31 Ocak 2010 Pazar

Denizlispor:1 – Galatasaray: 2 – Pas Futbolsuz Galatasaray


Eminim ki maç öncesi beklenen futbol ile sahada gördüğümüz futbol tezattı. Rakip Denizlispor ne de olsa hükmen elde ettiği tek galibiyet dışında galibiyet elde edemeyen, düşmemeye oynayan, Lucas Neill, Jo ve Giovani Dos Santos hamleleri ile devre arası transfer sezonunun açık ara en iyi takımı olan rakibi karşısında hiçbir şey yapamayacaktı. En azından büyük bir kitle böyle düşünüyor olabilirdi. Üstüne herkes Galatasaray’dan oldukça iyi ve şiir dokur gibi bir futbol bekliyordu. Fakat sahadaki görüntü oldukça farklıydı. Galatasaray maçı kazanana kadar öldü öldü dirildi.

Galatasaray’ın oldukça zorlanmasının iç yüzünde bazı nedenler söz konusuydu. Kadroya üst düzey oyuncular dahil edilse bile sakatlıklardan dolayı sahaya çıkan takımda taşlar yerinden oynamıştı bir kere. Son maçlarda sol açıkta gösterdiği üstün performans ile adından söz ettiren Caner, sol bek mevkisine geçmiş, Jo ve Emre Çolak ilk kez ilk 11’de yer bulmuş, Elano tam anlamıyla defansif orta saha bölgesinde konumlanmış ve Arda da forvet arkasında (oraya Emre Çolak monte edildiği için) değil sol açıkta yer bulmuştu. İlgili diziliş haliyle takım ahenginde soruna yol açmıştı. Galatasaray’ın bilindik bazı işleri yerine getiremediği ve sistemi işletemediğini söylemekte fayda var. Normal şartlarda sürekli pas futbolunu icra eden, kanatlardan her ikisini birden olmasa bile muhakkak bir tanesini patlayıcı bir şekilde kullanan Galatasaray bu maçta bu bilindik görevlerini pek yerine getiremedi. Maç sonunda Galatasaray 300 civarı isabetli pas yüzdesi tutturmuştu ki bu normalde oynadığı diğer maçlara oranla düşük bir değerdi. Bu durum bile Galatasaray’ın pas futbolu konusunda sıkıntı yaşadığını gösterdi. Solda Caner ya da sağda Sabri-Keita ile alışılagelen patlayıcı kanat bindirmelerinin olmaması altı çizilmesi gereken bir ayrıntıydı. Denizlispor’un rakibinin ceza sahasına 25, Galatasaray’ın ise 23 orta yapması Galatasaray’ın hem kanatları tam anlamıyla kullanamadığını ifade ediyor, hem de akışkanlık sorunu yaşadığını kanıtlıyor gibiydi.

Denizlispor bugün oynadığı futbol, sergilediği mücadele, orta sahada gösterdiği direnç ile yerinin takımı olmadığını gösterdi gün itibariyle. Orta sahada Braga’nın mücadelesi ve Galatasaray’ı düşürdüğü haller görülmeye değerdi. Bu maç aynı zamanda Galatasaray’ın akışkan pas futbolunu sağlamada hangi durumlarda çok zorluk yaşayabileceğini gösterdi. Eğer rakip çok dirençli, sert, agresif ve hızlı oynarsa... Denizlispor agresif ve sert futbolu ile ciddi bir uyarı verdi rakibine.

Elano hafta içi böbrek taşından dolayı fiziksel anlamda biraz zarar görmüş gibiydi. Sahada olduğu süre içerisinde fazla görülmese bile adrese teslim ters toplarla takımı aniden atağa çıkarmasını bildi. Galatasaray’ın bulduğu ilk gol öncesinde stoper bölgesinden aniden çıkardığı pasın golle sonuçlanmasına tanıklık ettik. Jo ise sahada kaldığı 70 dakika boyunca takım için çok önemli bir oyuncu olacağının garantisini verdi. Birebir mücadelelerde, hava toplarında ayakta kalmakla birlikte, topu ayağına aldığında ve geniş alan bulduğunda çok tehlikeli bir oyuncu olduğunun sinyallerini verdi. Dos Santos oyuna girer girmez takıma bir anda hareketlilik getirmekle kalmadı, ikinci golü getiren pas adamlarından biri olarak pay sahibi oldu.


Jo’nun dışarı alınıp Emre Güngör’ün monte edilmesi belki bazı Galatasaraylı taraftarları şaşırtmıştır. Jo o dakikaya kadar takımı adına gayet iyi işler yapıyor, sürekli ayakta kalıyordu. Ama Jo’nun oyundan alınma sebebi oyununun iyi ya da kötü olması değildi. Avrupa Ligi’nde oynayamayacağı için Rijkaard Giovanni’yi forvet bölgesinde görmek istedi. Galatasaray’ın lig maçını oynarken aynı zamanda Avrupa Ligi’nde nasıl oynayabileceği üzerine şimdiden deneye başladığını söylemekte fayda var. Ama şu açıkça belli oldu ki, Giovanni özellikleri itibariyle santrfor bölgesinin sağ, sol ya da hemen arkasında kullanılması gereken bir oyuncu. Yapısı itibariyle iyi top taşıyan, çalım atan, takımı sürükleyen ve atağa çıkaran kalibreye sahip. Onu kalabalık defans arasına santrfor olarak yerleştirdiğiniz zaman bilindik özelliklerini nötralize etmiş oluyorsunuz. Ancak ikinci forvet gibi oynayabilir.

Bu maçta dikkatimi çeken bazı anekdotlar oldu. Onları özellikle paylaşmak gerekiyor. Emre Çolak ilk kez bir lig maçında ilk 11’de forma şansı buldu. Şansını değerlendirdi mi diye sorarsak eğer, tecrübesizliği ve deneyimsizliği bariz bir şekilde sırıttı maalesef. İyi niyetli olsa da bütünsel anlamda takım oyununa pek katkıda bulunamadı. Galatasaray’ın en zayıf karnıydı bana göre. Galatasaray onun yer aldığı dakikalarda ileride baskı kuramadı, hücum zenginliği sağlayamadı ve takımın ileride çoğalamamasına neden oldu. İlk gol öncesinde Barış’a verdiği pas bu gerçeği değiştirmez. Emre’nin çalışmaya devam etmesi gerekiyor.

Caner ise bugün bir kez daha gösterdi ki onun yeri kesinlikle sol bek değil. Caner geriye atıldığı sürece takımının savunma dengesini de bozan bir oyuncu. Geride oynadığında hem onun ileride sağlayacağı patlayıcı özelliklerden mahrum kalıyorsunuz, hem de bugünkü maçta olduğu gibi defansın ahengini bozarak pozisyonlar verebiliyorsunuz.

Barış’ı ise diğer maçlara oranla daha iyi buldum. Keza Mustafa Sarp da öyle. Sarı Kırmızılılar adına direnç devreleri gibiydiler. Barış elinden geldiğince kanadını çalıştırmak istedi, koştu, mücadele etti. Arda’nın bir pozisyonda Giovani’yi görememesi mental anlamda halletmesi gereken bir sorun. Arda sağ kanata yakın bir noktada topu ayağına aldığında Giovani sol ceza alanı çizgisi civarında bomboştu. Arda topu ayağına alır almaz onu görebilseydi Galatasaray bir anda farkı ikiye çıkarabilecek ve rahatlayabilecekti. Diğer olumlu nokta ise son dakikalarda Galatasaray’ın paniklememesi ve mümkün mertebe ayağa pas yapmasıydı.


Bugünkü maçın Galatasaray açısından çok önemli bir yönüne tanıklık ettim. Bu bence elde edilen galibiyetten çok daha önemliydi. Fersahlarca hem de.. Galatasaray’da inanılmaz bir arkadaşlık ortamı var. Yeni transferler Lucas Neill, Joao Alves ve Giovani Dos Santos sanki uzun yıllardır takımın içindeymiş gibi rahattılar ve kabul görmüşlerdi arkadaşlarınca. Bu üç oyuncunun Galatasaray için oldukça istekli olmaları ve takımdaşlık suyunun özünden mutlu bir şekilde içmeleri ileride Galatasaray’a çok şey kazandıracak. Jo ve Sarı Kırmızılı taraftarlar arasında şimdiden bir bağ kurulmuş. Jo taraftardan sevgi aldığı müddetçe kafası rahat olacak gibi görünüyor. Bu arkadaşlık ve kenetlenme ileride takım için çok hayati bir önem kazanacak. Zaten Galatasaray’ı diğer takımlardan ayıran en önemli özelliklerinden biri Türk’ü ve yabancısıyla bir kenetlenme içine girdiği zaman zorlukları aşabilmesidir.

Leo Franco için ise özel bir paragraf açmakta fayda var. Taraftarlar nezdinde hala yer edebilmiş değil. Taraftarlara güven verebilmiş değil. Tabii bunun iç yüzünde yatan bazı nedenler var. Birincisi taraftar onun sahadaki halinden endişeleniyor, güven duymuyor. İkincisi ise sanki hala takımın bir parçası olamamış ve arkadaşlık şerbetinden içememiş gibi görünüyor. Diğer yabancı oyuncularla kıyasladığımızda ayrık ve sinerjisiz bir ruh hali gösteriyor. Bugünkü maçta hem yediği gol, hem de Youla’nın kafasına nişanladığı topla bu güven iyice düşecektir diye düşünüyorum. (Bkz. Gaziantep maçında Lucas Neill’in kafasını nişanlaması.) Eğer böyle devam ederse seneye yabancılar hanesinde boşaltılacak kontenjanlardan biri olabilir.

Galatasaray’da sakatlar ve eksikler döndüğü zaman sistemin daha iyi işletileceğini öngörebiliyoruz. Bu takımın bir an önce Keita ve Sabri’ye özellikle ihtiyacı var. Giovani de takımın önemli parçalarından biri olacak. Oyuna girer girmez takıma kattığı hareketlilik gözlerden kaçmamıştır. Ama hangi bölgede oynayacağı konusunda Rijkaard gerçekten zorlanacak. Sağ kanat her daim Keita’nın olacaktır. Sol kanat ise Caner ve Giovanni arasında yön değiştirecek gibi. Ama her şeye rağmen Galatasaray’ın hücum anlamında arada zorlansa da takım savunması anlamında belli bir direnç kazandığını görmek mümkün. Bu durum aklıma şöyle bir görüntü getiriyor. Barca futbolu değil de Sacchi’li Milan futbolu..

Carcass - Teknik Müziğin Ekstrem Efsanesi



Bazı gruplar kendi orijinalliklerini yansıtarak ortaya gruba özgü orijinal değerler toplamı çıkar. Bize de gruba büyük bir saygı duymak düşer. Onlar türünün en iyilerindendir ve haklarında tartışmaya girmeye asla gerek olmaz. Eller birleştirilir, başlar öne eğilir ve sonsuz bir güvenle yere bakılır. Carcass onlardandı ve İngiliz mantığının içine tükürmüşlerdi. Arkaya baktıklarında da bir efsane olduklarını görmüşlerdi.

Dünya Heavy Metal piyasasının lokal bazda kendisine has özellikleri vardır. Florida Death Metal, Bay Area Thrash Metal (San Francisco), Swedish Death Metal, İskandinavya Black Metal, Alman Ekolü ve Yapısı, İngiliz Ekolü ve Yapısı, Underground Death Metal - Grindcore Kültürü vb gibi… Türlere tek tek baktığımız zaman şöyle sonuçlar çıkarabiliriz:

Florida Death Metal dendiği zaman acımasız, ödün vermeyen, güçlü bir death metal yapısını algılarız. Genelde en sağlam, sert, teknik ve brutal death metal grupları bu arenadan çıkar. Bay Area alanındaki gruplar 80’li yıllara damgasını vuran, Thrash Metal adı altında bir tarz yaratan, yıllarca dünyayı kasıp kavuran ve protest yönüyle toplumsal yaralara parmak basan alanı temsil ederler. Florida ve Bay Area alanı kesinlikle sağlam müziği hedef alır ve onlar için para-piyasa değil, gerçek ve erdemli fanlar önem kazanır. Milyonlara seslenmektense –az olsun öz olsun- mantığıyla belirli bir kitleye seslenirler. En azından yıllar önce öyleydi.

Swedish Death Metal brutal bir tür olan Death Metal’in has özelliğinden sıyrılarak brutallikten ziyade çok sert olmayan öğelerin melodiyle birleşiminden oluşur. Saf Death Metal’e tezat olarak daha yumuşak melodileri barındırır ve piyasaya daha arzcı görünür. Death Metal’in kendine has gücü, vuruculuğu ve sertliği farklılaşmıştır.

İskandinavya Black Metali hakkında fazla açıklama yapmama gerek yok. Kendine has bir sound, fikirler ve davranışlar bütünü, lokal-iklimsel-dinsel ve geçmişlerine dayalı pagan inanışların etkileri başı çeker. Görüntüsel tema büyük önem kazanır. Çok hızlı ve tekdüze bir müzik yapısını temsil eder. Teknik, melodi, müzikal ahenk hak getire…

Underground death ve grindcore grupları da söz konusu müziğin en ekstrem uçlarını temsil ederler. Kısıtlı fanlara seslenirler. Kanlı kavramlar ve fantastik öğelere yönelirler. Bu öğelerle müziğin eğlence yönünü sergilerler. Bu hallerinden çok memnundurlar ve daha fazlasını istemezler. Onlar için underground kavramı içinde kalmak büyük bir onurdur.

Alman ekolünde her zaman çok sağlam gruplar oluyor ve ortaya müzikal bir güç çıkıyor. Alman ekolü dendiği zaman müziğin sertliğinden taviz vermeyen grupları anlıyoruz. Bir çok metal fanı için Almanya Metal müziğin kalesidir.

İngiliz ekolüne geldiğimiz zaman çok kaliteli gruplarla farklı formattaki grupların bir arada yaşadığını görüyoruz. Farklı formattaki grupların dikkat çeken özelliği piyasaya çok önem vermesi ve asıl önemin parada bitmesidir. Bu türde tam bir tezatlar bütünü vardır. İngiliz ekolünde heavy ve rock türevleri bir çok parçalanmaya maruz kalmış, araya popülist yaklaşımlar girmiş, popüler müzikten de demetler sunulmuştur. Paraya ve piyasaya tapan İngiliz mantığının içinde öyle gruplar vardır ki İngiliz olduklarına inanılamaz: Napalm Death gibi… Bolt Thrower gibi…

Ve de Carcass gibi...

Bu gruplar İngiliz mantığının içine eden ve kendi benliklerini, özünü, samimi duygularını ve ne yaptıklarını tam anlamıyla bilen yönlerini sergilerler.

Yazının girişinde bahsettiğim güven duygusunu Carcass’a karşı her zaman çok derinden hissetmiştim. Paragöz eğilimli İngiliz piyasasının içinde Bolt Thrower gibi kendi kabında yoğrulmuştu. Genelde tanınan bir grup olmasına rağmen underground yapı içinde değerlendirilmişlerdi. Piyasa amaçlı bir grup olmadıkları internet sitelerinde Carcass elemanlarının resimlerini ararken çektiğimiz zorluktan anlaşılıyor. Bunda dağılan bir grup olmalarının etkisi de var tabi ki. Gizliliklerine rağmen dünyada en tanınan ve sevilen gruplardan olması grubun müzikal kalitesine işaret ediyordu. Onların reklamı ortaya koydukları emek, müzikal mantaliteleri ve ustalıklarıydı.

Carcass, müziğinden taviz vermeyen gruplardan biriydi. Uyumlu, ilk dönem grindcore / ikinci dönem teknik death metal filminin perdesinden eşsiz görünüm, senaryo ve oyunculuk gücünü sundular. Yaptıkları müziği diğer grindcore gruplarıyla kıyaslayamazdık. Genelde brutal vokal yapısındaki grindcore’un içinde teknik, derinden gelen ve hırslı çığlık vokaliyle kendi gırtlaklarımızda bir acı duymamıza sebep olurlardı. Bizi de kanser ederlerdi. Kendilerini de… Fi tarihindeki yazıtların derinliklerindeki bir söylenceye göre, vokalist Jeff Walker bir zamanlar kansermiş ama iyileşmiş. Yine vokal yaparsa kanser olma ihtimaline karşılık müzikten kopamamış. Bu muhabbetin doğruluğunu Herodot araştırsın yıllar öncesinden… Gerisi bizi aşar.

Grindcore/death metal temeli içinde virtüözlük gerektiren teknik gitar riffleri ve solo gitarlar bir Carcass imzası olsa gerek. Özellikle gitarist Bill Steer’ın melodik, insan içine işleyen solo gitar partisyonları ayrıca irdelenmeliydi. Carcass yıllar geçtikçe tadı mükemmelleşen bir şarabı andırmıştı. Emekleme dönemlerindeki tek düzelik ve yalın öğelerden sıyrılarak teknik, virtüözlük isteyen ve üstün markalı gitar riffleriyle ustalıklarını ehlileştirmişlerdi. Gitarist Bill Steer’in parmaklarının bu işte parmağı(!) olduğunu düşünmemek mümkün değil. Bill Steer zatının parmaklarını bedeni küçük, bacakları çok uzun bir örümceğin ayaklarına benzetebilirsiniz. Hanidir, normal parmaklara sahip bir Ademoğlu örümcek parmaklarına sahip Bill Steer rifflerine nasıl erişebilecekti?

Saf grind ve sert müzik öğeli albümlerden sonra Carcass inanılmaz bir değişim gösterecekti. Carcass Tarihi’nin en kaliteli şaheseri, bizi de kalpten vuran ismiyle 1994 yılında ekstrem müzik piyasasında bir devrim başlatıyordu : “Heartwork”

Yoğun bir albümdü; gerçek manasıyla tam bir kalp işiydi. Albüm, Carcass üzerinde bir çok olumlu değişimi beraberinde getirmişti. Bu albüme kadar gore konseptlerle dikkati çeken grup, H.R.Gigger’ın yardımıyla albüm kapağına değişimine atıfta bulunuyordu. Grindcore etkisinden uzaklaşıp teknik death metal öğesine kayma görülmüştür. Teknik ve virtüözlük isteyen yeni müzikal oluşum yeni imzalarıydı. Albümdeki parçaların solo gitar partisyonları çok melodiktir. Bu albümle Necroticism’deki çizginin çok ötesine gidilmiş, daha anlaşılır ve teknik yapıyla ustalıklarını göstermişlerdir. Ayrıca grup liriksel düzeyde büyük bir devrimi gerçekleştirerek gore, anatomik ve patolojik liriklerden öğretici ve çok yönlü liriklere kaymıştır. Artık kan dökmeler, otopsiler ve birbirinin kopyası sözler tarihe karışmıştı. Sürekli savaşan dünyayı ve ırkları anlattıkları “Carnal Forge”, teknolojiden bahsettikleri “Death Certificate”, din olgusundan bahsettikleri “Embodiment”, Ademoğlunun hissizliğini ve makineleşmesini anlattıkları “No Love Lost” gibi… Albüm bana göre mükemmeli yakalamıştı. Nazarımca Heavy Metal’in en iyi albümleri listesinde rahatlıkla yer alacak bir çalışmadır.

Carcass’ın son albümü 1996 yılında “Swansong” olmuştur. Albüm çok değişik bir tarzı içermiş ve tür değiştirilmiştir. Gitar riffleri kesik kesik sunulmuş, hız kesilmiş, bateri yavaşlamış ve daha farklı, daha teknik yollara başvurulmuştu. Grubu dinlemeye Swansong ile başlamış olan fanlar eski albümlerdeki Carcass’a iğreti bir gözle bakabilirler. Heavy Metali bütün olarak dinleyen kişiler bu albüme şapka çıkaracaklardır. Teknik anlamda metal dünyasının en kaliteli işlerinden biridir. Hastalıklı gitar riffleriyle “nasıl be?” sorusunu sordurmaktadır.




29 Ocak 2010 Cuma

Evergrey - Güçlü Sound, Gaz Riffler

İsveçli Progressive/Power Metal grubu Evergrey eski eserleriyle çok beğendiğim ve gaza geldiğim gruplardan biri. Her ne kadar son albümleri pek hoşuma gitmese ve eski kimliklerini bana göre fazlasıyla aratsalar da, eklediğim üç parça birbirinden kaliteli ve mükemmel. Özellikle A Touch of Blessing sizi sizden alabilir. Riff anlayışını ve soundunu özellikle beğendiğim güzel gruplardan biriler. Favori parçam ise Watching the Skies isimli gaz parçadır.






Nobel Ödüllü Dunning – Kruger Etkisi


New York Stern School of Business’te görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında.

Journal of Personality and Social Psychology’nin aralık 1999 tarihli sayısında yayımlanan teorileri özetle "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der. (Bu cümle de Charles Darwin’e aittir zaten.)

Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:

-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle, antrenmanla artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.



Değerlendirme zaafı

İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı. En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)

İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.

Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.

Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.

(*) Peter Prensibi: Her çalışan, iş ortamında yetersiz olduğu noktaya kadar yükselir, der. Bunun doğal sonucu olarak, yüksek makamlar daima yetersiz insanlar tarafından işgal edilir.


Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?

1- Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
2- Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
3- Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
4- "Beşer şaşar" diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer kendisi değil, başkasıdır.
5- Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
6- Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
7- İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
8- İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
9- Talimatlarını Post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.
10- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına.

28 Ocak 2010 Perşembe

Yorumsuz – Yaş, Gelecek, Geleceği Planlamak ve Galatasaray


Adı üstünde yorumsuz bir yazı olacak. Sadece değerlere bakınız ve kafanızdan neler geçtiğini toparlayınız. Opsiyonludur, opsiyonsuzdur, sene sonu gider o adam tarzı mevzular konu haricidir. Şu ana bakıyoruz. Ama burada aslolan en değerli, en kaliteli, en potansiyelli ve takım için en vazgeçilmez olacak olan kişilerin yaş grubudur.

İlgili kadro Galatasaray resmi sitesinde yayınlanan kadro ile son dönemlerde ağabeylerine eşlik eden gençlerden ibarettir.


Son demlerini yaşayanlar:
Emre Aşık 36



Takıma Tecrübe Katanlar
Lucas Neill 31
Harry Kewell 31
Ayhan Akman 32
Leo Franco 32



Futbolunun En Verimli Yaşında (Çağında) Olanlar:
Gökhan Zan 28
Abdul Kader Keita 28
Milan Baros 28
Servet Çetin 28
Elano Blumer 29
Mustafa Sarp 29



Futbolun En Verimli Yaşına Yakın Olanlar:
Emre Güngör 25
Sabri Sarıoğlu 25
Hakan Balta 26
Aykut Erçetin 27



Gençler, Bebeler ve Geleceği Yaratacak Yaşta Olanlar:

Berkin Kamil Arslan 17
Semih Kaya 18
Emre Çolak 18
Çetin Güngör 19
Serkan Kurtuluş 20
Giovani Dos Santos 20
Caner Erkin 21
Aydın Yılmaz 22
Uğur Uçar 22
Joao Alves 22
Barış Özbek 23
Arda Turan 23
Mehmet Topal 23
Ufuk Ceylan 23

27 Ocak 2010 Çarşamba

Jo & Giovani Dos Santos ve Rijkaard’ın Düşünceleri




Yıllardır futbolun içindeyim ve Galatasaraylıyım. Ama hiç böyle hareketli bir devre arası transfer dönemi yaşadığımı hatırlamıyorum. Üzüntü ve sevinç bir arada. Üzülsem mi, sevinsem mi onu da bilemediğim bir dönemden geçtim, geçtik, geçtiler. Bir tarafta Jo, Giovani Dos Santos, Lucas Neill gibi üst düzey isimler. Bir tarafta “Kewell ne olacak?” kaygısı, sıkıntı ve üzüntüsü. Kewell ile ilgili bir sıkıntıyı yaşamıyor olsaydık yerküre üzerinde en mutlu taraftar grubu eminim ki Galatasaray taraftar grubu olurdu.

İtiraf etmem gerekirse, bundan iki-üç yıl önce Giovani Dos Santos’u izlerken kıskanırdım. Bir Galatasaraylı olarak ülkemize neden böyle oyuncular getiremediğimizi düşünür, gıpta eder ve özlemle iç çekerdim. Gençti, ufacık, fıçıcık bir şeydi ama çok hoş geliyordu futbolu gözüme. Messi – Ronaldinho kırması gibi bir tat bırakırdı gözlerimde. O zaman bu oyuncunun Galatasaray’a geleceğini söyleselerdi kaba etimle gülerdim. İki yıl önce bunları düşündüğüm bir oyuncunun geleceğini çok önceden öğrenmiş olsak bile, hala içimizde bir sızı vardı. Kewell’ı hiçbir şey ile değişmemekle alakası var bu durumun tabii ki.

Peki bu transfer hamlelerini hangi anlamda değerlendirmeliyiz?

Kadroya katılan oyuncuların kendilerine has yeteneklerini dikkate aldığımızda asıl güdülen amaç nedir?

Galatasaray’da neler değişti ve değişiyor?

Rijkaard aslında neleri amaçlıyor?



Önümüzde bunun gibi nice sorular var. Her birine kendi penceremizden bakarak yanıtlar verebiliriz. Bazı şeyler Rijkaard’ın aklının içinde, bazıları da yönetimin. Ama bu yıl, özellikle ligler tatile girdikten sonra Galatasaray’ı farklı bir vizyona sokan yepyeni bir dönem söz konusu. Rijkaard yarım sezonda nelere ihtiyaç duyduğunu ve duymadığını anlayabilecek yeterlilikte bir isim. Bu adımları bu anlamda düşünmekte fayda var. Rijkaard oturtmak istediği sistemin taşlarını yerli yerine koyabilmek için reçeteyi yazmıştı bile.

Altı özellikle çizilmesi gereken bir durum var. Adnan Polat’ın futbolda söz sahibi olduğu bir dönemde ilk kez bir hocanın ve teknik heyetin istekleri sonuna kadar dikkate alınıyor. Bunda şaşırılacak bir şey yok. Rijkaard gibi bir isimi getirebilmenin en büyük gerekçesi, futbol ile alakalı tüm teknik konuları işinin ehli birine tamamen bırakabilmek ve ona güvenebilmektir. Eğer Rijkaard’ın asıl istekleri dikkate alınmayacak olsaydı, gelmesi için bir sebep olmazdı. Bu vizyonu not olarak kenara kaydetmemiz gerekiyor. Çünkü devre arasında gelen oyuncuların tümüne baktığımızda Rijkaard’ın bariz isteği olduğunu ve isteklerinin gerçekleştirildiğini görüyoruz.


Ya Rijkaard olmasaydı bu isimler gelir miydi?

Jo ve Giovani Dos Santos gibi iki isim bu genç yaşlarında Florya’dan içeri adım atarlar mıydı?

Çok zor. En azından bu iki isimin ülkemize gelmesinin en büyük sebebi tartışmasız Rijkaard’ın varlığıdır. Kariyerli bir hocanın bir takıma ne gibi katkılar verebileceğini saha dışı penceresinden böyle görebiliyoruz.

Opsiyon meselelerine gelince Jo’nun opsiyonu yok. Gio’nun opsiyonlu olup olmadığı konusunda 8 milyon euro değerinde bir opsiyon konulduğundan bahsediliyor. Gio’ya dair yapılan açıklamada sezon sonuna kadar kiralanmıştır ibaresinin yer alması ve opsiyon lafının bahsinin geçmemesi an itibariyle beni bilgisiz kılmaktadır. Haliyle şu an söylediklerim bu oyuncuların opsiyon meselelerinden bağımsız olarak Rijkaard’ın aslında neleri hedeflediğini ve oyun anlayışı bakımından neyin peşinde olduğuna dair görüşlerden muhteviyat içersin.

Muhteviyata girmeden önce yeni transferlerin ana özelliklerine göz atmakta fayda var.

Neill hakkında uzun uzadıya konuşmak gereksiz. Stoper bölgesindeki sıkıntılar, organizasyon bozuklukları ve iki yıldır o bölgede Servet dışında bir tane dahi istikrarlı oyuncunun çıkmaması Neill’in transfer edilme sebebidir tek başına. Neill, bu defansın lideri olacak ve defansif organizasyonun temeli sayılacak. Antep maçında buna dair hareketlerine şahitlik ettik.

Jo’nun en önemli özelliği hızlı ve fuleli adımlara sahip olması, sol ayağının etkili olması ve teknik bir oyuncu olması.

Giovanni de yüksek hızı ve tekniğiyle göz kamaştırıyor.

O halde geri kalan Galatasaray hücum adamlarına göz atalım.

Keita?

Hız, teknik ve akışkanlık demek.

Baros?

Hız, birebir çarpışma, rakip savunmayı delebilmek ve hareketlilik demek.

Caner?

Hız, tempo, enerji demek, her ne kadar dağınıklık, savrukluk gibi mental anlamda bazı sıkıntıları olsa bile.

Şu ana kadar saydığımız tüm oyuncuların ortak özelliği hız noktasında toplanıyor. Ama burada körü körüne hızdan bahsetmiyoruz. Bu hıza futbol aklı, teknik ve yetenek ekliyoruz. Eldeki isimler bu beceriyi bahşediyor.

Kritik iki isim daha var buraya eklenmesi gereken. Elano ve Arda.. Bu iki oyuncunun ortak noktası futbol akılları ve teknik yapıları olsa gerek. Elano fiziki anlamda hızlı bir oyuncu olmasa bile futbol aklı ve pas anlayışı ile hız futboluna hizmet ediyor.Arda ise her ne kadar çok yetenekli ve akıl dolu bir oyuncu olsa bile total futbolun hız konforuna çoğu zamanlarda ayak uydurmayan bir oyun anlayışına sahip. Galatasaray’ın saf 4-3-3 oynayamama nedenlerini eldeki mevcut oyuncuların özelliklerinde aramak gerekiyordu. Arda eğer biraz daha hızlı düşünür ve futbol aklını hızlandırırsa Rijkaard’ın bazı şeyleri aşması çok daha kolay olacak.

Rijkaard’ın aklında olan oyun sistemini sayılara değil futbol anlayışına indirgemek gerekiyor. Total futbolu hangi sayısal verilerle oynadığınız değil, hangi mantık ve anlayış ile oynamak istediğiniz önemlidir. Rijkaard; Jo ve Gio takviyesi, Caner’in ve Elano’nun yükselen formu ve de forvet arkasında supporterlığı çok daha iyi ve hızlı bir şekilde sökecek bir Arda Turan bilinciyle aklındaki şeyleri sahaya daha verimli yansıtabilecektir.

Topu sürekli ayağında tutan, pasör ve yetenekli futbolculara sahip olmanız nedeniyle rahat pas yapabilen, hız denen olguyu sonuna kadar kullanan, rakibine düşünecek zaman bırakmak istemeyen ve bir anda rakip kaleye mızrak gibi darbe indirmek isteyecek bir oyun sistemidir aklıma gelen. Merkezde olacak olan asıl amaç ise HIZ FUTBOLU olacaktır. Bu tarz bir oyunu ancak böyle oyuncularla oynayabilirsiniz. Türkiye liglerinde oynanan oyunun hızlı olmadığını ve daha çok mücadeleye dayandığını düşününce, hızı kusursuz bir şekilde uygulayabilecek bir takımın karşı tarafın mücadele yoğunluğunu nötralize edip şaşkınlığa uğratabileceğini söyleyebiliriz.

Beyin jimnastiği ve muhtemel oyun sistemi öngörüsünü bir kenara bırakırsak ülkemizde herhangi bir takım bu kadar kariyerli isimi bir araya hiç getirebildi mi diye düşünüyorum ve ister istemez içimi bir sevinç kaplıyor. Gerçekten kolay değil böyle bir kadro oluşturmak. Hepsini yan yana yazmak bile soluğunuzu kesmeye yetiyor. Ama ne zaman aklıma Kewell gelse yine canım sıkılıyor.

Kabataslak Turkcell Süper Ligi’nde Galatasaray’ın herhangi bir maça şöyle çıktığını tasavvur ediyorum: En uçta Jo (ya da Baros), sağ kanatta Keita, sol kanatta Giovani Dos Santos, forvet arkası Arda Turan, onun arkasında Elano. Turkcell Süper Ligi’nin kalitesini göz önüne aldığımızda böyle bir kadroyu bu lige hediye eden teknik heyet ve yönetimi öncelikle kutlamak gerekiyor. Bu kadroya ülkemiz standartları dikkate alındığında rüya takımı tabiri uygun görülebilir. Benliğini bulacak ve sistemi oturtacak böyle bir kadronun ülkemizde fırtınalar estirmesini beklesek bile, her bir oyuncunun bir nevi lider özellikli olması, sorumluluk alabilmeleri ve oyunun kaderini değiştirebilme becerilerine sahip olması takım olabilme ruhuna ne kadar uyumlu olacak orasını bilmiyoruz. Orası da Rijkaard’ın halledeceği bir iş. Önemli olan her şeyden önce takım olabilmek. Bu da zaman demektir.

26 Ocak 2010 Salı

Gojira - Konserlerde Lezzeti Tavan Yapan Grup

İnsanların ne gibi anılar taşıdığını bilemem ve dünyanın en ağır sorunları hakkında binlerce sayfa yazabilirim. Ama bildiğim bir şey varsa o da Gojira'nın dünyanın en kaliteli gruplarından biri olduğu, en sevdiğim ilk on grup içinde olmaları ve gerçek lezzetlerini canlı performanslarla doruğa çıkarmalarıdır.

http://kayipzamaninpesinde.blogspot.com/2009/12/gojira-dunya-soluyor.html



Samurai & Heaven & Hell


Yaşlı keşiş yolun kenarında oturuyordu. Gözleri kapalı, bağdaş kurmuş ve elleri kucağında birbirine kavuşmuş şekilde duruyordu. Derin bir meditasyon içindeydi. Meditasyonu bir samurayın hoş olmayan sesiyle aniden kesilir: “Yaşlı adam! Bana cennet ve cehennemi öğret!”

Keşişten hiç yanıt gelmez. Samuray sabırsızlıkla beklerken, sabırsızlığı büyürken ve her geçen saniye onu öfkelendirirken, yaşlı keşiş gözlerini yavaşça açmaya başlar, yüzünde bir gülümseme belirir. Nihayetinde “Cennet ve cehennemin sırlarını öğrenmek mi istiyorsun?” diye sorar. “Saçın başın dağınık. Eller ve ayakların toz, toprak içinde. Saçın taranmamış, kılıcın paslı ve ihmal edilmiş ve nefesin berbat. Çirkinsin ve komik giysiler. Cennet ve cehennemi bana mı soruyorsun?”

Samuray iğrenç bir küfür eder. Kılıcını çeker ve başının üstüne kaldırır. Yüzü kıpkırmızı olmuş ve boynundaki damarlar kabarmıştır. Keşişin kafasını kesmeye hazırlanır.

Kılıç son darbeyi vurmak üzereyken “İşte bu cehennemdir” diye seslenir yaşlı keşiş nazik bir sesle.

O esnadan sonra, öğrenmek istediği bir şey için yaşam almak üzere olan samuray şaşkınlık, merhamet, sevgi ve saygıyla sinir halinin üstesinden gelir, kızgınlık anını dizginler ve kendine gelir. Havada asılı kalan kılıcını indirir ve gözleri minnettar yaşlarla dolar.

“İşte bu da” diye seslenir yaşlı keşiş: “Cennettir.”

Must - FreeChild

Bundan bir kaç yıl önce vazgeçilmez parçalarımdan biriydi Must'ın FreeChild isimli eseri. Her gün dinlemeden yapamazdım. Pek bilinen bir isim değillerdir ama söz konusu şarkı insanın müzik iştahını açtıkça açmıştır.



Embellish mine wayward soul
Blast it with your vicious beauty
I know I've been perverted like a man
Who has not shagged in years

Mama loves me yes she does
But she's a thief
She done her best she didn't know
They got her too

Now I know you're coming home to me
Freechild baby be
Lucid and in harmony
A wildflower pretty

And speaking in tongues she casts her spell
Vodka still wet on her lips
I'm quantum flung into a place
I've always needed to be

An angel of the darkest night
Has sung to me
And though my heart is breaking
My wounds cease to bleed

Yeah we ride the golden skyway
Now spread those wings
Into the heart of a mad and impassioned sun run

Through all the days and all the years
Right there you'll be
In shining braided glory you were made made for me
I know you're coming home to me

24 Ocak 2010 Pazar

Galatasaray: 1 – Gaziantepspor: 0 – Karda Bile Sisteme Bağlılık


İtiraf etmek gerekirse maç öncesi Ali Sami Yen’i gördüğümde ‘eyvah’ demiştim. Böyle bir zeminde pas futbolunu iyi uygulayan her iki takım hem çok zorlanacak, hem de futbolun güzelliği olan görsel şovdan mahrum kalacaktık. Galatasaray’ın teknik oyunculardan oluşması nedeniyle şahsen Galatasaray’dan iyi bir futbol beklemiyordum. Ama yanılmışım. Hem de bayağı yanılmışım.

Bu tür maçlar sonrası klasik olarak söylenen bir söz vardır. “Böyle bir zeminde oynanan futbol konuşulmaz ve kritik edilmez” diye. Halbuki kıran kırana, oldukça zevkli geçen, doğrusunu söylemek gerekirse baştan aşağıya Galatasaray’ın üstünlüğü, arzusu ve kazanma hırsıyla geçen bir maç oldu. Galatasaray karlı zemine rağmen pas futbolundan, futbol sisteminden zerre ödün vermedi. Bu tür sahaların genel futbol şablonu uzun ve şişirme toplardır. Galatasaray bunu hiç kullanmadı. Maç sonundaki istatistiklere baktığımızda Galatasaray’ın hanesinde inanılmaz bir pas yüzdesi yazıyordu: %87

Bunda şaşırılacak ne var ki denebilir. Cila gibi bir zemin üstünde oynansa tabii ki şaşırılacak bir şey olmaz ama ayakta durmanın bile güç olduğu bir zeminde %87’lik bir pas yüzdesi ile oynamak, bir takımın sistem bazında şartlar ne olursa olsun kendisini disipline ettiğini ve organize olma yolunda önemli atılımlar yaptığını gösterir.

Sarı kırmızılı taraftarlar için özel bir maça şahitlik ettik. Bu maç sadece ikinci yarının ilk maçı olması özelliğini taşımıyordu. Taraftarlar Lucas Neill ve Jo’yu ilk kez izleme şansına sahip olacaklardı. Bu yüzden gözlerim daha çok Neill’e odaklandı. Böyle bir sahada, riske ve hata yapma olanağına her daim açık olan bir ortamda, Neill’ın bu performansını gördükten sonra üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Uzun bir zaman sonra “eyvah, defans dağıldı, çok dağınıklar” gibi bir endişem olmadı. Lucas Neill gerek görev anlayışı, basit ve risksiz oyunu, defansı sürekli organize etmesi, kusursuz hamleleri ve pasları, gerekse saha içindeki tavırları, saha dışındaki adamlığı, gülen yüzü, samimiyeti ve kendine güvenli hali ile bu takımın en önemli parçalarından biri olacağını daha ilk maçında kanıtladı. Lucas Neill bu takımın defanstaki lideri olacak. Bana inanılmaz güven verdi. Resmen sıfır hatayla ve eksiksiz tamamladı maçı. Galatasaraylıların içi rahat olsun. Lucas kesinlikle çok yerinde ve kaliteli bir transfer oldu.

Jo hakkında uzun uzadıya bir şey yazabilmek imkansız. 30 dakikalık bir süre aldı. Pek katkısı olmadı ama takım oyununa katkıda bulunacağının ve takımın bir parçası olacağının izlerini yansıttı. Mustafa Sarp’ın gölünde Jo’nun dolaylı olarak varlığının katkısı vardı. Çünkü Antep defansı Jo’ya kalabalık bir önlem almış ama arkada Mustafa Sarp’ı unutmuştu. Jo’nun takıma katkıda bulunma isteği içinde olduğunu ve arzulu olduğunu gördüm.

Galatasaray açısından takdir edilecek nokta, böyle bir sahada hücum futbolunu ısrarla uygulama isteği ve bunda başarılı olmasıydı. Ayakta durmanın zor olduğu bir ortamda rakip kaleye maç boyu 19 şut göndermişseniz, bunu sistemi her koşulda uygulayabilme arzusu ve hırsında aramak lazım.

Caner’in Elano çıktıktan sonra orta sahaya geçinceye kadarki performansı mükemmeldi. Sol kanadı çok iyi çalıştırdı ve bir çok atak onun çabası ile gerçekleşti. Caner her geçen gün üstüne koyan bir performans sergiliyor. Teknik heyeti sezon sonunda bonservisini alma konusunda ikna edecek gibi görünüyor. Caner bu takımın en önemli yapıtaşlarından biri olacak. Ama oyununu disipline etmeye, savrukluğunu giderip daha dengeli oynamaya ihtiyacı var.

Elano’nun kırılgan olarak algılanabilecek futbol anlayışı ve fizik durumuna bakarak böyle bir maçta nasıl bir performans sergileyeceği soru işaretiydi. Ama böyle düşünenleri yanılttığını düşünüyorum. Maç içinde çok klas hareketler yaptı ve sık sık kaleyi yokladı. Çok da iyiydi. Nonda’nın çıkmasını beklerken Elano’nun çıkması eminim futbolseverleri şaşırtmıştır. Ama mevcut şartlar altında Rijkaard doğrusunu yaptı. Rakip zaten bir kişi eksikti, gol gelmemişti ve ilerideki forvet sayısını arttırarak rakibi iyice geriye yaslanmaya zorlamıştı. Elano’nun fiziksel gücü 70. dakikadan sonra düşebilir ve orta sahadaki direnç azalabilirdi. Maç 11’e 11 devam etseydi çıkan oyuncu Elano mu olurdu? Sanmıyorum.

Maçın en heyecanlı dakikaları Ahmet Arı oyundan atıldıktan sonra 34 ve 42. dakikalar arasıydı. Rakibin bir kişi eksilmesiyle Galatasaray atak üstüne atak yaptı ve futbolseverleri pozitif futbol anlamında adrenalinle doldurdu.

Bu maç Galatasaray hakkında bazı ipuçları verdi bize. Tıpkı sezon başlangıcında olduğu gibi. Sezon başlangıcında da Galatasaray sisteme çok sadıktı. Oyun anlayışı disipline ve organize edilmiş, pas futbolunu ısrarla ve sabırla uyguluyordu. Kondisyon anlamında pozitif ışıklar veriyordu. Galatasaray daha organize ve disipline edilmiş olduğunun ışıklarını şimdiden vermiş oldu. En önemli fark ise defansif örgüdeydi. Bir çok maçta savrukluğu ve organizasyon eksikliği ile yürekleri ağızlara getiren defans bölgesi, Lucas Neill’ın bölgeye monte edilmesi ile sağlam bir dönüşüm geçirdi. Kondisyon anlamında hiç sıkıntı yaşanmadı. Ayakta kaldılar.

Rijkaard hakkında burada özel bir anekdot açmak lazım. Şu an herkes Nonda’ya demediğini bırakmıyordur. İlk yarıda önemli pozisyonları kaçırdı. Penaltı pozisyonunda herkes Elano’nun topun başına geçmesini beklerken Nonda’nın geçmesi şaşırtıcıydı. Nonda penaltıyı kaçırmasına rağmen Rijkaard ısrarla onu sahada tuttu. Nonda’nın seyircilerden gelen tepki nedeniyle kendisine olan güveni bayağı zedelenmişti ama hocasının tavrı onun için teskin edici olacaktır. Nonda penaltıyı kaçırmış olabilir ama yuhlamaları hak etmiyor. En azından Sarı Kırmızılı taraftarlar Nonda’ya gerekli saygıyı göstermeliler. Kendi takımlarının oyuncusu sonuçta. Bazılarınız hala Fenerbahçe’ye attığı şampiyonluk gölünü akıllara getiriyordur. Galatasaray’a emek veren hiçbir futbolcu kötü oynasa bile hak etmiyor söz konusu yuhlamaları.

İkinci yarı ile birlikte Galatasaray kanatları daha fazla kullanan, daha organize olan bir takım kimliğini sahada yansıtacak gibi. Sol kanatta Hakan Balta’nın sık sık Caner’e destek olması, ileri çıkması ve Arda’nın da bu bölgeye yanaşması sol tarafı oldukça etkin kıldı. Sağ taraftan o etkinliği fazla göremedik. Hakan Balta’nın bilindik formuna dönüşünün işaretlerini vermesi sevindirici bir durum.

Sonuç itibariyle Galatasaray’ı beğendim. Öyle bir sahada sergilediği hırs dolu futbol takdire değer. Ama bu soğuk havada içimizi ısıtan bir şey varsa o da Lucas Neill’in sahaya ayak bastığı ilk andan itibaren kendisini kanıtlamasıdır. Galatasaray yeni bir savaşçı kazandı.

Hoş geldin Lucas Neill.

Asıl sen sağol..

Secret – Müzik, Sevgi ve İnsan Armonisi


Müziğin ve hayatın pek çok şekli vardır. Farklı enstrümanlar kullanarak ve karıştırarak farklı duygular elde ederiz. Bu duyguların üzerine sırları, gizemleri ve akabinde gelen uyumu eklediğinizde her şey bir rüya ve şiir gibi gelir.

Öte yandan piyanonun şairidir Chopin. Neden? Çünkü yapıtları aynı şiir gibi akıcı ve zariftir. Tıpkı iki insanın paylaştığı saf sevginin yarattığı ahenk gibi.

Bazen insanlar müzik dinleyen ve dinlemeyen diye ikiye ayrılır. Müzik dinlemeyenlere farklı gözlerle bakılır. Ruhu ve ahenginden önemli parçalar eksikmiş gibi.

- Öyle arkadaşlar edinme. Sigara içiyorlar, müzik dinlemiyorlar.
- Müzik dinlemedikleri için mi kötüler?
- Elbette!


- Bunu dert etme.
- Nasıl etmem! CD’lerin yerleri değişmiş. Daha dikkatli ol. Yıllardır müzik dinliyorum. Genç insanlar bu kadar karamsar olmamalı.
- Karamsar değilim ben.
- Ne zamandır müzik dinlemiyorsun sen?
- Dinlemeseydim CD’lerin yeri nasıl değişmiş olurdu?



Saf sevgi hali nasıldır? Daha ilk görüşte sırlarla bezenmek, piyano tuşlarından kopup gelen melodilerdeki uyumun simetrik olarak iki saf sevgi sahibinin diyalog, şakalaşmalar, paylaşımlar ve sevgilerinde de söz konusu olması?

Hem müzikte, hem piyanoda, hem aşkta, hem de davranışta. Her şeyin temelidir belki de uyum. Bazen piyano düellosudur. Bazen zaman yolculuğu. Bazen içten bir bakış.

Chopin’in mükemmel eserler yaratmasının iç yüzünde aşkı yatıyordu belki de. On yıldır birlikte olduğu aşkı. Kimileri için kısa, kimileri için çok uzun.

2007 tarihli Secret isimli (orijinal adı Bu neng shuo de. mi mi) Hong Kong filmini izlerken neler hissettiğimi, neler edindiğimi, saf sevgi halinin ruhumda bıraktığı etkiyi ve o müzik cennetini nasıl anlatabilirim?

Bir film düşünün. Üstün yetenek ve duyguların birbirine karıştığı birbirinden dahi performanslarla kendinizden geçin. Aynı anlama yelken açacak saf sevgi hikayesine de. 4-5 dakikayı aşan piyano düellosuna kulak kabarttığınızda tamamen kilitlendiğinizi hissettiğiniz. İlgili performansları bizzat oyuncular sergileyince olduğunuz yerde kala kalıyorsunuz.

Filmin asıl kahramanı ve karakteri olan Jay Chou bu filmdeki performansını 28’inde sergiliyor. Gözlerinizi alamıyorsunuz. Bazen sırtını piyanoya dönerek tek eliyle çalıyor. Diğer eli sevdiğinin elinde kavuşması için. İnanılmaz hızlı ama bir o kadar göz kamaştırıcı. Yetmezmiş gibi aynı zamanda filmin yönetmeni olduğunu öğrenince iyice şaşırıyorsunuz. Gerçek hayatta piyano, gitar, çello ve jazz baterisi virtüözü.

Jet Li’nin Fearless isimli filmini bilirsiniz muhtemelen. O film için yazılmış olan muhteşem şarkı ve şarkı içindeki muhteşem bayan vokaller sizi kendinizden geçirmiş olabilir. Bu şarkının ve o vokallerin sahibidir Jay Chou. İrkiltebilir bu yönüyle. Bu ses bir erkekten çıkamaz diyebilirsiniz ama öyle.

Filmi izleyerek hayat, müzik ve saf sevginin armonisine tanıklık etmek elinizde. Harika manzaralar ve muzırlıklar da cabası. Hayat dolu ve kıskandırıcı.

http://www.imdb.com/title/tt1037850/




Aslında adı Sır olan bir filmin sırrını bozmamak lazım ama eğer paylaşmazsam dayanamam. Filmdei piyano düellosu. Jay Chou ekranda sağda olan piyanist, daha büyük görüneni. İlgili performanslar çakma değildir, bizzat kendi performansları...

22 Ocak 2010 Cuma

Morbid Angel – God of Emptiness



Yalanlar – Ve ruhlarını dolduruyorsun
Bu dünyanın tüm zalimlikleriyle
Ve hepsi şan için?
Öyleyse, yüceliğin nerede?

Yalanlar – Ve Krallığın çöküyor
Hayal teklif ediyorum
Ve sen, kıskançlıktan gözleri körelmiş yaratıcısın

Çocuklarım bana geleceksiniz
Anneleriniz beni sevecek, olması gereken bu
Kadınlar, kanıyor, ödülüm yenmiş
İnsanoğlu katedralin ardındaydı
Bir yılan gibi ilahi dünyamın içine kayıyorum
Bir kedi gibi sezdirmeden izleyip avlıyorum
Ruhlarınızı alacağım ve benim olacaksınız
Boşlukta, özgür

Benim karşımda tamamen eğilin
Görkemlice eğilin


Saf Death Metal dendiğinde akla gelecek ilk gruplardan biridir Morbid Angel. Ekteki klibi ilk olarak 1995 yılında izlemiştim ve 15 yıldır üzerine tanımadığım, en etkileyici ve ürkütücü bulduğum Death Metal klibidir. Grup ise söylemleriyle oldukça radikal bir gruptur. İlgili sözlere ve klibe göz atınca lafların kime gittiği az çok belli oluyor. Her bir elemanı kendi çapında usta olsa bile vokalist David Vincent bana göre gelmiş geçmiş en iyi Death Metal vokalidir. O göğüs kafesinden, muazzam güçlü diyaframdan öyle bir sese şahit olmak hiç de şaşırtıcı değil. :)

Bu vokal tarzı benim için müthiş bir sinerji, ama sizler için rezillik belki de. Zevkler ve renkler tartışılmıyor.


Çevirideki muhtemel hatalar için affola..

21 Ocak 2010 Perşembe

Nevermore - Believe In Nothing

Edgar Allen Poe’nin kuzgununu bilirsiniz. Kendisine sorulan her soruya “Nevermore” cevabını verir. Başlangıçta Power/Thrash ve akabinde Groove/Progressive Metal tarzında müzik yapan Amerikalı grup sahip olduğu elamanlar, birbirinden değerli eserleriyle Edgar Allen Poe’nin yargıçlığını yapıyor lirikleriyle adeta. Hayatımın orta yerine oturmuş enfes gruplardan biridir. Riffleri ve güçlü, akıcı müziği ile tam bir enerji deposudur.

Vokalist Warrel Dane opera eğitimi aldığı için sesini oldukça etkin bir şekilde kullanıyor ve en iyi Heavy vokalistlerinden biridir. Gitarist Jeff Loomis ise kendisini kabul ettirmiş virtüöz bir gitaristdir.

Ekte olan parçaları ise bildik Nevermore kalıbı çizgisinde olmakla birlikte hafif parça türüne girecek bir parçasıdır.


Marcel'in Ruhundan Fountain


Benliğime bulaşmış bir mektubun hayalini kurar, rüyamda ender olarak hayalî şekilde okur, her cümlesini hazmetmeye çalışırdım. Birdenbire dehşete kapılarak dururdum. Beklediğim birinden mektup alsam da, onun bu mektup olmayacağını, çünkü bu mektubu kendi kafamdan uydurduğumu kavrardım. Eğer başarılı olursam, en değerli, en arzulanan kelimeleri ihtimallerden çıkarırım korkusuyla, bana yazmasını istediğim kelimeleri zihnimden uzak tutmaya çalışırdım.

Mucizevi bir şekilde alacağım mektup kafamdan uydurduğum mektubun aynısı olsaydı bile, bu mektupta kendi metinlerimi görecektim. Dışımdan gelen, gerçek, yeni bir şeyle karşılaşmışım, zihnimin dışında, irademden bağımsız mutluluk elde etmişim hissini yaşayacaktım.

Bazı zamanlar bizi üzmüş insanların davranışlarının samimi olmamasını dilesek de, bu davranışın geleceğe tuttuğu ışık karşısında arzumuzun eli kolu bağlanır. Bu insanların gelecekteki davranışlarının ne olacağını arzumuza değil, bu ışığa sormak gerekir.

Eskiye ait bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değildirler sadece. O zamanlardaki hayatlarımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimi gibidirler. Belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir. Yürünen yollar, seneler gibi uçup giderler.


Erdemlerimiz ve iyiliklerimiz; özgür, değişken, kullanımı sürekli olacak şekilde bize ait şeyler değillerdir. Zihnimizdeki erdem ve iyiliklerimiz, karşılaştığımızda kendilerini harekete geçirmeyi görev saydığımız olaylara sıkı sıkıya bağlanmıştır. Karşımıza “farklı” nitelikte bir olay çıktığında, gafil avlanırız. Erdemlerimizi kullanabileceğimizi, ince olabileceğimizi ve düşünceli olabileceğimizi aklımıza bile getiremeyiz.

Hayatımızın farklı dönemlerinde açığa çıkardığımız karakterimiz, genelde öyle olsa bile, her zaman başlangıçtaki karakterimizin gelişmiş veya zayıflamış, güçlenmiş veya yumuşamış şekli değildir. Bazen tamamen zıt bir karakterdir.

Bir nevi ters yüz edilmiş giysi gibidir…

İşte, bazen gösterilen yakınlıklarda, kişisel bakış açısının rol oynadığının bilincindeyizdir. Birçoğumuz yakınlıklarımızı belirlerken bu bakış açısının içine girer. Burada, bir kişinin içtenliği ve neşesi, canımızı sıkan, bizi rahatsız eden bir kişinin bütün zihinsel yeteneklerinden, duyarlılığından, yardımseverliğinden daha iyi bir referanstır. Bu bağlam içinde, fazla alçakgönüllü olan insanların hatası, kendisini ilgilendiren şeyleri başkalarından aşağıda ve haliyle dışında tutmasından kaynaklanıyor.


İnsanın, sözlerinin ve hareketlerinin başkalarına hangi ölçüde göründüğünü tahmin edebilmesi ve analizleyebilmesi zordur. Kendi önemimizi abartırız korkusuyla, başkalarının tüm anlarının ve dünyalarının yayılmak zorunda olduğu alanı büyütüp dev boyutlarına getiririz.

Konuşmalarımın, tavırlarımın ayrıntılı hallerinin, sohbet ettiğim kişinin bilincine nüfuz edemediğini, hele ki hafızasında hiç yer etmediğini düşünürüm…

Zannederim…

Tıpkı bir suçluymuşum da bu varsayıma göre hareket etmek istediğimden, söylediğim bir kelimeyi sonradan hafifçe değiştiririm. Bunun bir başka benzer kelimeyle karşılaştırılamayacağını düşünürüm.


Hafif bir rüzgar eser…

Bildiğimiz bir havadır bu…

Diğer günlerden farkı yokmuşçasına…

Henüz bir geçmiş yokmuşçasına…


Hayal kırıklıklarıyla, gelecek için çıkarılabilecek tüm ipuçlarıyla birlikte yok olurcasına…

El değmemiş bir talihle…

Eski dünyadan tek bir şey…

Hayatı, her şeyi resetleme isteği gibi...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Bale Yapmak ve Crom'un Erkekliği!


Ufaklığımızda pazar sabahları ilginç olurdu. TRT’ye ve tek kanala mahkum olduğumuz zamanlardı. Başlangıç olarak, sabah sabah, tatil tatil, o mahmurluğun üzerine TRT paso opera, bale vs şeyleri pompalardı bize. Hemen ardından da Pazar Sabahı Sinemaları olurdu. O sinemaların hepsine hastaydım.

Yine bir Pazar sabahı… Balerin ve balet usul usul salınıyorlar, dönüyorlar, oynaşıyorlar, artizlik yapıyorlar.

Klasik giysiler…

Balerinde malum tayt ve malum dantelli etek.

Balet’de sadece tayt, mallar meydanda.

Teyzem bizdeydi. Annem bir an televizyona göz attı. Malum baletin kasık arası, tayt giymesi nedeniyle şişkindir:

“Allaaa belasini versun, kocaman adam şeyini şişurmiş!”

Teyzem bir bakış fırlattı ve lafı patlattı:

“Bale yapayurler de ondan şişeyur!”

19 Ocak 2010 Salı

Neden Kıydılar Brucella'ya?


Brucella’yı ilk olarak 7-8 yaşındayken tanıdım. O zamanlar onun hakkında hissettiklerim çok farklıydı. Çocukluğumun mitlerindendi. Tek bir filmini bile görmemiştim. Sadece kulaktan dolma bilgilerim vardı. Bu bilgilerden yola çıkarak kendi kendime efsane yaratırdım.

Brucella kim mi?

Bruce Lee canım… Ne bileyim, o zamanlar herkes Brucella derdi, öyle söylerdi, ufak abim de Brucella derdi. Ya da Buruçle derlerdi. :)

Dünyanın en güçlü adamıymış. İnsan değildi galiba. Kurşun geçirmiyormuş. Asla öldürülemiyormuş. Yeryüzüne öyle bir varlık hiç düşmemiş daha önce. Çok pis adam pataklarmış. Hatta öyle ki, ölümünün, bir uçurum başında onlarca kişi tarafından sıkıştırılıp sayısız kurşun darbelerini yemesine rağmen yıkılmayıp en sonunda o uçurumdan aşağı denizin sert kayalıkları üzerine düşerek gerçekleştiği söylenmişti.

Çok üzülmüştüm.

Brucella’dan ne istiyorlardı ki?

Brucella ne yapmıştı onlara?

Neden öldürmüşlerdi Brucella’yı?

Delikanlılığa sığar mıydı?

Öyle üzülmüştüm ki… Herkes Brucella’yı anlatsın isterdim.

Büyük adamdı Brucella.

Ne adamı yaa, adam bile değildi, bu dünyaya ait olmayan, insan olmayan bir varlıktı.

Riverside - Naif ve Ölümcül

Bazıları için müzik bir hayat gibi. Hayatın en dolu anlamlarından biri. Kimileri için duygunun ta kendisi. Bazen kendi iç dünyamızın yansımalarıdır ve haykırışlarıdırlar. İçinizde birkaç tahta eksiktir ve o eksikliği tamamlayan en sert kalaslar gibidir müzik. Sizi şu an bulunduğunuz yerden alır ve götürür farklı dünyalara. Sirius’a kadar..

Bazen sessizce otururken, tüm hayatınızı gözden geçirirken ve bir şeyleri sorgularken bir sonuca varırsınız. Düşünürsünüz dibine kadar. Rüyalara ve hayallerinize uçmak istersiniz. Peki böyle bir ruh dünyasının müzikal tercümanlığını nasıl bir müzik yapabilirdi?

Sizlerinkini bilemem tabii ki. Ama kendiminkini biliyorum. Polonyalı Progressive Rock/Metal grubu ve günümüzün modern Pink Floyd’u sayılabilecek Riverside isimli grubun yaptığı sanattır, tercümanlığımı yapacak olan.

Dibine kadar hassas ve naif. Ve bir o kadar ölümcül..

Gruba dair bilgiler ve daha önceden yazmış olduğum yazı:

http://kayipzamaninpesinde.blogspot.com/2009/08/riverside-ruya-ya-da-gercek.html




15 Ocak 2010 Cuma

Eternal Beloved – Sevgi, Zaman, Reenkarnasyon


Ölüm saatinin belirsiz olduğu söylenir…

Ama bunu söylerken, bu saati belirsiz ve uzaktaki bir boşluk gibi hayal ederiz. Şu an için yaşadığımız gün ve saatte herhangi bir ilişkisi olabileceğini düşünemeyiz. Havanın, hayatın oldukça güzel, yerinde ve cıvıl cıvıl olduğu bir günde, ölüm fikrini aklımıza dahi getirmeyiz.

Bazı anlarda bu sonun gelmesi halinde neler olacağını hayal ederiz.

Nelerin değişeceğini…

Öyle bir anda neler hissettiğimizi…

Genelde sevginin de kendine has ağırlığını, intikam korkusunu kafasından atamayanlar, ölümle ilk karşılaşmada tanıdık ve bildik bir şeyler bulabilirler belki de. Hayat her zamanki gibi yaşanırken ve zamanlar geçerken, ölümün ilk darbesini ne zaman vuracağı, bizim için ne kadar önemli olabilir ki? Eğer ki yıllar sonra farklı bedenlerde ve aynı kutsal mabette bir araya gelinecekse.

İçten gelen sevgi belki de sessizlikte. Bir çay testisinde… Çay fincanında.. Sıcak ya da soğuk. Sevgi ya da çayın sıcaklığı, soğukluğu. Demlenmesi gereken. Hiçbir duygu barındırmayan bir bakışlar silsilesidir belki de gelişmekte olan ve içten içe kalbe oturmaya başlayan aşk.

Bize bilinmeyen bir şeyi gösteren hayat,
Henüz yıkılmamış son bir hayal,
Daima caziptir…


Ölüm sonrası bir bedende sıkışıp kalmak, kutsal mabedin kutsal ağacının eteğinden ayrılmamak. 50 yıl boyunca gerçek aşkı beklemek. Ya beklenen sevgili? Belki de farklı bir bedende. Kendisinin de farkında olmadığı.

Günlerce, haftalarca tek bir kelime etmeden duygusuz bir şekilde dikilip durmak ve karşıdan gelen derin sevgi bakışlarının altında açelya desenlerinin mimarlığını yapmak, bunlara katlanabilmek. Sevgi bakışı atan için acı bir sabır meyvesi. Minicik bir tepkisini görebilmek. Ufak bir gülümseme. Tüm dünyadaki mutluluğa bedeldir, kim bilebilir?

Bazen insanlar üzerindeki gözlemlerimizden “yanılgılar” ortaya çıkar. Baktığımızda bir “yanılgı” hissi içimize oturur. Bazı insanların olmadıkları ama olmak istedikleri kimliğe uygun bir görünüme bürünmelerinden, uygun davranışlar göstermelerinden kaynaklanır.

Üst üste binen çağrışımlar bir mesaj verir bizlere. Tüm denklemi, tüm aşk denklemini çözmemizi. Bir günümüzden, bir geçmişten, bir de geçmişin geçmişinden üst üste binen benzer hikayeler, dejavu hisleri.. Peki ya Jamaisvu? Hayır. Sevginin kendisi. Açığa çıkmayı bekleyen.

Hayatımıza yer yer sinen sessizlik…

Suskunluk…

Sükutun bir “güç” olduğu söylenir.

Diğer anlamda, sevilenlerin emrinde korkunç bir güçtür.

Bekleyenin sıkıntısını arttırır. Sessizlik, aşılması en imkansız engellerdendir.

Aynı zamanda bir işkencedir.

Hapiste işkence yöntemi olarak kullanılsaydı delirtebilme fonksiyonuna fazlasıyla sahip olurdu.


Sevdiğimiz kişilerin sessizliğine maruz kalsaydık?

Suskunluktan da ağır…

Dünyanın en ağır işkencesi olurdu.

Ya da sonsuz sevgilinin hayat hikayesinde olduğu gibi…


İçten gelen sevgi belki de sessizlikte. Bir çay testisinde… Çay fincanında.. Sıcak ya da soğuk.

“Çay soğudu. Senin için yenisini demleyeyim.”

14 Ocak 2010 Perşembe

Kamelot - One Cold Winter's Night

Progressive Power tarzındaki müziğini senfonik öğelerle besleyen Kamelot kendi tarzında en beğendiğim grupların başında geliyor. Son albüm The Ghost Opera’yı aylarca kulaklarımdan düşürmemiştim. Vokalistleri Roy Khan ise tam anlamıyla mükemmel bir ses. Bir grubun müziği bir vokal ile bu kadar güzel örtüşebilir. Grup Amerikalı ama Roy Khan Norveçlidir. Opera eğitimi aldığını söylemekte fayda var. Norveç Oslo’da verilmiş meşhur “One Cold Winter’s Night” isimli DVD’lerinden birkaç parçalık kuple…

İlk videoda Epica’dan tanıdığımız Simone Simmons Roy Khan ile düet yapıyor. Epica’nın grup olarak ismini Kamelot’un ‘Epica’ isimli albümünden aldığını ve Simone’nin deli bir Kamelot fanı olduğunu belirtelim.

Epica Türkiye’ye konsere geldikten sonra Simone ile bir röportaj yapılmıştı. Türkiye’de unutamadığı anısı sorulduğunda şarkıyı seslendirirken seyircilerin arasına girdiğinde erkeklerin ona deli gibi sarkmasını ve dil atmasını anlatmıştır ki ayrı bir Taksim muhabbeti çıkar bundan. :)








Halef – Selef


Futbolda bu tarz görüntüleri gerçekten çok severim. Futbolun sadece kavga, öfke değil, aynı zamanda sıcak bir his olduğunu anlatmaları açısından severim.

Bundan yaklaşık 2,5 yıl önce Tobias Linderoth Galatasaray’a geldiğinde kendisinden çok şey bekleniyordu. Defansif orta saha göreviyle konumunda rakipsiz görülüyordu. Ama olmadı maalesef. Daha önce bir kere bile neşter yememiş bir futbolcu olan Linderoth’un Galatasaray’da başı neşterden eksik olmadı. Tobi’nin yeşil sahada Galatasaray’a bir katkısı olmadı ama 2007-2008 döneminde Mehmet Topal yaptığı çıkışla şampiyonluğun gizli kahramanıydı. Bu gizli kahramanın akıl hocası, öğreticisi ve yol göstericisi bir nevi Linderoth’du. Mehmet Topal o dönemlerde yaptığı çıkışta Linderoth’un da payı olduğunu, ondan çok şey öğrendiğini söylemişti. Anlayacağınız bir nevi halef - selef tadı almıştık...

Resme o gözle bakmak oldukça güzel. Usta ve çekirge hesabı…

Galatasaray’a II. Aussie – Lucas Edward Neill


Bir buçuk yıl önce bir Aussie adım atmıştı İstanbul’a. Galatasaray taraftarları inanılmaz heyecanlanmış, rüya alemine dalmışlardı. O adam da oyuna girer girmez dokunduğu ilk topu gol yapmıştı. Rüya gibiydi. Sonrasında o tüm Galatasaraylıların her şeyi oldu. O Galatasaraylıların değişilmez Aussie’siydi. Harry Kewell’ıydı. Avustralyalısıydı.

Kewell’ın milli takımdan arkadaşı Lucas Neill artık Galatasaray’da. Takımın II. Aussie’si. Kral I. Aussie’nin tahtına aday olur mu, taraftar onu bağrına basar mı, kahramanı olarak görür mü, tahtta bir yer açar mı bilinmez ama Galatasaray’ın iki yıldır kanayan yarası olan defans bölgesinin ortasına kuvvetli bir pansuman yaptığını söyleyebiliriz.

Galatasaray’ın stoper bölgesi için çok isim geçti. Büyük isimler de vardı aralarında. Kimler yoktu ki medyaya göre listede. Marquez, Kompany, Colloccini, başına havlu sarmış ıslak Khalid, Gidon, Bidon, Balon, ne ararsanız… Onca önemli isim peşi sıra taraftarlara boca edilince haliyle beklentiler yükseltilmişti. Neill de malumunuz bir iki yıldır transfer gündeminden eksik olmuyordu. Böyle bir isimi almak muhakkak bazı Galatasaray taraftarlarını fazla memnun etmemiş olabilir. Psikolojik anlamda doyurucu bir transfer haberi olmamış olabilir. Unutmamalı ki sezon ortasında çok üst düzey bir oyuncuyu almak mali anlamda bayağı sıkar. Yedirmezler kolay kolay.

Ama önemli olan nedir? Tabii ki bir takımın sorunu, ihtiyacı ve ilgili sorunun çözümünü sağlayabilmek için gerekli pansumandır. Galatasaray’ın iki yıldır stoper bölgesinde nasıl sorunlar yaşadığını çok iyi bilirler futbolseverler. Bu öyle kanamış bir yaraydı ki geçen yıl UEFA yolunda elde olan bir turun uçup gitmesine neden olmuş, muhtemel bir kupadan mahrum bırakmıştı takımı. Stoper bölgesi de bir takımın en kritik ve en istikrarlı olması gereken bölgelerinden biri. Bu kadar kritik bir bölgede iki yıl boyunca Servet dışında tek bir istikrarlı adam çıkmamışsa, böyle bir takımın hayatta kalması bile mucize. Öncelikle Lucas’ın bu hastalığı kökünden söküp atacağına, Servet gibi istikrarı sağlayacağına inanıyorum.

Peki Lucas Neill Galatasaray sistemine uyar mı, pas futboluna uyum sağlar mı? Onu izlemeden bilemeyiz. Şimdiden bir öngörüde bulunamayız. Hem bir bölgede iki yıl boyunca istikrarı sağlayabildin mi de sisteme uyar mı, pas futbolu yapar mı diye düşüneceğiz? Yeter ki sözleşmesi boyunca çatır çatır oynasın, durmaksızın oynasın II. Aussie. Fizik yapısı belki Servet gibi olabilir ama Servet’e nazaran dar alanda daha hızlı ve daha iyi pas yapan bir oyuncu. Öte yandan Servet’in bulaştığı riskli işlere hiç bulaşmayan, sağlamcı oynayan bir adamdır Lucas. Savaşçı ve mücadeleci bir oyun karakterine sahip olmak ile birlikte, takımın defansif örgüsünü toparlayabilecek ve yönetebilecek liderlik vasfına sahiptir.

Bu transferde emin olamayacağım önemli bir şey var. O da Lucas’ın Galatasaray ile ne kadar aidiyet bağı kurabileceği. Malum, zamanında Galatasaray onu çok istemesine rağmen, özellikle bu sezon başında almak istemesine rağmen, 10 yıllık EPL kariyerine sahip olduğu için EPL'i bırakıp gelmek istememişti. Bulunduğu takımlarda sözleşmesi biterken sözleşmede yazan tutara göre düşünen bir oyuncuydu. Şimdi Galatasaray paragöz adamları da sevmez bilirsiniz. Hani, parayı sevsin ama Galatasaray’a aidiyet bağı ile bağlı olacak mı? Kanını son damlasına kadar dökecek mi? Tıpkı Kewell ve Baros gibi!

Umarım Kewell’ın ve milli takımda bir dönem birlikte çalıştıkları Neeskens’ın varlığı onun için itici bir güç olur. Umarım bu transfer Kewell’ın takımda kalma güdüsünü güçlendirir. 10 yıllık EPL tecrübesinin takıma katacağı çok şey olacaktır muhakkak. Peki taraftar onu sevecek mi? Ama eminim ki o taraftarı çok sevecek. O coşkunluğu ve ruh halini görünce o da umarım bizden biri olacak. Umarım!

13 Ocak 2010 Çarşamba

ONCE - When Your Mind's Made Up





The Frames (İrlandalı Rock grubu) isimli grubun has adamı Glen Hansard ile Çek müzisyen Marketa Irglova’nın başrolde yer aldıkları “Once” isimli film en etkilendiğim filmlerden biridir. Bu uğurda ikilinin film boyunca bir çok şarkısına tanıklık ediyoruz. Filmde yer alan parçalardan biri ise “When Your Mind's Made Up” isimli parça. Filmi izlerken ilk duyduğum ve gördüğümde kalakalmıştım. Müthiş bir performans. Filmde elemanlar kendi imkanlarıyla kayıt stüdyosuna girerler. Ekranda gördüğümüz kayıt ile ilgilenen mixer ise, en başta elinde dergi, bunları umursamaz bile. Bildiğin yeni yetme, öylesine heves sahibi gruplardan biri gözüyle bakar. Ama elemanlar çalmaya başlayıp yavaş yavaş havaya girince mixerimiz birden dikiliyor ve bu çocuklarda iş var moduna girip bir anda ciddiyete bürünüyor. :)


Filmden başka bir görüntü:




http://www.imdb.com/title/tt0907657/



Mario Puzo’dan Aile


Dinler insanoğlunun afyonu mudur? Yoksa erk sahiplerince kullanılan bir kontrol aracı mı? Erk sahibi olanlar, kardinaller ve papalar ne kadar dindardır? Ne kadar samimi ve gerçekçidir? Yoksa onlar da bildiğimiz politikacılar gibi egolarla, politik manevralarla beslenmiş ve hırs denen sıvıyı şırınga ile damarlarına zerk etmiş kötücüllerden midir?

Peki ya Rönesans dönemine yelken açan olaylar silsilesi? Avrupa için karanlık çağ olarak da nitelendirilebilecek Orta Çağ döneminin çürüklüğünden ve kofluğundan Haçlı Seferleri’ne kadar yaşanan saçmalıklar?

Bir insanın kazanması gereken en önemli savaş kendi özgür iradesini gerçekleştirmek için vereceği mücadeledir. Çünkü aşk hiç silah kullanmadan özgür iradeyi çalabilir. Birinin malını, servetini hatta hayatını almak onun özgür iradesini elinden almaktan çok daha küçük bir suçtur. O olmadan yalnızca kendi ihtiyaçlarının bir kuklası, bir başka adamın kamçısına teslim olmuş bir hayvandır.

O dönemlerin ahlak anlayışı peki? Papa ve kardinaller deyip geçmemek lazım. Evlilik dışı çocuk sahibi olmalar, geleceğe yönelik olarak politik gücü ve çıkarları güçlü kılmak için yaptırılmaya zorlanan evlilikler, bu evlilikler öncesi sergilenen ensestlikler. Borgia ailesinin ekseninde olduğu garip olaylar silsilesi.

Borgia Ailesi


Kitap, 1431-1503 yılları arasında yaşamış Papa VI. Alexander merkezinde geçiyor. Papa olmadan önce adı Rodrigo Borgia idi. 1492 yılında papa seçilmiş ve ölene kadar bu görevde kalmıştır. Mario Puzo ise bu gerçek karakter ve ailesinden yola çıkarak müthiş bir esere imza atıyor. Puzo bir çok eserinde olduğu gibi aile denen kavrama çok önem veren ve bu uğurda önemli hikaye örgüleri sunan bir isim. Mafyayı anlatırken bile aile içindeki sadakatten, birlikten ve yıkılamaz bağlılık örgüsünden dem vurur. Bu eserde de Rodrigo Borgia’nın, yani sonraki adıyla Papa VI. Alexander’ın aile birliğini korumak için neler yaptığından bahsediliyor.

Neler olmuyor ki?

Politik çıkar amacıyla kızını bir dükle evlendirmeden önce kendi kızı Lucrezia’nın öz oğlu Cesare ile birlikte olmasını isteyen. Bunu bir nevi Baba, Oğul ve Kutsal Ruh benliği altında uygulatan ensestlik. İlhamını eski Mısır’ın kardeş iki ismi olan Osiris ve Isis’in cinsel birleşmesinden alan ve yarattıkları saf kandan bahseden. Ve kendi evlatlarının gözleri önünde sevişmesini, birleşmesini isteyen, buna şahit olmak isteyen. Ve de başaran!

Hemen akabinde kızını dükle evlendirdiğinde bir papa ve iki kardinal ile evliliklerini iyice resmileştirecek bir olay olan cinsel birleşmelerine şahitlik eden. O dönemlerde bu tür evliliklerin gerdek geceleri şahit olmak için çıplak gözle izlenirdi. Böyle bir dini anlayış! Güç, iktidar ve ego her yerde bir. Her yerde hastalıklı ruha sahip.

Eserde Osmanlı İmparatorluğu’na da yer verilmiş. Özellikle başa bela olmasın diye II. Bayezid tarafından papalığa gönderilen Cem Sultan’dan da bahsediliyor ve o da karakterlerden biri.

Eserde Puzo’nun cesareti ve bahsettikleri karşısında şaşırdım kaldım. Aforoz edilmemesine şaşmak gerek. Bir papanın iğrenç işlere imza atmasını, sırf gücü elde tutmak için ensestliğe sebep olmasını aktarmak kolay bir iş olmasa gerek. Puzo’ya göre Papa VI. Alexander aslında ilk Don’dur. Yani ilk mafya babasıdır. İlk yelkeni o açmıştır. Borgia ailesi ona göre İtalya tarihinin en büyük suç ailesidir.

Ahlaksızlık, ihanet, cinayet, sarsıcı bir aşk ve elbette aile değerleri ile dolu olan baştan sona şok edici bir ziyafet. Puzo’nun son eseri. Böyle bir eseri yazabilmek sapına kadar cesaret gerektirir.



Alexander, “Biz bir aileyiz” dedi çocuklarına. “Bir ailenin sadakati her şeyden ve herkesten önce gelmelidir. Birbirimizden haberdar olmalı, birbirimizi korumalı ve en önemlisi de birbirimize bağlı olmalıyız. Çünkü eğer bu sorumluluğu şerefimizle yerine getirirsek, asla mağlup olmayız ama eğer bu sadakat konusunda bir an bile tereddüt edersek, hep beraber mahvoluruz…”


12 Ocak 2010 Salı

Goemon – Japonya Tarihinin Sinemada Görsellikle Buluşması


Yıllardır Japonya ve Samuray tarihi, kültürü, felsefesi ile iç içe oldum. Uzun yıllar araştırmış ve 2002 yılı sonunda buna dair araştırmalarımı bir nevi kitap formatına indirgemiştim. Bu eserim başlangıçta 1000 sayfaya tekabül ederken oradan buradan kırparak 350 sayfaya indirmiş ve bazı yayınevleri bulmuştum. Sonrasında bazı problemler olmuş, iş ve ailevi hayat, şirkette her geçen gün yetkilerimin artması, ağır sorumluluklar derken bunca emeği kitaplaştırmak konusunda tam bir azimsizlik örneği sergilemiştim. Onca bilgi ve emek hala bir kenarda duruyor. Kitaplaştırma konusundaki tembelliğim had safhada.


Tüm bunlar yaşanırken daha yeni izlediğim bir film olan “Goemon” beni görselliği ile birlikte uzun yıllar araştırdığım bir konunun parçası olması nedeniyle etkiledi. Uzakdoğu filmlerinin kendine has görselliğini, müthiş renk kullanımını, usta bir şekilde çekilmiş aksiyon sahnelerini, muhteşem görsel manzaralarını az çok bilirsiniz. Bu güzellikleri Japonya ve samuray tarihinin gerçekliğiyle iç içe geçirdiğinizde haliyle benim gibi konu hakkında çok bilgisi olanların etkilenme katsayısı artıyor. Sizler için bahsi geçecek bir çok isim çok yabancıyken ve isimleri hep aynıymış gibi görünürken, benim için her bir isim çok farklı şeyler anlatıyor. Çünkü birazdan adlarını tek tek geçeceğim tarihi kişiliklerin her birinin tek tek gerçek hayat öykülerini ayrıntılı bir şekilde biliyorum.

Öncelikle filmin senaryosu ya da konusu müthiş diyemem. Çok özel de diyemem. Bu anlamda etkilenebilirsiniz diyemem. Ama görsellik açısından etkilenmemek imkansız. Avatar gibi görselliklerin yanında bu filmdeki görsellikler daha fazla hoşuma gidiyor.

Film Japonya tarihinin kırılma anlarından birine karşılık gelen 1582 yılı ile giriş yapıyor. O dönemlerde geçiyor. Filmin asıl özelliği, o dönemde yaşamış en önemli Japonya tarihi karakterlerinin filmde yer alması. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini incelerken en paşa üç padişah kimdi diye sorulsa, verilecek cevap bellidir: Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman. Bu üç isim Osmanlı İmparatorluğu’nu ne kadar büyütmüş ve etkide bulunmuşsa Japonya feodal dönemine aynı anlamda damgasını vurmuş üç isimden bahsedebiliriz: Gaddarlığı ve otoritesi ile nam salmış Oda Nobunaga, tam bir politikacı olan ve Japonya’yı kendi döneminde birleştiren Toyotomi Hideyoshi ile oldukça ılıman bir politika benimseyerek yüzyıllar süren Japon iç savaşları dönemine son noktayı koyarak iki yüz yıllık barış dönemini getiren Tokugawa Ieyasu. Sengoku Ciday olarak isimlendirilen İç Savaşlar Dönemi’nin sonlandırılması o kadar da kolay değildi. Çünkü yüzyıllardır kendi içinde savaşan sayısız klanın varlığını, samuray ruhlarını ve akabinde tek bir çatı altında toplanabilmelerini kabul edebilmek, o dönemi çok iyi bilen kişiler için kolay değil.


Karakterler bu üç isimle sınırlı değil.

Japonya’ya çay töreni ve sanatını getiren Rikyu Sen, dönemin en önemli ninja eğiticilerinden biri olan Hattori Hanzo, Oda Nobunaga’yı öldürerek Japonya tarihini kökten değiştiren isimlerden biri olan Akechi Mitsuhide, Japonya tarihinin diğer önemli figürlerinden biri olan Mitsunari Ishida.

Bu karakterlerin hepsi filmde yer alıyor ve gerçek tarih örgüsü filmde bir nebze yerli yerine oturuyor. Hattori Hanzo şu Kill Bill’deki eleman değil mi, o hayal ürünü değil mi diye sorabilirsiniz. Kill Bill’de fantastik bir dokunuş vardı. Halbuki Hattori Hanzo Japonya tarihi için çok önemli olan, 1542 – 1596 yılları arasında yaşamış zamanın çok meşhur bir istihbarat ajanıdır. Tokugawa Ieyasu’nun hayatını kurtararak aslında 200 yıllık barış döneminin gizli kahramanıdır.

Japonya tarihini bilmeyenler için içerik üstü kapalı gelebilir. Ama konuya oldukça hakim olduğum, o dönem inanılmaz şeyler yaşandığı ve bunlar beni çok etkilediği için, o dönemin karakterlerine beyaz perdede abartılı bir görsellikle tanımlanmış bile olsa tanıklık etmek benim için hoş bir sürpriz oldu.


Filmin konusunu uzun uzun anlatmama gerek yok aslında. Akechi Mitsuhide suikastla Oda Nobunaga’yı öldürünce ipler Toyotomi Hideyoshi’nin eline geçer ve Tokugawa Ieyasu da arka planda sağlam hamlelerini yapmaktadır. Tıpkı gerçek Japonya tarihinde olduğu gibi. Ama Akechi’nin ilgili suikastının arka planında gizemli olaylar yatmaktadır. Çocukluk arkadaşlıkları ve çocukluk aşkları da işin tadı, tuzu, biberidir.

Goemon, sadece görselliğiyle bile ilginizi fazlasıyla çekebilecek bir filmdir. Bir çok insan için görsellik anlamında belki Avatar rakipsiz olacaktır ama beni daha fazla etkileyen görsellikler ve renk kullanımı bu be kardeşim! Tıpkı Jet Li’nin Hero’sunda kullanılan müthiş görsel efekt ve renklerde olduğu gibi…

Filmin özünü anlayabilmek için Japonya’yı, tarihini, Japon toplumunun yüzyıllar boyunca yaşadığı acıları bilmek gerekiyor. Film aslında fantastik öğeleri barındırsa bile özünde gerçekliğin ta kendisini yansıtıyor. Bu gerçeklik şiirsel ve epik bir destan havasında yansıtılıyor.

Japonya yüzyıllar önce bitmek bilmeyen savaşlar, dökülen kanlar, veba, verem, salgın hastalıklar ve depremlerden dolayı her zaman ölüm ile iç içe olmuş ve ölüm ile kardeş olmuştur. İnsanlar çok acılar çekmiştir. O dönemin feodal beyleri (daimyo) sinsi planlarıyla klanlarını ön planda tutmak istemiş, politik bir çok oyunlarla suikastlara, cinliklere imza atıp durmuş. Yüzyıllar boyu ego çekişmelerinin acısı halktan çıkarılmış. Filmde verilen mesajlar günümüz dünyasına çok şey ifade edecektir. Göreceksiniz, dünyanın bir köşesinde, 15-16. yüzyılda dünyanın kendisinden bir haber olduğu ufak bir adasında yüzyıllar önce yaşananlar ve o insanların kaderi günümüz insanlarından pek farklı değil. Çekilen acılar evrensel!

Filmin final sahnesinde yaşananlar, Hideyoshi’nin ihanetinin iç yüzü, doymak bilmeyen ego ve kişisel hırslar, toplumlar üzerinde yaratacağı infialler nedeniyle oldukça evrensel. Aslında gerçek bir Japonya tarihi ama yaşananların özünden gelen bir!

Filmin sonunda donup kaldım, inanılmaz etkilendim. Çünkü verdiği her mesajı dibine kadar alıyor ve hissediyordum. Finalde kahramanımız Tokugawa Ieyasu'ya yemin etmesini söylüyor, bu savaşlara son vermesi, artı kan dökülmemesi, daha mutlu bir dünya kurulması için. Japonya savaşlar dönemine son veren bir isim olan ve 200 yıllık müthiş bir barış dönemini getiren Ieyasu'ya bu sözü, isteği iletmek ustaca bir manevraydı. Oldukça etkileyici bir sahneydi ve dizlerimin bağı çözüldü.


http://www.imdb.com/title/tt1054122/

Şerefsiz Olacak Çocuk!


Çocukluk zamanlarımdan hatırladığım en ilginç şeyler, ta o zamandan hayal gücü ile beslenen, sürekli kafasında bir şeyler tasarlayan ve anlamlandırmaya çalışan, hayal gücü yüksek bir velet olmam.

Yatağımda uyurken bakışlarım sürekli halının ve perdenin desenlerine takılırdı. Halı ve perdede gördüğüm desenlerden anlamlar çıkarırdım. Halının üstündeki her şekil bana bir şeyler ifade ederdi.

Bir şekil vardı ki, ondan çok korkardım. Onu bir yaratık, bir canavar olarak değerlendirirdim. Sanki halıdaki bir desen olmaktan çıkıp birden bir yaratığa dönüşecekmiş gibi hissederdim ve yorganı kafama çekerdim. Nefes nefese kalırdım, terlerdim.


Gördüğüm rüyalar çok ürkünç olurdu. Sanki rüya değil de gerçekleri yaşamışım gibi. Hatta öyle ki, gördüğüm bazı rüyaları gerçekten yaşadığımı düşünürdüm. Anneme ve ağabeylerime durumu anlatırdım, ama oralı bile olmazlardı. Gerçekleri nasıl göremezler derdim.

O rüyalar hala aklımdadır. Bir tanesi hele hiç aklımdan çıkmaz. Rüyamda, yatağımdan kalkıyorum ve hole giriyorum. Ufak ağabeyimi sadece şortla görüyorum ve bedeni çıplak. Birden göbek deliğinin olduğu yerde acayip bir ağız çıkıyor. Kocaman bir ağız içi ve oldukça ıslak bir dilden ibaret. Elimi o ağza doğru götürüyorum ve o dil elimi kavrıyor, elim yapış yapış oluyor, iğrenç bir duygu ve hissediş.

Altıma ediyorum nerdeyse korkudan.

Ve ben bu rüyayı aslında bir rüya değil de bir gerçek olarak kabulleniyordum. Haliyle bunu anlatınca, oralı bile olmuyorlardı.


Diğer kabuslarımdan biri ki, bu gerçek bir kabustu, rüya değildi; babamın işten gelmesiydi. Eğer babam bir çikolatayla, fındıkla ya da basit bir oyuncakla gelirse dünyanın en mutlu çocuğuydum. Ama daha sonrasında yaşanacaklar benim için kabustan farksızdı. Çünkü, babam ne zaman üstünü değiştirip yemeğini yeyip divana kurulsa, beni hemen yanına yatırır ve elini erkekliğimin gücüne bırakırdı.

Sürekli oynardı.

Sürekli…

Ya o yatana kadar ya da ben yatana kadar.

Öyle rahatsız edici bir duyguydu ki.

Bazen oynamayı kessin diye uyuyor numarası yapardım.

Çocukken tam anlamıyla bir zeytin canavarıymışım. Deli gibi yermişim. Ne zaman misafirliğe gitsek, hemen bir kase zeytini önüme sürerlermiş ve hepsini ekmeksiz afiyetle götürürmüşüm. Öyle sessiz, sakin, yumuşak başlı, kedi gibi bir çocukmuşum ki, komşular hastaymış bana. Keşke bizim de böyle çocuğumuz olsa derlermiş.

Annem beni nereye uyumaya bıraksa, kedi gibi sinip uyurmuşum. Sallamalarına, ninni söylemelerine ya da “eee eee eee eee, uyusun bebeğim” demelerine gerek yokmuş. Bırakılır bırakılmaz, Bezgin Bekir gibi uykuya dalmam uzun zamanı almazmış. Annem benim gibi 10 çocuğu bir anda büyütebilirmiş!

Hey gidi hey! O velet, ileride huysuz bir ihtiyar olacakmış da kimse bilmiyormuş! Ne de olsa annemizin karakteri! Ondan da genetik bir şeyler kapmışsak ne yapalım yani…


Ruhuma en çok işleyen şeylerden biri ise, deli bir okuma ve yazma isteğiydi. 4 yaşında bir velettim, okula daha vardı ve okuyabilmem imkansızdı. Ta o yaştayken, anneme bir defter, kalem ve silgi aldırmış, ağabeylerimin kitaplarına bakarak, aynısını yazmaya çalışıyordum.

Yazar olacak çocuk, daha o yaştan belliymiş!

O kalemin görüntüsü, o silginin kokusu, defterin kendisi bana öyle muazzam gelirdi ki, hiçbir şey olmasın onlara isterdim. Onlar benim için muazzam bir şeydi. Paylaşılamazdı. Bu dünyanın ötesinde şeylerdi.


O dönemler aynı zamanda Shogun isimli bir diziye kendimi garip bir şekilde kaptırdığım bir dönemdir. Dizi ne zaman başlasa dünyadan yalıtıyordum kendimi. Ama dikkatimi çekiyor ki, televizyonda diziyi izlerken konuşulanları net duyamıyordum! Kulaklarım ta o zamandan sorunluydu ve ben bunun farkında bile değildim. Bana normal geliyordu.

Çünkü aslında şöyle düşünüyordum: “Televizyonun sesi aşırı kısık, evde zaten kimse duymuyor, baba böyle istiyor, riayet edilmeli!”


Shogun’a dönersek, Skinoski karakterinin hastasıydım. Hele bir de abim, o samurayların kendilerini zamanı gelince öldürdüklerini söyleyince, ben şok olmuştum. O an abim gözüme çok farklı bir varlık olarak görünmüştü. Vay be, bunu biliyor diye. Ve daha fazla açıklama yapmasını isterdim. Tabii o da ufak olduğundan fazla açıklama yapamazdı.


Bir akşam babam eve aksaya aksaya gelmişti. Kış mevsimiydi, her taraf buz tutmuştu. Elbiselerini değiştirirken kalçasında koca bir bandaj görmüştüm. Meğer buzlu yolda ayağı kaymış ve kıçına koca bir kıymık batmış. Çocukluğun saf düşüncesi zihnimden ayrılmadığı için fesatça ve dalga geçilecek şeyleri düşünebilecek bir yapıda değildim. Yoksa şimdi olsa nasıl da dalga geçerdim!

Bir de ufak ağabeyimin evimizin balkonundan düştüğünü hatırlıyorum. Hem de 4. kattan. Hemen aşağısı yumuşak bir toprak ve çimenlik olduğu için ucuz yırttı.

Ufak ağabeyim muazzam yaramazdı. Belki de dünyanın en yaramaz çocuğuydu. Bir keresinde, dışarıdan uzun bir kablo ve ucuna bağlı lamba getirmişti. Banyoya girmiş, güya o ışık altında romantik bir banyo yapacaktı. Ben de onu izliyordum. Girdi leğenin içine, elinde o kablo ve ucunda lamba. Kablo elektriğe bağlanmış, lamba romantik ve seksi bir şekilde yanıyor. Sonra o lamba çat diye leğene düşer ve abim bir anda çığlıklar atarak titremeye başlar.

Acayip bir titremedir bu. Break dansının kralı gibiydi.

Ben de şok gözlerle anneme bağırırım:

“Anneeee, abim çok feci titriyoooooo!”

Tabii çığlığı duyan anne zaten koşturmuştur ve bir anda fişi prizden çıkarması bir olur.

Ufak ağabeyimiz yine şanslıdır, yırtar.

Ama onun ufak kardeşi Atilla çok şerefsizdir. Söz konusu olayı tüm arkadaşlarına anlatır ve o titreme anını taklit ederken tüm arkadaşlarını gülme komasına sokar. Sanki velet orada ölümden dönmemiş gibi (nerden bilecektik, çocukluk işte) ben o titremelerinden ta**ak konusu çıkarıyordum. Arkadaşlarım da her seferinde o titreme anını taklit etmemi istiyorlardı. Benim de hoşuma gidiyordu!

Boru mu!

Arkadaşlarım bana taptı. Yaptığım bir şeye bayıldı! Süperim ben ulan! Abim çarpılmış, titremiş, ölümden dönmüş; umurumda mı!

Nereden bilecektik ki?



Hayat böyle sürüp gidiyordu. Gün geldi, babam, “İstanbul’a gidiyoruz, tayinim oraya çıktı” dedi. Ki 6 yaşıma kadar Rize'de yaşamıştık.

“Hımmm, İstanbul” demiştim.

Acaba nasıl bir yer?

Öyle bir bahsediyorlardı ki, sanki ayrı bir şehir, ülke, bambaşka bir gezegendi. Köprüsü vardı, trenleri vardı. Acayip bir yermiş!

Görecektik tabii ki…

İstanbul’u…



Not: “Resimde Küçük Ömer’e benzemişsin lan” diyeni vururum!

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails