10 Eylül 2009 Perşembe

Frank Rijkaard Olabilmek… Galatasaraylı Olabilmek…

(Rijkaard PAF Takımı'nın antrenmanını izlerken)


Albert Roca Pujol’a öğrendiği ilk Türkçe söz sorulduğunda, hiç düşünmeksizin bizi mest eden aksanıyla “Galatasaray Ruhu” diye cevap verdiği sarı-kırmızı hayat…

Bazıları için bu asla bilinemeyecek, hissedilemeyecek bir söz. Galatasaray’ı en derinden hisseden ve kendi bünyesi içinde enzimlerine kadar içselleştiren bireyler arasında tadılan ortak bir duygu. Nasıl bir duygu olduğunu anlatma konusunda kelimelerin kifayetsiz kalacağı…

Galatasaraylılık!

Nasıl anlatabilirim ki bunu? Renklerine duyduğum hayranlığı, bana yansıttığı güzelliği, hislerimi, nefesimi kesişini ve adeta ben de Florya’da onlarla birlikte yatıp kalkıyormuşum gibi hissettiren aidiyet duygusunu nasıl anlatabilirim?

Dışarıdan herhangi bir oyuncunun Galatasaray çemberi içine girdiğinde nasıl şekillendiğini, birden sarı kırmızı auralarla parlamaya başladığını, kolej havasını ciğerinin en küçük hücrelerine kadar çektiğini, bu ruh kabından tadanların transformers gibi dönüştüğünü ve Galatasaraylılığın ne olduğunu anlayabildiğini… Nasıl anlatabilirim?

Basit bir cümle vardır hani; hissedilmez, yaşanır diye… Tüm edebi sözcükleri tamamen silin yeryüzünden, sadece bu iki kelime kalsın gök kubbede:

“Hissedilmez, yaşanır…”

İşte böyle bir şeydir Galatasaraylılık.

İçine girdiğin ve hissettiğin an eski insan değilsinizdir artık. Yeryüzünün en güzel hislerinden bazılarını tatmaya başlamışsınızdır artık.

Artık siz eski Ahmet değilsinizdir.

Eski Adem - Havva değilsinizdir.

Kesinlikle eski Frank Rijkaard değilsinizdir.

Ciddi olan yüzünüz değişir, gülümsersiniz. İçselleştirirsiniz içinde olduğunuz dünyayı. Gülmeyen, ciddi yüzünüz en zayıf rakip karşısında atılan golde bile gülümser. Yumruklar hırsla havaya kalkar, haykırılır; ‘işte bu’ diye…

Galatasaraylılıktır bunun adı.

Galatasaray’ın en ufak parçasına bile hizmette bulunmak istersiniz. Dünyanın en iyisi olsanız ve bazı şeylere burun kıvırabilme imkanınız olsa bile, içinizde hissettiğiniz ve sorumlusu olduğunuz takımın tuvaletine kadar girmekten bile sakınmazsınız. Gocunmazsınız bundan. İçinde bulunduğunuz sarı-kırmızı gök kubbeyi her şeyiyle kabullenmişsinizdir. Havasıyla başınız çoktan dönmüştür bile. Tutunursunuz bir yere düşmemek için. Sevginin büyüklüğünden ve titreticiliğinden.

Tıpkı Frank Rijkaard’ın başının döndüğü gibi…

Tobol’a atılan bir gol sonrasında bile hırsla yumruklarını havaya kaldırarak haykırdığı gibi…

Gülerek oyuncularına sarıldığı gibi…

Frank Rijkaard ya da futbola dair dünyanın en iyi futbol bilgelerinden biri olup olmamak o kadar önemli değildir.

Onlar Galatasaraylı olmuşlardır bir kere.

İçimizden biri olmuşlardır.

Böbürlenmek anlamında narsistlikle işi olmayan, bu anlamda mütevazı bir insan; sadece Galatasaraylılık.

Frank Rijkaard da artık bir Galatasaraylı…

Pimapen pencerelerinden ufak çocuklarını dikkatle ayakta izleyecek kadar...

Galatasaray’ı içselleştiren ve aidiyet duygusu ile bağlı olan…

Frank Rijkaard olabilmek böyle bir şey…

Galatasaraylı olabilmek işte böyle bir şey…


Not: Bizi çarpan bu fotoğraf Galatasaray Dergisi'nden alınmıştır.

1 yorum:

NuRi ÜlgeR dedi ki...

Harika bir yazı.
Ancak bu kadar içten ve açık anlatılabilir.

Evet, hissedilmez yaşanır,
Evet, anlatılmaz yaşanır...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails