3 Eylül 2009 Perşembe

Samuraylar ve Şövalyeler: Bölüm I

Alışılmışın dışındaki yetenekler gökyüzü ve yeryüzü gibi sınırsız,
büyük nehirler gibi tükenmezdir. Onlar bir sona geldiği zaman,
günler ve aylar gibi yeniden başlarlar.
Dört mevsim gibi ölürler ve yeniden doğarlar.

Sun Tzu (The Art of War)




Bu bir yazı dizisi aslında. Geçmişte kader ortaklığı yapmış iki askeri statünün birkaç bölümde incelendiği ve derlediğim bir yazı dizisi.


Savaş Alanındaki İkiz Kardeşler


Tarihin tozlanmış yapraklarını karıştırdığımızda, ortaçağa damgasını vurmuş, tarihte iz bırakmış, içinde sayısız olaylar yaşanmış ve yüzyıllar geçmesine rağmen hangi medeniyetten ve kültürden olursa olsun, belli toplumları meraklar içinde bırakmış bazı askeri statüler dikkatlerden kaçmamıştır. Bazen efsane halini alan, gizemli ve merak uyandırıcı iki seçkin askeri statü dikkatlerimizi çekmektedir: Samuraylar ve şövalyeler...

Her iki askeri statü ortak noktalar taşımaktadır ve bir çok yönlerini kıyaslayabilmekteyiz. Bazı alanlarda kültürel, tarihsel ve felsefi bakış açıları farklı olsa da bazı ortak değerlerin vuku bulduğunu es geçemeyiz. Hem şövalyeler hem de samuraylar değişik kültüre sahip olup farklı medeniyetler kurmuş toplumlardaki bir çok insanda derin ilgi uyandırmıştır. Samuray ve şövalyeler; askeri statü, görüntü, düşünce, yaşatılan felsefe ve konumları itibariyle bir nevi askerlik kardeşi ve arkadaşları görünümündeydi. Samuray ve şövalyeler, geçmiş tarihin belli dönemlerinde sanki ortak kaderleri paylaşmıştı. Neden mi?

1274 ve 1281 yıllarında Moğollar, Japonya’yı istila etme girişiminde bulunmuştu. Halbuki Almanya’nın Cermen şövalyeleri de bir zamanlar Moğollar ile çarpışmıştı. Her iki askeri birlik aslında ortak bir düşmanla savaşmışlardı. Gariptir ki, ne şövalyeler samurayların ne de samuraylar şövalyelerin varlığından haberdardı.

Samuraylar (aynı zamanda Japonya) ile Avrupa’nın kültürel ve tarihsel manada ilk buluşması, 1543 yılında Portekiz gemilerinin Japonya’nın Tanegashima Adası’na demir atmasıyla söz konusu olmuştur. Gemi mürettebatı, Japonya’da ilk kez görülen arbeküz adı verilen makineli tabancayla korunmuştu. Bu olay, samuraylar ve aynı zamanda Japonya üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Çünkü Avrupalıların getirdiği silahların Japonya’ya ulaşmasıyla askeri yapıda, stratejilerde ve savaşlarda yaşanacak bir devrimin kıvılcımları yakılmıştı. Yüzyıllar boyunca kılıç, ok, mızrak gibi basit aletlerle savaşan samuraylar, belli bir noktadan sonra Avrupa’dan gelen ateşli silahları da kullanacak ve bu durum samuray militarizminde bir milat olacaktı. İşin özüne inersek, şövalyelerin ortadan kalkmasına sebep olan unsurlardan biri, ateşli silahlar karşısında devrilmeleriydi.

Ne kadar da garipti! Her iki kültür ve askeri statü, dünyanın iki ayrı ucunda yer alıyordu, birbirlerinden habersizlerdi ama gün geliyor ortak kaderlere sahip oluyorlardı. Gün geliyor, hiç beklenmeksizin bir ilişki ve büyük benzerlikler dikkatleri çekiyordu. Birbirlerinden habersiz ortak kadere sahip olmak! Her iki askeri sınıfın, ateşli ve modern silahlar karşısında yere düşmesi ve söz konusu sınıfların ortadan kalkması, ortak kader değil miydi?

Samuray ve şövalyeler, doğal olarak bir çok noktada farklılıklar arz ediyordu ama, bir yandan aralarında şaşırtıcı ve gizemli şekilde paralellikler ve benzerlikler mevcuttu. Halbuki aralarında inanılmaz uzaklıklar vardı, dünyanın iki ayrı ucunda yaşamlarını sürdürüyorlardı ve direkt ilişki kurmalarından bahsedebilmek mümkün değildi. Buna rağmen nasıl oluyordu da büyüleyici ortak özellikler söz konusuydu? Bunu biraz da iki sınıfın aristokrat yapılarında, bakış açılarında, takip ettikleri yollarda, felsefelerinde, kuşandıkları silahlarında, zırhlarında, ortak binek hayvanlarında, rağbet ettikleri noktalarda aramak lazımdı. Her iki askeri sınıfın ayrı ayrı, Bushido ve Şövalyelik idealleri vardı. Askeri teknolojideki yeniliklere meydan okuyorlardı. Toplumsal yapı içinde aristokrat ve seçkin bir sınıfa karşılık geliyorlardı. Ve bunun gibi nice ortak benzerlikler...

Bireysel Savaşçıların Tutku, İnanç ve Stili



Samuray ve şövalyelerin ortak noktalara sahip olduğunu belirtmiştik. Savaş alanındaki konumlarına bakıldığında, aristokrat ve seçkin birimi teyit ettikleri görülebilir. Savaş alanında at kullanabilmekteydiler ve görünüşleriyle asil bir yapıyı gözler önüne sermekteydiler. Mesela bir samuray, şövalye gibi bir mızrak yerine ok kullanabilirdi. Ama şu bir gerçekti ki, tarih boyunca kendi bireysel güçlerine layık bir rakibin peşinde olacaklar ve değerlerini gözler önüne serme imkanını bulabileceklerdi. Bunu gerçekleştirebilmeleri için çok güçlü, yetenekli ve bireysel meziyetlere sahip olmaları yeterli olacaktı. Söz konusu benzerliklerinin onaylandığını Federico Fregoso’nun Il Cortegiano eserinde görmek mümkündür. Bu çalışmada şöyle bir anekdot aktarılmaktadır: “Bir şövalye kalabalıktan kendisini soyutlayarak kendi aklını çalıştırmalı, dikkate değer sorumluluklar almalı, yürekli ustalığını sergilemeli, küçük bir birlik içinde dahi ne kadar asil bir adam olduğunu becerileriyle göstermelidir.”

Disipline edilip zenginleştirilmiş bir orduda, aristokrat duygu ve davranışlar orduyu daha güçlü ve mükemmel hale getirebilirdi. Buradan mevcut ordu yapısına ek olarak, seçkin ve aristokrat savaşçılara çok iş düştüğünü anlayabiliriz.

16. yüzyılın sonlarında, Japon ordusunda daha kullanışlı savaş giyim zırhları benimsenirken ortak bir noktaya daha geliniyordu. Çünkü onlar sağlam ve rahat miğferler, kuştüyü boynuzluklar, çekici zırhlar ve savaş giysilerini giydiklerinde savaş alanında muhteşem ve ürkütücü görüntüleriyle dikkatleri çekiyorlardı. Hem samuray ve hem de şövalyeler, savaş alanındaki mükemmel savaşçılıklarını görünümleriyle de pekiştirip, korku ve karizmayı yansıtıyordu.

Yaşanan dönemlerin aktarılmasında, son zamanlarda abartı anlatımlardan dengeli anlatımlara geçilmişti. Eski dönemlerde gerçekleşen olayların anlatımında bireysel kahramanlıklar daha çok dikkatleri çekiyordu ve bir abartı söz konusuydu. Heike Monogatari eserinde, 14. yüzyılın savaş hikayeleri dikkate değer şekilde yansıtılıyordu. 1592-98 yıllarındaki Kore Savaşı’nda samurayların yaptığı şeyler, bazen hoş bir şekilde yansıtılmıştı. Çağdaş zamanların toplu savaşlarındansa bireysel başarılar ve teke tek dövüşler daha övgüye değer bulunuyordu. Bir kumandanın tüfekçilerini itinalı şekilde dizip organize olarak savaşmasından ziyade bireysel yeteneğe sahip bazı savaşçılar sinsi bir şekilde savaş alanında dolaşıyor olacak, binlerce askerin ateş edip binlerce kişiyi düşürmesindense, bireysel birkaç savaşçının birden fazla kelle alması daha dikkate değer görünecekti. İşte bu özellik, bireysel yetenekleri üzerinde barındıran samuray ve şövalyeler için fazlasıyla geçerli oluyordu. Örneğin; Okochi Hidemoto, 1597 yılında Japon samuraylarının Kore’yi istilasında Namwon Kalesi’ne karışık bir ordu götürmüştü. Burada en çok üzerinde durulan olay, Okochi Hidemoto’nun teke tek düelloda Koreli bir savaşçıyı öldürmesidir.

Peki söz konusu bireysel başarılar nasıl bir kriteri ortaya koyuyordu? Hem Avrupa hem de Japonya’da bireysel zaferler, herhangi liderlerin ya da lider olabilecek kişilerin kişisel başarılarını içermekteydi. Fransa kralı Beşinci Henry’nin 1515 yılındaki Marignano Savaşı’ndaki bireysel başarıları çok iyi bilinir ve o, yaşamını sağlam olan zırhına borçluydu. Yine aynı şekilde, 1564 yılında genç bir savaşçı olan Tokugawa Ieyasu, Azukizaka Savaşı’ndan dönüp zırhını çıkardığında, gömleğinden üç kurşun düşmüştür. Oda Nobunaga 1576 yılında Ikko tarikatı savaşçılarına karşı harekat düzenlerken bacağından yaralanmış, üç yıl sonra onun en büyük rakiplerinden olan Takeda Shingen, Noda Kalesi’ni kuşatırken bir mermi yüzünden ölümcül bir yara almıştı. 1511 yılı Avrupa’sında İkinci Julius Fransız’lara karşı harekete geçtiğinde zırhlı bir papaya şahitlik edilmiştir ve Venedikli bir elçi, 1598 yılında Fransa kralı Dördüncü Henri’nin kişisel başarılarını övmüştür. Söz konusu kişisel başarılar, aynı dönemlerde yaşamış herhangi bir daimyo ile aynı koşullarda sağlanan ve onların elde ettiği gibi kazanılmış bir başarıydı. Dördüncü Henri’ye düzülen övgülere gelince, şöyle deniyordu: “Savaş zamanı geldiğinde o, büyük bir kumandan ve gerçek bir kral olarak çağrılıyordu. Sayısız mermi ve top ateşi altında kaygısız şekilde rahatça hareket ediyordu ve sanki bir düğüne gidercesine neşeliydi. Alabileceğinden daha fazla riskleri alıyordu.”

Japonya’daki savaşlarda en büyük kişisel başarılardan biri, savaşa ilk başlayan kişi olmaktı. 1184 yılındaki İkinci Uji Savaşı’nda, iki samuray nehrin karşısına geçmek için atlarını yüzdürerek, karşı tarafa ilk ulaşmanın onuru için yarışmışlardı. Bu mücadelede, eğeri gevşek olanın mücadeleyi kaybettiği su götürmez bir gerçekti. 1592 yılında, kumandanlardan Hosokawa Sadaoki, Chinju Kalesi’nin duvarına yerleştirilmek istenen merdivenin altına yardımcı olmak için girmiş ve ona katılmak isteyen birkaç piyadeyi kafasını kesmekle tehdit etmişti. 1600 yılında Gifu Kalesi’ne yapılacak saldırı ertelenmişti ve iki kumandan, kaleye ilk kez saldıracak öncü kuvvetlerine kimin liderlik edeceği konusunda tartışmıştır. Çünkü, ilk saldırıyı gerçekleştiren için büyük bir onur söz konusuydu ve ilk saldıran olmak için her şey yapılabilirdi. Tartışmaların sonucunda ortak bir karara varılıyordu:

Aynı anda yapılan bir saldırıyla, bir kumandan kalenin ön tarafından saldıracakken diğer kumandan da arka taraftan kaleye saldıracaktı. Her iki birlik aslında aynı orduda savaşan birlikler olsa da birbirlerine bir nevi rakiptiler. Çünkü bu sefer, kaleye sancağı ilk olarak dikmenin bir mücadelesi söz konusu olacaktı.

2 yorum:

efe zeplin dedi ki...

çok güzel bir yazı,bloguna da sans eseri rasladığım için çok şanslıyım,kewel röportajı için extra sağol

Atilla Çelik dedi ki...

Çok teşekkür ederim, hoşgeldin...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails