26 Kasım 2009 Perşembe

Beşiktaş’ın Manchester United Karşısındaki Galibiyetinin Düşündürdükleri


Manchester United’ın Türk takımlarından çektiği kadar hiçbir takımdan çekmediğinin edebiyatına girmeyeceğim. Beşiktaş belki bir nevi Çanakkale geçilmezi oynamış olabilir. 90 dakika boyunca Fink’in şutu dışında bizi heyecanlandırmamış olabilir. Çok genç oyuncularla oynayan, üst üste ataklar yapan, kaleye 27 tane şut gönderen Manu’ya karşı ofansif anlamda tamamen etkisiz almış olabilir. Futbolun cilvesi tecelli etmiş de olabilir. Ama bu futbola dair bazı gerçeklerin konuşulamayacağı anlamına gelmez. Beşiktaş’ı haklı galibiyetinden dolayı kutluyorum. Bu sonuca çok sevindim ve dünkü maçta heyecanla kendilerini destekliyordum. Fink’in kaçan gol pozisyonunda bile saçımı başımı yolmuştum.

Manchester United – Beşiktaş maçına dair en çok dikkatimi çeken bir numaralı unsur hiç tartışmasız maç sonundaki istatistiklerden biri oldu. Bu, her iki takımın kaç kilometre koştuğunu belirten ibareydi. Bu maçta Manu toplamda 111 km koşmuşken, Beşiktaş ise 113 km koşmuştu. Bu durum günümüzdeki futbolun iç yüzünü çok iyi anlatmaktadır. Karşınızdaki takım ne kadar güçlü olursa olsun eğer siz mücadelenizi yaparsanız, sürekli koşarsanız, mücadele gücünüzle açıkları 90 dakika boyunca yüksek konsantrasyon ile kapatırsanız, karşınızdaki rakip ne kadar üst düzey olursa olsun futbolun cilvesinin tecelli etmesi şaşırılacak bir olgu olmayacaktır.

Gelelim bu istatistik üzerinde neden çok önemle durduğuma. Şu an Beşiktaş’ın genel gidişatına baktığımızda, oynanan ülke ligleri göz önüne alındığında Beşiktaş Avrupa’nın kendi liginde en az gol yiyen takımı. 13 maçta topu topu 6 gol yemişler ki bu inanılmaz bir rakam. İlgili golün yarısını da daha iyi oldukları ve daha üstün oynadıkları Galatasaray’dan yemişler. Beşiktaş’ın bu başarısında takım savunmasının etkinliği tartışılamaz. Bu başarıyı sağlayan olgu ise sahaya dizilen Beşiktaş’ın güçlü, fizikli ve sürekli koşan oyunculardan oluşması. Sahada yer alan tüm oyuncuları koşuyorlar ve fizik olarak oldukça güçlüler.

Buradan Galatasaray’a geçiyoruz. Galatasaray ise aksine fiziksel güç ve koşma anlamında son yıllarda büyük bir düşüş içerisinde. Galatasaray’ın son yıllarda kadrosuna dahil ettiği ve içerdiği oyuncuların yapıları buna pek izin vermiyor. Galatasaray fizik olarak güçlü, sürekli koşan ve kondisyonlu oyunculardan ziyade futbolun pozitif yönünü ön planda tutan, bireysel olarak üst düzey yeteneklere sahip olan ve oyunun kaderini her an çevirebilecek oyunculara sahip görünüyor. Ama söz konusu yetenek bir yere kadar yeterli oluyor. Galatasaray’ın çuvalla gol yemesi ve yediğinden daha fazlasını atma düsturu oyun şablonu ile alakalı olmak ile birlikte biraz da oyuncu yapısına bakıyor.

Örneğin dünkü Manchester United karşısında Galatasaray’ın tam kadro yer aldığını düşünelim. Galatasaray’ın üst düzey isimlerini göz önüne aldığınızda Kewell, Arda, Keita, Elano’lu bir takımın Beşiktaş gibi defansif oynayamayacağını, bu işi beceremeyeceğini, çok koşamayacağını, dişe diş mücadele anlamında Beşiktaş gibi etkili olamayacağını söyleyebilmekle birlikte daha ofansif oynayacağını, bir çok gol pozisyonuna girebileceğini, heyecanlandırıcı bir oyun oynayacağını ve pozitif futbol anlamında dikiş tutturabileceğini öngörebilirdik. Ama bu oyun tarzı galibiyeti getirir mi sorusuna asla ‘evet’ diyemezdik.

Sonuç olarak gelmek istediğim nokta şu. Galatasaray çok yetenekli oyunculara sahip olabilir. Maçın kaderini her an değiştirebilir. Futbol anlamında defansif oynayamaz, bunu beceremez ve de pozitif futbol oynamaya bakar. Ama bunu fiziksel güç, direnç, sürekli koşma ile bezeyemediği taktirde üst düzey maçlarda ve kendisine karşı direnç koyan takımlara karşı zorluk yaşar. Beşiktaş’ın Manu’yu geçmesinin iç yüzündeki sebeplerden biri rakibinden daha fazla koşmasıdır. Hem de 113 km koşmasıdır. Galatasaray ise bu sezon oynadığı maçlarda rakiplerinden daha fazla koşan bir ekip olmamıştır. Hatta bir çok maçını 89-90 km koşarak tamamlamıştır. Galatasaray oyun sisteminin pas futbolu odaklı olması ve oyunculardan ziyade topu koşturması belki bu istatistiğe sebep oluyordur diye düşünebiliriz. Ama durum gerçekte bu değil. Sahada yer alan oyuncuların fiziksel yapısı ile alakalı. Kewell, Elano, Keita, Arda gibi isimler Galatasaray’ın en etkili ve en tehlikeli adamları fakat 90 dakika boyunca körük gibi koşacak, mücadele edebilecek fiziksel yapıya sahip değiller.

O halde yapılması gereken şey şu olmalıdır ileriye yönelik olarak. Yine yetenekli oyuncular alınsın, üst düzey oyuncular alınsın ama bu oyuncular yetenekleriyle beraber mücadeleci olsunlar, kondisyon sorunu yaşamasınlar, takım savunmasına yardımda bulunabilsinler. Galatasaray bunu gerçekleştirdiği sürece Avrupa’da bir kupa almaktan bahsedebilir belki. Fiziksel olarak iki bücür adam olan ve görüntü anlamında cılız gözüken, Barca’nın can damarını ve iskeletini oluşturan Xavi ve Iniesta bile Şampiyonlar Ligi finalinde 12-14 km koşuyorlarsa, Galatasaray yönetimi oyuncu seçimlerinde bazen bu düsturu da düşünebilmelidir.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Antichrist: Lars Von Trier’in Son Rahatsızlığı


Sinemayı yakından takip edenler Lars Von Trier’in kendisine has üslubunu ve filmlerindeki rahatsızlığını çok iyi bilirler. Sinemada kendine özgü bir dil yaratan öncü isimlerden olan Trier, hem yazıp hem de yönettiği yeni eseri Antichrist ile sinema çevrelerini şoka uğrattı.

Öncelikle filmin hiçbir kalıba bağlı kalmadığını, oldukça rahatsız edici ve sert olduğunu söylemeliyim. Film muazzam bir görüntü ustalığıyla başlıyor. Giriş bölümü tam anlamıyla bir şaheser. Ön planda olan maddelerin hemen arka planında yavaşlatılmış ayrıntılı görüntüler ve o anların çekiciliği zor ifade edilecek cinsten. Sinema dersi olarak okutmakta fayda var. Sonrasında çala kalem omuz kamerasının kullanılması ise herhangi bir kalıba bağlı kalınmadığını çok iyi ifade ediyor.


Film bebek yaştaki çocuklarının intiharı sonrası kendisini tamamen kaybeden bir anne (Charlotte Gainsbourgh) ve onu sakinleştirmeye, tedavi etmeye çalışan psikoterapist bir babanın (Örümcek Adam ve Anamorph filmlerinden tanıdığımız Willem Daffoe) etrafında dönüyor. Annenin ruh sağlığını düzeltmek için korkularının üzerine gidilmesi gerekmektedir ve en çok korktuğu mekanlardan biri olan Eden Ormanı’na gitmeleriyle olaylar gelişir.



Andrey Tarkovski’ye adanan film bir prologue, bir epilogue olmak üzere dört perdeden oluşuyor. Filmi anlayabilmek ve yorumlayabilmenin biraz güç olduğunu söyleyebilirim. Tezi için biraz cadı edebiyatına kaçan bir kadının kendi içinde yarattığı şeytanı kabul edişi ve nihayetinde bir Deccal oluşuna tanıklık ediyoruz. Filmin orijinal isim logosunda Antichrist ifadesinin sonundaki T harfinin haç yapılması, haçın kadınlık sembolü şeklinde ifade edilmesi, kadının filmde Deccal olarak betimlenmesi yurtdışında cesaret gerektiren bir iştir.

Kadın öyle bir Deccal olmuştur ki, kendisine olan güvenini ve dürüstlüğünü kaybetmiş, tüm içselliğini şeytandan almaktadır sanki. Şeytanın kötücüllüğünden korunmak için savunma mekanizmasını kullanırcasına cinselliğe soyunuyor. Bu da olmayınca özgürlüğe ulaşmak için onu bedeninden atmanın yolunu da makası kullanarak buluyor. Kocası tedavinin imkansızlığını görüyor ve bir cadıyı avlaması gerektiğini anlıyor.


Çok zor bir sinema dili. Muhteşem görüntüler. Kadınların şeytanlaştırıldığı ve oldukça rahatsız edici görüntülerle bezeli, akıl hastası bir film. Rahatsız edicilik sadece cinsellikte değil, kanlı sahnelerde de yüksek dozda kullanılmış. İlgili cinsellik neredeyse porno kadar cesur. Açık kanallarda böyle bir filmi yayınlamanın mümkün olduğunu pek sanmamakla birlikte sinemalarda nasıl gösterilebileceği de muamma.

Lars Von Trier’in olduğu her yerde arıza bir işe her daim hazırlıklı olmak lazım.

Galatasaray ve Flu Bulutlar


Uzun zamandır futbol yazısı yazmıyorum. Bunda liglerin Dünya Kupası Playoff maçları nedeniyle tatile girmesinin de etkisi vardır ama asıl sebep değildi. Bazen üst üste gelen işler, sorumluluklar, yapılması gereken uğraşlar derken ilham kaybına uğradığınız oluyor. Manisa maçının bir değerlendirmesini de yapamamıştım. Çok yoğun ve sorumluluk dolu bir iş hayatım olduğu için sürekli yazılar yazamıyorum. Vakit gerçekten çok önemli. İşten gelir gelmez evde bir şeyler karalamak hiç kolay değil. Onca işlerin ve yorgunluğun ardından bedenimi bile hissedemediğim oluyor.

Son dönemlerde Galatasaray üzerine bir çok yazı kaleme alındı. Basketbol şubesinden Arda’nın domuz gribine, divan toplantısı muhabbetinden Manisa beraberliğine kadar. Futbol dışı bir çok etkenin varlığı futbolun içine sirayet etmiş gibi görünüyor ya da bize öyle lanse ediliyor. Acaba Galatasaray futbol takımının üzerinde kara bulutlar mı var, yoksa her şey bir komplimandan mı ibaret? Galatasaray Spor Kulübü’nün üzerinde bulutlar olduğu bir gerçek ama Galatasaray’ın sadece futboldan ibaret olmadığını teraziye koyunca, bir kefeye Galatasaray futbol takımını koymaya çalışmak bizlerin değil ilgili bulanıklıktan yararlanmak isteyen mecraların amacıdır diyelim. Manisa maçında sergilenen kötü oyun, alınan beraberlik, kaçan liderlik bir arada olunca ilgili mecraların besleneceği dev akarsuyu bulduğunu söyleyebiliriz. Biz bunlardan biraz kopalım o halde. Sonuçta bu tür içi boşluklardan beslenen cenahlar değiliz. İşimiz sadece içimizdekini paylaşmak, bu işten herhangi bir çıkarımızın olmaması ve bir Galatasaray aşığı olmak.

Son zamanlarda belki futbola ilişkin aşkım, ilhamım, konsantrasyonum düşük olabilir. Doğaldır. Bunun nedeni Galatasaray, oynadığı kötü futbol, alınan beraberlik ya da kaçan liderlik değil. Hayatın kendisi. Hayat da sadece futbol ve Galatasaray’dan ibaret olmadığı için haliyle bazen kopukluklar oluyor. “Tek Aşkım Galatasaray” ya da “Her Şeyim Galatasaray” veyahut “Hayatımda Galatasaray’dan Başka Bir Şey Yok” tezahüratlarına imza atacak değilim. Eğer böyle bir tezahürata eşlik edersem kendim ve yaşadığım hayat ile ters düşmüş olurum. Galatasaray’ın aşığıyım, ona sevgim bir başka, ona duyumsadığım şeyler inanılmaz farklı ama hayatımın tek anlamı ya da hayatımın tek merkezi değil. Sonuçta hayata tutunmak zorundayız. Çalışmak, çabalamak, eve yemek götürmek zorundayız. Bu yaşam savaşı da pek kolay değil. Çok yoğun çalışmayı, mücadele etmeyi ve savaşmayı gerektiriyor. Galatasaray’ın dışında da savaş verenler var. Hayat her şeyiyle bir bütün sonuçta.

Bunca lakırdının ardından gelelim Galatasaray’a. Galatasaray’daki evrilmeye ve değişimlere. Söz konusu evrilme sadece takımda, takımın oyununda değil, Rijkaard’a ve takımın oyununa yönelik eleştirilerde de görülüyor.

Sezon başında tam anlamıyla ofansif bir oyun sergileyen takım vardı. Bazı maçlarda harika bir oyun çıkaran, çok güzel sistem golleri atan, Rijkaard sistemini biraz daha özümseyen ve sahaya yansıtan, göze hoş gelen bir futbol oynayan bir Galatasaray. Aynı zamanda çuvalla golü kalesinde gören, yediği goller haricinde de bir çok pozisyonu kalesinde gören, bu yönüyle maçları farklı kazansa bile eleştirilen bir Galatasaray.

Sonrasında üçlenmiş sert orta saha ile daha dirençli bir takım görünümünde olan, daha az pozisyon veren, bazı maçlarda doğru düzgün pozisyon bile yemeyen, ilk dönemlerdeki pozisyon zenginliğine ve sayısına sahip olamasa bile öyle ya da böyle net pozisyonlara giren, goller bulabilen bir takım. Yine eleştirilen bir takım. Bu seferki eleştiri ise Galatasaray’ın pozisyon zenginliğine sahip olmamasıydı.

Görüldüğü üzere ne kadar iyi oynarsanız oynayın, her zaman eleştirileceksiniz. Her zaman eleştirilecek bir yönünüz bulunacaktır. Çok gol pozisyonuna girip çok pozisyon verdiğiniz noktada neden bu kadar çok pozisyon verdiğiniz yerden yere vurulacaktır. Daha az pozisyon yiyeceğiniz oyun şablonunu oturttuğunuzda ise olayın bu tarafı övüleceğine eleştirilecek daha başka şeyleriniz ortaya serilecektir. Eleştirmenleri bir yere kadar anlamak isteriz. Belki de kusursuz bir takım istiyorlardır. Dinamo hüviyetinde, tıkır tıkır oynayan ve kusursuz bir futbol sergileyen yenilmez armadayı hayal ediyorlardır. Ama böyle bir takım örgüsü de hayal ürünü. Barca’nın bile çok iyi oynayamadığı maçlar oluyor.

Diğer ilginç bir eleştiri ise Rijkaard’ın bu işi bilmediğini dahi ileri sürebilmektir. Bazıları için futbol bir kağıda kadro yazmak, iki takım çıkarabilmek muktedirliği kadar basit geliyor zannedersem. Takım içinde yaşanan dinamikler, cereyan eden olaylar, futbolcuların ruh ve mental sağlıkları, fiziksel durumları, tatil arasında neler yaşadıkları gibi derin etkenleri göz önüne almadan Rijkaard’ı hocadan saymamak kaale dahi alınabilecek bir mevzu değil. Ne yaparsanız yapın tüm topluma, tüm kesime tamamen yaranamazsınız. Mustafa Kemal Atatürk’ün bile tüm toplum tarafından özümsenemediği, yaranamadığı bir ortamda her şeyi beklemekte fayda var. Bu ülke insanlarının karakteristiği bir çok şeye yatkın. Ama aklı selimliğe yatkınlığı karakter ve kişi sayısı bazında kısıtlı olsa gerek. Rijkaard için de öyle olacaktır.

Daha düne kadar Rijkaard’ın tamamen hazır oyuncuları oynatmak istemesi, hazır olmayan oyunculara şans vermeyi düşünmemesi ve hazır olan oyunculara haksızlık etmek istememesinden kaynaklı adalet anlayışı övülüyordu. Manisa maçı sonrası Rijkaard’ın Hz. Ömerliği de tartışılır ve eleştirilir oldu. Rijkaard oyun sisteminde tam olarak hazır olmayan, yorgun olan oyuncuları ismi ne olursa olsun kenarda tutmak bir kanun gibiyken oldukça tehlikeli bir hastalıktan kurtulan Arda’yı ve yol yorgunu olan Keita’yı kenarda tutması yerden yere vurulmuştu. Nerede kaldı onları oyunun ikinci yarısında değerlendirmeyi düşünüyordu. Hakan Balta’nın beklenmeyen mecburi değişikliği ise Arda’nın oyuna girmesini de engellemişti.

Sonuç itibariyle futbol takımı dışından kaynaklı Galatasaray’a dair bazı sorunlar söz konusu ama bunlar bile futbol takımına yansıtılmaya çalışılıyor. Medya denen şey bu tür kaoslardan besleniyor, tıpkı leşlerden beslenen Ghoul’lar gibi. Galatasaray futbol takımının üzerinde kara bulutlar falan olduğu yok. Sizlerin öyle algılamanızı istiyorlar. Yalancı flu bulutları takımın üzerine çekmeye çalışıyorlar. Ortada cumulonimbus bulutları yok. Sadece yaratılmak istenen bulutlar var.

22 Kasım 2009 Pazar

Müziğin Ruhu ve Ahengi

2004 yılı İsveç yapımı ve Kay Pollack tarafından yönetilen muhteşem bir eser olan As It Is In Heaven isimli filmden iki görüntü... Müziğin nasıl bir ahenge ve ruha sahip olduğunu iyi anlatıyor olsa gerek... Beni çarpmış ve şok etmişti.

http://www.imdb.com/title/tt0382330/




21 Kasım 2009 Cumartesi

A Love Song For Bobby Long


İnsanoğlunun en büyük gücüdür hayal gücü. Bir o kadar insan olmanın merkezinde olan, bir o kadar da klişe insan tabiatının ötesine geçmesine neden olan. Bazen kitaplarda, bazen müzik notalarında, bazen sanatta, bazen de eski püskü, tozlanmış bir evde.

Ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal, ne kadarı hayatın içinden, ne kadarı hayatın kenarından bile geçmez?

Bilinmez.

Kitaplar içinde boğulmuş ve nice alıntıların çemberinden geçmiş bir kişi olmak, gerçek hayatı birebir karşılamak için ne kadar yeterlidir?

Bilinmez.

Bazen hayatta yapılan tek bir hata, kazarak, didinerek, yıllarınızı vererek ektiğiniz tüm ürünleri bir anda çürütür. Geriye keder, kaybolmuş bir yaşam ve başıboşluk kalır. Bu hataya sebebiyet veren birinin tüm hayatından vazgeçmesi ve hataya sürüklemiş olduğu birinin sonuna kadar destekçisi olması da hayatın içinden.

Kitaplar arasında boğulursunuz. İçeriğine dair bilmediğiniz hiçbir şey yok gibidir. Hayal gücünün merkezde olduğu bir ruh halinde gerçekler ne söyler bize? Tüm hayatı anlatabilecek alıntılara sahip olabilirsiniz ama böbreğiniz iltihaplanmış, kan işemektesinizdir. Kendinizi tamamen yalnız hissedersiniz.

Kalp yalnız bir avcıdır.



“Bazı insanlar zaman içinde öyle bir yere varırlar ki burada istediklerini yapabilirler. Burada eşleri ve işleri bilinmeyen, görünmeyen arzu engellerine takılırlar.

‘Görünmezi gör, yazacağın şeyi görürsün.’

Görünmeyen insanlardı, birlikte yaşamak istediği. Her gün yanından geçip gittiklerimiz. Bazen içlerinden biri oluverdiğimiz. Kitaplardaki insanlar, yalnızca birinin aklında yaşayan.

O, kaderi, hayatın etrafından değil, doğrudan içinden geçecek şekilde çizilmiş biriydi. Cennete giden en kestirme yolun, cehennemden geçtiğinden emin olan biri. Ama onun zaafı, aslında pek çok hikaye ile hem yücelmiş hem de aciz kalmış zihni ve kendisi için seçtiği yoldu.

Bobby Long’un acı düşüşünün sebebi, gördüğü her şeye duyduğu aşkıydı. Eğer insanların inandığı bir adalet biçimi varsa…

…sanırım Bobby Long’unki bir şarkıydı.”

20 Kasım 2009 Cuma

NILE - To Dream of Ur



Issız ve metruk, ürkünç şekilde inleyen rüzgarlar
Büyüler mırıldanır, günbatımı gölgeleri çağırır.
Şerefli ölülerin ruhları ayrılamaz, bağlanmışlar bu mekana,
Çoktan ölmüş şehirlerin hiç anlatılmamış efsanelerini fısıldıyorlar.
Aphkhallu'nun kutsal yedi ışıltılı şehrinin,
Dünyanın henüz genç olduğu geçmiş çağların
-Babil Marduk'un gözbebeğiyken
Ve ordularının sesi tehditkar savaş borularının bağırtısıyken-
Ve ölümsüz zillerin çarpışmasının,
İhtişamla sıralanmış tunç kapıların
Ve güneşte pişmiş tuğladan muhteşem duvarların ve mermerden mabetlerin
Ve kanlı mihrapların, Ur'un kıymetli taşlarla süslü tahtı
Sessizliğe boğulup toz haline gelmeden önce
Uçsuz bucaksız kayan kumların altında,
Ve elementlerin kaçınılmaz intikamının...

18 Kasım 2009 Çarşamba

CYNIC: Mihenk Taşı Albümlerin Çalışma Kurulu



Bir zamanlar Death grubunun bünyesinde bulunan bir çok eleman, belli bir noktadan sonra Death Metal tarihinin en iyi gruplarından bir kaçını kuracak ya da aynı esnalarda birkaç grubun bünyesinde yer alacaktı. Massacre’nin kuruluşunda emeği geçen Terry Butler, Autopsy’i kuran Chris Reifert, Death grubunun en çok sevilen albümlerinden ‘Human’da hünerini sergileyen Paul Masdival ve teknik baterist Sean Reinert gibi... Paul Masdival ve Sean Reinert ikilisi Cynic adıyla teknik ötesi, alışılmışın dışında muhteşem bir grup kuracak ve (uzun yıllar için) sadece tek albümüyle efsane olacaktı. Sean Reinert, davul virtüözü olmak isteyenlerin ilgiyle izledikleri önemli bateristlerden biriydi.

Grubun 2008 yılına kadar en ilginç tarafı tek bir albüm çıkarması ama albüm öncesi ismi bilinmeyen 4 adet demo (biri hariç) ile birlikte bir efsane olmasıydı. Diğer önemli özelliği, Death Metal dünyasının brutal ahenginden ziyade Jazz/Fusion etkilenimli teknik Death Metal, Progressive Metal gibi orijinal bir tarza imza atan ender gruplardan biri olmasıydı. Death grubu ile bir benzerliği daha olacaktı ki, liriklerde kişisel düşünceler ve felsefeden geniş boyutlu olarak bahsedilmesi, lirikleri müzikal gidişatla harika uyuşturmalarıydı.

Gitarist Paul Masdival ve baterist Sean Reinert, 1987 yılının Kasım ayında, Florida’da Cynic grubunu kurdular. Bas gitara Mark Van Erp, gitara Jason Gobel ve vokale Jack Kelly’i ekleyerek kadroyu oluşturdular.

Grup başlangıçlarda Brutal Death Metal’e odaklandı ve Destruction, Venom, Kreator, Possessed gibi gruplardan etkilendiğini belli etti. 1988 yılında Mark’ın ayrılması üzerine yerine muhteşem bir bas gitarist olan Tony Choy geldi ve Paul Masdival vokal görevini üstlendi. Choy’un neden muhteşem bir isim olduğunu, yazının tamamını okuduğunuzda çok iyi anlayacaksınız.

Grup ilk demosunu 1989 yılında çıkardı. İçinde dört parça yer alan demo, punk etkileri taşıyan Speed/Thrash tarzındaydı. 1990 yılında ikinci demonun çıkmasının hemen ardından gruba Florida’da bir ilgi oluştu ve Florida’nın güney bölgesinde konserler verdiler.

Belli bir noktadan sonra diğer Death Metal gruplarında olduğu gibi, Cynic üzerinde de önemli değişimler olacaktı. Üzerindeki çömezliği yavaş yavaş atan grup, teknik konulardaki yeteneklerini geliştirecek ve her geçen gün müziğine daha teknik unsurları ekleyecekti. Bu durumun altında yatan en önemli etken, Cynic elemanlarının teknik malzemesi yoğun olan müzik türlerini sık sık dinlemesiydi. Özellikle Jazz/Fusion gibi türlere merak salan elemanlar; Chick Corea, Allan Holdsworth, Frank Zappa ve Watchtower gibi isimlere kulaklarını açık tutuyorlardı. Bunun bir etkisi olsa gerek ki, grubun daha ikinci demosunda müzikal anlamda teknik ve becerikli büyük bir sıçrama etkisini göstermişti.

1991 yılının başlangıcında Cynic, Progressive Speed/Death Metal grubu olarak tarzını geliştirmişti ama grup üyeleri kendi icraatlarına Death Metal gözüyle bakmıyordu. O esnadaki müzikleri teknik Speed Metal ile brutal ve kaliteli vokalli bir yapıdan oluşuyordu. Bu tarihte Roadrunner Records’un finansal yükünü çektiği üç parçalık üçüncü demoları çıktı ve demonun iki parçası, 1993 yılında yayınlanacak debut albümlerinde yer alacaktı.

1991 yılının Nisan ayında Paul Masdival ve Sean Reinert, Chuck Schuldiner’ın daveti üzerine Steve DiGiorgio’nun da bulunduğu Death grubunun ‘Human’ albümünde çaldı. Söz konusu ikilinin Chuck ile olan ilişkileri koyuydu ve ona pek çok konuda yardımcı olmuşlardı. Masdival ve Reinert ikilisinin verdiği destek klasik olmuş bir Death Metal albümü olan ‘Human’ı doğurmuştu. Grubun diğer gruplara verdiği destek bu kadarla kalmadı. Basist Tony Choy, Atheist grubunun Heavy Metal dünyasının en komplike ve arıza albümlerinden biri olan ‘Unquestionable Presence’ ve Pestilence’ın Death Metal dünyasına sunduğu mihenk taşı albümlerden olan ‘Testimony Of The Ancients’ albümlerinin tamamında misafir olarak bas çaldı. Paul Masdival, Master grubunun ‘On The Eighth Day’, ‘God Created Master’, Jason Gobel de Monstrosity grubunun ‘Imperial Doom’ albümünde çalmıştı. Görüldüğü gibi her bir Cynic elemanı zamanın iyi gruplarına misafir sanatçılar olarak katılıyor ve bir albümün bütününde çalıyorlardı. Bu olay, onların ne denli yetenekli ve aranan müzisyen olduğunu kanıtlıyordu.

Bunca harika albümlerin içine giren ve Death grubuyla turlayan grup, artık yavaş yavaş albüm planlarının içine girmişti. Death ile verilen turne sonrası eve dönen grup, kendilerinin organize ettikleri konserlerde çaldılar. Ama kafalarının içinde olan albüm projesini yürürlüğe koyamamışlardı. Çünkü 1991 yılının geri kalan zamanlarını Death grubu ile Avrupa’da konserler vererek tamamladılar. Gruba göre pek ülke dolaşılmamıştı, popülaritelerini sergileyebildikleri söylenemezdi ve bu konserlerle önemli açıklarını kapatmış olacaklar, Cynic grubunun gücünü göstereceklerdi.

Cynic, 1992 yılının Ekim ayında Scott Burns gibi bir prodüktörün eşliğinde ilk albümleri için stüdyoya girmeyi planlıyordu. Ama anlaşılan herkesin basireti bağlanmış gibiydi ve bu kadar şanssızlık olamazdı. Çünkü grubun provaları yapacağı mekan olan Jason Gobel’in evi, Andrew Kasırgası nedeniyle yıkılmıştı. Bu yüzden albüm umutlarını 1993 yılının Mart aynına sarkıtmak zorunda kalmışlardı. Fakat tüm bunların yanında Chuck Schuldiner, çıkarmayı düşündüğü ‘Individual Thought Patterns’ albümünde davulları çalması için Sean Reinert’i düşünüyordu. Ama Chuck söz konusu boşluğu eski Dark Angel bateristi Gene Hoglan ile doldurmuştu. Bu zamanlarda Cynic, eski Viogression vokalisti Brian DeNeffe ile çalışmıştı. Ayrıca 1992’de ‘Uriboric Forms’ isimli şarkıları Roadrunner şirketinin yayınladığı ‘At Death’s Door’ toplama albümünde yer aldı. Grubun albüm çıkarma planları da 1993 yılının Mayıs ayına sarkmıştı.

1993 yılının Mayıs ayına gelinmişti ve ortada hala albüm görülmemişti. Anlaşılan şuydu ki, grup doğuştan şanssızdı sanki. Çünkü Tony Choy gruptan ayrılarak Atheist grubuna dahil oldu ve kalan Cynic elemanları yeni bas gitarist arayışlarına giriştiler. Denenen bir çok bas gitarist arasından Sean Malone ismi tercih edildi. İşin matrak tarafı Sean Malone, Cynic’ın demolarından birinin kaydedildiği Morrisound Stüdyoları’nın bir çalışanıydı.

Nihayet 14 Eylül 1993 yılında grubun debut albümü, efsane ‘Focus’ albümü yayınlandı. Albümdeki müzikal tarz o kadar farklıydı ve grup kendisini o kadar değiştirmişti ki, söz konusu materyaller hiçbir şeyle kıyaslanamıyordu ve çok orijinal malzemeden oluşuyordu. Albüm bir Death Metal eseri değildir. Jazz/Fusion etkilerini barındıran, teknik pasajların dibine vuran ilginç bir türe imza atılmıştır.



‘Focus’un yayınlanmasından sonra grup Pestilence’ı desteklemek üzere Avrupa’da konserlere çıktı. Turnede bas gitar görevinde Sean Malone değil Chris Kringle yer almıştı. Söz konusu turne Pestilence’ın dağılmasıyla kısa sürdü. 1994 yılının Ocak ayında ABD’ye dönen grup, 2 yıl aradan sonra Florida civarında konserler verdi. Bu konserler esnasında Paul Masdival sesini kaybetme rizikosuyla karşı karşıya kalınca, gruba beşinci eleman olarak Tony Teegarden katıldı. Tony çok renkli bir vokale sahipti. Çünkü hem temiz sesleri çıkarabiliyor hem de hırıltılı sesler çıkarmada hünerli biriydi. Ayrıca Sean Reinert davullarda çok meşgul olduğu için, Tony aynı zamanda klavye görevini de yerine getirdi.

1994 yılının yaz mevsimi Cynic için çok bereketli geçmişti. Çünkü 3 ay boyunca Cannibal Corpse’u destekleyen grup neredeyse Amerika’nın tamamını dolaşmıştı. Bu esnalarda Tony gruptan ayrıldı ve yerine Demonomacy’den Dana Cosley geldi. Dana hem vokalleri yapıyordu hem de klavye işlerine bakıyordu. Yaz mevsiminin sonunda grubun Milwaukee Metalfest’de boy gösterdiğini de ekleyelim.

Turneler sonrası Cynic yeni albüm üzerinde çalışmaya başladı. Grup tekrar Brian DeNeffe ile çalışmaya başlamıştı ama, çalışmalar sürerken Sean Malone meşhur ‘yaratıcı ve müzikal farklılıklar’ kriteri nedeniyle gruptan ayrıldı. Anlaşılan şuydu ki, Cynic’ın yansıttığı melodiler, onun keşfetmek istediği armonik derinliğe sahip değildi. Gruptan dostça ayrıldı ve Sean Reinert ile Jason çalışmaya devam ettiler.

Maalesef, gruptan yeni albüm beklenirken 1995 yılının yaz mevsiminde Cynic gibi bir grup son buldu. Çünkü grup elemanları arasında yapacakları tarz konusunda büyük sorunlar çıkmıştı, ortak bir noktaya gelinemiyordu ve onlar da kendi yollarında yürümeye karar vererek ayrılmayı seçtiler. Bu ayrılık asla kavgalı olmadı, dostça ayrıldılar ve daima arkadaş kaldılar.

1995 yılının sonunda Sean, Jason ve Paul, Portal isminde bir grup kurdular. Grubun müziği Heavy Metal’den çok uzaktı, bir nevi Dead Can Dance ve Lush çizgisindeydi ve daha çok müzikaldi. Portal grubuna Chris Kringle ve Aruna isminde vokalist/klavyeci eklenerek beş kişilik bir ekip oluşturuldu. Portal ismiyle 10 parça yayınladıktan sonra grup, Aeon Spoke ismini aldı.



Cynic elemanları Death Metal tarihinin mihenk taşı olmuş eserlerinde hünerlerini sergilemişlerdi. Üzerlerinde taşıdıkları müzikal bilgi, diğer grupların iştahlarını her zaman kabarttı ve her bir elemanın müzikal açıdan aşırı yetenekli, yeniliklere açık olması ve arızalıklarını farklı alanlarda sergilemek istemesi Cynic gibi bir grubun sonunu getirmişti. Geriye ustalık kokan 3-4 demo ve kült olmuş muhteşem ‘Focus’ albümü kalmıştı. Uzun süre sessiz olan grup 2008 yılı itibariyle Fusion etkilerini de katarak yoluna devam ediyor. Aynı tarihte Traced In Air albümünü yayınladıklarını es geçmeyelim.

Onları dinlemek sizi çok yorabilir. Çünkü her bir müzisyenin neler yaptığını takip edebilmek ve bunu kavrayabilmek biraz yorucu olabilir.

17 Kasım 2009 Salı

Samuray ve Kılıç



Eski Japon toplumunda sadece samuraylar iki kılıç taşıyabiliyordu. Bu kılıçlar, uzun ve kısa kılıçlardan oluşur ve benzersiz savaşçıların statüsünü yansıttığı için, genel olarak daisho diye isimlendiriliyordu. Uzun olanına katana, kısa olanına wakizashi adı verilmiştir. Her iki kılıç savaş esnasında taşınıyor ve kullanılıyordu. Kılıç kullanma sanatı hakkında yazılmış en iyi kitap olarak bilinen “A Book of Five Rings” kitabının yazarı olan ünlü kılıç ustası Miyamoto Musashi, aynı anda iki kılıçla dövüşmeyi, iki gökyüzünün mücadelesine benzetmiştir. Ayrıca no dachi olarak bilinen bir kılıç daha vardır. İki elle kullanılan, muazzam uzunlukta kılıçlardı ve sadece ayakta kullanılabiliyordu.

Samuraylar katanayla saldırdıkları gibi aynı zamanda onunla korunurdu. Asla kalkan kullanmamışlardır ve katana, aynı zamanda kalkan görevini görmüştür. Onlar kalkana asla ihtiyaç duymamışlardır. Çünkü katana mükemmel bir metal işiyle yapıldığı ve çok sağlam olduğu için kalkana gerek duyulmamıştır.

Japonya’da çelik kılıçların varlığı söz konusu değilken Çin ve Kore’den çelik kılıçlar gelmiş, zamanla Nihon Tou adı verilen kılıç ustaları kılıç üretmeye başlamışlar ve bu meslek babadan oğula geçmiştir. İlk zamanlarda koto adı verilen düz şekilli kılıçlar yapılmış ve kılıç ustaları yeteneklerini arttırarak, kılıçların şekillerini değiştirmişlerdir. Katana denilen Japonya’ya özgü kılıçların en önemli özelliği; kavisli olması, sırt tarafının keskin olmaması ve çoğunlukla hamon adı verilen sınırıdır. Hamon, kenardaki sert çelikle kılıcın gövdesindeki yumuşak çeliği birbirinden ayırır. Çift tarafı keskin kılıç yapılmamasının nedeni, Japonlarda solaklığa ve çift yönlü kullanıma yer olmamasıdır. Kılıca eğim verilmesinin sebebi, kılıç batırıldığı zaman esneklik kazandırılması ve yaranın genişletilmesinin kolaylaştırılmasıdır. Bu yönüyle samuray kılıçları, dünyanın en iyi ve en teknik kılıçları olarak nitelendirilmektedir.




Samuraylar için kılıçların çok büyük önemi vardı. Kılıç, sahibinin gücüyle beraber savaşçı ruhunu da temsil ediyordu. Kılıcın, savaşçının ruhunu ve gücünü barındırdığına inanılır. Her samuray kılıcına bir isim verilirdi. Samuraylar kılıçlarını çok özenli muhafaza ederdi. Evlerindeki kılıç askılığında kısa olanı üstte, uzun olanı altta olacak şekilde yerleştirirlerdi. Bunun sebebi, samurayın sabah uyandığında ilk olarak kısa kılıcı alması ve sonrasında dışarı çıkarken uzun kılıcı kemerine takmasıdır. Ayrıca alt tabakadan biri samuray kılıcına çarparsa, samurayın onu oracıkta öldürme hakkı bulunuyordu. Ama böyle bir hak kullanılmamıştır.

Tarihi Japon kılıç yapım sanatı etkinliğini kaybetmiştir. Çünkü Meiji restorasyonu ve İkinci Dünya Savaşı sonrası, Amerikan işgali sonucunda kılıç taşımak ve yenilerinin yapılması yasaklanmış, tüm kılıçlar toplatılmıştır. Amerikan askerleri kılıçtan ve onun mistik gücünden çok korkmuşlardır. Çünkü eline kılıcını alan bir Japon, her şeyi yapabilirdi. Japonlar bir çok kaliteli kılıcı saklamayı başardı ve 1953’te yasak ortadan kalktı. Kılıç üretimi yeniden başlamış, koleksiyon halini almıştır. Japonya’da kılıç bulundurmak özel izin ve kayıt belgesi ile sağlanabilmektedir. Gerçek samuray kılıcını, şahsi zevkler için Japonya sınırlarının dışına çıkarabilmek neredeyse imkansız gibidir ve yasaktır.

Çok eski samuray kılıçları 200,000 dolardan alıcı bulabilmekte, koleksiyoncular yeni yapılmış hakiki kılıçlara 35,000-40,000 dolar verebilmektedir. Çünkü ustura gibi keskinliğiyle, üzerinde yansımalarımızı görebileceğimiz pırıl pırıl görünümü ve estetiğiyle bir sanat eseri olmasının ötesinde kılıcın, evi ve aileyi koruduğuna inanılmaktadır.

Sonuç olarak; dünya çapında ün yapmış Japon kılıcı, savaş ve samuraylarla ilgili olduğu kadar, kahramanlığın, özverinin de evrensel simgesi olmuştur. Geleneğe göre kılıç yapacak usta, koruyucu tanrısından gerekli izni aldıktan sonra kılıç yapmaya başlar. Ama işe başlamadan önce tezgahını temizler, kendi bedenini arındırırdı. Kılıcı, sadece bir savaş aracı gibi değil de sanki sanat eseri olacakmış gibi yapmaya koyulurdu. Böylece kılıç, silah değil, ruha güzel duygular veren bir sanat ürünü olurdu.

Samuray neden iki kılıç taşırdı?

Uzunu, düşmana saldırmak ya da kendini savunmak için; kısa olanı gerektiği zaman kendi canına kıymak, yaşamına son vermek için. Böylece kılıç, manevi güçlerin temeli sayılan namus ile onurun da en yüce simgesi olmuştur. Kılıç ustalığı Zen ustalığı ile de özdeşleşmiştir.

11 Kasım 2009 Çarşamba

ATHEIST: Dünyaya Düşmek ve Müziğe Işık Yıllarını Getirmek




Deha Ürünü Bir Sanatın Tohumları

Yerküremiz sayısız gizemlerle bezenmiş. Bazen de karanlıklarla... Kah politik liderlerin kararlarıyla bastırılıyoruz, kah üzerimizde çeşitli oyunlar oynanıyor, kah Doğa Ana’yı öldürüyoruz, kah hayatı çözmeye çalışıyoruz. Gün geliyor insanoğlunun beyninden bir şeyler çekiliyor ve içi boşaltılmış bir koyuna çevriliyor. Kimisi de mücadele ediyor ve haykırışlarını tüm semaya yayıyor. Hayatın bir derinliği vardı ve bazı şeyler bir türlü açıklığa kavuşturulamıyordu. Aslında bir yerlerde buna şahitlik eden bir sanat olmalıydı; üzerinde fazla yorum yapılamayan, bilimsel ve teknik açıklamaların yapılamadığı, başka boyuttan fışkıran anlaşılamaz bir zekanın ve dehanın ürünü... Ne zaman ne olacağını bilemediğimiz... Geçmişin karanlık yıllarından ışık hızıyla geçip, bizi ışık yıllarına götüren. Ama herkesin göremeyeceği, bilemeyeceği, kavrayamayacağı.

Florida’da Bir Işık Doğuyor!

Florida denildiğinde bir çok heavy dinleyicisi farklı şeyler hissediyordur. Florida arenasından çıkmış bir çok grup, heavy piyasasında büyük işler yapmış ve isimlerinden övgüyle bahsettirmişlerdir. Atheist, Florida Death Metal akımının normal gidişatının aksine; argo tabiriyle ‘arıza’ teknik, ağır aksak ve caz yapısı içeren müzikal yaklaşımıyla, liriklerinde yozlaşmalara karşı duruşu, insan doğası, varoluş üzerindeki düşünceleri, politik söylemleriyle türünün en iyi grup ve örneğinden biri olarak ismini altın harflerle bazı kalplere yazdırmıştır.

Her müzik tarzında bazı liderler vardır. Bu liderler, ustalıkla hükmetmiş ve onların müzikal ustalığının ötesine pek az müzisyen gitmiştir. Bu kategori içine Atheist’i sokabiliriz.

Yıl 1984. Yaşlı yerküre üzerindeki Florida Sarasota’ya bir kapsül içinde iki çocuk düşmüştü. Sonradan aralarına iki çocuk daha katılacak, öldürücü ekip tamamlanacaktı: Kelly Shaefer (gitar/vokal), Rand Burkey (gitar), Roger Patterson (bas) ve Steve Flynn (davul).

Onlar arka planda saklanıyorlardı. Farkına varılamayan bir şey vardı. Bazı yönleriyle ‘ötekilerin’ ilerisindeydiler. Kendi dönemlerinde çıkmış ‘öteki’ albümlerle, Atheist grubunun yaptıkları kıyaslandığında; sözler, çalış tekniği ve melodi açısından normal olmayan şeyler vardır. Böyle bir sanatın farkına nasıl varılamamıştı? Günümüzde bu grubun tırnağı olamayacak bazı gruplar büyük tanıtımlarla, imajlarla boyanıp piyasaya sunulurken, Atheist hiç hak etmediği şekilde yer altında kalmıştır. Bu denli değerli bir ışık, mağaralarda saklanmış ve insanların görmeleri bir nevi engellenmiştir.

Gözler Kör Edilmeye Hazırdır

Kapsül içinden çıkan gençler ‘Seçilmiş Kişiler’di. Her biri Atheist grubunun bir ışık halesiydi. Aslında ilk isimleri Oblivion’du. Sonra R.A.V.A.G.E. (Raging Atheists Vowing A Gory End) ismini benimsemişler, Illinois’de Ravage isimli başka bir grubun varlığı, onları yeni bir isme götürmüştür: ATHEIST. Yaşam ve dünya üzerine öyle sorgulayıcı sözlere imza atacaklardı ki, sözleri müzikal performanslarıyla birleştirdiğimizde içinden çıkılamayan teknik ve bilimsel süreçler vuku bulacaktı. Sonuç; güçlü bir hayal gücü, tarif edilemez müzikal dahilik, saklı kaldığı yer altında kendi saltanatını idame ettiriş.

Söz konusu hayal gücü kavramı; hayalperestliği, olmayan şeyleri oluyor gibi göstermeye dayanmıyordu. Buradaki hayal gücü kavramı, sahip olunan zeka, müzikal bilgi ve felsefi sözlerle daha önce yer küre üzerinde adım atılamamış gizli bölgelere girmek, dünyanın en özgün sanatlarından birinin yaratıcısı olmak ve müzik yapısına müthiş zeka yumaklarını monte etmekti. Hayatın gizemini ve sorgulayıcılığını derin sözlerle ifade edebilmek, bu derinliği notalarla erişilemez bir melodiye çevirebilmek, kaç babayiğidin harcı olmuştur? İlginç olan diğer nokta ise, müziğin gidişatına kendimizi kaptırıp, aktarılan felsefi sözlerin dikkate alınamamasıydı. Çünkü müzik mi takip edilecekti, sözler mi? Sürekli değişip duran ve her geçen saniye şaşkınlık yaşatan notalardan kafamızı nasıl kaldırabilirdik?

Mağarada Saklanmış Altın Değerinde Üç Işık

Saatin ibresi 1988 yılını gösterdiğinde, çıkartılan 4 demo (1985 Rotting In Hell, 1986 On They Slay, 1987 Hell Halth No Mercy, 1988 Beyond) sonrası ilk ışık semada parıldar: Piece Of Time(POT)... Albüm Kasım 1988’de Scott Burns yönetiminde Morrisound Stüdyosu’nda kaydedilir. Albüm, 1990 yılının başlangıcında Avrupa’da Active Records, 6 ay sonra da Metal Blade etiketiyle Amerika’da yayınlanabilmiştir. Grup ikinci albümü kaydetmek için çoktan hazırken ve tüm materyalleri elinde mevcutken, daha ilk albümleri yayınlanamamıştı!



İlk ışık; müzikleri, hırsı, tekniği, bütünsel yapısı ve içeriğiyle zamane albüm ve eserlerinin ötesine gitmiştir. Daha 18-19 yaşlarında olan bu gençler, nasıl oluyor da bu kadar farklı, değişken ve beynimizin kolayca kaldıramayacağı bir müzikal yolculuğa yelken açabiliyordu? Onlarda diğer gruplarda olmayan bir şeyler vardı. Gizemli ve saklı cevherler: “Sefil hayat tarzını reddediyorum. Kimim ben, kendimi kandıracak biri miyim? Başkalarından uzak bir yardım çığlığı, bir çocuğun beyni, bir hırs dünyası, her yanında o, göremiyor musun? Benim gibilere gözlerin kör mü? Politikacı, bilmecelerinin farkındayım. Bütün beyinsiz yalanlarınızı konuşarak hepiniz aynısınız. Bay vaiz, bana neyin doğru olduğunu söyle. “İki katını yolla oğul, ışığı göreceksin!” Uzak geleceğe bak. Tabiata vergi koyacaklar mı? Geriye ne kadarı kalacak? Kendilerine insan diyorlar. Bütün gördüklerini reddediyorum. İnanmak zorunda değilim.”

Teknik Death Metal’in çiğ sesli Thrash tadıyla ve Caz tekniği altyapısıyla yansıtılması, bu tarzın normal olmaması, yeri gelince müzikte gaza basarken bunun tek düze bir hava aksetmemesi ve aksine, müthiş bir ruhun rüzgarlarını suratlarımıza çarpması nasıl açıklanabilirdi? Öyle bir sanat ve hayal gücü düşünün ki, 9 parçadan oluşan 30 dakikalık eser, size bir ömür gibi gelsin. O kısa süreler içerisine, tüm alternatiflerin yansıtılabileceği müzikal bir şaheser monte edilsin. Tüm parçalar öyle ışık haleleri olsun ki, başlangıcından bitişine kadar asla nakarat içermesin ve müzikler, her saniye değişip durarak bizi sürekli şaşkınlığa uğratsın. O anki şaşkınlığımızı yenemeden, birkaç saniye sonra başka bir tuhaflık gelsin, birkaç saniye sonra bir tuhaflık daha derken, şaşıracak zamanı da bulamayalım. Ağızlar bir karış açık, reva görüldüğümüz müzikal fırtınanın ağır hasarlarının yarasını onarmaya çalışalım: “Yaşamın olmasını istediğin gibi değil midir? Ruhun genç, gördüğün şeylere yanıtı yok. Bazıları zor yoldan öğrenmeli, ama onlara gereken de bu. Bu hayatta her şey öğrenildiğinde ruhun devam edecek. Kozmik tırmanışta bir çentik daha. Akıl sağlığımızı açığa çıkar, ilahi planını açığa çıkar. Gerçekleri kavramak en büyük korkunu kavramandır. Görüyorsun, bütün şartlar olması gerektiği gibi. Hiçbir şey yapmadan koridorda duruyoruz ama kapılar açıktır!”

Saatin ibresi biraz hareket ederek 1991 yılını işaret eder. Artık ibre patlamak üzeredir. Çünkü üzerinde durduğu ikinci ışık kütlesi Heavy müzik sanatının teknik yönü tescil edilmiştir: “Unquestionable Presence (UP)”



Albüm, çok teknik süreçleri ve müzikte üst noktaları içermiştir. Bana göre, kendisine müzikal olarak yakın olan gruplardan müzikal zekasıyla ayrılmış, yıllar önce bu işe farklılık getirmiştir. Mesela Death grubu, buna benzer çizgideki bir eseri 1998 yılında ‘The Sound of Perseverance” ismiyle yayınlamıştır. Ama Atheist UP albümüyle, 7 yıl öncesinde aynı tarzda bir eseri yayımlamıştı.

UP’de Death Metal ve yüksek teknik altyapıyı içeren caz etkileri çok iyi bir uyumla gözler önüne serilmiş ve garip bir sanat ortaya çıkmıştır. Kaliteli bir prodüksiyonun meyvesi olan UP; her enstrümanın su gibi berrak olmasıyla, susmak ve durmak bilmeyen teknik, ağır aksak Steve Flynn davul performansıyla, sürekli değişip duran, zeka dolu Kelly Shaefer - Randy Burkey ritim ve solo gitarlarıyla ve en ufak melodisini dahi duyabildiğiniz, gaza basıldığında bile slap atıp duran Tony Choy basıyla “Teknik ve Kalifiye Metal Müzik Nasıl Yapılır” isimli kitabın cümlelerini yazmıştır.



1993 yılına gelindiğinde, yayılan son ışıkla gözler kör edilmiştir ve garip bir açılımla otoritelerce Teknik Death/Caz Metal diye bir tür yaratılmıştır: “Elements”. Son ışık bir çok kitleyi şaşkınlığa uğratmıştır. Ama nedense bu albüm tat olarak bana, ilk iki albüme göre daha arka planda kalır hissini vermiştir.

Üç Işığa Dair

Grubun yazdığı sözler kompleks bir yapıdan oluştu ve bu yapıyı tam olarak algılayabilmek biraz zordu. Grup üyelerine göre, yazılan sözler doğal olarak içten geliyordu. Grup çok yetenekli insanlardan oluşuyordu. Söz konusu yetenek, müzikal bilgi ile sınırlı değildi. Dahice sözleri, güçlü bir düşünceyi de kapsıyordu. Burkey’in dediğine bakarsak, Atheist için çok satmak ya da satmamak önemli değildi. Müziklerini para için yapmamışlardı. Vasat şeyleri öldürmek gerekiyordu. Burkey şöyle diyordu: “Yaptığımız müzikle para kazanamayacağımızı biliyorduk. Çünkü çok yüksek bir tekniğe ve karmaşıklığa sahip hangi grup milyonlarca satmıştı? İnsanların çoğu ortalama ve normal olarak yazılmış parçalara daha yatkındı ve parasını bu tür eserlere yatırıyordu. Atheist milyonlarca satmamıştı. Çünkü bu müziği beğenen yeterli insan yoktu. Sonuçta şöyle düşünmek lazım: Eğer Death Metal çok popüler bir müzik tarzı olsaydı, bir Pop grubu olurduk. Maalesef dünyadaki insanların çoğu basit şeylerden hoşnut kalıyor. Bu aslında büyük bir entrika. Düşünmemek lazım. Mesela bu dünyanın liderleri diğer insanlar gibi düşünmek istemiyor. Bu tamamen farklı bir hikaye. Atheist kendi yolunu yarattı.”

POT’da din ile bilim arasındaki ilişki gözler önüne serilmiş, ölümden sonraki yaşam üzerine sorgulamalar yapılmıştır.

UP’de, yeri gelince UFO’lar ve uzay hakkında bireysel fikirler ortaya konulmuş, imalı yollardan geçerek gerçeklerle hayali bağlantılar kurulmuş, yeri gelince Doğa Ana’dan, insanların açgözlülüğünden, yozlaşmışlıktan bahsedilmiştir. Unquestionable Presence parçasında hem sözler hem de parçaya giriş introsuyla, UFO’ları ve uzayı çok rahat bir şekilde hissedebilirsiniz: “Sis buraya bu akşam ince iniyor ve sıcak olan her şey buz gibi soğuyor. Güçlü olan her şey korkuyla doluyor. Gemim bu gece buraya geri döndü. Uzak dur, dokunma değerli gemime. Bütün bunlara tanık olduğun için minnettar ol. Çünkü asla anlayamayacaksın boşluktaki hayatımı. Buradaki ziyaretlerimiz yıllarca izlenemedi. Senin gibi bir kabuğu yaratmak öyle kolay ki!” Kapanış sözleri şöyle oluyor: “Görevimiz tamamlandı. Yolculuğumuz ileride. Bilgilerimiz toplandı. İnsanoğluna yedirildi ve daha derinlere düşüyoruz.”

Albümdeki Mother Man (İnsan Ana) parçasının başlangıç sözleri ise, her şeye ışık tutmaktadır: “Doğamızda özgürlük var diyorsun. Anladığını sanmıyorum. Doğa Ana, İnsan Ana'ya yenik düştü. Hava, su, çimenler ve ağaçlar... Düşman çok büyük; korkusuz lider İnsan Ana!” Parçanın bitişi ise kuş sesleri efektleriyle süslenmiştir ve iç yüzü şu sözlerde yatmaktadır: “Ve bir kuş ölmeden önce kirlenmiş gökyüzüne doğru güçsüzce uçar. Ve aptallar tarafından konan kurallara göre, doğa yasadışı olur!”

‘Elements’ albümüne kadar konsept (albümde birbiriyle bağlantılı genel düşünce, bütün olarak hikaye örgüsü) bir yapı yokken, her parça kendi içinde benzersiz bakış açılarını yansıtırken, ‘Elements’ albümünde bu yapı tam anlamıyla oturtulmuştur: “Toprak”, “Ateş”, “Hava”, “Su”, “Mineral”. Bu kavramlar yaşamın en önemli oluşumlarıydı ve yüzyıllar boyunca bir çok düşünce, felsefe ve doğa olaylarına dair mitler oluşturmuştu. ‘Elements’de doğa ve yaşamın özüne daha derin bakışlar atılmıştır.

Elements gibi kalburüstü bir albüm, 40 günde yazılıp kaydedilmiştir. Çünkü bir an önce şirkete bir albüm sunmaları gerekiyordu, sözleşme öyle emrediyordu. Kelly’nin ifadesine göre, sözler 10 günde yazılmış ve en iyi sözler olmuştur. Subjektif meselelerden ziyade, daha oturmuş, felsefiydi ve pekala bir mineral hakkında şarkı yazılabilirdi. Sadece dünyaya dair elementleri düşünmek bile, zihinlerine inanılmaz malzemeleri yerleştirmişti. Buradaki ince nokta ise; dünyanın kirli gözlerinden, imalarla bir sanat ortaya koymaktı. Klasik Death Metal sözleri grubun üç albümünde de barınmamıştır. Kendi dönemlerindeki bir çok Death Metal grubu ‘gore’ kavramlardan yola çıkarken, Atheist yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında bir yol bulmuştu. Çünkü grup için sözler, müzik kadar önemliydi ve bir söz, yaratıcılığın bir yansıması ve sesiydi. Bu yüzden yaşamdan sevgiye, açıklanamayan şeylerden gerçeklere kadar soyut bakış açılarına değinilmiş ve yorumlar için açık odalar bırakılmıştır.

Dahiler ve Ötekilere Göre

Kelly’e göre en iyi albüm UP idi. Çünkü grup, beyninin içindeki müzikal ve teknik hisleri, yeteneğini en verimli şekilde kullanarak yansıtmış, müzikal olarak ulaştıkları en yüksek nokta olmuştur. Ama Elements albümünde o çizgiye ulaşılamadığını aktarmaktadır. Çünkü albümün kayıtlarında farklı bir davulcu ve bas gitarist vardır. Önceki kimyayı yakalamak zor olmuştur. Buna rağmen Elements’i en farklı Atheist albümü olarak kabul eder. Atheist’in çok teknik bir müzik yapmasının iç yüzünde, büyük bir Rush, King Crimson, Frank Zappa, Caz ve Death Metal fanı olmaları yatmaktadır. Aslında grubun iç yüzünde derin bir Rush etkisi yatar.

Bazı eleştirmenler ve müzik yazarları, UP’deki performans karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Mesela Laurent Ramadier gibi bir isim şöyle demişti: “Aradan 10 yıl geçmişti ve UP albümünü hala anlayamıyor, gözlerime inanamıyordum. Böyle bir albüm nasıl ortaya çıkarılmıştı ve o kadar derin sözler nasıl ifade edilmişti? Binlerce farklı gitar ritmi, binlerce davul ritmi! Binlerce inanılmaz özel imza ve dahası... Aradan yıllar geçmiş. Bu melodiler ve müzik, bana hala olağanüstü geliyor.”

Grup için, albümde yaratılan her şarkı, bilmece ve muammaların bir parçasıydı. Her şarkı puzzle’ın bir parçasını oluşturuyordu. O şarkılar bir müzik eseri olmanın ötesinde, kendi hayatlarının ve de hayatın bir parçası, görünümüydü.

Dahilerin En Acı Anısı

Bir konser sonrası California’dan evine dönen grup için, kötünün de kötüsü bir olay gerçekleşti ve Louisiana’da trafik kazası geçirdiler. 12 Şubat 1991’deki kazada, metal dünyasının en yetenekli müzisyenlerinden biri olan basçı Roger Patterson öldü. Patterson öldüğünde daha 22 yaşındaydı.

Roger ölmeden önce, UP’deki tüm bas partisyonlarını kendisi yazmıştı. Çünkü UP parçaları demo halinde hazırdı. Aynı yıl piyasaya çıkan UP eserinde kendisi çalamadı. Onun yerine Cynic ve Pestilence’den tanıdığımız Tony Choy çaldı. Roger’ın partisyonları, kendisi dünyada olmasa da Tony Choy tekniğiyle albümde yaşatılmıştı.

Roger, Heavy Metal dünyasının en iyi ve en yetenekli müzisyenlerinden biriydi. Grup arkadaşları ona örümcek parmak tabirini yakıştırmışlardı. Ölümü sonrası, her fırsatta Roger’a olan özlemlerini dile getiriyorlar. Çünkü onlara göre Roger, Atheist müziğini geliştiren, ilerleten en önemli unsurlardan biriydi ve ona duyulan özlemle ‘Elements’ albümüne derin hisler monte edilmiştir. Roger’a büyük sadakat var. Grup üyeleri –dağılmış olsalar bile- her yıl onun adına parti düzenliyor ve mezarını ziyaret ediyorlar.

Roger ile ilgili ilginç bir olay yaşanmıştır. Roger’ın kot ceketinin üzerinde SS logosu vardı. Roger bir KISS fanıydı ve logoyu, KISS isminin son iki harfini dikkate alarak kullanıyordu. Nazi işareti manasında kullanmıyordu. Bir Nazi değildi. Death’ten Chuck Schuldiner bu durumdan, Atheist’ten haz etmemiş ve bazı magazinlerde grubu eleştirmiştir. Zaman geçince bu sorun unutulmuştur.

Dahiler de Şanssız Olur ve Onların da Kıymeti Bilinmez!

Grup elemanları başlangıçlarda kendilerini çok dışlanmış hissetmiştir. Çünkü demolarını ilk çıkardıkları zamanlarda söz konusu müziği o an için kavrayabilen kısıtlı bir kitle olmuştur. Florida’da Morbid Angel, Cannibal Corpse, Obituary gibi gruplara aşina olan insanlar, konser sahnesinde Atheist müziği ile karşı karşıya kaldıklarında “bunlar hangi cehennemden geldiler ve bunlar ne yapıyorlar?!?!” gibi tavırlarla şaşırmışlardır. Halbuki grup, o döneme göre gerçekten anlaşılması güç parçalara imza atmıştı. Birkaç yıl sonra insanlar gerçeklerin farkına varmaya başlamıştı.

Atheist’in en büyük sorunlarından biri, 1988 yılında kaydını bitirdikleri albümü (POT), Avrupa ve Amerika’da 1-2 yıl sonra yayınlayabilmeleridir. Bir çok Florida Death Metal grubu, örneğin Morbid Angel (Altar of Madness), Obituary (Cause of Death) ve Death (Leprosy), o dönemlerde albüm çıkarmışlardı. POT’ın çıkışının sekteye uğraması, daha doğrusu önceden anlaştıkları firmanın iflas etmesi ve yeni şirketin de işi geciktirmesi, Atheist için büyük kayıp oldu. Çünkü Florida Death Metal yönünü en iyi uygulayan gruplar olarak Obituary, Death, Morbid Angel, Deicide vb gruplar olarak görüldü. Grubun yaşadığı bu şanssızlık, diğer grupların gölgesinde kalmasına neden oldu. Death Metal deyince ilk eserleri ‘ötekiler’ yapmış gibi göründü. Atheist de aynı dönemde bir eser meydana getirmiş, daha gelişmiş bir işe imza atmıştır. Atheist, ilk Death Metal eserlerinin takipçisi bir grup olmadı. Aksine öncülerinden oldu.

Grubun Amerika’daki albümlerine Metal Blade iyi tanıtım yapmışken ve gruba hakkını teslim etmişken, Avrupa tarafında Active Records tarafından bazı kazıklar atılmıştır. Grubun haklarına tecavüz edilmiş, ödemeler yapılmamış, verilen sözler yerine getirilmemiş ve yeterli konser desteği yapılmamıştır. Hatta kendilerine bu sözleri veren kişiye hırsız damgasını vurmuşlardır. (Bu kişinin adı Dave!) Albümlerinde prodüktör olarak çalışan Mark Pinske (Altı Frank Zappa albümünün prodüktörü) ve Scott Burns’tan çok memnun kalmışlardır. Bazı şirketler, Atheist müziğinin o döneme göre farklı olmasından dolayı, grubun değerini tam olarak kavrayamamış ve kendilerine nazaran daha düz grupları tercih etmiştir. Bazı Florida Death Metal grupları yüz binli rakamlara ulaşmışken, Atheist tüm dünya üzerinde 50.000 satışı geçmemiştir.

Bu Virtüözlüğün Sırrı Nedir?

Grubun ilginç yönlendiren biri, çok uyumlu ve usta iki gitariste sahip olmasıdır: Kelly Shaefer ve Rand Burkey. Her iki eleman da solaktır. Burkey’in babası iyi gitar çalan biriydi. Babasının gitarı sağ ele göre dizayn edilmişti ve Burkey doğuştan solaktı. Küçükken babasının gitarını eline alır ve fiskeler vururdu. İlk önce sağ el eğitimi aldı ve sadece 1 hafta antrenman yaptı. Temelde E ve A telleri üzerine yoğunlaşmıştı. Başlangıçta olayı komik ve zaman kaybı olarak görüyordu. Zamanla kendi geometrik ve has üslubuyla değişik bir teknik yarattı. Rand Burkey’in şaşırtıcı yönü, bir solak olmasına rağmen sağ ele göre dizayn edilmiş gitarı da zorlanmadan çalabilmesidir. Tekniğinin farklılığını attığı garip sololarla görebilmek mümkündür. Çünkü gitarın altı teline de çok hakim biridir ve her tele özel olarak hükmeder.

Atheist müziğinde blast beat (çok hızlı, aynı seride ve tempoda giden, melodisini pek değiştirmeyen davul temposu) tarzına yer olmamıştır. Sadece ‘On They Slay’ parçasının ilk kayıtlarında kullanılmıştır. Grup, blast beat tarzına aldatıcı bir unsur gözüyle bakmıştır. Bu yüzden Death grubu ile başlangıçlarda sorun yaşamışlardır. Death grubunun davulcusu Bill Andrews, onların çalış tarzlarına dudak bükmüştür. Atheist de, sıradan ve kuru bir mantıkla dümdüz giden bateri çalma mevzusuna dudak bükmüştür. Çünkü Atheist daha ilk eserleriyle (yılların 1984-88 civarı olduğunu düşünürsek) ağır aksak bateri çalım tekniği ile yeni bir perde açmıştı. Hatta Kelly’nin dümdüz giden bateri çalınışı ile ilgili olarak “hızlı şekilde giden butta-butta-butta-butta tarzı çalma işini annem de yapabilir” gibi ifadesi vardır. Onlara göre tek düze, aynı tempoda giden çalma stili bir aldatmacadan ibarettir. Hız önemli değildir ve tüm melodiler, o saniyede parçanın vermek istediği ruh durumuna göre sürekli değişmeliydi.

Hayatlarını normal insanlar gibi yaşarken bu ustalığın kökeni, aynı zamanda bir azim hikayesi. Rand Burkey bir dönem açlıktan ölüyordu. Kelly zamanında parasız bir yaşam sürüyor, bazı anlar kız arkadaşının eline bakıyordu. Roger büyükannesiyle, Steve ailesiyle yaşıyordu. Steve 1992 yılında gruptan ayrılmış ve koleje girmişti. (O yaşta bu yetenek!) Sürünen elemanlar çalışıp çabalamışlar. Tırnaklarıyla kazıya kazıya Rand bir kayıt stüdyosu açtı, Steve çok önemli bir işte yönetici olarak çalışmaya başlayıp kendisine ev ve araba aldı. Kelly yeri geldi kendi grubu Neurotica’yı kurdu. Yeri geldi, vokal görevi için Velvet Revolver’a başvurmuştu. (Velvet Revolver’a başvuran vokal adaylarının hiçbiri kabul edilmemişti.)

Bu Işık Söner mi?

Atheist şarap gibidir. İlk tadımlar hoşnut eder ama zamanla iyice değerlenir. Sevgi kat sayısı her geçen gün artar, çığ gibi büyür ve kimsenin ulaşamayacağı bir dağ zirvesine ulaşır. Şarkıları her dinleyişte farklı şeyler yakalanır ve diğer dinleyişlerde diğer farklılıklar da yakalanacağından, bir türlü kulaklardan atılamaz.

Herkes yeni bir albüm beklerken, grup 24 Ekim 1993’te dağılmıştır. Kelly, grubu Neurotica’ya konsantre olmuş, Rand, yeni bir projeye dalmıştır. Grubun dağılma nedenleri; ‘Elements’ sonrası müzikal olarak yanlış anlaşıldıklarını hissetmeleri, ifade ettikleri bir çok şeyin anlaşılamaması, plak şirketinden yedikleri kazıklar, Kelly’nin grubu Neurotica’ya konsantre olma ve elemanların farklı şeyler yapma isteğidir. Ama ne Kelly ne de Rand, Atheist ile yaptıkları kadar isim yapamadılar. Aradan geçen 7 yıldan sonra 2000’de Kelly, Atheist ile geri dönmek istedi. Daha önceden çıkmış üç albümü farklı şekillerde kaydedip, ekstra parçalar ekleyip yeniden yayınlamanın peşine düştü. (Daha iyi bir prodüksiyon ve yeni kayıt aletleriyle!) Ama bu bir sonuç vermedi.

Atheist değeri bilenememiş gruplardan olmuştur ve değerleri tam olarak bilinmemeye devam edecek. Tıpkı yüzyıllar önce değeri bilinememiş klasik müzik bestecileri ve ressamlar gibi. Zannedersem anlaşılmaları için yılların geçmesine ihtiyaç var. Dinleyiciler bu müziği, belki o zaman daha iyi algılayabilecek ve kavrayabilecektir.

Atheist’e Dair İlginç Notlar

- Sepultura, ‘Beneath The Remains’ albümünü çıkarmadan önce, gruba sözlerde yardımcı olması için Atheist menajeri Borivoj Krgin’in Kelly’den ricası olmuş. Kelly’e “Brezilya’dan yeni bir grup var ama İngilizceleri pek iyi değil. Onlara yardımcı olur musun?” demiştir. Kelly de ‘Stronger Than Hate’ (İlk yazıldığında orijinal ismi Blood On My Hands’di.) parçasını yazmış ve Florida’ya gelen Sepultura’ya çeşitli yardımlarda bulunmuştur.

- Kaydedilen ilk parçalar ‘Piece Of Time’ ve ‘I Deny’dir. Kelly bu parçaları ilk kaydettiğinde 16 yaşındaymış. Bu parçaların tam anlamıyla oturtulması, grup elemanlarının 17 ve 18 yaşlarında olduğu bir döneme denk gelmiştir.

- Rand Burkey, Atheist sonrası Crimson Glory vokalisti Midnight ile Caustic Thought isimli yan projede yer almıştır.

- Tony Choy gruptan ayrıldıktan sonra bir süre deniz gezintilerinde, gemilerde bas gitarıyla caz çalmaya devam etmiştir. Harika bir sesi vardır ve Latin müziğine çok yatkındır. Çünkü bir Kübalıdır. Bir ara Code 305 isimli grupta yer almıştır.

- 1988’de yayınlanan ‘Beyond’ demosu, Avrupa ve Amerika’nın bazı magazinlerince en iyi demo olarak seçilmiş ve 1990’da yılın grubu olarak Atheist ismini belirlemişlerdir.

- Grubun lideri Kelly’e göre Watchtower; görkemli hayalperestler, Cynic; Death Metal dünyasının gelmiş geçmiş en yetenekli grubu, Rush; tüm Progressive grupların atasıdır. Morbid Angel için söyledikleri ise bir çok Morbid fanını kızdıracak nitelikte: “Zırvalıktan ibaret. Saygısızlık yapmam istemem ama sadece hızla yetenek olmaz. Gruptaki tek yetenekli adam Pete Sandoval. Kendisi dünyanın en hızlı bateristlerinden biri. Ben yapılan işte, bir düşünceyi temel alıyorum ve onlardan hala bir reçete alamadım.”

- Grubun çıkardığı üç albüm Relapse Records etiketiyle tekrar satışa sunulmuştu. Grubun en büyük amaçlarından biri, yeni dinleyicilere, uçlarda gezinen progresif müziklerini tanıtabilmekti.

10 Kasım 2009 Salı

Samuraylar ve Şövalyeler: Bölüm VII (Son Bölüm)

Ordunun tıpkı suyun belirgin yapısı olmaması
gibi belirgin bir formu olmamalı.
Düşmana önceden ne yapacağınızı anlama fırsatı
vermeden bulunduğunuz koşullara uyum göstererek saldırın.
Kısaca, düşmanın hareket senaryosu kafanızda,
durumun izlenmesi ise gözlerinizdedir.


Çao Çao





Şövalyeden Süvariye

16. yüzyılda askeri alanda bir çok yeniliğin ortaya çıkmasıyla, her iki askeri sınıfın savaşma özellikleri ve askeri doğaları değişmişti. Ve tüm bu gelişmeler, aradan yıllar geçince, aristokrat askeri sınıfların ortadan kaldırılmasına kadar ileri gidecekti. Her iki askeri sınıf, barutlu silahların dumanı altında savaşarak ideallerini korumaya, hayatta kalmaya ve başarılı olmaya çalışmıştı. Askeri devrimlerin üstesinden gelmek yerine, her askeri gelişime şevkle dahil olmuşlardı. Gelişmelerin tek uyarısı, daha önce onların aristokrat ve liderlik yönlerine fazla el sürülmemişken, daha sonraki yeniliklerle statülerinin sarsılmasıydı.

Mantıklı düşünürsek, ateşli silahların ve teknolojinin gelişmesiyle, ilkel silahlarla savaşan askeri statülerin daha fazla aristokrat yapıyla yaşamını sürdürmesi pek mümkün görünmüyordu. 16. yüzyıldan 17. yüzyıla geçerken Şövalyelik zayıflıyordu.

Tokugawa ailesi, 1600 yılındaki Sekigahara Savaşı’nı kazandıktan sonra, ülkeye 200 yılın üzerinde bir barış dönemini getirmişti. Ama 1639 yılından sonra sömürge olmamak için Avrupa’ya kapılar kapatılmış, dışarı açılmayan totaliter rejim güçlendirilmişti. Bu durum, samuray ve şövalyeler arasındaki gelişmelerin bir kez daha ortadan kalktığı anlamına geliyordu.

Avrupa’daki askeri yenilikler, Gustavus Adolphus ve Oliver Cromwell gibi kişilerin çabalarıyla daha da gelişmeye devam etmiş ve şövalyeler süvarilere dönüştürülmeye başlanmıştı. Bu karışık süreçte mızrak ve gürz, yerini tabanca ve kılıca bıraktı. Bir şövalye, seçkin statüsünü biraz kaybetti. Müthiş süslü kıyafetlerle gezinen aristokrat süvari subayı, Ortaçağ’a özgü Şövalyelik idealinin varisi olmuştu.


Samuraydan Silahşörlüğe

Japonya’daki gelişmeler biraz farklıydı. Çünkü, Avrupa 30 Yıl Savaşları ile bir kargaşa içinde bulunurken, Japonya, Tokugawa ailesinin yüzyıllarca süren savaşlara son verip ateşkesi ve barışı getirmesiyle, daha değişik bir görüntüye bürünmüştü.

Japonya’yı idare eden Tokugawa ailesi, eski samuray idealleriyle bezeli yeni görünüme nostaljik bir bakış atmıştı. Politika ve popüler kültür samuray idealleriyle bezenmiş, samuray idealleri bir düşünce olarak bir çok alana girmişti. Barış ortamının da getirilmesiyle artık savaşlar söz konusu değildi ve Japonya askeri devrimlerinin enerjisi çabucak yok olmuştu.

Bir köylü ordusunun şogun birliklerine karşı yürüttüğü bir hareket olan Shimabara Ayaklanması, gidişatın biraz kötü olduğunun habercisi niteliğindeydi. Askeri teknoloji gelişmeye devam ediyordu, ama nostaljik bakış açıları arttırılarak ve desteklenerek sağlanan bir gelişim söz konusuydu. Samuray gelenekleri büyümüştü ama savaşın gerçeklerinden ayrı tutularak bir büyüme söz konusuydu. İyi disiplinli ordular, bireysel savaşçı inançları ihmal edilerek garip bir gelişime tabi tutulmuştu.

Avrupa’nın şövalyeleri daha kullanışlı, modern ve hala aristokrat süvarilerken, atlı samuray savaşçıları, şimdiye kadar önemli değerlerden biri olarak gördüğü ve gözü gibi baktığı kılıçların en önemli hale getirilmesiyle, bir kılıç adamı ve silahşöre dönüşmüştü.

Yukarıdaki cümlenin aslında ne ifade ettiğini aydınlatmamızda fayda var. 12. yüzyıldan itibaren Japon kılıç ustaları, her ne kadar dünyanın en mükemmel ve teknik kılıçlarını yapsalar da, yetenekler açısından at sırtındaki bir okçunun yetenekleri ölçü olarak ele alınıyordu. Başka bir ifadeyle, eski dönemlerde Bushido “At ve Okun Yolu”ydu, “Kılıcın Yolu” değil. Heike Monogatari’de yer alan teke tek dövüş örneklerinde, kılıçtan ziyade hançer yer almıştır. 16. yüzyıla geldiğimizde en önemli silah, at üstünde ve yaya olarak kullanılan mızrak olmuştu, kılıç değil! Daha sonra, makineli tüfekler samurayların tercihi olmuştu. Kore Harekatı sırasında, birliklerine ateşli silahlarla silahlandırılmış askerlerin katılmasının zorunlu olduğunu içeren, Asano Nagayoshi tarafından yazılmış duygulu bir mektubun varlığını da bildirmemiz gerekir. Makineli tüfeklerin gücü, yaylım ateşine başlandığı zaman açık seçik belli oluyordu ve Japonya’da savaşlar sona erdikten sonra, ateşli silahlar demeyelim de tabancalar konusundaki gelişmeler durdurulmuştur. Avrupa’da tabancalarla silahlandırılmış süvariler mevcutken, söz konusu durum Japonya savaş alanlarında pek görülmemişti.

Japonya’da uzun yıllar barış hüküm sürünce, samuraylar bazı geleneklerine zihni olarak daha yakın durmuşlar, gruplar halinde sadece kılıçlarla antrenman yapmışlar ve yeteneklerini kaybetmemek istemişlerdir. “Samurayın Ruhu” olan kılıç, artık en önemli silahtı. Dış dünyada büyük askeri teknolojik gelişmeler olurken, ateşli silahlar savaşları tamamen farklı bir yöne çekmişken ve ülke güvenliği açısından askeri teknolojiyi büyütüp güvenliği sağlamlaştırmak gerekirken, tüm bunları elinin tersiyle itip basit bir kılıcın gücüne güvenmek ne kadar doğruydu? Olaya dışarıdan bakan biri, Tokugawa şogunlarının nasıl olur da dünyanın cephaneliğe dönüştüğü bir ortamda, silahlardan habersiz olmasını anlamaya çalışsın.

Japonya’da silahlar gerçekte bırakılmamış olabilirdi ama, barış döneminin getirilmesiyle artık sadece fikirleri, mitolojik geçmişleri, nostaljik bakış açıları ve idealleriyle yaşayan savaşsız samuraylar meydana gelmişti. Ama bu büyük bir soruna neden oluyordu. Savaşların ortadan kalkmasıyla bir çok samuray işsiz kalmıştı. Bir noktadan sonra kimisi dövüş sanatları öğretmeleri için işe alındı, kimisi Zen rahibi oldu ama bireysel silahşörleri yani samurayları parasızlık, geçim ve can sıkıntısı umutsuz yapıyordu. Aslında savaşlar sonrası samuraylar, bir çok sosyal etkinliği gerçekleştirme konusunda yeterli zamana sahip olmuşlar, bir çok konu ile ilgilenmişler, şiirler yazmışlar, bazı sanatları uygulamışlar ama geçmişin tozlu yapraklarını kurcaladıklarında, inanç ve felsefelerinin verdiği bir duyguyla rahat edememişlerdir. Çünkü onlar savaşlarla yaşardı. Savaşmayan bir samuray, ne kadar samuray olabilirdi? Ve savaşlar olmasaydı, samuraylar ve şövalyeler isimli askeri bir statü söz konusu olabilir miydi?

9 Kasım 2009 Pazartesi

Diyarbakırspor – Galatasaray: İkramiye Tadında Üç Puan



Son iki maçta Galatasaray takım savunması anlamında toparlandığını belli eden bir futbol oynamış. Rakiplerine pozisyon vermemiş ve goller yemeden galibiyetler eklemiş artılar hanesine. Peş peşe dördüncü maçını kazanmak üzere Diyarbakır deplasmanına çıkmış. Son iki maçtaki galip kadrodan sadece Mustafa Sarp eksik cezası nedeniyle. Yerine de Ayhan monte edilmiş. Genel kitle rahat bir üç puan bekliyor. Son zamanlardaki olumlu gidişat ve Diyarbakır’daki çalkantılı günler bu kanıya varmayı kolaylaştırıyor. Ama maç başlar başlamaz daha farklı şeyleri konuşmak zorunda kalıyoruz.

Diyarbakırspor’un kendi sahasında ilk dakikalarda oldukça yüksek tempo ile oynadığı ve tempoyu belirlemek isteyen takım olduğunu az çok takip edenler bilirler. Fenerbahçe maçına da böyle bir patlamayla girmişlerdi. Bu maçta da öyle oldu. Galatasaray rakibinden böyle bir tempo beklemiyor olsa gerekti. Ya da işi kolay halledeceğini sanarak konsantrasyon sorunu yaşıyordu belki de. Diyarbakırspor ilk dakikalarda hızlı ve tempolu futboluyla, hızlı forvetleri ile Galatasaray defansının klasik hastalığı olan defans arkasına sarkmaya çalışmış ve bu sayede ilk golünü bulmuştu. Başlangıç itibariyle özellikle Ayhan ve Mehmet Topal ikilisinin pas koordinasyonunu sağlayamayarak pas hataları yapmaları Sarı Kırmızılıların oyun kurabilmesini ve rakibini kontrol edebilmesini engellemişti. Ne zaman ki Diyarbakırsporlu oyuncular güçlerini kontrolsüz olarak kullandıkları için güçten kesilmeye başladılar ve Galatasaraylı oyuncular da pas trafiğini sağlamayı başardılar, o noktadan sonra Galatasaray baskısını hissettirmeye başlamıştı. Tolga Özkalfa’nın hızlı futbola prim tanıdığını ve bir çok faul pozisyonunu avantaja bırakıp oyunu kesmeyerek başlangıç itibariyle tempolu oyuna öncülük ettiğini söylemeliyiz. Dakikalar 30 küsuru gösterirken her iki takımın faul hanesinde ikişer faul vardı. Bunu bir hakem başarısı olarak dikkate almakta fayda var.

Galatasaray ilk dakikalarda pas koordinasyonunu oturtamamasının sancılarını çok çekti. Topal, Sarp ve Barış üçlüsünün bozulması ve ayağında çok top tutan Ayhan’ın monte edilmesi, ilgili koordinasyon kopukluğunda muhakkak etkili olmuştur. Ayhan bazı pozisyonlarda ayağında çok top tutmak istemese bile ani pas denemelerinde başarısız olunca ve buna başlangıçta Topal da katılınca Galatasaray çok zorlandı. Eğer Galatasaraylı oyunculara rakip yüksek tempo ile baskı uygularsa ve pres yaparsa Sarı Kırmızılı oyuncular pas trafiğini iyi uygulayıp rakibe oyununu kabul ettirebilir mi sorusuna bir nebze cevap bulduk aslında. Rakibin ilk dakikalarda sürekli baskı uygulamaya çalışması Sarı Kırmızılı oyuncuların oyun kurmasını zorlaştırmıştı. Ne zaman ki Galatasaraylı oyuncular oyuna ağırlıklarını koyup pas trafiğini yoluna koydular, o noktadan sonra Galatasaray büyük bir takım olduğunu hatırladı. Bu noktada Mehmet Topal’ın kendine gelmesi, pas hatalarını azaltması, Ayhan’ın pas trafiğine katılması, Kewell, Arda ve Sabri’nin oyuna ağırlığını koyması ile pozisyonlar gelmeye başladı.

Şu belli oldu ki, Galatasaray’ın organizasyonlar kurabilmesi için verimli bir pas trafiği sağlaması gerekiyor. İlgili trafiği sağladığı sürece oyunun hakimiyetini eline geçiriyor ve topu sürekli dolaştırarak pozisyonlar bulabiliyor. Özellikle Galatasaray’ın bulduğu iki golü çok dikkatli incelemek gerekiyor. Atılan iki gol de sistem golüydü. Sağlıklı pas trafiği kurulmuş, seri paslarla iki gol kazanılmıştı. İlk golde 7 pas vardı ve 8. hamle gol ile sonuçlanmıştı. İkinci golde de 7 pas ve 8. hamle golü getirdi. İlk golün gerçekleşmesi 30 saniyeyi bulmuşken, ikinci gol 15 saniyeyi bulmuştu. İkinci gol öncesi Diallo’nun ayağının kayması ve hamlede bulunabileceği topun istemeden geçmesine izin vermesi Diyarbakırspor adına bir şanssızlıktı. Ama bu duruma sebep olan etkenlerden birinin hızlı şekilde atağa çıkmak olduğunu düşünmek gerekebilir. Saha belki kaygan olabilir ya da uygunsuz krampon giyilmiş olabilir ama eğer hızlı bir şekilde atağa çıkarsanız öyle ya da böyle rakibi paniğe sürükler, hataya zorlarsınız. İkinci yarı ile birlikte oyunun kontrolü tamamen Galatasaray’ın elindeydi. Topu istediği gibi kullanıyordu ve ikinci golün geleceğinin habercisiydi oturtulan pas trafiği.

Barış Özbek’in oldukça laubali bir şekilde sarı kart görerek takımını eksik bırakmasıyla birlikte futbolun futbol olmaktan çıktığını, Galatasaray’ın kontrollü oynamaya çalışarak maçı bu üstünlükle tamamlamak istediği aşikardı. İlk yarı sona erdiğinde Barış’ın muhakkak dışarı alınması gerektiğini düşünmüştüm. Rijkaard adına sorgulanabilecek tek şeyin Barış’ın daha erken dakikalarda neden oyundan alınmadığı olabilir. Gerçi ikinci sarı kartı görmeden önce Barış’ı kenara almayı düşündüklerini ama bir dakika geç kaldıklarını söylemesi olayın farkında olduğunu gösterse bile keşke elini daha çabuk tutsaydı. Eğer Sarı Kırmızılılar eksik kalmasaydı skorun devamını getirebilirlerdi. Sarı Kırmızılılar açısından bu dakikalarda olumlu sayılabilecek durum ise kontrol futbolu oynamaya çalışması ve eksik oynanan 30 dakika boyunca tek bir pozisyon vermesiydi. 86. dakikada Mendoza’nın kale dibinden kaçırdığı gol Sarı Kırmızılılar adına bir şanstı. Galatasaray bu dakikalarda sık sık ofsayt taktiğini kullandı. Diyarbakırsporlu oyuncular da her seferinde bu tuzağa düştüler. Diyarbakırspor’un eksik kalan rakibine karşı gücünün yetmediğini söylemek lazım.

Kewell’a ayrı bir parantez açma gerekiyor. Son maçlarda takımı adına gerçekten çok iyi işler yapıyor. Kondisyon ve sağlık sorunundan bahsederken son maçları sürekli 90 dakika ile tamamlaması, takım savunmasına da katkıda bulunması, son dakikalarda bile pres yapmaya çalışması takdire değer. Galatasaray’ın bulduğu iki golde de önemli payı olan futbolcuydu. İkinci yarının başlarındaki iyi paslaşmalı futbolun öncü oyuncularından biriydi. Kewell’ın son dönemlerde artan formu Sarı Kırmızılılar için önemli bir avantaj.

Genel itibariyle zevkli bir maç izleyemedik. Barış’ın atılmasından sonra futbolun iyice fakirleştiğine tanıklık ettik. Ama bu tarz maçları kazanmanın önemli faydaları var. Şampiyonluk mücadelesinde bu tür maçların büyük katkıları olacak. Galatasaray açısından bu anlamda önemli bir maçtı. Ayrıca istatistik bilgisi anlamında peş peşe kazanılan dördüncü maça karşılık geliyordu. Bazen bütünsel olarak iyi olmayan futbolla da kazanılan puanlara ihtiyaç duyuluyor. Bu da öyle maçlardan biriydi.

6 Kasım 2009 Cuma

Blogum Tekrar Galatasaray Dergisi’nde!


Gerçekten çok şaşkınım. Çünkü Galatasaray Dergisi’nin Eylül sayısında blogum tanıtılmış ve sevincimi burada sizlerle paylaşmıştım. İlginçtir ki aradan iki ay geçmişken Galatasaray Dergisi’nin Kasım sayısında blogum tekrar tanıtılmış. Arkadaşlarım arasında şimdiden dedikodular ayyuka çıkmış durumda. Galatasaray Dergisi’ne rüşvet yedirdiğimi düşünüyorlar. :)

Anlaşılan onlar beni çok sevmiş. Ben de çok teşekkür ediyorum sevgili Galatasaray Dergisi çalışanlarına.

Not: İtiraf ediyorum. Dergiye rüşvet değil, yazılar gönderiyorum. :)

Dinamo Bükreş – Galatasaray: Futbolun Basitliği ve Takım Olabilmek




Futbolun kompleks bir oyun olduğunu biliriz. Bazen söz konusu karmaşık yapıyı çözümleyebilmek için gereken şey aslında çok basittir. Futbolun doğrularını basit bir şekilde uygulayabilmektir bunun yolu. Oyununuzu oynarken eveleyip gevelemeden basit ve doğru bir şekilde gereğini yerine getirdiğiniz zaman, ilgili oyunu oynayanlar doğru şeylere şahitlik edeceklerdir. Tıpkı Galatasaray’ın son iki maçında doğruları uygulaması gibi.

Galatasaray bir çok takımın kıskanacağı özelliklere sahip bir takım örgüsündeyken korkutan tek bir yönü vardı benim nezdimde. Problem, takım savunması anlamında bazı oyuncuların varlığı ve fizik yapısı nedeniyle sorunlar yaşanmasıydı. Aslında bunun da bir çözümü vardı. İngilizce deyimiyle tackle özelliğinin üst düzey olmasına da gerek yoktu ilgili savunma kurgusunu kurmada. Önemli olan, takımın başında yer alan Rijkaard’ın her daim söylediği gibi top rakipteyken takım halinde topun karşısına geçebilmekti. Eğer takım halinde topun karşısına geçerseniz ve rakibinizi rahat bırakmazsanız, karşıdaki rakibiniz üst düzey oyunculardan oluşmadığı sürece hataya zorlanacaktır. Şöyle bir gerçek vardır ki, dünyanın en iri ve en güçlü insanına dünyanın en ufak ve en zayıf insanı bile ufacık baskı dahi uygulasa, varlığı bile rahatsız eder ilgili güçlüyü.

Futbol taktik, teknik, ustalık, yetenek gibi verileri içermekle birlikte psikolojik verileri fazlasıyla bünyesinde taşır. Psikolojik verilerden de üst düzeyde yararlanmakta fayda var. Rakip oyunculara 90 dakika boyunca futbol kuralları içerisinde baskı uygulamak, ona boş alan bırakmamak, ayağına top geldiğinde hemen karşısına geçmek ve bu baskıyı sürekli hissettirmek gibi işleri yaparsanız rakibinizi rahatsız edersiniz. Bunu sürekli hale getirdiğiniz zaman rakibinizi psikolojik olarak bitirirsiniz. Çünkü rakibiniz bilir ki her daim baskı uygulayan, boş alan bırakmayan ve topun karşısına takım halinde set koyan bir takım karşısında istenenleri uygulayabilmek çok ekstra yetenekleri ve motivasyonu gerektirir. 90 dakika boyunca çelik gibi sinir ve sabır gerektirir.

Bence hem Sivasspor hem de Dinamo Bükreş maçında Galatasaray’ın yaptığı en doğru iş buydu. Takım halinde savunmak, takım halinde topun karşısına geçmek… İlgili futbol doğrusunu muhakkak ki sertleştirilen orta sahaya da yoracağız. Mehmet Topal, Mustafa Sarp ve Barış Özbek üçlüsünün yan yana kullanılmasının bunda çok etkin olduğunu bileceğiz. Ama takım halinde ortaya konulan savunma örgüsünü sadece bu üç oyuncuya yığmayacağız. Sarı Kırmızılıların iki maçtır bütün halinde takım savunmasını uygulayabilmesine yoracağız. Galatasaray’ın en önemli eksiğini kapatması, haliyle rakibini iyice özümsemesine sebebiyet verecekti. Dünkü maçta Dinamo Bükreş’in oldukça etkisiz kalmasını ve 90 dakika boyunca Galatasaray’ın kendisini kasmadan rakibini tamamen bitirmesini Galatasaray’ın oyun düzenine yoracağız. Çünkü bir çok pozisyon verdiği maçların aksine Galatasaraylı tüm oyuncuları topu kaptırdığı an topun karşısında görmeye başladık. Dinamo maçında Kewell’ın bile rakibini sürekli rahatsız ettiği, ısrarla, yerde sürünerek ve ısırarak pres uyguladığı anlarını görünce ilgili değişimin nedenlerini anlamak güç değil.

Burada en önemli tebriklerden birini Albert Roca Pujol ve Carlos Cuadrat’a göndermemiz gerekiyor. Sivasspor maçına kadar fiziksel bir düşüş içinde olan bu oyuncular artık daha diri bir şekilde oynuyorlarsa, iki kondisyonerin planlı ve programlı çalışmalarına minnet duyacağız. Çünkü son iki maçtır Galatasaray çok diri görünüyor. Bunda sistemi doğru bir şekilde uygulamanın, blokların birbirine çok yakın oynamasının ve gereksiz işlere girilmemesinin önemli katkıları da var. Bloklar ve oyuncular birbirine yakın olduğu zaman hem daha iyi pas trafiği sağlanabilmekte hem de ilgili pas trafiği ne kadar yoğunlaşırsa oyuncular değil, top koşmaktadır. Yorulan da oyuncular değil top olmaktadır. Dünkü maçın en büyük resmi bence budur. Galatasaray adeta doğru düzgün koşmadan, kendisini yormadan, kasmadan, elini kolunu sallaya sallaya oyununu oynadı, 90 dakika boyunca rakibine hükmetti ve istediği sonucu aldı. Sarı Kırmızılılar, bir yemeğin kısık ateşte pişerek en leziz haline dönüşme reaksiyonunun kanıtıydılar. Rijkaard sisteminin en önemli özelliklerini sahaya yansıttığınız an ortaya böyle bir tablo çıkacaktır.

Galatasaray’ın dün oynadığı oyunu çok teknik bir şekilde analiz etme gereği de duymuyorum. Yazının başında bahsettiğim gibi futbolun basit kurallarını uygularsanız başarıya giden yolda kendinizi emniyette hissedersiniz. Bol bol pas yaptı Sarı Kırmızılılar. Hiç acele etmediler. Sabrederek sürekli topu çevirdiler. İlgili sükunet ikinci yarı rakibi o kadar hırpaladı ki onları sinirlendirerek daha sert oynamaya ve futboldan kopmalarına sebebiyet verdi. Bir tarafın sürekli sükunet nefesiyle soluyup durması, diğer tarafın sinirine dokunan artı bir özellik bahşedebiliyor.

Maça dair ilginç gözlemlere gelince, Kewell ve Mustafa Sarp’ın yaptıkları ilginç ince işler vardı. Kewell’ın takımına kazandırdığı ilk gole baktığımızda böyle bir golün her oyuncu tarafından atılamayacağı aşikar. Sol ayağın topuğu ile topu yumuşak bir şekilde önünüze almak ve topa Allah ne verdiyse vurmak yerine büyülü bir sakinlikle en doğru şekilde en doğru yere vurmak üst düzey bir futbolcunun işidir. Kewell belki oyunda kaldığı süre boyunca sürekli oyun içinde olmuyor. Belki her şeyin içinde olmuyor. Ama öyle zamanlarda ortaya çıkıp öyle bitirici işler yapıyor ki varlığı bile takımın rahat oynaması için yeterli oluyor. Keza Mustafa Sarp’ın ikinci gol öncesi oldukça kalabalık oyuncular topluluğu içerisinde zor bir pası akıllı bir hamleyle kolaya çevirmesi ve bu yılın en pozitif çıkışını gerçekleştiren Sabri’nin Sarp’ın pasını bitirici orta ile tamamlaması takımın futbol aklı ve becerisinin her geçen gün ilerlediğinin ışığıydı. Mehmet Topal’ın üst düzey golünün altını da çizmek gerekiyor. Daha düne kadar yerden yere vurulan Mehmet Topal iki maçtır çok iyi oyun oynuyorsa, bunu takımın birbirine verdiği destek, güven ve rahatlık olarak algılayacağız. Mehmet Topal’ın o bölgeye kadar inmesi, korkusuzca şutunu çekmesi, beklerin sık sık ileriye çıkması, hatta Balta ve Sarıoğlu’nun bile adeta bir orta saha gibi oynamasının iç yüzünü takım savunmasına yormak lazım.

Benim için maçın en önemli ve en renkli görüntüsü, ilk gol öncesi Galatasaray'ın paslarıyla rakibini resmen bayıltması ve akabinde Kewell'ın usta bir vuruşla golü bulmasıydı. Onca pas sonrası rakibi uyutmak, gardını düşürmek ve harika bir golle meyvesini toplamak sistem adına çok leziz bir meyvedir.

Bu maçın rakamsal anlamda önemli getirileri söz konusu. Galatasaray Avrupa arenasında peş peşe 10 deplasmandan puan çıkardı ve hiç yenilmedi. Bu yıl Avrupa arenasında çıktığı 10 Avrupa maçında ise filelere 30 gol bıraktı. Maç başına üç gol ortalaması ülkemiz futbol tarihi için bir ilk olsa gerek. İki maç kalmışken şimdiden gruptan çıkmayı garantiledi Sarı Kırmızılılar.

Diğer dikkat edilmesi gereken nokta ise Avrupa’da en çok maça çıkan Galatasaray’ın Türk takımları arasında en başarılı takım olduğunu istatistiksel veriler açısından iyice pekiştirmesidir. Şu ana kadar 229 maça çıkan Sarı Kırmızılar 88 galibiyet, 58 beraberlik ve 83 mağlubiyet ile galibiyet artısını her geçen maç yukarıya çekmekte. Diğer ilginç veri ise, ilgili gidişatın devamı durumunda Sarı Kırmızılıların gol averajı anlamında artıya geçecek olmaları. 229 maçta attıkları 321 gole karşı 327 golü kalesinde görmüşler. Gol istatistiği anlamında artıya geçebilmek için sadece +7 gol averajına kalınmış durumda.

Nonda ise dün attığı gol ile Avrupa arenasında Galatasaray adına en çok gol atan yabancı oyuncu statüsüne yükseldi. Toplamda 12 gole ulaşması bu istatistiğe ulaşması için yeterli oldu.

Galatasaray açısından diğer sevindirici özellik ise UEFA takım puanı sıralamasında 40.490 puan ile 42. sıraya yükselmesiydi. Geçen yıl başında 90. sıralarda yer alıp taraftarlarını üzen Sarı Kırmızılılar eski şaşalı günlerine döndüğünün müjdesini verdi. İlgili performans devam ederse sezon sonunda 30 küsur sıralarında yer bulacaklar gibi.

Peki Sarı Kırmızılıların en önemli kazanımı nedir?

Cevap çok açık ve net. Galatasaray tekrar bir takım oldu. İki maçtır içten ve samimi bir ortaklık içindeler. Artık daha kenetlenmiş durumdalar. Bu hem ruh hallerine, hem oyunlarına hem de sevinçlerine yansıyor. Formayı artık isimler değil, takımın bir parçası olanlar alıyor. Galatasaray’ın tek ihtiyacı da takım olmayı başarmasıdır. Başarının en önemli koşulu da budur.

3 Kasım 2009 Salı

Yengeç, Evrim ve Samuray


1185 yılında Japon imparatoru, Antoku adında yedi yaşında bir çocuktu. Genji Samurayları kabilesiyle kıran kırana bir savaşa giren Heike Samurayları kabilesinin lider adayıydı Antoku. Her iki grup da imparatorluk tahtında atalarının üstünlüğü nedeniyle hak iddia ediyordu. Son çatışma, imparatorun da başkomutan gemisinde bulunduğu 24 Nisan 1185 günü Japon iç denizi Danno-ura’da oldu. Heike’ler yenildi ve çoğu öldürüldü. Geriye kalanlar da, kendilerini denize atarak boğuldular. İmparatorun anneannesi Nii, Antoku’yla birlikte düşmanın eline geçmemesi gerektiği kararına vardı. Bakalım başlarına ne gelmiş.

“İmparator yedi yaşındaydı o yıl. Fakat daha büyük görünüyordu. Öyle sevimliydi ki, beline kadar inen uzun ve simsiyah saçlarının çevrelediği yüzünden ışık pırıltısı saçılıyordu. Şaşkın bir ifadeyle Nii’ye, ‘Beni nereye götürüyorsun?’ diye sordu.

Gözlerinden yaşlar boşalan Nii, genç hükümdara dönerek onu teselli etti ve uzun saçlarını pelerinine doladı. Gözleri dolan küçük hükümdar ellerini kavuşturdu. Önce başını doğuya çevirip Tanrı İse’ye veda etti, sonra da batıya dönerek duasını söyledi. Nii, çocuğu göğsüne sıkıca bastırıp, ‘Okyanusun diplerindedir bizim sarayımız’, diye mırıldandı. Böylece dalgalar arasında birlikte denizin dibini boyladılar.”



Heike’lerin tüm filosu yok oldu. Yalnızca kırk üç kadın hayatta kaldı. İmparatorluk sarayında hizmetkarlık yapmış olan bu kadınlar, deniz savaşının yapıldığı yerin dolaylarında yaşayan balıkçılara çiçek satmaya ve onlara yakınlık göstermeye başladılar. Heike’ler tarih sahnesinden kaybolup gittiler. Bu arada saray hizmetkarlarından ayaktakımı olanlarının balıkçılardan peydahladıkları çocuklar, savaş gününü anma festivali düzenlediler. Bugüne dek her 24 Nisan günü bu festival tekrarlanır. Heike’lerin torunları olan denizciler, boğulan imparatorun anıtkabirinin bulunduğu Akama Tapınağı’na giderler. Orada Danno-ura deniz çarpışması olaylarının temsil edildiği bir oyunu izlerler. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile insanlar burada Samuray ordusu hayaletlerinin kandan ve yenilgiden arınmak için denize doğru koştuklarını görür gibi olurlar.

Balıkçılar, Heike Samuraylarının o iç denizin derinliklerinde yengeç biçiminde dolaştıklarını söylerler. Gerçekten de burada, sırtlarındaki girintili çıkıntılı şekilleriyle Samuray yüzünü andıran yengeçler vardır. Bunları yakalayan balıkçılar tekrar denize atarlar. Yeniden denize atmalarının sebebi Danno-ura olaylarının acısını anmalarındandır.


Bu efsane ilginç bir soruyu beraberinde getiriyor. Nasıl olur da bir savaşçının yüzü bir yengecin kabuğuna işlenmiş olabilir?



Bunun yanıtı, o yüz şeklini yengeç kabuğuna insanların aktardığıdır. Yengecin kabuğundaki şekiller kalıtsaldır. Fakat insanlarda olduğu gibi, yengeçlerde de bir çok değişik kalıtsal çizgiler vardır. Diyelim ki, rastlantı sonucu, bu yengecin çok eski atalarından biri, azıcık da olsa insan yüzüne benzer bir şekille ortaya çıkmış olsun. O taktirde, balıkçıların, Danno-uro Savaşı söz konusu olmadan da, insan yüzünü andıran bir yengeci yemek istemeyecekleri söylenebilir. Balıkçılar yakaladıkları yengeçleri yeniden denize atmakla evrim kuramının bir sürecini harekete geçirmiş oluyorlar. O da şudur: Eğer bir yengeç olağan bir yengeç kabuğuna sahipse, insanlar onu yerler ve o yengecin soyundan gelenlerin sayısı azalır. Eğer kabuğu insan yüzünü andırıyorsa, yengeç yeniden denize atılacağından o yengecin soyundan üreyecek olanlar daha yüksek sayılara ulaşacaktır. Yengeçler, böylesi kabuklara sahip bulunmaktan yararlanmışlardır. Yengeç ve insan kuşakları zaman içinde akıp gittikçe Samuray yüzüne en çok benzerlik gösteren kabukluların yaşamlarını sürdürmeleri olanağı doğmuştur. Tüm bu olgunun yengeçlerin isteğiyle bir ilintisi yoktur. Seleksiyon onların dışından gelen ve kendini kabul ettiren bir güçtür. Samuray yüzüne benzediğiniz oranda hayatta kalma olasılığınız artıyor. Sonunda samuray yüzüne benzer kabukluların sayısı bir hayli çoğalacaktır da.

Bu sürece yapay seleksiyon değil, doğal seleksiyon denir. Heike yengeci olgusu, balıkçıların hemen hemen bilinçsizce davranışları sonucu ortaya çıkmıştır. İnsanların hangi bitkilerin ya da hayvanların yaşamlarını binlerce yıl sürdürmeleri ya da sürdürmemeleri konusunda seçim yaptıkları durumlar da vardır. Kendimizi bildiğimiz günden itibaren çevremizde belirli çiftlik ve evcil hayvanlarla karşı karşıya geliriz.Çevremizdeki meyveler, sebzeler ve ağaçlar da belirlidir.

Bunların doğuşu nasıl olmuştur?

Bu aşamaya nereden gelmişlerdir?

Acaba bir zamanlar yabanî hayvan ya da bitkiydiler ve çiftliğin daha az çetin bir yaşam koşullarına mı alıştırıldılar?

Hayır, gerçek tümüyle başkadır. Bunların çoğunu bugünkü duruma getiren bizleriz.

Görüldüğü üzere bir efsane sebebiyle yepyeni bir tür ortaya çıkabiliyordu…

Peki geçen milyonlarca yıldaki seleksiyonlar?

Bilinmez…

1 Kasım 2009 Pazar

Galatasaray – Sivasspor: İstanbul’un Poyrazında


Güneş ışıklarıyla kemiklerimizi ısıttığımız günler geride kalmış. Umudu ve yaşamın güzelliğini bizlere yansıtabilecek güneş, bulutların ardına saklanmış. Bir hazan mevsimi çökmüş üzerimize. Sıcaklığı ve güneşi tekrar hissedinceye kadar. Belki de bu kapalı havadandır bu maç öncesi pek neşeli olmamam ve maç öncesine konsantre olamamam. Kazanıp kazanılmayacağı ya da beklenen oyundan kaynaklı bir sıkıntı değildi bu aslında. Havaların serinlediği, poyrazın yüzünü gösterdiği bir İstanbul hazanında gündüz maçı ile karşı karşıya kalmak alışık olmadığımız bir durum olsa gerek.

Bir tarafta sezon başındaki görüntüsünden uzak olan Galatasaray, diğer tarafta ise 10 maçta topladığı 7 puan ile bizleri çok şaşırtan Sivasspor. Galatasaray’ın futbol güzelliklerini simgeleyebilecek Keita, Elano ve Baros gibi isimler yokken nasıl bir futbol sergileyeceği bir sırdı. Keza, bir çıkış arayan ve teknik direktör değişikliğine gitmiş Sivasspor’un da şansının yaver gitmediği Ali Sami Yen’de nasıl bir çıkış yakalayacağı bilinmezdi.

11 dakika boyunca Sarı Kırmızılıların sağlı sollu ataklarla ve presle rakibine hükmettiği ve Yiğidoların da rakibini sadece izlemekle yetinmek zorunda kaldığı bir başlangıçtı. Galatasaray golü bulana kadar rakibine nefes dahi aldırmıyordu. Belki de nedeni son zamanlarda sürekli yumuşak kaldığı söylenegelen Galatasaray orta sahasının enerjik ve koşan üç adam tarafından rehin alınmasıydı: Mehmet Topal, Mustafa Sarp ve Barış Özbek. Bu üç isim üst düzey paslaşmaların adamı değildi ama aralarına Sabri, Arda ve Hakan Balta’yı alarak rakiplerini tamamen rehin almışlardı. Sivasspor söz konusu baskı karşısında sahasına kapanmak zorunda kaldı. Gol gelen kadar Galatasaray bu baskılı, tempolu ve presli oyununu devam ettirecek gibiydi. Poyrazı da arkasına alarak.. Öyle de oldu.

Ne hikmetse gol sonrası Galatasaray’da bir rahatlama, Yiğidolar cephesinde ise bir silkinme görüldü. Sivasspor sahasına yaslanarak bu maçın altından kalkamayacağını anlamıştı. Rakibi de tempolu oyununu bırakmıştı. Sivasspor silkinir gibi görünse de Sarı Kırmızılılar akıllı bir oyun sergileyerek rakibini etkisiz hale getirmeye başarmıştı ilk yarı sonucunda. Yiğidoların ilk ve tek şutunun 41. dakikada olması, Galatasaray’ın daha fazla faul yapan takım olması maçın genel görünümünü ufak da olsa açıklıyordu.

Maçın ikinci yarısı da pek farklı değildi. 60. dakikaya kadar Galatasaray tempo koyarak çok önemli ve net gol pozisyonlarını girdi. Bu pozisyonlarla tarihi bir farkın kaçtığı söylenebilir.

Maça genel olarak bakıldığında Galatasaray açısından çok önemli noktalara değinmekte fayda var. Sivasspor maçının hem teknik ekip hem de oyuncular açısından eğitici bir maç olduğunu düşünüyorum. Galatasaray maç boyu sürekli efektif ve pozitif bir oyun sergilememiş olabilir ama yeri gelince bu takımın mücadele edebileceğini, koşabileceğini, takım savunmasını arzulayınca yapabileceğini görmüş olduk. Ama burada isimlerin büyük önemi var. İlgili orta sahaya Elano’yu monte ettiğiniz zaman takım savunmasında önemli sıkıntılar doğabilir. Ama orta sahayı tamamen koşan ve mücadele eden, bunlara da yardımcı olan oyuncularla beslediğinizde Galatasaray rakiplerine nefes aldırmayabilir. Sivasspor’un pek pozisyon bulamamasının iç yüzünde bu etken yatıyordu.

Galatasaray için bu maçtaki en önemli kazanımlardan biri tekrar bir bütün ve takım olabilme yolunda olmasıyla birlikte, sezon başındaki ciddi hallerine geri dönmeleriydi. Oyuncular oynadıkları oyuna daha konsantre olmuşlar ve Rijkaard’ın isteklerini biraz daha sahaya yansıtmışlardı. Diğer maçlara nazaran paslaşmanın etkin bir şekilde yapılması, orta sahanın güçlü kılınarak rakibe pozisyon fırsatı verilmemesi, orta sahanın rakip oyuncular tarafından diğer maçlarda olduğu gibi rahat bir şekilde geçilememesi, boşlukların iyi kapatıldığı bir maçtı. Bunun adını disiplin de koyabiliriz. Arda’nın son maçlarda topu sürekli ayağında gevelemesi, egoistçe oynaması gibi konulardaki rahatsızlığımız ortadayken, bu maçta Arda’nın arkadaşlarına sürekli servis yapması ve takım oyuncusu gibi hareket etmesi bile takımın, üzerindeki toprağı attığına ve silkindiğine işaret ediyor. Son üç lig maçında üç golü kalesinde gören bir takımın hatalarından ders alarak doğru düzgün pozisyon vermemesi, takımın geçmiş maçlardan dersler çıkardığını kanıtlıyor mu? Bilmiyoruz. Çünkü Elano, Keita gibi oyuncular geri döndüğünde sert orta saha oyuncularından +1 fazlası yine kenara gelmek zorunda kalacak.

Bana göre bu sezonun en çok koşan ve mücadele eden Galatasaray’ını izledik. Pozitif futbol anlamında üst düzey oyuncuların cezalı olması futbolun amacı olan gol sayısını düşük tutmuş olabilir. Hoş! İkinci yarının başındaki pozisyonlar değerlendirilebilseydi gol sayısı da oldukça yüksek olacaktı. Şova yönelik oyun oynanmamış olabilir. Ama takım savunması kurgusunu oturtmuş bir oyun örgüsüne ve orta sahasını güçlü tutup bu mevkide enerjiyle oynayan oyuncuların gölgesine de ihtiyaç var.

Mehmet Topal, stoperlerin önünde ve arasında sigorta hüviyetinde oynarken, aynı zamanda aldığı topları kanatlara yayan ve atağı başlatmaya çalışan oyuncuydu. Barış ve Mustafa Sarp ise Topal’ın önünde süpürücü görevi görüyorlar, ataklara katılıyorlardı. Mustafa Sarp’ın enerjisi ve hırsı Galatasaray’ın bujisi gibiydi. Sık sık derin koşularla ve preslerle Sivasspor’u en çok zorlayan oyuncuların başında geliyordu. Takımın savunma örgüsüne katkıda bulunmakla birlikte, belli ki Rijkaard’dan sık sık ileriye destek vermesi yönünde direktif almıştı. Bunu elinden geldiği kadar gerçekleştirdi. Sabri için ise diyecek fazla bir şeyim yok. Çünkü bu Sabri alışık olduğumuz Sabri değil. Bu performansı, enerjisi ve gücüyle takımın değişilmez en önemli ve kritik isimlerinden biri konumunda.

Bu maçın diğer önemli eğitici yönlendiren biri ise Baros’un yokluğunda forvet noktasını ne gibi yöntemlerle doldurmak gerektiğiydi. Nonda sakat olmadığı sürece en uç bölgenin değişmez adamı olacaktır. Kewell da onu destekleyen ve bölgesini ikileyen adam konumunda. 60. dakika civarında Nonda’nın dışarı alınmasını muhtemel Nonda sakatlığına karşı neler yapılabileceğini test etmek adı altında bir hamle olarak görüyorum. Rijkaard, olur da Nonda sakatlanırsa neler yapabileceğini görmüş oldu. Kewell ileride tek adam olacak. Arkasında çok koşan, basan, enerjik bir orta saha ile Kewell desteklenecek.

İlgili Nonda değişikliğinin diğer ilginç noktalarından biri ise takımın dizilişinin değişmemesi ama 4-5 oyuncunun yerinin bir anda değişmesiydi. Nonda dışarı alınıp Uğur Uçar oyuna dahil edildiğinde Sabri sağ açığa, Kewell en uç bölgeye, Arda sol kanada , Barış da tam anlamıyla orta sahaya geçmişti. Sabri’nin bu değişiklik sonrası sergilediği oyun, yaptığı pres, orta sahaya verdiği enerji Rijkaard’ın kafasında bir ışık yakmış mıdır bilemiyoruz.

Galatasaray’ın yine de halletmesi gereken sorunları var. Galatasaray adına bir tempo sorunundan bahsedebiliriz. Oyunun gidişatına bakmaksızın ilk ve ikinci yarının ilk on dakikalarında yüksek tempodan bahsederken, oyunun diğer geri kalan zamanlarında rölantide geçen bir oyun temposundan söz edebiliriz. Skoru erken bir zamanda elde etmenin bunda muhakkak önemli bir payı vardır. Fakat ilgili temponun minimum 50-60 dakika seviyelerine çıkarmak lazım.

Bu maça dair diğer sorun ise Galatasaray’ın atağa hızlı bir şekilde çıkmaması, hızlı bir şekilde ani ataklara çıkmak imkanı varken topu ısrarla geriye oynadıkları anlardı. Daha derinlemesine, hızlı ve sürekli ileri doğru paslaşma noktasında takımın sıkıntıları var. Bu sıkıntıda futbolcu kalitesinin ön planda olduğunu, Linderoth’un formda geri dönüşü halinde bu sıkıntının az da olsa azalacağını düşünüyorum. Galatasaray orta sahasının yapması gereken şey aslında Linderoth’un oyun tarzında gizli. Top kendisinde değilken sürekli rakibin karşısına geçen, onu rahatsız eden ve sürekli baskı uygulayan, top kendisine gelir gelmez topu ayağında asla gevelemeyerek hızlı bir şekilde en uygun arkadaşına aktarmak. İlgili pas mantığında ise dikine pasların çok ön planda olması. Linderoth’un en büyük özelliği bu. Bu Ayhan’da olmayan bir özellik.

Galatasaray skor olarak istediğini elde etmekle birlikte sorunlarını test eden ve bunun üzerine giden takım örgüsündeydi. Hatalardan ders aldığını gördük Sarı Kırmızılıların. Sezon başındaki disiplin ve takım savunmasına dönüşü sezdim. Bunun üstüne koyarak yollarına devam edecekler mi bilmiyoruz. Bekleyip göreceğiz…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails