güzel ve göze hoş gelen tempolu futbollarından birini görürüz. Maçın ikinci yarısında daha etkili ve güzel bir futbol beklerken zevkten uzak bir oyuna şahit olduk. Galatasaray şu ana kadar çıktığı neredeyse tüm maçların ikinci yarısında daha iyi bir oyun sergilerken, ilk kez bu istatistiğini bozmuş oldu. Eskişehirspor’a doğru düzgün pozisyon verilmedi, pozisyona da girilemedi. Hatta yenilen golün de tam bir pozisyon olduğu söylenemezdi. Futbol hatalar oyunu ve bir anlık hata rakibin beraberliği yakalayarak bir anda oyun örgüsünü değiştirmesine neden oldu.

Rıza Çalımbay akıllı bir hoca. O noktadan sonra Galatasaray’ın üzerine geleceğini ve söz konusu diziliş ile bunun önüne geçemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden sahadaki üç forvetini tek tek sahadan almaya, bir nevi 4-2-4 dizilişinden 4-4-2’ye ve 4-5-1’e döndü. Söz konusu değişim Galatasaray’ın pozisyon bulmasını iyice zorlaştırdı. 1-1 sonrası oyun Eskişehirspor yarı alanında geçti, skoru kovalayan sürekli Galatasaray’dı ama bunun pozisyonlara dönüştüğünü göremedik. Eskişehir’in geri bölgesinde Ivesa ve Vucko gibi çok uzun iki oyuncuya sahip olması, Galatasaray’ın duran top organizasyonlarını etkisiz hale getirmişti.

Eskişehirspor ligin en iyi futbol oynayan takımlarından biri olarak kabul ediliyor. Gerçekten çok iyi bir ekipler ve şu ana kadar hiç mağlup olmamaları buna işaret ediyor. Ama Galatasaray karşısında iyi bir futbol sergilediklerini söyleyemeyiz. Ama çok iyi mücadele ettiklerini ve disiplinli olduklarını kabul etmeliyiz. Rakiplerine karşı belki etkili olamadılar ama oyunu iyi kilitlediler. Galatasaray’ın topla oynama yüzdesinin %65 olduğuna ve Galatasaray’ın yüksek pas ile oynama istatistiğine göz attığımızda sahadaki genel görüntü ortadaydı. Futbolda bazen olmayınca olmuyor. İlk yarısı itibariyle oldukça derli toplu ve etkili bir performans sergileyen bir takımın elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz.

Bu maçta özellikle dikkate alınması gereken bazı oyuncular var. Nonda’nın aslında ne kadar etkili bir oyuncu olduğunu görmüş olduk. Takımın paslaşma organizasyonunda ve ileri bölgede top tutabilme anlamında çok kritik katkısı olduğunu gördük. Yeri gelince kendisini adeta bir orta saha ve defans oyuncusu gibi izledik. Keita’nın ilk yarı itibariyle ne kadar etkili ve vazgeçilmez bir adam olduğuna da şahitlik ettik. Nonda’ya attırdığı golde topu önüne alışı inanılmaz bir hareketti. Fakat Afrikalılara özgü savrukluğuna şahit olmadık değil. Mehmet Topal’ın son zamanlardaki etkinliği sorgulansa bile bu maçta kendisini çok beğendiğimi söylemeliyim. Pas organizasyonunun merkezinde olan kişiydi kendisi. Bazen atakları iyi yönlendirdi ve iyi toplar dağıttı. Önceki performansının üzerine koyduğunu düşünüyorum.

Bazen çok çok iyi oynamadan bir çok golü bulabiliyorsunuz. Bazen çok etkili ve randımanlı oynamanıza rağmen net gol pozisyonlarına bile giremiyorsunuz. Maçın başından sonuna kadar doğru düzgün pozisyon bile vermiyorsunuz. Bu maça kadar son 3-4 maça baktığınızda pozisyon verme anlamında inanılmaz bir gelişim gösteriyorsunuz. Fakat yediğiniz gol, pozisyon bile olamayacak bir noktada anlık hatanızdan kaynaklanıyor. Çok istemenize rağmen skoru da değiştiremiyorsunuz.

Kendi sahanızda Eskişehirspor ile berabere kalmanız beceriksiz olduğunuz anlamına gelmez. Ya da şaşırtıcı bir sonuç değil. Galatasaraylıların kaygılanmasını gerektiren bir durum söz konusu değil. Bu maçın teknik ekip ve oyuncular için çok öğretici bir maç olduğuna inanıyorum. Bazen futbol doğrularını belli bir dereceye kadar ne kadar uygularsanız uygulayın, eğer boşlukları göremezseniz, final paslarını doğru ve zamanında kullanmazsanız, yeri gelince egoistlik yaparsanız başınıza bunun gibi sonuçların geleceğini bilmelisiniz. Bazen gereken tek şey başınızı kaldırarak ve görerek yapacağınız bir orta ya da pastır.

Maç içindeki pozisyonlara dikkatli bir şekilde göz attığınızda ve özellikle ilk yarıya dikkat kesildiğinizde söz konusu egoistliklerin, bakarak ve görmeden pas verme ve ortaların net pozisyonların gerçekleşmesinin önüne geçtiğini görürsünüz. Keita’nın Nonda’ya attırdığı golün ardından ceza sahasına çok sert bir şekilde kaleye paralel orta yapmasının yerine, görerek Kewell’a aktarması belki de takımı iki farklı öne geçirecekti. Arda’nın bir çok pozisyonda ısrarla topu ayağında tutması ve daha uygun arkadaşlarını daha erken bir zamanda görmemesi de bazı pozisyonları başlamadan öldürdü. Galatasaray’ın kendi içinde sorgulaması gereken asıl şey budur. Akıl futbolu acele, hızlı oynamayı gerektirmekle birlikte doğru zamanda doğru hareketleri yapmanızı da kapsar. İşte Galatasaray bazen bunun sıkıntısını yaşıyor. Yoksa bu paragrafta üzerinde durduğumuz sorunların hakkından gelebilseydi şu an bir galibiyeti yorumluyor olabilirdik.

Galatasaraylılar açısından üzülecek bir şey yok. Futbolda her skora yer var. Tüm maçlarını kayıpsız geçen herhangi bir dünya takımına daha şahit olamadık. Kaygılanacak bir durum olduğunu sanmamakla birlikte takımın bundan önemli dersler çıkaracağını biliyorum.

Eskişehirsporlular maça başlarken kendi aralarında bütünleşmişken “kaptanınız için oynayın” diye bir kelam duyduk. Bu Ümit Karan’ın Galatasaray’a artık hangi gözle baktığını çok iyi anlatıyor. Bu aslında Eskişehirspor için bir lig maçıydı ama bunu Ümit Karan intikam maçına çevirdiler. Ümit Karan ve bir Anadolu takımın karakter yapısı da böyle bir şey olsa gerek.

Galatasaray şu an ligin ikinci sırasında olabilir. Ama bu, ligin en iyi takımı olduklarını ve ligin ötesinde bir takım oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Oynanan futbol ve koyulan tempo anlamında Galatasaray ligin en renkli takımı konumunda.

Son olarak büyük ve içten Galatasaraylı Alpaslan Dikmen’i buradan saygıyla anıyoruz.

25 Eylül 2009 Cuma

The Damned United: Tüm Futbolseverler İçin Harika Bir Sinema


Futbolun beşiğidir İngiltere. Futbolun beşiğinde yaşanmış bir çok olay, daha dün gerçekleşmiş gibi hala konuşulmaktadır. Günümüzün Championship Ligi’nde, hatta üçüncü liginde yer alan bazı takımlar geçmişte çok büyük işler yapmışlardı; Leeds United ve Notthingham Forest gibi. Bir de efsane isimler vardır. Her birinin üzerine ayrı kitap yazılacak kadar.

Futbolculuğu döneminde oldukça hantal bir forvet oyuncusu olan, futbolculuğu sonrası Leicester, Hull, Manchester City derken zamanına göre oldukça sıra dışı taktikleri, her bir maça özel olarak hazırlanması ve her bir rakibe ayrı dosya hazırlaması ile Leeds United’a geldikten sonra inanılmaz bir takım yaratan Don Revie’den bahsetmeden olmaz. 1965 yılında Leeds United’ı ikinci ligden revir halinde alarak Premier Lig’e çıkarmış ve görevde kaldığı 1974 yılına kadar Leeds ile lig şampiyonluğu başta olmak üzere kazanılmadık kupa bırakmaz. Bu bir hocanın bir takım için ne kadar önemli olduğunun altını çizen ve futbol tarihi anlamında milat sayılan olaylardan biridir. Futbolcular Don Revie’ye adeta tapmaktadır ve onu baba gibi görmektedirler. Revie’nin kaptanı ise efsanevi Billy Bremner’dir ve aynı zamanda manevi oğlu olarak anılmaktadır.

Don Revie’ye dair anlatılan çok önemli bir hikaye vardır. Leeds, Shankly’li Liverpool karşısında şampiyonluk maçına çıkar. Beraberlik bile şampiyon olmaları için yeterlidir. Liverpool 90 dakika boyunca tek kale oynar ama Leeds’i yenemez. Maç berabere biter. Leedsli oyuncular deplasmanda oldukları için maç sonrası ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Revie, kaptanı ‘pittbul’ Bremner’i yanına çağırarak Anfield Road’ın en fanatik taraftar grubunu işaret ederek “gidin ve onları selamlayın” der. Kaptan şaşkınlıktan dilini yutar. Böyle bir hareket sonrasında o sahadan nasıl çıkacaklarını düşünmektedir. Ama kelam büyük yerden gelmiştir bir kere ve sineye çeker. Hocasının istediğini yapar. Fanatikler dahil olmak üzere tüm Liverpool taraftarları çılgınlar gibi alkışlar. Anlayacağınız Revie ada futbolunun en saygı duyulan isimlerinden biriydi.

1974 yılında İngiltere, Dünya Kupası elemelerine katılamayınca ülke futbolu travma geçirir ve Bill Ramsey efsanesi sona erer. Ülkenin en önemli meselelerinden biri yeni hocanın kim olacağıdır. Aslında yapılması gereken tek bir seçim vardır. Demin uzun uzun bahsettiğimiz, revir aldığı Leeds’i tüm kupaları kaldıran bir takım haline getiren Don Revie’yi başa getirmek. Don Revie kendisine bu teklif iletildiğinde kabul eder. Ama Leeds’ten ayrıldığı için üzgündür. Sonuçta orada bir aile yaratmış, kurmuştur. Ailenin babası olarak, o aileden ayrıldığı için üzülmüştür.



Ve Revie'nin yerine o zamanların oldukça genç hocası, ama ileride efsane bir isim olacak Brian Clough geçer. Clough başa geçer geçmez, Yorkshire’da verdiği bir TV röportajında Leeds’i yerden yere vurur. Leeds’in doğru düzgün top oynamadığını, güzel futbol sergilemediğini, Don Revie’nin takım içinde sevilmediğini söyler. Herkes şok olur. Çünkü Revie baba gibi sevilen adamdır ve yerine gelen genç bir adamın bu efsane adam için demediğini bırakmaması daha başlangıç itibariyle soğuk duş etkisi yaratır. Leedsli oyuncuların Revie ile neden mutlu olmadığı ve bunu nereden çıkardığı sorulduğunda ise “oynadıkları kötü futboldan dolayı oyuncuların mutsuz olduğu belli oluyor” der.

Leeds Yönetim Kurulu Clough’u acilen çağırır. Daha imza bile atılmamıştır. Clough tesislere gelir gelmez, antrenman sahasında antrenman yapmakta olan efsanevi Leedsli oyuncuları görür. Hava inanılmaz kasvetli ve yağmurludur. Dalga geçercesine ‘hava ne kadar güzel değil mi çocuklar, hele beş gün boyunca Mallorca’da takılınca bir garip geliyor burası’ der. Leedsli futbolcular hocaları olacak Clough’a adeta taptaze ete bakan azgın pittbul gibi bakmaktadırlar. Akabinde Leeds Yönetim Kurulu üyeleri verip veriştirirler ve Clough inanılmaz sert, kendine güvenen ve oldukça kibirli yanıtlar verir. Neler söylediği sır kalsın. Artık bunları filmde izlersiniz.

Clough kendisine çok güvenmektedir. Her şeyden öte inanılmaz narsist, kibirli ve deli cesaretine sahip bir adamdır. Ama Revie’ye karşı olan bu tavrının altında yatan başka bir neden vardır. Bunun için, o an içinde bulunduğumuz 1974 yılının 6 yıl öncesine geri dönmekte fayda vardır.

1968 yılına geri döneriz:

1968 yılında Leeds United, Don Revie önderliğinde Birinci Lig’in lideridir. O esnada Derby County’i çalıştıran Brian Clough ise ikinci ligde nal toplamaktadır. Sondan üçüncü sıradadırlar. Derby ikinci ligin dibine demir atmıştır ama Federasyon Kupası’nda üçüncü tura çıkmıştır. Kura çekiminde Derby’nin rakibi Leeds United olunca, Brian Clough sevinçten havalara uçar. Çünkü hem birinci ligin lideriyle oynayacaklardır, hem de her şeyden önemlisi en çok beğendiği, hayranı olduğu ve adeta taptığı bir futbol adamı olan Don Revie’nin ekibiyle oynayacaktır. Clough heyecandan yerinde duramamaktadır. Kulübün köy ahırını andıran tesislerini maça kadar adam etmeleri için görevlilere gerekli tüm emirleri yağdırır. Çok saygıdeğer bir takım ve hoca gelecektir ve tesislere çekidüzen vermek gerekmektedir. Kapılar, yerler, kapı üzerindeki yazılar gıcır gıcır yapılmalıdır. Clough kendisini o kadar kaptırır ki, misafir soyunma odasının üzerindeki Visitor yazısını bile kendi elleriyle parlatıncaya kadar siler. Misafir soyunma odasına havluları özenle serer ve her havlunun üzerine bir tane portakal koyar.

Aslında film de bir nevi bu olayla başlıyor. Clough 6 yıl önce Don Revie’ye taparken, 6 yıl sonra onun yerine müthiş Leeds’e geldiği zaman neden Revie’nin düşmanıdır sorusunun cevabını filmde alabileceksiniz.

İlgili dönemin takımlar ve kişiler bazında futbol tarihini eksiksiz ve olduğu gibi yansıtan bu film, aynı zamanda çok usta bir şekilde işlenmiş. Sıradan bir sinema dilinden öteye giderek adeta bir sanat havasında işlenmiş ve dünya sinema tarihinin en iyi ilk beş futbol filmi arasına girebilecek kadar usta bir film çıkmış ortaya. Futbolu seven herkesin asla kaçırmaması gereken bir film. Film içindeki diyaloglar o kadar cesur, canlı, içten ve delidolu ki filmin içinde kayboluyorsunuz. Mutlaka izleyin.

Kapanışı bazı anekdotlarla yapalım. Bu sözlerim ilgili filmden dışarı.

Leeds macerası başarısız ve kısa süren Clough 1975 sonrasında Notthingham Forest mucizesini yaratan adamdır. 1977 yılında İkinci Ligde yer alan Forest, takvimin yaprakları 31 Mayıs 1979’u gösterirken Şampiyon Kulüpler Kupası finaline çıkıyordu. Rakip ise Malmö idi. Clough lobiye indiğinde takımın santrforu Garry Birtles’i görür. Ona yönelerek “Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası final maçına çıkacağız ve sen tıraş olmamışsın” diye çıkışır. Odasına yollar onu. Birtles tıraşını olur. Maçı 1-0 kazanır Forest. Bir yıl sonra da Hamburg’u yenerek kupayı kazanırlar.

1935 yılında doğan Clough, 2004 yılında mide kanserinden vefat etti. Don Revie ise 1926-1989 yılları arasında yaşadı. Bu iki isim ada futboluna inanılmaz şeyler katmışlardı. O zamanların futbol dahileriydiler. Bu iki efsane ismin bir filmde yer alması ise biz futbolseverler için bulunamayacak bir nimet.

Samuraylar ve Şövalyeler: Bölüm V

Herkesin bildiği şeyler zaten çoktan gerçekleşmiştir.
Gerçek bilgelerin bildikleri ise henüz gerçekleşmemiştir.


Zhang Yu




Sivillere Yönelik Davranışlar

Gaddarlık ve Vahşet


Bütün çağlar boyunca savaşlar, ölüm ve yıkımı getirmiştir. Fransa’da Siyah Prens’in saldırıları 14. yüzyılda teröre sebep olmuştu. 1544 yılında İngiltere’nin güneydoğusundaki Surrey bölgesinin kontu, Sekizinci Henry’e “Edinburgh iyi yakıldı” demişti. 1593 yılında İrlanda’da Sör Arthur Chichester, Lough Neagh’a yapılan saldırı hakkında şunları aktarmıştır: “Her saldırımızda yüzlerce kişi öldürdük, sayısını bilemediğim kadar kişi de yakıldı. Cinsiyeti ve nitelikleri ne olursa olsun insanların canını bağışlamadık.”

Bir savaş sonucunda yenilen ya da teslim olan şehir sakinlerinin üzerindeki yağmacılık ve hasar çok daha kötü olabilmekteydi. 1576 yılında İspanyollar tarafından gerçekleştirilen Antwerp yağmasında, çılgınca tecavüzlere rastlanmış ve 7,000 kişinin malı yağmalanmıştı. 1579 yılında Maastricht işgal edildiğinde şehrin kadınları ve çocukları hayvanca ölümlere, tecavüzlere maruz kalmış, katledilmişti.

Japonya’ya baktığımızda ve bir mukayese yapmamız gerektiğinde, samuray geleneklerine dayanarak çok farklı ve daha saygın bir durum söz konusuydu. Bu inanca neden olan şey, Japonya’daki savaşların daha çok iç savaşlar olmasıydı. Avrupalılardan daha kötü bir görüntü yoktu ve daha iyi görünüyorlardı. Ezilen köylüler bir düşmanın sınırlarına kadar şehre ait sınırları kolayca geçebilirdi ve sivillere karşı fiili manada bir zulüm uygulanmıyordu. Samuraylar, savaş ve ekonomik eziyetler konusunda bağışıklıydı Avrupalılara nazaran. Ama bir noktadan sonra köylülerin çektiği ekonomik eziyetler, vergilerin yüksekliği karşısında ezilmeleri ve kendilerini bir nevi haraca kesilmiş insanlar mahiyetinde hissetmeleri bazı sorunlara yol açabilecekti. Normalde bir kural vardı. Köylüler ve çiftçiler tarlalarını ekecekler, elde ettikleri ürünlerden koku adıyla belli bir vergi verecekler ve karşılığında samuraylar tarafından korunacaklardı. Bu önemli bir istekti ve bunun sınırları zorlandığında, çiftçilerin zalim daimyolara karşı isyan ettikleri görülmüştür. 1637-38 yılında gerçekleşen Shimabara İsyanı, zalim Matsukura Shigemasa’ya karşı gerçekleştirilmişti.

20. yüzyıla girerken Japon kuvvetlerinin yurtdışındaki davranışları, kıyımları büyük dikkat çekmişti ve Japon birlikleri, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Asya’da büyük katliamlara sebep olmuş, kendisinden katlarca büyük Çin’i resmen fethetmiş ve bir çok ülkeye girmişti. Bu esnada uygulanan vahşetler, günümüz Japon insanı için büyük bir ayıp olarak karşılanmakta ve bu durumdan çok utanmaktadırlar. Ama söz konusu davranışların en önemli nedenlerinden biri, samuray geleneklerinden uzaklaşılması olarak görülmüştür. Gerçi o saldırılar yapılırken, Japonya ordusuna samuray ruhunun yerleştiği empoze edilmiştir askeri birimlerce, ama bu çok farklı bir samuray ruhuydu ve asıl samuray gelenekleriyle uyuşmuyordu.

Her militarizm tarihinde olduğu gibi, Japonya militarizm tarihinin derinliklerine inildiğinde, şahit olmayalım ki, yanlış bir şeyler olmasın ve sivillere zarar verilmesin. İlk savaşlar zamanına bakıldığında acımasız Taira Masakado’nun bir çok sivilin evini yaktığı bilinir. Aynı örnekler Gempei Savaşı’nda da vuku bulmuştur. Ama bu davranışlar, belli ilkelerin dışında kalan olaylar olarak karşılanmıştır.

1569’da Takeda Shingen Odawara Kalesi’nden püskürtüldüğünde, ordusunu geri çekerken Odawara şehrini ateşe vermişti. Ama Toyotomi Hideyoshi, 1587 yılında Kagoshima’yı, 1590 yılında Odawara’yı aldığında, Avrupalıların şehirler ve haneleri yağmalaması gibi bir olaya rastlanmamıştı.

Sivil ölümleri, köylü ve çiftçi ordularına karşı yapılan savaşları da içeriyordu. Oda Nobunaga’nın Ikko tarikatına karşı harekat düzenlemesi ve Shimabara Ayaklanması’nın gerçekleşmesi gibi. Bu noktalarda askerler ve savaşçı olmayanlar arasındaki ayrım net değildi ve asiler, aileleriyle birlikte kendi kaleleri ve istihkamlarında korunuyorlardı.

Japonya’nın Kore Harekatı’nda çok farklı olaylarla karşılaşılmıştır. Kore’de şehirler kalelerle birlikte güçlendirilmiş ve yalıtılmıştı. Chinju ve Namwon’daki çatışmalarda bir çok kişinin kellesi alınmıştı. Bu konuda yazılmış sayısız notlar vardır ve yazının dördüncü bölümünde Ota Kazuyoshi’nin Kore’de yaptıklarından bahsetmiştik. Ota Kazuyoshi’nin iki kronikçisi vardı ve onun başından geçenleri yazıyorlardı. Bunlardan biri Okochi Hidemoto, diğeri de Keinen isminde Budist rahipti. Keinen, Kore halkına çektirilen eziyetlerden dolayı neler hissettiğini ve düşündüğünü günlüğüne kaydetmişti. Keinen’ın günlüğü, Japonya’da 1965 yılına kadar teşhir edilmemişti.


Keinen günlüğünde, Namwon Kalesi’nin 1597 yılındaki düşüşünü, Okochi’nin tanımladığından çok daha farklı şekilde yansıtmıştır. Şehir düştüğünde ve şehre baktığında, yol kenarında kum taneleri gibi ölü bedenlerin serili olduğunu görmüştü. ‘Duygularım o kadar yoğundu ki, onlara bakamıyordum bile’ dediğini biliyoruz. Yoluna devam ederken, evlerin çevresinde sayısız ölü bedenlere şahit olmuştu. Bu görüntü diğer alanlar ve dağlara kadar aynen devam ediyordu. Bu bedenler; masum insanların, kadın ve çocuklarındı. Wakizaka ailesinin tarih yazıcıları, söz konusu askeri operasyonun farklı katliamlarını da kayıtlara almışlardı: “Bir gün boyunca gezindik, köyleri baştan aşağıya dolaştık, avlarımızı takip ettik ve dağlarda avladık. Ne zaman kıstırdıysak, onları toplu olarak katlettik. 10 gün içinde 10,000 düşmanı ele geçirdik ama başlarını kesmedik. Kafalarından çok burunlarını kestik. Wakizaka Yasuharu’nun birlikleri o zamana kadar 2,000’den fazla baş kesmişlerdi.”

İşte görüldüğü gibi, Kore İstilası sırasında tam anlamıyla bir katliam söz konusuydu. Bilindiği gibi bir samuray savaşçısı başarı elde etmek, vazifesini yerine getirmek, derecesini yükseltmek, mevki kazanmak ve lideri tarafından ödüllendirilmek istiyorsa, savaş alanında cesaret göstermesi gerekecekti. Bunu kanıtlamak için savaşta gözleri bir şey görmeksizin savaşacak ve sayısız kelleler almaya çalışacaktı. Çünkü aldığı başlar, liderine bir hediye olacak ve cesaretinin kanıtları olacaktı. Bu Japonya İç Savaşları’nda sürekli görülen bir durumdu ama Kore İstilası’nda daha farklı olmuştu. Çünkü kafa kesilmesinin daha da ötesine gidilmiş ve burunlar da kesilmeye başlanmıştı. Çünkü o kadar çok kıyım yapılmış ve o kadar çok baş alınmıştı ki, o kadar kelleyi lojistik sorun yaratması nedeniyle, bir lidere sunabilmek amacıyla taşıyabilmek kolay bir şey olmayacaktı.

1597-98 yılındaki İkinci Kore İstilası’nda bunun daha kaba bir örneği dikkatleri çekti. Çünkü kafa koleksiyonu yapmanın ötesine geçilmiş ve kesilmiş burun koleksiyonu yapılmaya başlanmıştı. Dediğimiz gibi, binlerle ifade edilen ve buruna göre oldukça büyük görünen başları bir yerde toplayabilmek, sayabilmek ve bundan bir sonuç çıkarabilmek çok güçtü. Bu denli kabalaşabilmenin iç yüzünde, Toyotomi Hideyoshi’nin hırsının büyümesinin olduğu söylenebilir ve ilk istilanın başarısızlıkla sonuçlanması, Kore ve Çin’den bulunduğu taleplerin gerçekleştirilmemesi onun hırsını büyütmüştü. İkinci Kore İstilası’nda Hideyoshi, eski Japon iç savaşlarında olduğu gibi ödül sistemini ortaya koymuş, askerlerinin sadakatlerini ve şahsi becerilerini en üstün şekilde kanıtlamalarında ısrarcı olmuştur. Ama onca kafanın bir gemiye yüklenip lidere sunulabilmesi, lojistik açıdan büyük sorunlara yol açıyordu. Bundan çıkışlı olarak Toyotomi Hideyoshi, burun koleksiyonunu kabul etmeye başlamıştır. Bu istek üzerine korkunç ganimetler tuzlanmış ve tahta varillerde paketlenmiştir. Burunların her biri yokome-shu adı verilen Müfettişler Ünitesi tarafından titizlikle sayılmış ve kayıtlara geçilmiştir. Japonya’ya getirilen burunlar, Hideyoshi’nin Büyük Buda’sının yakınındaki bir tepeciğe defnedilmiştir. O günden bugüne Kyoto’da bu olay sürekli konuşulmuş ve söz konusu yer, turistlerin cazibesinden uzak kalmıştır. Turistlerin görmekten kaçındığı ve artık çimenlerle kaplı olan mezarlığa Mimizuka adı verilmiştir. Yani; Burun Yığını...

(Mimizuka)



Kore’de Japonlara karşı savaşmış amiral Yi Sun Sin, günlüğünde kendilerinin de Japonların kulaklarını toplayacaklarını ama bunun savaş alanında savaşan askerlerle sınırlı olacağını yazmıştır. Malumunuzdur ki, savaş Kore’de gerçekleşiyordu ve Kore’de Japon sivillerinin ne işi olabilirdi! Diğer taraftan Motoyama isimli bir kronikçinin derlediğine göre, yeni doğmuş çocuklar dahil olmak üzere hiç kimse sağ bırakılmamıştı.

Keinen’ın günlüğünde yer alan bir notta, Ulsan Kalesi istila edildikten sonra kalenin güçlendirilmesi için çalıştırılan işçilere baskı yapılmış ve kötü muamelede bulunulmuştur. Onlar Koreli tutsaklarla beraber yan yana çalışmak zorundaydı ve tutsaklarla birlikte aynı muameleyi görüyorlardı. Onların alınyazısı Keinen’in merhametini harekete geçirmişti. Japonya ordusunda, makineli tüfek birliklerinden samuraylara, gemicilerden işçilere kadar herkesin ağır çalışma programına mecbur bırakıldığı anlaşılmıştır. Ama Keinen, askerler arasında bir şeye çok dikkat ettiğini not etmiş, baş kesmek fiilini isteksizce gerçekleştirdiklerini, bundan suçluluk duyduklarını, bu konu hakkındaki suçluluklarını paylaşamadıklarını, kesilen her başın köylülerde derin üzüntüye neden olduğunu ve kesilen başların yollardaki bazı noktalara asıldığını söylemiştir. Çinli ordular varmadan önce acilen savunma güvenliğini sağlamak için, Ulsan Kalesi’nin duvarları çabucak tamamlanmıştı. İşçilerin rahatlıkla harcanabileceği açıktı ve onlar yere düşene dek, güçsüz kalıncaya kadar çalıştırılıyorlardı. Asıl şaşırtıcı olan, orada çalışan kişilerin, aynı samuray liderlerinin Japonya’daki topraklarında çalışabileceklerini ummaktı! Çünkü, harekete geçen Çinliler’e karşı savunma hattını tamamlayabilmek, kısa dönemli bir amaçtı ve geleceğe dair hiçbir umut yoktu. Keinen şöyle devam etmektedir: “Gündüz ve gece ayrımı yapılmadan, insanların şahsi güç sınırlarını zorlamaları ve aşmaları sağlanmıştı. Ufak bir hatada dahi dayak yiyorlardı. Bir çoğuna tanık oldum ve tüm bunlar insanlara acı veriyordu.”

Keinen, günlüğünde 23 Aralık tarihini anlatırken, en umutsuz demecini yazar: “Bu şeylerden çok korkuyorum, endişeliyim. Cehennem, buradan daha başka bir yer olamaz.”

Gözlemlere baktığımız zaman, hem samuray hem de şövalyeler tarafında çok karanlık gaddarlıklar gözlere çarpmaktaydı. Bunlar belki gerçek olmayabilir. Şunu söyleyebiliriz ki, samuraylar, Avrupalı benzerlerinden çok kötü değillerdi ama her iki askeri sınıf sivillere davranış açısından bazı zamanlar pek iyi değillerdi.

24 Eylül 2009 Perşembe

Shadows Fall – Retribution


Heavy müzik piyasasını yakından takip edenler için Shadows Fall’u uzun uzun anlatmama gerek yoktur. Son dönemlerin en bilindik ve müzikal anlamda önemli gelişim gösteren gruplarından biri. 1995 yılında kurulan grup, başlangıç itibariyle Melodik Death Metal tarzı ile dikkat çekerken son dönemlerde bu tarzdan bazı parçacıkları taşısa bile sonrasında Thrash Metal ve daha teknik bir müziğe geçiş yapmıştı. 2004 tarihli albümleri The War Within ile Century Media şirketinin en çok satan gruplarından biriydi. Bu rakam 200.000’in üzerindeydi.

Tabii bu piyasada albümleri çok satmanın gruplara fazla getirisi olmuyor. Paranın önemli kısmı plak şirketlerinin cebine giriyor. Grupların para kazanmasını sağlayan asıl olay ise çıktıkları konserlerden elde edilen gelirler oluyor.

Son dönemlerin kaliteli gruplarından olan Shadows Fall 15 Eylül tarihinde yeni albümünü piyasaya çıkardı. Albümü dinler dinlemez direkt beğendiğimi söylemeliyim. Boş şarkı bulmamakla birlikte özellikle daha teknik ve girişken görünen şarkıların daha çok hoşuma gittiğini iletebilirim. Bu anlamda ‘King of Nothing’, ‘Still I Rise’ ve ‘Dead and Gone’ gibi parçalar daha ön planda göründü kulağıma. Albümün en önemli özelliklerinden biri, prodüksiyonun oldukça kaliteli olması ve teknik müzikten parçacıklar lanse etmesi. Aslında bu albümdeki müzikal tarzı belli bir kalıba sokmak pek kolay olmuyor. Thrash tabanlı melodik ve teknik bir müzik daha yoğunlukta olmasına rağmen, vokalin ses rengi nedeniyle içine biraz da Metalcore boca etmek zorunda kalıyoruz. Metalcore tarzındaki vokaller pek hoşuma gitmiyor. Ama Brian Fair’in sesini bazen değiştirmesi ve farklı deneylere gitmesi gayet hoşuma gitti.

Bu albümün özel versiyonları olacak. Bu özel versiyonda Ozzy Osbourne’dan ‘Bark At The Moon’, Nuclear Assault’tan ruh hastası bir şarkı olan ‘Critical Mass’ ve Cro-Mags’den ‘Age of Aquarrel’ gibi derlemelerle birlikte DVD kitapçığı, albüm yapım aşaması, canlı materyaller ve röportajlar gibi malzemeler yer alacak.

Bu kritiği, grubun ilgili yeni albümünden ‘Still I Rise’ parçasına çekilmiş klipleriyle baş başa bırakarak sonlandırıyorum.



23 Eylül 2009 Çarşamba

Clubbed: Aile Olabilmek..


Hayatın en tatlı lezzetlerinden biri olsa gerek aile olabilmek. İçimizi titreten, geleceğe rahatlıkla bakabilmemizi sağlayan, sıcak bir nefestir aile olgusu. Aile olabilmek için illa kan bağı mı gerekir? Hayır diyebiliriz. Kan bağı olmayan insanlar arasında sıcak dostlukların kurulup, kan bağı olan ailelerden bile daha aile olması ve hayatlarını sonuna kadar değiştirecek kararı birbirleri için alabilmeleri gözleri yaşartacak cinsten. Şiddeti de görürsünüz, sıcaklığı da, nefreti de görürsünüz, içten gelen sevgiyi de. Tezatlıklar üzerine kurulu sıcak, içten ve yeri gelince kahkaha attıran bir dünya.

Clubbed… Tadına doyum olmayan İngiliz bağımsız filmlerinden biri daha. İngiltere’nin kasvetli yapısına nazire yaparcasına çıkagelmiş sıcak bir film. Bir insanın dostluklar sayesinde ne kadar değişebileceğini gözlerimize serebilecek kadar.

Kahramanımız Danny, hayatın çok sillesini yemiş, kaybedenler tarafında yer alan, tek amacı deliler gibi çalıştıktan sonra hafta sonları iki kızı ile beraber çok güzel saatler geçirmek olan, karısından ayrı ve bir o kadar da hayata karşı ürkek, çekingendir. Bir gün Loui ile tanışır ve hayatı değişir. Korkularının merkezinde düşünüp duran ve akabinde Loui ile tanışmasından sonra onunla girdiği diyaloglar sonrası ondan çok etkilenen Danny, aynı zamanda yetenekli bir yazardır aslında. Sadece işi resmiyete dökmemiştir. Korku merkezli ruh hallerini, hayatındaki keskin değişimleri anlatır durur. Bu düşüncelerini bizlerle paylaşırken Sun Tzu’nun Savaş Sanatı isimli eserine gönderme yaptığına ve okuduğuna tanıklık ederiz.


Loui, Sparky ve Rob bir gece kulübünde korumadılar. Boş zamanlarında boks salonunda zinde kalabilmek anlamında antrenman yapmaktadırlar. Danny bir hafta sonu kızlarını dans okuluna bıraktıktan sonra ara sıra boks antrenmanlarını dış kapıdan izlemektedir. Loui’nin salona girerken onun görmesi ve içeri davet etmesiyle Danny’nin hayatı ve hayata bakışı, kaybedenlik safhasından bir aile içinde yer alan, kendisine güvenmeye başlayan ve kazananlar safhasına geçen bir aşama şeklinde değişmeye başlar. Danny, Loui ve Rob ile adeta bir aileye dönüşür. Hatta kendisi de onlara yardım etmeye başlar, bir koruma olur. Bir çetenin ilgili kulübe uyuşturucu ve haplar sokmak istemesi sorun yaratmaya başlar. Çünkü adamlarımız kulüplerinde asla böyle bir şeyi kabul etmezler. Olaylar o noktadan sonra patlak vermeye başlar.

Film ile ilgili aslında anlatılması gereken çok şey var. Fakat hepsini anlatmak istersem filmin şiirselliği, kurgusu, müthiş akıcılığı ve sıcaklığı sekteye uğrayacak gibi. İçimi ısıtan ve Danny’nin üzerinde gördüğüm her değişim sonrası attığım yüksek kahkahaları hatırlıyorum. Filmdeki akıcılık, su gibi akıp giden ve zamanın nasıl aktığını bilemediğimiz sıcak olaylar örgüsü öyle ustaca anlatılıyor ki, filmi izlediğim her an boyunca kendimi hikayeye kaptırmış buldum. Neşelerin, mutlulukların en derinini de tattım. Aile olabilmenin duygusallığını da. Tabii içimi cız ettiren duygusal sahneleri de.

Aile olabilmek güzeldir. Kan bağı olmayan kişilerin daha müthiş bir aile olabilmeleri ve dostları için ölüme bile gidebilmeleri çok daha güzel. Bir arkadaş için ölümüne gidebilmek ve dünyada en fazla sevdiği iki varlık olan kızlarını bile bir kenarda tutarak, ailenin bireyi olan bir dost için her şeyi yapabilmek nasıl bir şey olsa gerek?

İzleyin, tadın, soluyun ve tüketin. Hiç pişman olmayacağınız bir şaheserdir benim gözümde Clubbed, içinde hayata dair bir çok gerçeği barındıran… Nihayetinde kitaplaştırılan…

22 Eylül 2009 Salı

Sportif Cümleler | Atilla Çelik Röportajı Bölüm III


Sportif Cümleler blogunda yer alan röportajımın üçüncü ve son bölümünde Türk ve Avrupa futbolu ile blogum ve sportif cümlelere dair soruları yanıtladım. Sevgili arkadaşlarım Burak Eren ve Serap Bahar bana röportajın sonunda öyle bir sürpriz yapmışlar ki gördüğümde şok oldum ve gözlerim doldu. Onlara ilgileri, soruları, içtenlikleri, yaptıkları sürpriz, diğer arkadaşlarımın incelikleri ve yaptıkları her şey için çok içten sevgilerimi sunuyor ve çok teşekkür ediyorum.

İlgili röportaja aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

http://sportifcumleler.blogspot.com/2009/09/atilla-celik-roportaj-bolum-3.html

21 Eylül 2009 Pazartesi

Kasımpaşa – Galatasaray: Böyle Buyurdu Sinir Futbolu


Futbol kaderler yaratacak ve yazacak kadar enteresan bir oyun. Bazen bir eğlenceli halidir, bazen sinir harbi, bazen gözlerimizi şenlendiren bir tiyatro, bazen de bir savaş ve ölüm hali. Her futbol oyununun kendine has bir teması vardır. Doksan dakika boyunca göz kabarttığında, sergilenen futbol tiyatrosunun her birine güzel bir isim verebilirsiniz, ardından birkaç perde halinde sahnelersiniz.

Futbol bazen sinir ve savaş hali. Savaş vardır yeşil meydanda. Ölümler yoktur. Bombalar patlar sahanın milimetrik alanlarında. Bir de ilgili savaş halini yöneten Büyük Yargıç vardır. Bu yargıcın kararları beğenilir ya da beğenilmez. Ama bilerek yapmadığı, insanlık hali nedeniyle göremediği bazı sahneler savaş haline sebep olur ve futbolcularda beyin ölümü gerçekleşir. Tıpkı beynin içinde patlayan nükleer bomba gibi.

16 Temmuz 1945’te ilk nükleer patlamaya tanık oluşunun ardından Robert J. Oppenheimer şöyle not düşmüştü tarihin kara dehlizlerine ve not defterine: “Birkaç kişi güldü, birkaçı ağladı. Çoğunluk sessizdi. Hinduların kutsal kitabı Bhavagad Gita’dan bir satır geldi aklıma. – ‘Ben Ölüm oldum, dünyalar yok eden.’”


Kasımpaşa – Galatasaray maçı bir ölüm oluyordu az kalsın, Galatasaraylıların duygularını yok eden. Galatasaray gibi büyük bir futbol takımının ve barındırdığı üst düzey oyuncularının Büyük Yargıç’ın göremediği ve bilerek yapmadığı bir pozisyon sonrasında bu kadar ölümü yaşamaları ve sinir harbine girmeleri belki de bir maçı kaybettirecekti.

Hakem, Kasımpaşalı Ali Güneş’in 9. dakikada panter edasında eli ile çıkardığı pozisyonu penaltı ve kırmızı kart ile cezalandırmamış olabilir. Yine Ali Güneş’in Kewell son adamken onu düşürmesini kesinlikle kırmızı olması gerekirken sarı ile cezalandırmış olabilir. Büyük bir takımın bu tür mevzular üzerinde fazla durmayıp, sinirlenmeden ve öfke harbi yaşamadan sakin bir şekilde işine bakması gerekirdi. Böyle yapmayan Galatasaray’ı ilk kez bu sezon, ilk yarı itibariyle bu kadar dağınık, sinirli, öfkeli ve sinirden eli ayağı dolanıp doğru düzgün pas yapamayan bir takım hüviyetinde gördüm. Galatasaray’ı bu yıla dair Galatasaray yapan olguların tamamen dışına çıkmışlardı Sarı Kırmızılılar. Sezonun en kötü oyununu ilk 45 dakikaya sığdırmayı başardılar. Ama öyle ama böyle…

Futbol kader yazacak bir oyundur demiştik. 90 kocaman dakikalık bir futbol maçının herhangi bir saniyesinde oluşan bir pozisyon, maçın tüm oyun karakterini değiştirebiliyor. Bu maç tiyatroysa, eğer 9. dakikadaki pozisyonun hükmü tam verilseydi tiyatronun adını farklı koyacak ve daha farklı perdelerden farklı oyunlar izleyecektik. Ama yanlış hükmün biz tiyatro severlere etkisi kötü oldu, Sinir Futbolu adını verdik bu tiyatroya.

Üzerinde durulması gereken daha acı bir gerçek var. Aslında bunu yazının sonlarında yazmam gerekiyor ama, madem Büyük Yargıç’ın insanlık hali nedeniyle istemeden yaptığı birkaç hata bazı söylemleri gerekli kılacaksa üzerinde durmak lazım. Her iki takımın hocalarının akıl mantalitelerini yoğurmak ve kıyaslamak açısından. Daha 9. dakikada penaltı ve 10 kişi kalma cezası hükmünden kurtulan, yine ikinci yarının başlarında 10 kişi kalma cezasından kurtulan bir takımın hocasının, mağlubiyeti hakem hatalarına bağlaması inanılır gibi değildir. Türk futbolunun nasıl bir uçuruma sürüklendiğini, Türk futbol insanlarının beyin olarak ne kadar öldüğünü ve zehirlendiğini, kıvırcık saçlı adam söylemiyle ispatladı bizlere şöyle diyerek; “Bana kalırsa hakem elinden gelini yaptı. İki takım da agresif oynadı, hakem maçı fena idare etmedi.”

İnanılır gibi değil. Eğer Türk feleğinden geçmiş bir Türk hoca olsaydı, kazanmalarına rağmen ilgili hakem için demediğini bırakmazdı. Frank Rijkaard ve teknik ekibinin getirdiği futbol mantalitesinin ülke futbolunun ne kadar ötesinde olduğunu bir kez daha anlamış olduk bu söylemiyle. Şahsım ve ülkem adına utandım ülkem futbol zihninden. Frank Rijkaard ve ekibine karşı da mahcup oldum. Tüm futbol bilgelerine..



Maçın ilk bölümü Galatasaray adına özellikle sorgulanmalı. Hem de tüm sezona karşı önlem olarak dikkate alarak. Rakibin oldukça agresifleştiği, bu agresif oyun kurgusunda direnç gösterdiği ve Galatasaraylı oyuncuların da onlara ayak uydururcasına öfkeye öfke ile cevap verme hırsı, şu ana kadar sergilediği paniksiz ve telaşsız futboldan uzaklaşması, ilk yarının 30. dakika civarlarında cezasını kesmişti Sarı Kırmızılılara. Top kaybında rakibi de kendisi de 38 rakamındaydı. Bu kadar usta ayakların sahayı parsellediği bir futbol arenasında, arada büyük siklet farkının olduğu diğer futbolcularla aynı sayıda top kaybı yapması, mini etek olarak nitelendirilen istatistik, bazen sahada uygulanan futbolun aynası olabilmekteymiş.

Maçın ikinci bölümünde ise bambaşka bir Galatasaray vardı. Ama rakibinin agresif tavrını sürdürmesi futbol dışı sahneleri izlememize neden oldu. Fakat Galatasaray açısından bu yıl görülen önemli farklılıklardan biri, takımın temposunu bulduğunda karşı rakip kim olursa olsun bu tempo karşısında dayanamayacağıydı. Maç son dakikalara da kalmayabilirdi. Sarı Kırmızılılar adına kaçan inanılmaz gol fırsatları vardı. Bu sezon rakiplerinin hatasını hiç affetmeyen takım görünümündeki aslanlar, affedilmeyen takım olacaklardı neredeyse, yarım düzine golü çok rahat bir şekilde bulmaları işten bile değilken. İlk 45 dakika itibariyle çok fazla efor sarf eden Kasımpaşalıların oyundan düşeceğini tüm futbol bilgeleri görmüştü saltanat koltuklarından.

Fakat bu maç bize şunu gösterdi. Hakem kararları ne olursa olsun, ne kadar şanssız olursanız olun, asla pes etmeden sonuna kadar savaşırsanız, mücadelenizi ortaya koyarsanız ödülünüzü öyle ya da böyle alırsınız. Bunu Türk Futbol Edebiyatı’nın en klişe terimlerinden biri olan ‘hakemi de yendik’ sözüyle genişletmemek lazım. Bu tür edebiyatlara girildiği an futbol felsefesinin tadı kaçıyor. Olması gereken sözün ne olduğunu bu maçın ardından gördük: Futbol kaderler oyunu olabilir, minicik bir saniye ya da salisede olan bir vukuat, doksan dakikayı ölümcül noktalara getirebilir. Ama tek bir saniye, azmederek savaşmanız gereken 89 dakika 59 saniyeyi çöpe atmaz. Sinirlere hakim olarak oyununuzu sürdürürseniz ödülünüzü alacaksınızdır, tıpkı Kasımpaşa – Galatasaray maçında olduğu gibi.

Bu maç aynı zamanda Galatasaray’ın karşılaşacağı rakiplere bir ipucu oldu. Çok dikkatli olması gerekiyor artık Aslanların. Çünkü görünen o ki, Galatasaray’a karşı aşırı agresif olan, bazı noktalarda şansı eline alan, iyi futbolu engelleyen kötü kararları arkasına alan bir takım Galatasaray’a zor anlar yaşatacaktır. Tabii ki Galatasaraylı oyuncular bu agresif tuzağa düşmedikleri ve öfkelenmedikleri sürece. Oyun disiplininden kopmadıkları sürece rakip ne kadar agresif olursa olsun amaca ulaşılacaktır.

Karaoğlan Nonda’ya özel bir parantez açmak lazım. Kendisi için özel bir paragrafı hak etti gerçekten. Bu yılki Nonda performansı takdire şayan. Oldukça az süre almasına rağmen takımın en çok gol atan ikinci oyuncu olması üzerine ne kadar şey yazıp çizersek çizelim, bazı şeyleri anlamlandıramayacağız. Çalışan, yedek kalmasına rağmen pes etmeyen, kendisine güvenen ve yedekliği sorun etmeyen bir oyuncunun hediyesini aldığına şahitlik ettik. Çalışanı severiz toplum olarak. Bu çalışkanlığını devam ettiren ve profesyonel bir futbolcunun nasıl olması gerektiğini bizlere gösteren Nonda’yı tebrik etmekten başka ne yapabiliriz? Uzun zamandır sahaya çıkmamış bir oyuncunun bir devreye üç golü sığdırmış olması, garip bir futbol istatistiği olarak ilginçlikler hanesine eklensin.

Sarı Kırmızılıların kendileri adına en çok sevinmeleri gereken noktalardan biri ise böyle yıldızlara sahip oldukları için gurur duymaları. Ülkemiz futbol tarihinin yıldız kalıplarına baktığımız zaman pes etmeyen, takımı için resmen savaşan, gözü kazanmak hırsıyla yanıp sönen yönlerine fazla şahitlik edilmemiştir. Futbolun narin ve sakin yüzleri olarak görülmüşlerdir yıldızlar. Ama Galatasaray’ın yıldız futbolcuları, bir yıldızdan öte takımları için savaşan bir nefer olduklarını gösterdiler. Takımına öncülük edebilmek için sürekli koşan ve her noktaya basmak isteyen Arda Turan, takımını bu savaştan galip çıkarmak için sonuna kadar savaşan ve aşırı hırs yaparak bir nevi kırmızı yemeyi bile göze alabilen Keita, fiziksel olarak çok yetersiz olduğu söylenerek peş peşe üç maçta 90 dakika forma giyen ama son dakikalarda bile sonuna kadar ter akıtıp, son nefesini harcayan Kewell gibi yıldızları tartıya koyduğunuzda bunu takdir mi etmenin yoksa saygı duymanın mı gerektiğini tam olarak bilemiyoruz. Sarı Kırmızılıların bu yılki en büyük yakıtı bu olsa gerek; pahalısından ucuzuna, yeteneklisinden mücadelecisine ve yıldızından neferine kadar kazanma hırsı ve mücadele azmi.

Bu maç aslında çok özel bir maç oldu. John Milton’ın ya da başta Paradise Lost olmak üzere bazı depresif İngiliz müzik gruplarının, kasvetli ülkelerinin özünden gelip kendi karakterleri ve ruhlarına yansıyan bir kader oyunu olsa gerek, eserlerine sık sık yansıttıkları ironiler silsilesiydi bu garip maç. Bazılarımız Allah’a inanır ya da inanmaz, ama inananların sık sık ettiği Allah’ın sopası deyiminin de gerçekleştiğine şahit olduk. Haftalardır sonuna kadar mücadele eden bir takımın içeride ve dışarıda elde ettiği seri galibiyetleri, neredeyse tamamen şansa ve bala yorarak ülkem futbol mantığının olmadığını ve renkler savaşının asla ölmediğini gösteren silahtan tehlikeli kalemlerin mecazen idam edilmesi gerektiği maçtır. Allah’ın, böyle düşünenlere vurduğu sopa ve çalışanların tevekkülüne cevabı olsa gerektir.

9. dakikada oyundan atılması gereken bir oyuncunun ikinci yarıda son adamken tekrar Kewell’ı indirmesi ve yine atılmaktan kurtulmasının ardından sakatlanarak oyunu terk etmesi futbol tanrılarının cilvesi olsa gerek. Haftalardır Rijkaard ve Galatasaray’ı ballı olmakla bir tutan sivri kalemli silahtarlara Rijkaard’ın iki hamle ile verdiği cevap olsa gerek. İlk yarıda ortada görünmeyen Galatasaray, iki oyuncu değişikliği ve değişen oyun mantalitesi ile birlikte koskoca 50 dakikayı tek kale oynadı neredeyse. Kasımpaşa’nın orta sahayı geçebildiği anlar 3 ya da 4 sayısı ile sınırlanmış olsa gerekti. Bu takımın ve Rijkaard’ın balla değil, azmederek, savaşarak ve doğru futbol taktiklerini uygulayarak, tempoyu koymayı başardığı zaman rakibini tamamen teslim aldığını göstermiştir yedi düvele. İlk ve ikinci bölümleri bu kadar ayrık ve farklı olan futbol tiyatroları fazla olmasa gerek.

Eğer ki hala Galatasaray’ın bal, şans, el, kol ve hakem ile maçları kazandığını söyleyecek el bombaları varsa, bunları tekrar yazmadan önce bize söylesinler ki kendilerinden uzak duralım ve bizden uzaklarda bir yerlerde patlasınlar. Vazgeçtim. Hemen dibimizde de patlayabilirler. Kalemleri ne bizim gibi gerçek futbolu sevenleri ne de Sarı Kırmızılıları yaralayacaktır. Gün gelip devran dönecek ve o silah kendilerinin cezalandırılma nedeni olacaktır. Çünkü; futbol tanrılarının sopası vardır. Başınızdan asla eksik olmaz.

Sportif Cümleler | Atilla Çelik Röportajı Bölüm II



Sportif Cümleler blogunda yer alan röportajımın ikinci bölümünde Galatasaray’a dair soruları yanıtladım. İlgili röportaja aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

http://sportifcumleler.blogspot.com/2009/09/atilla-celik-roportaj-bolum-2.html

20 Eylül 2009 Pazar

Sportif Cümleler | Atilla Çelik Röportajı Bölüm I


Sportif Cümleler ( http://sportifcumleler.blogspot.com/ ) isimli dost blogumuzun kurucusu ve yazarları olan Burak Eren ve Serap Bahar ile yakın ilişkilerim vardır. Aslında blogu açmama sebep olan kişilerden biridir Burak Eren. Yaklaşık 1-2 yıldır da bir çok konu hakkında diyalog halindeyiz. Burak arkadaşımız uzun zamandır benimle röportaj yapmak istediklerini ama uygun zamanı beklediklerini söyler dururdu. Nihayet geçtiğimiz günlerde bu röportajı da gerçekleştirdik.

İlgili röportaj 25 soru içermesi ve çok uzun cevaplar vermem nedeniyle 3 bölüm ve 3 güne bölündü. İlk bölümde kişisel bilgilerim, diğer bölümlerde ise futbol, Galatasaray, Türk ve Avrupa Futbolu ve blog meselesi üzerine sohbetimiz yer alıyor.

Bu röportaj için Sportif Cümleler ekibini yaratan iki isim Burak Eren ve Serap Bahar’a çok teşekkür ediyorum. Röportajın birinci bölümünün ilgili bağlantısını sunuyorum.

http://sportifcumleler.blogspot.com/2009/09/atilla-celik-roportaj-bolum-1.html

Bal ve Galatasaray


Türk futbol kamuoyunun en çok kullandığı kelimelerden biri oldu şu ‘bal’ meselesi. Artık bir kere başlamıştır bu söylem ve bu söylemlerine ne zaman son verecekleri bilinmez. Bir takımın sezon başından beri üst düzey çalışmasını, geliştirdiği bir çok taktiği, saha içindeki dağılımını, disiplinini, elindeki yetenekli oyuncularını kullanışını ve en önemlisi çalışkanlığını dikkate almadan ‘bal’ ile nitelendirmek ne aşağılık bir futbol bilgisizliği ve aczidir.

Aslında şu anki durumları fanatiklerden değil, aklı başında olan futbol bilgisi sahiplerinden öğrenmek lazım zannedersem. Fanatikler için bir çok şey kapalıdır. Kördürler. Farklı bakış açısı nedeniyle mantıksal süzgeçten geçen yorumları yoktur. Şimdi genel duruma baktığımızda, rakip forumlara, farklı renkler giymiş yazarlara mantıktan ziyade renk ayrımı ve fanatikliğe göre yapılmış yorumları göreceksiniz. Çünkü fanatik bir adam için rakibin birine çarptırarak attığı gol bal goldür. Bir takımın sistem oyunuyla pozisyona girip rakibi hataya zorlayıp attığı gol de baldır onlar için. Ama akıllı ve mantıklı futbol yorumculuğu ile zerre alakası olmayan bu tiplerden bu tür ince detayları görmesini bekleyemezsiniz.

Yıllardır gazeteci, spor yazarı diye geçinip, insanlar açlıktan ölürken saçma sapan, taraftarları birbirine düşüren, ortamı geren, insanların sinir telleriyle oynayan bu el bombaları, yazdıkları şeylerle bir kere alın teri ve doğruluğa ihanet ediyorlar. Aldıkları paraya yazık oluyor. Hak edilmemiş, yalan ve insanları birbirine düşürücü saçmalıklardan kazanmış oluyorlar ekmek paralarını.

Galatasaray haftalardır bazı oyun setlerine sahip. Bunu uzun zamandır çalışıyor antrenmanlarda. Bir iki tane set ile sınırlı değil bu, çok sayıda kombinasyonu içeren setlerden bahsediyoruz.

Bu setleri neye göre düzenleriz?

Hücum organizasyonları neye göre ayarlanır?

Tabii ki elinizdeki futbolcuların becerisine göre.

Diyelim elinizde Hakan Şükür var. Ondan Baros'un yaptığı işi yapmasını bekler miydiniz?

Aklınızda canlandırın. Oğlum Hakan. Şimdi taktik şu. Ayağı raket gibi olan şu arkadaşlar sana adrese teslim ani toplar atacaklar, rakip defansın arkasına doğru, hızını kullanacaksın, adamlar sana yetişemeyecek, ya içe kat edeceksin ya da sıfır çizgisine doğru ineceksin ve ceza sahasına orta yapacaksın. O sırada diğer arkadaşların da zaten ceza sahasına girmiş olacak ve rakip defansı hızınla tam oturmadan, ani pasınla oyundan düşüreceksin. Hataya zorlamış olacağız yani hızınla.

Nasıl yani?

Hakan Şükür bunu becerebilir mi?

Kocaman bir hayır.

Yukarıdaki paragrafta aslında kimden bahsettim? Baros'tan. Baros'un yeteneğinden. O hızından. Ona usta işi bir pas atılacak, Baros hızıyla sarkacak, topu çabucak getirip ani bir pasla ceza sahasına yollayarak oturmamış rakip defansı zaten hataya zorlamış demektir. Çünkü Baros o topu getirirken, oturmamış rakip savunma "ben ceza sahamın içinde duran Kewell'ı mı, Elano'yu mu, Keita'yı mı ya da varsa Arda'yı, Sarp'ı mı kontrol edeceğim" diye kafayı yer. Dokuz doğurur.

Sezon başından bu zamana kadar olan maçları aklınıza getirin o halde! Antep maçının açılışı! Bazı maçlarda aynı setleri Aydın'ın uygulayışı ve Galatasaray’ın bulduğu goller. Ve herkesin bal dediği ama Galatasaray’ın sürekli uyguladığı hücum setinin bir kez daha Pana karşısında gösterilmesi.

Baros'a ani bir top çıkıyor, Baros aniden dönüyor topla birlikte. Tamamen yetenek isteyen bir hamledir bu. O esnada onu tutmaya çalışan Yunanlı oyuncunun surat ifadesine ve vücut hareketlerine bakıyorum, tekrarlanan ağır çekimde. Adam bitmiş. Yüzünde öyle bir ifade var ki, bedeni resmen haykırıyor belim kırıldı, hızına erişemiyorum, yaşlı dedelere döndüm diye. Baros karşısında tamamen aciz durumlara düşmüş.

Baros dağıta dağıta gider. Rakip savunma yerleşemez, panik yapar. Çünkü Kewell'ı mı tutsun, Keita'yı mı, Elano'yu mu, yoksa ceza sahasına gelen topu mu? Marinos genç çocuk, dağılır haliyle. Elano da elini kolunu sallaya sallaya golü atar.

Ve meşhur zeka küpü medyam haykırır dört bir yana, ne ballı adamlar, bir orta yapıyorlar, adama çarpıyor, ona çarpıyor, kıça çarpıyor, cimbomluların ayağına veriyor ve gol atıyorlar diye.

Sezon başından beri sürekli bu tür setlere çalışan, rakibi hataya zorlayan, bu yolla bir çok gol bulan bir takımın bu çalışmasını, emeğini, bu sete harcadığı saatleri futbolu bilmedikleri ve futbol cahili olduklarından göremeyip bal gol diye nitelendiren herkesin öncelikle futbolu ne kadar bildiğini ve ne kadar doğru düşündüğünü muhakeme etmesi lazım .

Çünkü bu çocukların günler süren alın terine, emeğine küfür ediyorlar. İnsanın emeğine hakaret ediyorlar. Dünyanın en ayıp şeyi bu.


12 maçta elde edilen 10 galibiyet ve atılan 38 gol balla, elle, kolla atıldıysa bu konuda başka da bir şey demiyorum. Üstün görüşlü spor yorumcuları, medya ve taraftarlarını kutluyorum, bu kadar zeki oldukları için.

17 Eylül 2009 Perşembe

Panathinaikos – Galatasaray: Sistem Test Edildi ve Onaylandı!



Makine…

İnsanoğlunun en büyük yardımcısı.

İnsan ‘amacı’nın yegane temellerinden.

Gök kubbeyi dört koldan saran, amaca ulaşmayı kolaylaştıran. Adem ve Havva’nın ekonomi, teknoloji, sanayi, tarım ve gıda alanında tüm amaçlarına ulaşmasında mihenk taşıdır makineler. Gerekli hammadde işbilirler tarafından toparlanır, mühendisler projesini yaratır, işçiler çalışarak projeyi madde haline getirir ve ortaya çıkar:

Makine…

Makineler tembellik göstermedikleri, aksamadıkları ve sorunsuz çalıştıkları sürece her işi yoluna koyar. İlgili makinenin sorunsuz olması için hammaddenin sağlıklı olması, mühendisin kusursuz proje yaratması, makine parçalarının aksamaksızın temizlenmesi, yağlanması ve gerekli aksamların dengeli bir şekilde çalışması gerekir. Bir makine yaratmak istersiniz. Parçalarını şekillendirir, parçaları doğru yerlere monte eder, bağlantılar, kayışlar ve çarkları kusursuzluğa ayarlarsınız.

Sadece bununla kalmazsınız. Makinenin içine biraz ruh, biraz disiplin, biraz çalışma, biraz paniksizlik, biraz güç, biraz beceri, biraz muntazamlık ve içtenlik üfürürsünüz. Ve makine çalışmaya başlar. ‘Amaç’ları gerçekleştirmek üzere…

Aslolan amaçtır. Üretmektir. Üreterek amaca ulaşmaktır. Tek gerçek budur.

Makine ilk çalışmaya başladığında ve yeterli ilk ürünlerini verdiğinde kitleler makinenin işleyişinde bir kusur bulmaya çalışır. Onlara göre makine asıl amacı gerçekleştirememiştir. İlk ürünlere bakarak bir şey söylemek erkendir. Ürün sayısı her geçen gün artmaya başlar, kalite artar. Ama makinenin yaptığı işe hala kulp takılmaya çalışılmaktadır. Makine daha zor ürünleri de verimli bir şekilde üretir, elinden geleni yapar, parçalar bozulmaya uğramaz dahi. Ama dışarıdan bakanlara göre bu makine hala asıl ürünü vermemiştir.

İnsan doğası işine gelmediği noktalarda hiçbir şeyi beğenmez. Savaşları yaratan da, insanları ölüme gönderen de, insanoğludur. Açgözlülük alamet-i farikasıdır.

Doyumsuzluk değildir bahsi geçen, çekememezliktir. İlgili makineyi… Kusursuzluğa doğru giden aksamları çekememezlik. İlgili makine onlara göre bir türlü asıl canavarla karşı karşıya gelmemiştir. Ama atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir.

Makine test edildi.

…ve onaylandı!



Bu makineyi Antep’e, Ankara’ya, İstanbul’a, İsrail’e, Estonya’ya götürmüşsünüzdür. Hepsinde amaca ulaşılmıştır. İstanbul’un göbeğinde zorlu canavarlarla da savaşmıştır makine. Hepsinden verimli ürünlerle çıkmıştır.

Atina’nın göbeğinde de…

Peki bu makineyi bir türlü beğenmeyen ve daha güç yaratıklarla savaşmadı diyen kitleler, Atina sonrası ne diyeceklerdir?

Evet, makine..

Sarı kırmızı bir makine.

Hammaddeyi yani futbolcuları sağlayan yöneticiler, bir nevi kusursuz çalışan mühendis Rijkaard ve ekibi.. Futbolcular işlenmiş ve sahaya sürülmüştür.

Amaç nedir? Futbolda amaç goldür. İngilizce’de ‘goal’ olarak bahsi geçer. Kelime anlamı ise ‘amaç’tır.

Avrupa arenasında görece zayıf ekipleri gole boğan makine beğenilmemiştir bir çok kesim tarafından. Çünkü o maçlar ölçü değildir.

Ülkenin en zor deplasmanlarından biri olan Antep’te amacı sağlayan üç vuruş da ölçü olmamıştır. Ülkenin en dişli ve zorlu savunma takımlarından olan Kayseri’ye vurulan 4 şiddetindeki darbe de. Keza o maç öncesine kadar ligin en az gol yiyen ekibin kanatlarına fazla kendini sıkmadan sıkılan üç kurşun da ölçü olmamıştır. O futbol bilirlere göre, Hanya ve Konya Atina’da görülecektir.

Sonuç?

Atina’nın göbeğinde muntazam bir şekilde çalışan sarı kırmızılı makinenin, akıllı futbol denen literatürle gereğini yerine getirmesi: 1-3..

Yine bu maç ölçü değildir, Panathinaikos iyi değildi edebiyatlarına girilecek. Çünkü bu yurdum çekemeyen futbol kitlesinin en derin korkularının yansıması ne zaman son bulacaktır ki? Daha hazırlık maçlarında ben geliyorum diyen makineyi görmezlikten gelmeleri! Kabullenememeleri! Futbol kitabını renklere göre ayrımlaştırmaları ve gerçekleri görememeleri!

Nereden beslenmeli bu cenahlar ve zevatlar?

Renklerin savaşından, kavgalardan, futbol dışı kelamlardan, ses getirecek mesnetsiz çıkışlardan, ülke dinamiğini besleyen kaoslardan, insan ruhuna işlemiş karmaşadan, bilimsel ve mantıklı süzgeç eksikliğinden ve geliyorum diyen makineyi kabullenememekten.

Hepsi bu mu?

Hayır..

Haddini bilerek oynayan, sabırla ne yaptığını bilen, paniklemeyen bir takım görüntüsünde Aslanlar. Ya karşılarına çıkan rakipler? Bilindik bir sinema filmi ile Metallica’nın en önemli eserlerinden biri olan ‘unforgiven’ terimi ile aynı kaderi paylaşıyorlar. Sarı kırmızılılar belki 90 dakika boyunca saldırı düzeninde olmuyor, belki yeri gelince top ayağında olmuyor ama rakiplerini affetmiyorlar. Kendilerine karşı yapılan hataları affetmeyen bir takım görünümünde cimbomlular. Kendileri hata yaptıkları zaman belki bunların değerlendirilemediği oluyor ama aynısını rakipleri yaptığında bu rakiplerinin sonu oluyor.

Beşiktaş maçının farklı bir versiyonu sergilendi Atina’nın dibinde. Ama Beşiktaş maçının 15-20 dakikasında olduğu gibi rakibe karşı bir şey yapamıyormuş görünümünde değildi Galatasaray. Maçın başından sonuna kadar ne yaptığını bilen, disiplinli, tam bir takım savunması yapan, pas trafiği anlamında sıkıntı yaşasa bile özünde total futbol oynayan taraftı.

Top hünerli ayaklara gelir gelmez aniden atağa kalkış ve toplu hücum. Top rakibe geçtiğinde ise deplasman stratejisini kusursuza yakın bir şekilde uygulayarak takım olarak topun arkasına geçiş. Rakip ilk yarı boyunca Galatasaray defansını hırpalamak, dövmek istedi ama bunda hiç başarılı olamadılar. Kaleyi bulan tek bir tane gollük pozisyonları yoktu bile. Halbuki Galatasaray daha ağırdan alan taraf gibi görünmesine rağmen yaptığı darbeli ve akıllı ataklarla hem ilk golü bulmuş, hem de kaleyi bulan üç-dört şutu vardı. Bunlardan ikisi ise kesin gol olabilecek pozisyonlardı.

Top Galatasaray’ın yarı sahasına çok geldiği için belki bazı gözler savunmada sıkıntımız olduğunu düşünebilirler. İdeal savunma örgüsü Gökhan Zan – Servet ikilisi olarak görünürken, bu iki isimin yerinde 36’lık delikanlı Emre Aşık ve sakatlıklardan belini doğrultamayan Emre Güngör, sakatlık tiyatrosu tarihinin tekerrüründen ibaret bir perdelik oyun sahnelenirken Güngör’ün bizi yanıltmayıp Balta’nın ilgili bölgeye sap olması ve her şeye rağmen savunma organizasyonunun hiç sırıtmaması ne ile açıklanabilir?

Söz konusu defans örgüsünde organizasyon olmasaydı ve başarısız olsalardı ilk yarı boyunca çok organize bir sistemi gerekli kılan ofsayt taktikleri nasıl işleyebilirdi? Hem de muntazam bir şekilde… Rakibin ilk yarı boyunca etkili olamamasının nedeni Galatasaray’ın takım olarak mükemmel defansı ve özgüveninde yatıyordu. Saysınlar futbol ilahları Yoncaların kaç kere taktik ofsaytına düştüklerini.

Peki Leo Franco?

Kaleciliği sorgulanan Leo Franco?

Maçı getiren ilk makine parçacıklarından biriydi. Kendisini çizgi kalecisi olarak nitelendiren entelektüel futbol yorumcularına öpücüğünü göndermiştir Franco. 25. dakikada, sahada kaleci hariç sadece 10 kişinin değil, kendisi de dahil 11 kişinin olduğunu yüzümüze çarpa çarpa göstermiştir. Total futboldur bunun adı. Kaleciler her zaman oyunun içinde olmalı ve diğer oyuncular kadar önemli bir dama taşı fonksiyonunu taşımalıdır. Eğer Leo bu fonksiyonunu maç boyu çalışır durumda kılmasaydı, rakip 25. dakika’da beraberliği yakalayabilirdi.

Sabri konusunda ise kelimeler kifayetsiz kalır bu noktadan sonra. Kusursuzluğa doğru yelken açtı bu mavi gözlü çocuk, bilinmeyen bandıralı bir vapur üzerinden. Kendisini eleştiren ve yerden yere vuran kitlelere o mavi gözleri ve garip bakışlarıyla saygıyla el sallıyor küpeşteden. Saygıyla karşılık veriyoruz kendisine kara parçasından.

Total futbol hala sonlandırılamamıştır. Daha tamamlanmamıştır. Ne Rijkaard, ne futbolcular ne de taraftarlar ‘tamam, oldu bunlar, olduk biz’ demiyorlar. Verilen pozisyonların olması o kadar ürkütücü değil. Hiç pozisyon vermemek fizik kurallarına ve insan anatomisine ters bir kere.

O sağanak yağış altında iradeli bir şekilde dimdik durabilmek, on binlerce kem bakışlı Yoncaların ağırlığı altında onları umursamadan oynayabilmek, maç boyu ne yaptığını bilebilmek, yere sağlam basabilmek ve sisteme paniksiz bir şekilde sadık kalabilmek belki tamam gibidir. Ama daha her şey tam değil. Amaçlanan şeye ise ulaşılmaktadır. Makinenin gücü bunu kaldırabilmektedir.

12 kez üretime girdi bu takım. Hiçbirinde teklemedi. Tüm partiler sonucunda 10 parti başarıyla, 2 partide yeterli bir şekilde kayıpsız atlatıldı. Makine amaca yönelik 38 ürün yarattı. Müthiş bir makine ivmesidir bu.

Nerededir ölçü artık?

Yatağımızın tozlarla kaplı altına mı süpürdük? Marangoz Cevdet Efendi’nin alet rafında mı kaldı? Oturduğu yerde masa başı haber sallayıp, ona buna laf yetiştirerek futbolu anlattığını sanan zevatların lüks ceket ceplerinde mi gizlenmiştir ölçü?

Nerede bu ölçü?

Ölçü olamamazlık…

Ölçü olmak yada olmamak!


Ardasız olmaz denilen sarı kırmızılılar, şu ana kadar oynadığı en zor iki maçı Arda faktörü olmadan cebine koymuş ve paketleyerek götürmüştür futbol hanesine. İki galibiyeti yazarak. Toplamda 6 gol atarak. Sadece 1 gol yiyerek… Deplasman maçları olan Tobol ve Ankara maçları hariç üç golden aşağı düşmedi bu takım. İlk maçın çocuklarla oynandığını unutmamacasına.

Rijkaard belki de bilge bir dede tadında. Ya da bizi esrarlı ve gizemli hayal gücü masallarına götüren bir Storyteller. Tüm çocuklarını Noel Baba misali kucağına oturtarak hem neler istediğini hem de çocuklarının isteklerini konuşup duruyordur. Başlarını okşayarak onları mutlu kılacak hikayeler anlatıyordur.

Söz dinleyen çocuklar bunlar. Sarı kırmızı aura ile alevlenmiş ve yeşil çimler üzerinde sönmek bilmeyen bir ateş belki de. Alev ve ateş.. İkisi bir arada; üfürüyor kıvırcık saçlı adam afacan ama söz dinleyen çocuklarının gözlerinden içeri. Yanmıyor ama bu gözler. Alevleniyor. Yutuluyor alevler; futbola doyamayan aç çocuklar tarafından.

Belki de bu ihtirastır içeride ve dışarıda rakip ayırt etmeyen. En ufağından en büyüğüne ciddiyetle bakan. Takım olarak hücum eden ve savunan. Futbol sahasında tahterevalli oynayan aç çocuklar. Biri bir mevkiden uzaklaştığında diğerinin yerini doldurduğu. Sürekli saha içinde iletişim içinde kaldığı ve birbirini uyardığı. Yıldız ya da savaşçı futbolcu ayrımının olmadığı. Hepsinin takımın bir parçası ve neferi olduğu.

Sistemmiş, 4-3-3’müş, Kewell’mış, Baros’muş, Elano’ymuş, tek tek anlatmaya gerek var mı?

Her şey makine olma isteklerinden.

Gözlerinden içeri üfürülen alev ve ateşten..

Hataları affedememe duygularından..

Oyun süresi boyunca küsmemeleri ve paniklememelerinden..

Birbirlerinin açıklarını tahterevalli ve akerdiyon gibi esnekleştirmelerinden…

Kıvırcık bilgelerini dinlemelerinden..


Cehalet korkudan gelir buyurulmuş. Bilgelik de cesaretten.. Belki de 12 partilik süreci anlatan sadece bu…


Bize daha hangi masalları anlatacaksın bilge adam? Anlatacağın daha çok masal var değil mi? Söz veriyorum, yaramazlık yapmayacağım ve can kulağıyla dinleyeceğim. Ama bana sakın kızma. Asla kızma. Çünkü uyumayacağım. Bir masalın ardından başka bir masalın başlamasını isteyeceğim.

Ne sen yorul!

Ne de ben uyuyayım..

Gözlerimdeki alev asla sönmesin.. Sizlerin de ..

Samuraylar ve Şövalyeler: Bölüm IV

Bir komutan ne cennetten ne dünyadan
Ne de aradaki insanlık tarafından kontrol edilebilir.
Askerliğin ölümün kehaneti olmasının nedeni budur.
Komutan ölüm subayıdır.


Du Mu



Mağlup Olanın Kaderi


Samuray ve şövalyeler arasındaki en büyük farklılık, askeri teknolojik gelişmelerden ziyade şahsi ifadelerine, bakış açılarına bakıldığında ortaya çıkar. Ortaçağ Avrupa’sında fidye, uzun zamandır gelen bir gelenek olmuştu ve ele geçirilen, katledilmeye aday bir şövalye, yüksek fiyatlar ödenerek serbest bırakılabiliyordu. Fransa kralı, 1356 yılında Poitiers’de esir düştüğünde, İngilizler için büyük bir ikramiyeye hak kazanmak söz konusu olmuştu. Çünkü, onu kurtarmak için istenecek fidye, onun krallığının bir nevi iflası anlamına da gelebilirdi. Ama 16. yüzyılın başlarında bu gelenek yavaş yavaş solmaya başlıyordu. Çünkü makineli tüfekler ve topların verdikleri ağır zararlarla toplu şekilde, kimlerin öldüğü bilinmeden büyük ölçekli katliamlar meydana geliyor ve değerli kişileri canlı şekilde tutsak alabilmek zorlaşıyordu. Yüksek dereceli esirler, hükümetler tarafından talep edilebiliyordu ama eğer rütbeler düşükse bu ihtimal zayıflıyordu. Düşük rütbede olanlar merhamet edilmeksizin öldürülebilirken, yüksek rütbeli olanların canları, fidye istemek amacıyla bağışlanabiliyordu.

Japonya’da para karşılığı can bağışlamak ve fidyeyi düşünerek hareket etmek diye bir şey asla söz konusu olmamıştır. Esir alıp fidye istemek konusuna Japonya’da yabancı bir şeymiş gibi yaklaşılmış ve savaş alanında galibiyete uzanmış savaşçılar, nadiren tutsak almışlardır. Esir alınıyor olsa bile genellikle büyük bir liderin ailesinin bir üyesi rehin alınıyordu. Eğer en ufak bir direniş belirtisi gösterirse boğazı kesiliyordu. Ya da aileler arasında değiş tokuşla esirlik sona erdiriliyordu. Tokugawa şogunluğu zamanında, şogunluğa karşı entrikalar düzenlenmesinin önüne geçmek ve daimyo ailelerinin şogunluğa karşı iyi davranışlar içinde olmasını sağlamak için rehineler alınabiliyordu. Samuray militarizminde fidyeye yer olmamasının Bushido felsefesiyle ilgisi vardır.

Japonya’da savaşlar gerçekleştiğinde, savaşçılar yaşayan bir beden bırakmaktansa kafa koleksiyonu yapıyor, bir çok baş kesilerek vazifenin en iyi şekilde yerine getirildiği ispatlanmış oluyor ve ne kadar çok kelle alırsa efendisinden o kadar övgü, mevkisinde yükselebilme imkanını bulabiliyordu. Sengoku döneminde bazı değişiklikler görüldü. Artık savaşı kaybedenlerin kafası kesilmiyordu ve esirlik, bazı avantajlar için kullanılabiliyordu. Genel görüşlerin aksine, samuray savaşı nadiren toplu katliamlarla ya da toplu intiharlarla bitiyordu. Galip gelen bir daimyo, teslim aldığı kişileri kendisine bağlı kalmaları koşuluyla topraklarını da kendilerine bırakıp canlarını garanti ederek serbest bırakabiliyordu. Bunun en büyük örneği, Takeda Shingen’in icraatlarında görülmektedir ve Shingen bu yöntemle topraklarını genişletmiştir. Shinano şehrinin efendisi Sanada gibi rakipler Shingen’e karşı kaybettiklerinde düşmanlıklar sona erdirilmiş, bu yaklaşımlarla liderler Shingen’e hizmet etmiş, Takeda Shingen’in meşhur 24 Generali bu yolla oluşturulmuş ve bu birlik, onun en çok güvendiği birlik olmuştur. Ama 1582 yılında Shingen, o adamlarından birinin taraf değiştirmesiyle yenilgiye uğratılmış ve birkaç generali, galip gelen Tokugawa’ya hizmet etmeye başlamıştır.

Düşmanlar affedilip, kendi saflarına dahil edilse de Japon savaşlarında bir çok kere kafa kesmek, hiç azalmayan bir tutkuyla devam ediyordu. Bunun en büyük örneği, 1597 yılında Okochi Hidemoto tarafından alınan bir Kore kalesi olan Namwon’da görüldü. Bir kısım Japon birlikleri, aniden saldırarak duvarları tırmandıktan sonra, ata binmiş adamların karşı saldırısıyla yüz yüze kalmışlardı. Şahsi başarıları sergileyebilmek çok önemliydi. Bu başarı, samuray fikirlerine göre bir rakibin başını almakla söz konusu olabilirdi.

Yaklaşık 70 santimlik bir bıçak kullanan Okochi Hidemoto, at sırtında olan rakibinin sağ kasığını kesmiş ve rakibi yere, sol tarafa düşmüştü. Yakınlarda duran bir çok samuray onun başını almak için istekliydi. Ama boğuşma sonucu, Okochi koşarak hasmını başından mahrum etmişti.

Okochi Hidemoto’nun efendisi Ota Kozuyoshi onu onurlandırmış ve bu olayı 1598 yılındaki Ulsan kuşatması takip etmişti.

Kuşatmada 11 önemli adamın kellesi alınmıştı ve baş denetleme töreni gerçekleştiriliyordu. Kato Kiyomasa’nın adamı 1, Asano Nagayoshi’nin adamı 1 kafa kesmişti ama Ota Kazuyoshi’nin adamı 9 kafa kesmişti. Kale içinde olan herkes bunu fark etmişti ve Ota Kazuyoshi’yi övüyorlar, şöyle sesleniyorlardı: “Kiyomasa, Higo şehrinin yarısına sahipken ve Nagayoshi, Kai şehrinin tamamına sahipken birer baş kesebildiler. Fakat Kazuyoshi düşük dereceli bir kişi ve dokuz baş aldı. O gerçekten çok iyi yönetiyor ve cesur bir samuray.”

Fakat Avrupa’da baş kesip bunların gösterime sunulması, onurlandırılması ve teşvik edilmesi aynı paralelde söz konusu olmamıştır. En azından bakış açıları samuraylar gibi olmamıştır. Venedikliler, Arnavut hafif atlılarını paralı asker olarak çalıştırıyorlardı ve getirdikleri her baş için bir altın veriyorlardı. 1495 yılındaki Fornovo Savaşı’nda bir Arnavut savaşçısı ödül almak için bir Fransız askerin kellesini almak istemiş, başarılı olamayınca onun yerine yerel bir rahibin başını kesmiş ve onu bir nevi savaşçı gibi görerek ödülünü talep etmiştir. Böyle bir seçenek, siz de katılırsınız ki, samuraylar arasında asla söz konusu olmazdı. Çünkü rakibi muhakkak büyük bir savaşçı olmalıydı.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Manken Harry Kewell

Galatasaray, Panathinaikos Maçı ve Milli Takıma Kısa Bir Bakış



2009-2010 sezonuna başladığımız şu günlerde Galatasaray’daki değişimler ve geçtiğimiz sezon/sezonlara kıyasla farklılıklar bir çok Galatasaray taraftarının gözünden kaçmıyor. Sokaktan herhangi bir taraftarı çevirirseniz kendi bilgi dağarcığıyla söz konusu farklılıkları yansıtacaktır bizlere.

Oyun Sistemine Sadakat, Disiplin ve Fizik Kondisyon

Rijkaard ve Neeskens ortaklığının takıma yansıtmak istediği futbolun günümüz modern total futbolu olduğunu, belli bir esnekliğe sahip olduğunu, bireysel yetenekli oyuncuların forvet bölgelerinde esnek ve serbest bir şekilde oynamakla birlikte, geri dönüşlerde bir takım oyuncusu gibi oynadıklarını görüyoruz. Her ne kadar Galatasaray bu sistemi tam olarak oturtamasa bile bunun çok doğal olduğunu kabul etmekte fayda var. Çünkü bu sistem esnekliği ve sürekli ayağa pas ile gerçekleştirilmesi sebebiyle zamana ihtiyaç duyan ve akıl futboluna karşılık gelen bir sistem. Geçen yıl Skibbe’nin az çok oynatmayı başardığı akıl futbolunun bu yılki futbol literatürüne az da olsa altyapı sağladığını kabul etmekte fayda var. Geçen yılın en önemli sıkıntısı fizik kondisyon eksikliği ve sakatlıklardı. Ama yeni kondisyonerlerimizin katkısıyla hazırlık kampında takıma çok iyi bir yükleme yapıldı ve bunun meyvelerini hemen hemen her maçta toplamaktayız.

Geçtiğimiz sezonlarda Galatasaray hücum futbolu oynasa bile sisteme sadakat açısından sorun yaşamakta, maçın bazı bölümlerinde bireysel oyuncuların kendi başlarına yarattıkları girişimlerle goller bulmaya çalıştığı ve yer yer disiplinden koparak paniklediği bilinen bir durumdu. Yeri gelince organize olamıyor ve sisteme sadakat anlamında sıkıntı yaşıyorduk. Galatasaray’ın 11 resmi maçta 9 galibiyet ve 2 beraberlik almasının en önemli sebeplerinden biri, takımın sisteme sonuna kadar sadık kalması, asla panik yapmaması, 70. dakikada gol bulamasa bile asla doldur boşalt oynamaması ve aynı ciddiyetle oyununa devam etmesidir. Takımın sinirleri bozulmadığından maç içinde çözülmediğini, buna mukabil rakiplerin Galatasaray’ın yüksek disiplini karşısında çözüldüğünü görmekteydik. Şu ana kadar oynanan maçlara göz attığımızda Galatasaray golleri daha çok ikinci yarılarda ve ikinci yarının ilerleyen dakikalarında bulmaktadır. Bunda hem kondisyon seviyesinin yüksekliği, hem sisteme sadakat ilkesi, hem de asla panik yapmamanın büyük etkisi var. Çünkü ülkemiz futbol dünyasında 90 dakika boyunca panik yapmadan ve sinirleri yıpranmadan sadakatle sisteme bağlı oyun sergilemek çok zor bir durum. Galatasaray ise bu zor durumun üstesinden geliyor görünmektedir. Bu yüzden de rakiplerinin çok önünde yer almaktadır oynadığı sistem itibariyle.

Oyun sisteminin asıl merkezi ise orta saha olarak görülüyor. Defans-orta ve forvet üçlü bloğu çok esnek bir şekilde, aradaki mesafeyi çok açmadan hem ileri hem de geri hareket edebilmelidir. Bazı maçlarda bu esnekliği bozan takımlar Galatasaray’ı zorlamaktadır.

Genel şablona baktığımızda topun pas olarak aktarılışında bir hat çizgisi kullanılıyor. Defans oyuncularına gelen top ön liberoya, oradan Ayhan ya da Arda’ya, oradan da forvet oyuncularına aktarılmakta. Öte yandan ters top denemeleri ve kanatlara ters toplar atmak diğer önemli hedefler. Her iki bek ön liberoya, ön liberolar da kanatlara topu açabilmektedir. Ya da Beşiktaş maçında olduğu gibi Keita sağdan sola doğru ters top atarak Kewell’ı iki kere pozisyona sokabilmektedir. Diğer önemli husus ise sıfır çizgisine inerek yapılan ortalar. Bu ortalar futboldaki en tehlikeli pozisyonların sebebidirler. Bu işi Galatasaray’da en iyi yapan oyuncu ise Aydın Yılmaz.

Hagi sonrası duran toplarda sürekli sıkıntı çeken takımımız bu yıl antrenmanlarda bu konudaki sıkıntısına çok iyi çalışmış görünüyor. Sistemin hala oturtulma yolunda olduğu bu dönemlerde maçları çevirebilmemizde ve bir çok gol bulmamızda duran topların büyük katkıları oldu. Geçiş dönemimizi böylece sorunsuz geçmemizin ilacı bulunmuş durumdadır.


Futbolcular ve İstatistiklerdeki Değişim



Bazı Galatasaraylı oyuncuların futbol kalitesi anlamında önemli bir dönüşüm yaşadıkları ve ekstra performansla oynadıkları bir gerçek. Bunu görememek için kör olmak lazım. Bu konudaki en büyük mesafeyi Arda Turan kat etti. Bu yıla kadar etkili bir oyuncu olsa bile skora çok fazla etki edemiyor, genelde çalımlarıyla adam eksiltmeye çalışıyor ama bu çabaları gol ve asist anlamında önemli sayılara erişmiyordu. Rijkaard dönemi ile birlikte sol açık oyuncusundan tam bir beyin oyuncusuna dönüştürülen Arda Turan, hem takımını yöneten, hem de gollere imza attıran isim konumunda. 11 resmi maçta yaptığı 12 asist ise inanılmaz bir istatistik. 5 lig maçındaki asist sayısı ise 6.

Diğer dikkati çeken oyuncu ise Sabri Sarıoğlu. Son zamanlara kadar sürekli eleştirilen bu oyuncudaki değişim sadece sahadaki performansıyla sınırlı değil. Daha düne kadar hakem ve rakiplerle uğraşmaktan sahada futbolunu oynayamayan Sabri, bu yıl adeta süt dökmüş kediye dönmüş durumda. Sadece futboluna odaklanan, geçmiş yıllara oranla kademelere daha iyi giren, enerjisini takım yararına kullanmaya başlayan ve takıma güç pompalayan bir oyuncuya dönüşmüş durumda. Uğur Uçar’ın Sabri’den neden formayı alamadığını ve Rijkaard’ın neden sürekli Sabri’ye şans verdiğini anlamak güç olmasa gerek.

Aydın Yılmaz’a bitti gözüyle bakılırken Rijkaard ile birlikte hızını verime dönüştürdüğünü, dengesiz oyununu daha dengeli hale getirerek final paslarını daha verimli kullandığı dikkatlerden kaçmadı. Hatta Aydın Yılmaz Rijkaard için çok önemli bir silaha dönüşmüş vaziyette. Kanatlarda hızlı adamları seven Rijkaard’ın Aydın’ın bu özelliğinden olumlu yönde faydalanması ve futbolunu olgunlaştırması beklenen bir durum.

Arda Turan ile birlikte ayrı bir paragrafı hak eden oyuncuların başında Mustafa Sarp geliyor. Galatasaray ile sözleşme imzaladığında insanlar dudak bükmüştü ama ben ilk imza attığı gün ‘formayı sırtına geçirirse hiç şaşırmayın’ demiştim. Dediğimiz şey gerçekleşti. Eğer Arda Rijkaard’ın kralı ise Sarp da prensidir. Galatasaray oyun sisteminin en kritik oyuncularından biridir. Takımın tam bir katalizörü ve dengeleyicisi görevini başarıyla yönetmekle birlikte, bloklar arasındaki esnekliği sağlayan en önemli yapı taşlarından biri konumunda. Attığı sürpriz goller ve atağa sürpriz çıkışlarıyla takımına hücum anlamında da katkıda bulunmaktadır. Takımın hırs ve enerji yönünü sergileyen, içten ve savaşarak oynayan bir istikrar abidesi. Beşiktaş maçı ardından, Tabata’nın sakatlamaya yönelik hareketi karşısında verdiği reaksiyon için özür dilemesi ise Türk futbolunda yıllardır göremediğimiz inanılmaz bir efendilik örneğiydi. Röportajlarda kullandığı güzel Türkçe ve akıcı konuşmasıyla beyin olarak oldukça zeki olduğunu kanıtlıyor bizlere. Çünkü bu bile bir insanın zekasına işaret eder, futboluna sirayet ettiği gibi.

Takımdaki arkadaşlık olgusunun üst seviyeye yükselişi ve teknik heyetin ağırlığı nedeniyle takım içindeki bütünleşme, günümüzdeki başarının en önemli temeli. Elano, Kewell, Baros, Keita, Nonda gibi yıldızların bile yedek kulübesinde kedi gibi beklediği, heyecanla kenardan maçı takip ettiği ve sahadaki arkadaşlarıyla adeta beraber oynarcasına heyecanlandığı bir ortamda, o takımın başarısız olması çok zor. Galatasaray bir çok yıldız oyuncuya sahip ama bu yıldızlar takım oyuncusu gibi oynamakta ve davranmaktalar. Oyundan çıkan oyuncunun soyunma odasına gitmediği ve direkt yedek kulübesinde arkadaşlarına destek verdiği bir takımın seyircilerin içini ferah tutması beklenebilir bir durumdur.

Galatasaray şu ana kadar oynadığı 11 resmi karşılaşma ile adeta tüm göstergeleri delik deşik etmiş durumda. Bu yönüyle yenilmez armada tadı vermektedir. Bu maçlar sonucunda alınan 9 galibiyet ve 2 beraberlik ile birlikte gol makinesine dönüşmüş takım, hem taraftarlarını zevke boğmuş durumda hem de çok erken olmasına ve bu ileride bir sorun yaratabilecek olmasına rağmen beklentileri çok yükseltmiş durumda. 11 resmi maçta atılan 35 gol ve 5 lig maçında atılan 16 gol inanılmaz bir istatistik. Toplamda maç başına gol ortalaması 3,18’e gelmekte. Ligde atılan 16 golün dördü ise kornerlerden geldi. Bu bağlamda kornerden en fazla gol bulan takım hüviyetinde.

Ayrıca şu ana kadar oynadığı maçların neredeyse tamamında rakipleri Galatasaray’dan daha fazla koşmuş. Bu yeni sistemin bir getirisi. Ayağa pas sisteminin rakibi yorduğu ve onları daha fazla koşmak zorunda bıraktığını bu istatistikten çıkarabiliyoruz.

Panathianaikos Maçına Kısa Bir Bakış




Galatasaray şu ana kadar fazla üst düzey maç oynamadı. Ama medyanın peş peşe alınan galibiyetlere sürekli kulp taktığını da biliyoruz. Elde edilen her galibiyet sonrası bu maç ölçü olamaz denilip durulmakta, içlere sinen korku böyle dışarı vurulmaktadır. Ligin en sert ve en az gol yiyen takımlarından olan ve defansif zorluğuyla dikkatleri çeken Kayserispor’a atılan 4 gol sonrasında da böyleydi. Süper Ligin ayağa en iyi pas yapan takımlarından biri olan Ankaraspor maçı sonrasında da böyleydi. Geçtiğimiz cumartesi gününe kadar ligin en az gol yiyen takımı olan Beşiktaş’a atılan 3 gol sonrası da… Medyanın burada ne yapmak istediğini tabii ki biliyoruz. Üzerinde kafayı bozmaya bile gerek yok.

Ama Panathianaikos maçı için bu sezon şu ana kadar oynayacağımız en zor maç olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem deplasmanda olmamız, hem de uzun yıllar sorun yaşadığımız ve bu sorunu taraftar bazında sürekli körükleyen Yonca taraftarlarının eğilimleri maçın zorluğunu iyice arttırmaktadır. Türkiye için Galatasaray ne ise, Yunanistan için de Panathianaikos odur. Yunanistan’ın Galatasaray’ı olarak nitelendirilmekte yeşil yoncalılar. Sahip oldukları futbol ekolü nedeniyle Galatasaray’ın oyun sistemine ters gelecek bir takım oldukları bir gerçek.

Rijkaard ile birlikte Barcelona’da kader ortaklığı yapan ve yardımcısı konumunda çalışan Henk Ten Cate’in yoncaların başında olması, her iki isim için ilginç bir deneyim olacak. Çünkü her iki hoca birbirlerinin ruh halleri ve oyun sistemlerini çok iyi biliyorlar. Bu yüzden tam bir taktik savaşı izleyeceğiz. Ama Rijkaard’ın son dönem Barca macerasından çıkardığı dersler ve dinlenerek geçirdiği bir yıl sonrasında eski kader arkadaşı Ten Cate’e bir sürpriz yapacağı söylenebilir.

Bu maçta rakipten ziyade taraftarlardan çekindiğimi söyleyebilirim. Eğer futbolcularımız kulaklarını kapatır ve sadece oyunlarına bakarlarsa iyi bir skorla ayrılmamız işten bile değildir. Bu maç en çekindiğim maçlardan biri. Çünkü şu ana kadar resmi maçlarda hiç yenilmeyen bir takım olarak, bu istatistiği bozmak benim gibi Galatasaray taraftarlarını pek hoşnut etmeyecektir. Grupta Pana ile liderlik mücadelesi içinde olacak Galatasaray’ın liderlik anlamında öne çıkabilmesi için en azından bir beraberlik çıkarması gerekiyor.


Milli Takıma Bakış



Bilindiği gibi Bosna Hersek’ten beraberlik çıkararak 2010 Dünya Kupası’nı mucizelere bıraktık. Bir yerde hata var. Ama nerede hata var diye derin sorular sormamıza gerek yok. Bu hataları Rijkaard’ın Tam Saha dergisine verdiği ve ülkemiz futbolundan bahsettiği kısımlarda çok net bir şekilde görebiliyoruz. Asıl sorunumuzun sistem eksikliği ve yapılanma sorunu olduğunu söylemek için futbol muallimi olmaya gerek yok. Çünkü ülkemiz futbolunda mantıklı ve bilimsel yapılanma, anlık düşünmeme, popülist düşünceye uzak olma, ahbap – çavuş ilişkisinden uzak durma ve sabretmek gibi kilit düşünce sistemlerinden fazlasıyla uzak bir toplumuz.

Attila İlhan üstadımız ülkemizin genel yapısını ve insanlarımızın kültürel, toplumsal anlamdaki dağınıklığını çok güzel özetlemişti zamanında; Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti arasında sıkışmış bir toplum ve millet… Ne tam olarak Osmanlı zihniyetinden uzak kalabiliyoruz, ne de tam olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratması gereken bilimsel ve mantıklı düşüncelerden faydalanabiliyoruz. Sırat köprüsünün üzerindeyiz sanki, her iki yöne de koşamayan. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’ne ait ve toplumun genel anlamda aidiyet bağıyla bağlandığı ortak bir kültürden de söz edemiyoruz.

Ne kadar hoşumuza gitmese de Amerikan kültüründen bahsedebiliyoruz. Japon, Alman, İngiliz kültüründen söz edebiliyoruz. Ama Türkiye dediğimiz zaman klasik bir söz vardır hani, hemen yazmaya başlarlar: “Delikanlıdır, kanı deli gibi akar, ateşlidir, çok heyecanlıdır, yerinde duramaz…”

Bu klasik söylemler bile aslında nasıl bir toplum olduğumuzu çok iyi anlatmaktadır. Ağırlıklı ruh hali bu eksende dönüp duran bir ülkenin sistem, sabır, mantık ve disiplin içermesi gereken alanlarda uzun süre tutunamaması sizce neden kaynaklanabilir? Her şey cümlelerin içinde gizli.

Ülkemiz milli takımı da zamanın oyuncularının bireysel becerileri ve o anki formda takımın yoğunluğunu yansıttığı bir ortamda üstün başarılar kazanmıştı. Galatasaray’ın bir sistem yarattığı dönemlerde milli takımımızın durumu ortadaydı. Çünkü Galatasaray eşittir milli takım denklemi yüzde yüz doğru olmasa bile, ağırlıklı olarak Galatasaraylı oyunculardan oluşan milli takımımız söz konusu oyuncuların uzun süreli bir sistemin parçası olması nedeniyle becerilerini ülke takımına yansıtmayı çok iyi bilmişlerdi.

Tepemizde Demokles’in Kılıcı gibi asılı duran bir gerçek var. O da acilen bir paradigma değişikliği. Bu ne Fatih Terim sorunudur, ne de futbolcular sorunudur. Balık baştan da kokmuyor. Çürüme sesleri temelden kaynaklanıyor. Güçlü ve sağlam temelimiz yok. Rijkaard’ın anlatmak istediği de buydu. Almanya ve İtalya gibi takımlar futbol oynama ve yetenek bazında ülkemiz ve diğer ülke oyuncularının arka planında kalsalar bile, belli bir sistemleri olduğu ve o sisteme sadakatle bağlı kaldıkları için adları turnuva takımı olarak çıkabiliyor. Bizde ise kronikleşmiş ‘bugüne bak, anı yaşa’ dürtüsü ile sürekli inişli çıkışlı bir grafikle gözlerimiz bozulma noktasına geliyor, başımız dönüyor.

Bu işler ateşlilikle, sadece motivasyonla, kanımızın deli akması ile olmuyor. Akılla, mantıkla, sistemle ve sabırla oluyor.

Buna en yakın örneği yakın dönemden vereyim; Rijkaard’ın Galatasarayı’ndan. Son dönemlerde izlediğimiz Galatasaray, sürekli sabrederek sisteme sadık kalması, panik yapmaması ve aklıyla oynayarak hiç acele etmemesiyle farklılığını belli ediyor. Eğer dakikalar ilerleyip gol gelmese bile ne taraftarlar korkmaya başlıyor, ne de futbolcular. Panik ve olumsuz heyecan olmuyor. Ama milli takımımıza baktığımız zaman, hangi sistemde oynadığı belli olmayan, sabretmeyen, panik atak bir havayla goller bulmaya çalışan, zamanlar ilerledikçe bireyselliğe yönelip acele eden, eli ayağına karışan bir sistem ile karşı karşıya kalıyoruz. Alın bir tarafa Ankaraspor – Galatasaray maçını, bir tarafa da Bosna Hersek – Türkiye maçını koyun. Aradaki fark, bin deve boyu hendeklik fark kadar. Ne bir eksik, ne bir fazla.

15 Eylül 2009 Salı

Toplum, Önyargı, Sanat ve Rock


Türkiye’de bir çok kişinin Rock/Metal kültürünü gerçek anlamda özümsediğini açıkçası sanmıyorum. Bu müziğin belirli kalıbı yoktur. Bu yüzden Rock bir doktrin değildir. Çünkü Rock sınırların kalktığı yerde başlar. Rock kişisel kısıtlamaların yok olduğu, özgür insan iradesinin kendini ifade ettiği andır.

Rock’ın eksik algılanmasının bir çok nedeni var. Gerek din, müzikal ve kültürel dinamikler açısından. Toplum olarak Türkiye’ye bakarsak ülke genelinin arabesk bir kültürden geldiğini görürüz. Bir başka deyişle bu ülke gençliği 60’larda Beatles ve The Doors’la, 70’lerde Led Zeppelin ve Pink Floyd’la, 80’lerde Guns n' Roses ve Van Halen’le büyümedi. Türk müziğinin en büyük isimlerinden biri olan Orhan Gencebay’ın genel müzik altyapısı ve felsefesi; bugün popüler müziğe bile aksetmiş durumda. Ki bu iki müzik tarzı hiyerarşik olarak birbirine eş değerde gözükse de aslında birbirlerinin zıt karakteri iki müzik tarzıdır. Öte yandan Moğollar, Cem Karaca gibi Türkiye’de ilk Rock oluşumları olarak kabul edilecek isimler ise Deniz Gezmiş zamanı gibi kritik bir dönemde, şarkılarında “devrim” temasına ağırlık vermişler, aşırı solcu kimliklerini gizlememişlerdi. Böylece Türkiye’de Rock, “entel, anarşist ve başkaldıranın müziği” olarak algılandı.

Tabii ki Rock’ta başkaldırı vardır, fakat müziği bir kalıba yönlendirdiğimiz an, aslında kendimizi de kısıtlamış olmuyor muyuz?

Başka önemli bir nokta ise, ülke sektörünün ve medyasının Rock müziğini, dünya pazarında %40 gibi bir payı olmasına rağmen müthiş bir şekilde inkar etmesidir. Yine ülke kültürünün estetiği söz konusu. Hıristiyan elinden çıkma, uyuşturucu ve seks düşkünü, aklına geleni ağzından eksik etmeyen Batı müziğinin, düşünce özgürlüğünün yasa olmadığı bir ülkede bir sahipliğinin olması söz konusu değil. Türkiye gibi kurulduğu günden beri komşularına toprak verme ve bölücülük paranoyası yaşayan bir ülkenin Rock/Metal müziği kapitalist ve dejenere olarak algılamasında aslında bir gariplik göremiyorum. Bir ülkenin medyasının da bu kadar dar görüşlü (bkz. satanist olayları) olacağını açıkçası zannetmiyorum. Arkasında yukarıda bahsedildiği gibi daha derin politik nedenler yatıyor gibi.

Gelelim Rock müziğine birebir yapıştırılmış olan “sex, drugs & rock n' roll” olayına ve “eğlence” faktörüne… Seks konusunda, Türkiye inanılması zor tezatlar yaşayan bir ülke. Haydar Dümen’in eline kalmış ülkenin seks kültürü ve sağlığı vahim durumda. “Ayıp yatakta olur”, “çarşafın kanamalı” gibi deyimlerle seksi kınayıp, öte yandan eşleri ve çocuklarından köy kuran, kardeşi vefat etti mi kardeşinin karısını almayı kutsal sayan, bunların üstüne Fransız romantizminden duygulanacak kadar çarpıklaşabilen bir toplum, ancak “ahlak” çatısı altında kendini güvende ve huzurlu hissedebiliyor. “Ahlaklı olmanın” Türkiye’deki karşılığı inkarcılıkla ve özgür iradenin bastırılması ki, bu durumda Rock/Metal düşüncesine uygun yaklaşılması gülünç olur.

“Eğlence” kavramı ise karşıt kavramların oluşturacağı denge ve insan sağlığı açısından gerekli bir faktördür. Alex Billet isimli Amerikalı sosyalist Punk dinleyicisi “müziğin bir mesaj içermesi gerekliliğini ve eski mağara adamlarının duvarlara resim yapmasının “eğlence” ile bağdaşmadığını” savunmuştur. Ama Billet mağara adamlarının zamanında “bürokrasi” diye bir olgunun var olup olmadığını maalesef sorgulamamış. Vatandaşın maaşının yarısını sigorta şirketlerine yatırmasına zorlayıp, sadece %2’sini halka geri verip, gerisini borsada katlayıp milyonlar yapan, insanları haftanın altı günü aynı ofiste asgari ücretle çalıştırıp, milyonları kendi sayan bir sistem, mağara adamlarının zamanında yoktu maalesef.

Böyle bir Amerika’da Elvis Presley “Hound Dog”u söylerken verdiği mükemmel dans performansıyla, “Jailhouse Rock”la orta direğe seslendi. “Sympathy For The Devil” klibinde Mick Jagger tişörtünü çıkarıp yaptığı go go dansı ile ön adamlığı (frontman) getirdi müziğe. Robert Plant “Whole Lotta Love” gönderdi komşu kızlarına senelerce. David Bowie makyaj yapıp, kadın kıyafetleri giyindi Glam Rock’ı akıllara kazıdığı zaman.

Peki bu insanların ortak yani ne idi? Niye insanlar bu anormal insanlara bu kadar sevgi gösterdi? Çünkü insanlar ofislerinden çıktıkları zaman aslında olmak istedikleri, hayal ettikleri kendilerini gördüler bu kişilerde. Bu insanlar sadece insanları eğlendirmedi, ülkelerini daha liberal, daha açık görüşlü olmaya ve en önemlisi “özgür” olmaya teşvik ettiler. Bu kritik noktanın Türkiye’deki kısır döngüsünden dolayı gençler Van Halen ve Guns n' Roses’ın ne için müzik yaptığını anlamadan atılıyorlar Rock ve Heavy Metal’e.

Sonuç olarak Rock müziği belirli bir kalıpta belirli amaçlara alet etmekle, Rock’ın insanlara olan en önemli ve en büyük hediyesi olan özgür düşünceyi kısıtlamış oluruz. Toplumumuza çok ters gelen bazı olayların sebepleri bundandır. Yaşantısıyla tiksindirici örneklemeler sergileyen Ozzy Osbourne’un dediği gibi “Ben Frank Sinatra değilim ki, papyonlarınızla konserimde oturup, konser bitince kaybolup gidesiniz.”

Tabuları ne kadar zorlarsanız zorlayın, sınırları ne kadar delerseniz delin sonunda bir yerde, kollektif tabuların başladığı yerde duvara toslarsınız. Sahnelerde çıplak kadın sergilemek tabu yıkmak olmuyor. Bakınız dansözler.. Sahnede kız kardeşiyle sevişmek ya da Aztec usulü insan kurban edip kalbini çıkarmak tabu yıkmaktır. Tabu kavramı maalesef günümüzde çok ucuzladı ve içi boşaltıldı. Bunlar toplumdan topluma değişiyor.

Sümerlerde kardeşlerin evlenmesi tabu olmak bir yana, asil bir davranış sayılırdı. Sümer tanrıları ve asilzadeleri kız kardeşleriyle evlenerek soylarını safkan tutuyorlardı. Kız kardeşten dünyaya getirilen çocuk daha asil sayılır ve diğer (aile dışı) eşlerden olanlardan üstün kabul edilirdi. Türkiye’de kuzenle evlenmek toplumun çoğunluğu için gayet normaldir, ama Batı toplumlarında tabudur. Amerika’da kuzenle ilişki kurmak ensest sayılır. Bazı eyaletlerde kuzenle evlenmek kanunla yasaklanmıştır. Özetle her toplumun kendi tabuları olduğu gibi, bir de bütün insanlığın ortak tabuları vardır.

Başkaldırı dersek, Amerika için geçerli olan başkaldırı normlarıyla Türkiye için geçerli olanlar arasında dağlar kadar fark vardır. Moğollar ve Cem Karaca -ki onlar entel kesimin ve okumuş elit gençliğin dinlediği siyasi mesajlar verdiler- haricinde Türk toplumuna (kitlelere) hitap edecek kapasitede gerçek Rock müzik yapan baba yiğit çıkmamıştır.

Bu arada bu tabu yıkma kavramı nedense Türkiye’de çok fazla kullanılıyor. Çünkü kapalı bir toplum olan Türk toplumunda en eften püften şeyler yıllardır tabu olmuş, maalesef toplumumuzda genç nesil özgürlük nedir bilmemiş ve okumaktan, düşünmekten ödü koparak büyümüş olduğundan, bu nesilden Rock müziğin felsefesini anlamasını ve dinlediği müziğin neye isyan ettiğini, neyi anlattığını bilmesini beklemek Godot’yu beklemektir.

Nasıl Marksist felsefe Türk proletaryasına hitap etmeyip marjinal olarak kaldıysa, Rock/Metal felsefesi ve yaşam tarzı da okumaktan, düşünmekten ödü kopan bir kollektif bilinçle yetiştirilmiş Türk gençliğine, özellikle de Özal devri çocuklarına hiç mi hiç hitap etmeyen marjinal bir kavram olarak kalacaktır.

Türkiye’de metal müzik kaymak tabaka müziğidir. Kitlelerin müziği değildir. Amerika’da metal bir nevi halkın müziğidir. Metalle uzaktan yakından alakası olmayan Teksas kovboy barlarında bile Motörhead, Pantera, hatta AC/DC falan çalarlar. Ülkemizde küçük bir azınlık hariç müziği eğlenmek ve kafa sallamak için dinler, hatta bir çoğu sözlerini dinlemeye, anlamaya, tercüme etmeye bile zahmet etmez. Hatta bazılarının kelime dağarcığı buna yetmez. Kitap okuyanların ve fikir ifade edenlerin yıllarca hapislere tıkıldığı, “yasak yayın” gibi Ortaçağ kavramlarının hâlâ geçerli olduğu, entelektüel birikimin aşağılanıp okumuş yazmış kültürlü insanların süründüğü, köşe dönmeciliğin ve ilkokul mezunu görgüsüzlerin baş tacı edildiği bir toplumun çocuklarını cahil ve kendi fikirlerini oluşturmaktan aciz oldukları için suçlamak biraz haksızlık olur. Lucius Annaeus Seneca “korku cehaletten gelir” buyurmuş ancak günümüz Türk toplumunun cehaleti -her ne kadar tembellikten gibi gözükse de- özünde korkudan geliyor.

Öte yandan solcu punk veya metal grupları olduğu kadar, zavallı, gerici gruplar da var. Her iki tür de, müziği ele geçirmeye çalışan ırkçılardan, Nazi’lerden nasibini aldı. Ama gerçek şu ki; müziğin her alanında, en yenilikçi işleri çıkaran, hep ilericiler olmuştur. Sanatçılar, dürüst ve yaratıcı iseler toplumun koyduğu sınırları ezip geçerler. Giydiği kıyafetleri, makyajı, cinsel seçim belirsizliği nedeniyle yerden yere vurulması gerekirken tapılası bir ikon haline getirilen Zeki Müren, ülkemiz açısından bu konuda verilebilecek en önemli örnektir.

Bilinçli olsun veya olmasın, sanat politiktir. Britney Spears örneğin; Batı dünyasının en çirkin seksizmini, tüketim çılgınlığını yayar. Müziği toplumun sorunlarının üzerine yerleştirmek, o sorunları yaratanların işine yarar sadece. Binlerce yıl öncesinin ilkel insanları, duvarlara resim yaparken “Hadi eğlenelim” demiyorlardı. Amaçları hikayeler anlatmak, dersler vermekti. Günümüzün sanatçı ve müzisyenleri aynı sorumluluğa sahip. Toplumun koyduğu sınırları zorlamayan sanatçılar olmazsa, ilerleme de olmaz. Ne toplumda, ne de sanatta…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails