25 Eylül 2009 Cuma

Samuraylar ve Şövalyeler: Bölüm V

Herkesin bildiği şeyler zaten çoktan gerçekleşmiştir.
Gerçek bilgelerin bildikleri ise henüz gerçekleşmemiştir.


Zhang Yu




Sivillere Yönelik Davranışlar

Gaddarlık ve Vahşet


Bütün çağlar boyunca savaşlar, ölüm ve yıkımı getirmiştir. Fransa’da Siyah Prens’in saldırıları 14. yüzyılda teröre sebep olmuştu. 1544 yılında İngiltere’nin güneydoğusundaki Surrey bölgesinin kontu, Sekizinci Henry’e “Edinburgh iyi yakıldı” demişti. 1593 yılında İrlanda’da Sör Arthur Chichester, Lough Neagh’a yapılan saldırı hakkında şunları aktarmıştır: “Her saldırımızda yüzlerce kişi öldürdük, sayısını bilemediğim kadar kişi de yakıldı. Cinsiyeti ve nitelikleri ne olursa olsun insanların canını bağışlamadık.”

Bir savaş sonucunda yenilen ya da teslim olan şehir sakinlerinin üzerindeki yağmacılık ve hasar çok daha kötü olabilmekteydi. 1576 yılında İspanyollar tarafından gerçekleştirilen Antwerp yağmasında, çılgınca tecavüzlere rastlanmış ve 7,000 kişinin malı yağmalanmıştı. 1579 yılında Maastricht işgal edildiğinde şehrin kadınları ve çocukları hayvanca ölümlere, tecavüzlere maruz kalmış, katledilmişti.

Japonya’ya baktığımızda ve bir mukayese yapmamız gerektiğinde, samuray geleneklerine dayanarak çok farklı ve daha saygın bir durum söz konusuydu. Bu inanca neden olan şey, Japonya’daki savaşların daha çok iç savaşlar olmasıydı. Avrupalılardan daha kötü bir görüntü yoktu ve daha iyi görünüyorlardı. Ezilen köylüler bir düşmanın sınırlarına kadar şehre ait sınırları kolayca geçebilirdi ve sivillere karşı fiili manada bir zulüm uygulanmıyordu. Samuraylar, savaş ve ekonomik eziyetler konusunda bağışıklıydı Avrupalılara nazaran. Ama bir noktadan sonra köylülerin çektiği ekonomik eziyetler, vergilerin yüksekliği karşısında ezilmeleri ve kendilerini bir nevi haraca kesilmiş insanlar mahiyetinde hissetmeleri bazı sorunlara yol açabilecekti. Normalde bir kural vardı. Köylüler ve çiftçiler tarlalarını ekecekler, elde ettikleri ürünlerden koku adıyla belli bir vergi verecekler ve karşılığında samuraylar tarafından korunacaklardı. Bu önemli bir istekti ve bunun sınırları zorlandığında, çiftçilerin zalim daimyolara karşı isyan ettikleri görülmüştür. 1637-38 yılında gerçekleşen Shimabara İsyanı, zalim Matsukura Shigemasa’ya karşı gerçekleştirilmişti.

20. yüzyıla girerken Japon kuvvetlerinin yurtdışındaki davranışları, kıyımları büyük dikkat çekmişti ve Japon birlikleri, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Asya’da büyük katliamlara sebep olmuş, kendisinden katlarca büyük Çin’i resmen fethetmiş ve bir çok ülkeye girmişti. Bu esnada uygulanan vahşetler, günümüz Japon insanı için büyük bir ayıp olarak karşılanmakta ve bu durumdan çok utanmaktadırlar. Ama söz konusu davranışların en önemli nedenlerinden biri, samuray geleneklerinden uzaklaşılması olarak görülmüştür. Gerçi o saldırılar yapılırken, Japonya ordusuna samuray ruhunun yerleştiği empoze edilmiştir askeri birimlerce, ama bu çok farklı bir samuray ruhuydu ve asıl samuray gelenekleriyle uyuşmuyordu.

Her militarizm tarihinde olduğu gibi, Japonya militarizm tarihinin derinliklerine inildiğinde, şahit olmayalım ki, yanlış bir şeyler olmasın ve sivillere zarar verilmesin. İlk savaşlar zamanına bakıldığında acımasız Taira Masakado’nun bir çok sivilin evini yaktığı bilinir. Aynı örnekler Gempei Savaşı’nda da vuku bulmuştur. Ama bu davranışlar, belli ilkelerin dışında kalan olaylar olarak karşılanmıştır.

1569’da Takeda Shingen Odawara Kalesi’nden püskürtüldüğünde, ordusunu geri çekerken Odawara şehrini ateşe vermişti. Ama Toyotomi Hideyoshi, 1587 yılında Kagoshima’yı, 1590 yılında Odawara’yı aldığında, Avrupalıların şehirler ve haneleri yağmalaması gibi bir olaya rastlanmamıştı.

Sivil ölümleri, köylü ve çiftçi ordularına karşı yapılan savaşları da içeriyordu. Oda Nobunaga’nın Ikko tarikatına karşı harekat düzenlemesi ve Shimabara Ayaklanması’nın gerçekleşmesi gibi. Bu noktalarda askerler ve savaşçı olmayanlar arasındaki ayrım net değildi ve asiler, aileleriyle birlikte kendi kaleleri ve istihkamlarında korunuyorlardı.

Japonya’nın Kore Harekatı’nda çok farklı olaylarla karşılaşılmıştır. Kore’de şehirler kalelerle birlikte güçlendirilmiş ve yalıtılmıştı. Chinju ve Namwon’daki çatışmalarda bir çok kişinin kellesi alınmıştı. Bu konuda yazılmış sayısız notlar vardır ve yazının dördüncü bölümünde Ota Kazuyoshi’nin Kore’de yaptıklarından bahsetmiştik. Ota Kazuyoshi’nin iki kronikçisi vardı ve onun başından geçenleri yazıyorlardı. Bunlardan biri Okochi Hidemoto, diğeri de Keinen isminde Budist rahipti. Keinen, Kore halkına çektirilen eziyetlerden dolayı neler hissettiğini ve düşündüğünü günlüğüne kaydetmişti. Keinen’ın günlüğü, Japonya’da 1965 yılına kadar teşhir edilmemişti.


Keinen günlüğünde, Namwon Kalesi’nin 1597 yılındaki düşüşünü, Okochi’nin tanımladığından çok daha farklı şekilde yansıtmıştır. Şehir düştüğünde ve şehre baktığında, yol kenarında kum taneleri gibi ölü bedenlerin serili olduğunu görmüştü. ‘Duygularım o kadar yoğundu ki, onlara bakamıyordum bile’ dediğini biliyoruz. Yoluna devam ederken, evlerin çevresinde sayısız ölü bedenlere şahit olmuştu. Bu görüntü diğer alanlar ve dağlara kadar aynen devam ediyordu. Bu bedenler; masum insanların, kadın ve çocuklarındı. Wakizaka ailesinin tarih yazıcıları, söz konusu askeri operasyonun farklı katliamlarını da kayıtlara almışlardı: “Bir gün boyunca gezindik, köyleri baştan aşağıya dolaştık, avlarımızı takip ettik ve dağlarda avladık. Ne zaman kıstırdıysak, onları toplu olarak katlettik. 10 gün içinde 10,000 düşmanı ele geçirdik ama başlarını kesmedik. Kafalarından çok burunlarını kestik. Wakizaka Yasuharu’nun birlikleri o zamana kadar 2,000’den fazla baş kesmişlerdi.”

İşte görüldüğü gibi, Kore İstilası sırasında tam anlamıyla bir katliam söz konusuydu. Bilindiği gibi bir samuray savaşçısı başarı elde etmek, vazifesini yerine getirmek, derecesini yükseltmek, mevki kazanmak ve lideri tarafından ödüllendirilmek istiyorsa, savaş alanında cesaret göstermesi gerekecekti. Bunu kanıtlamak için savaşta gözleri bir şey görmeksizin savaşacak ve sayısız kelleler almaya çalışacaktı. Çünkü aldığı başlar, liderine bir hediye olacak ve cesaretinin kanıtları olacaktı. Bu Japonya İç Savaşları’nda sürekli görülen bir durumdu ama Kore İstilası’nda daha farklı olmuştu. Çünkü kafa kesilmesinin daha da ötesine gidilmiş ve burunlar da kesilmeye başlanmıştı. Çünkü o kadar çok kıyım yapılmış ve o kadar çok baş alınmıştı ki, o kadar kelleyi lojistik sorun yaratması nedeniyle, bir lidere sunabilmek amacıyla taşıyabilmek kolay bir şey olmayacaktı.

1597-98 yılındaki İkinci Kore İstilası’nda bunun daha kaba bir örneği dikkatleri çekti. Çünkü kafa koleksiyonu yapmanın ötesine geçilmiş ve kesilmiş burun koleksiyonu yapılmaya başlanmıştı. Dediğimiz gibi, binlerle ifade edilen ve buruna göre oldukça büyük görünen başları bir yerde toplayabilmek, sayabilmek ve bundan bir sonuç çıkarabilmek çok güçtü. Bu denli kabalaşabilmenin iç yüzünde, Toyotomi Hideyoshi’nin hırsının büyümesinin olduğu söylenebilir ve ilk istilanın başarısızlıkla sonuçlanması, Kore ve Çin’den bulunduğu taleplerin gerçekleştirilmemesi onun hırsını büyütmüştü. İkinci Kore İstilası’nda Hideyoshi, eski Japon iç savaşlarında olduğu gibi ödül sistemini ortaya koymuş, askerlerinin sadakatlerini ve şahsi becerilerini en üstün şekilde kanıtlamalarında ısrarcı olmuştur. Ama onca kafanın bir gemiye yüklenip lidere sunulabilmesi, lojistik açıdan büyük sorunlara yol açıyordu. Bundan çıkışlı olarak Toyotomi Hideyoshi, burun koleksiyonunu kabul etmeye başlamıştır. Bu istek üzerine korkunç ganimetler tuzlanmış ve tahta varillerde paketlenmiştir. Burunların her biri yokome-shu adı verilen Müfettişler Ünitesi tarafından titizlikle sayılmış ve kayıtlara geçilmiştir. Japonya’ya getirilen burunlar, Hideyoshi’nin Büyük Buda’sının yakınındaki bir tepeciğe defnedilmiştir. O günden bugüne Kyoto’da bu olay sürekli konuşulmuş ve söz konusu yer, turistlerin cazibesinden uzak kalmıştır. Turistlerin görmekten kaçındığı ve artık çimenlerle kaplı olan mezarlığa Mimizuka adı verilmiştir. Yani; Burun Yığını...

(Mimizuka)



Kore’de Japonlara karşı savaşmış amiral Yi Sun Sin, günlüğünde kendilerinin de Japonların kulaklarını toplayacaklarını ama bunun savaş alanında savaşan askerlerle sınırlı olacağını yazmıştır. Malumunuzdur ki, savaş Kore’de gerçekleşiyordu ve Kore’de Japon sivillerinin ne işi olabilirdi! Diğer taraftan Motoyama isimli bir kronikçinin derlediğine göre, yeni doğmuş çocuklar dahil olmak üzere hiç kimse sağ bırakılmamıştı.

Keinen’ın günlüğünde yer alan bir notta, Ulsan Kalesi istila edildikten sonra kalenin güçlendirilmesi için çalıştırılan işçilere baskı yapılmış ve kötü muamelede bulunulmuştur. Onlar Koreli tutsaklarla beraber yan yana çalışmak zorundaydı ve tutsaklarla birlikte aynı muameleyi görüyorlardı. Onların alınyazısı Keinen’in merhametini harekete geçirmişti. Japonya ordusunda, makineli tüfek birliklerinden samuraylara, gemicilerden işçilere kadar herkesin ağır çalışma programına mecbur bırakıldığı anlaşılmıştır. Ama Keinen, askerler arasında bir şeye çok dikkat ettiğini not etmiş, baş kesmek fiilini isteksizce gerçekleştirdiklerini, bundan suçluluk duyduklarını, bu konu hakkındaki suçluluklarını paylaşamadıklarını, kesilen her başın köylülerde derin üzüntüye neden olduğunu ve kesilen başların yollardaki bazı noktalara asıldığını söylemiştir. Çinli ordular varmadan önce acilen savunma güvenliğini sağlamak için, Ulsan Kalesi’nin duvarları çabucak tamamlanmıştı. İşçilerin rahatlıkla harcanabileceği açıktı ve onlar yere düşene dek, güçsüz kalıncaya kadar çalıştırılıyorlardı. Asıl şaşırtıcı olan, orada çalışan kişilerin, aynı samuray liderlerinin Japonya’daki topraklarında çalışabileceklerini ummaktı! Çünkü, harekete geçen Çinliler’e karşı savunma hattını tamamlayabilmek, kısa dönemli bir amaçtı ve geleceğe dair hiçbir umut yoktu. Keinen şöyle devam etmektedir: “Gündüz ve gece ayrımı yapılmadan, insanların şahsi güç sınırlarını zorlamaları ve aşmaları sağlanmıştı. Ufak bir hatada dahi dayak yiyorlardı. Bir çoğuna tanık oldum ve tüm bunlar insanlara acı veriyordu.”

Keinen, günlüğünde 23 Aralık tarihini anlatırken, en umutsuz demecini yazar: “Bu şeylerden çok korkuyorum, endişeliyim. Cehennem, buradan daha başka bir yer olamaz.”

Gözlemlere baktığımız zaman, hem samuray hem de şövalyeler tarafında çok karanlık gaddarlıklar gözlere çarpmaktaydı. Bunlar belki gerçek olmayabilir. Şunu söyleyebiliriz ki, samuraylar, Avrupalı benzerlerinden çok kötü değillerdi ama her iki askeri sınıf sivillere davranış açısından bazı zamanlar pek iyi değillerdi.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails