30 Aralık 2010 Perşembe

Mükemmel Bir Duyumsayıcı Olarak Neden Proust?


Ruh ikizi kavramına inananlardan değilim. Yerkürede yaşayan altı milyar insanın farklı olduğuna, bir çok ortaklığı olsa bile karakter, özellik, yetenek, duyumsama, gözlemleme ve insan olmaya dair aklınıza gelebilecek her kriter dikkate alındığında asla aynı olamayacaklarına inanırım. Bu dünyada bizden bir tane daha yok. Birebir kopyalarımızın olduğunu düşünsek de yok. O yüzden insanız, emsalsiziz, kendimize özgüyüz. Bu bağlamda ruh ikizinden değil de büyük ortaklıklar ve benzerliklerden dem vurabiliriz.

Sevdiğimiz her film, müzik, sanatçı, ressam, yazar, sporcu ve eserde kendimizden parçalar buluruz. Bazen ruhumuza tercümandırlar. Bir yakınlık buluruz ve bağlanırız. Bizde onu, onda bizi görürüz. Bağ güçlenir ve sarsılmaz ortaklıklar kurulur. İnsan ruhundan örneklemeler sergileyen yazarları dikkate aldığımızda Marcel Proust’u diğer tüm yazarlardan ayrı bir yere koymamın iç yüzünde bu olgu yatar. Ruh ikizim değildir belki ama büyük ortaklıklardır beni yazdıklarına, emsalsiz ruhuna bağlayan.

Çocukluğumdan beri sürekli yazarım. Bir şeyler karalarım. İlköğretimdeyken bile kompozisyonun dibine vururdum. Kurallara uyardım. Ama zaman geçtikçe kendimizi kurallarla sınırlamamaya, tamamen kendi tarzımızı bulmaya başladık. Hepsi kendiliğinden gerçekleşmişti. Bir şeyler yazmak ruh ve hayal gücü ile alakalı. Yaşamın bize verdikleri, yaşattırdıkları ve hissettirdikleriyle ilgili. Öfke, sevgi, nefret, sempati, aşk, hırs gibi insanlara üst düzey duyguları hissettiren yaşam öyküleri ve geçişleri, o anki ruh halimize göre ilham perilerini aklımızın ekseninde döndürüyor. O periler orada dönüp durdukça sizi yazarken hiçbir güç durduramıyor. Muhteşem bir duygudur bu. Tamamen ilhamla kapsanmışken bir eseri yazdığınızda ve nihayetinde bitirdiğinizde, sırtınızı geriye yaslayarak sigaranızı yakıp neler yazdığınızı okuduğunuzda garip bir güç hissedersiniz. Efsunlanırsınız. Bir zihniniz vardır. Büyük bir güçtür bu. Zihin denen bu güç ışıltısını saçmıştır ve ortaya bir eser çıkarmıştır. Bazen aklınızdan korkarsınız. Bu eseri yaratan aklınızdan..

Son zamanlarda ilham konusunda güçlü olduğumdan bahsedemem. Hayat şartları, yoğun iş hayatı derken, ilhamın geldiği anda bile kendinizi stresli iş halindeyken buluyorsunuz. Kendinize bırakmanız gereken özel zamanlar ne kadar azalırsa, ilham perileriniz o kadar kaçışıyor akıl ekseninizden. Yukarıda bahsettiğimiz duyguların çok güçlü olması gerektiğinden bahsetmiştik. O duyguların bir kısmı an itibariyle sizden uçup gidince, eski ilhamlı halinizle yarattığınız eserleri ortaya koyamıyorsunuz.


Proust’u kendimce biraz geç keşfettiğim için kendisini şanssız sayanlardanım. Onunla tanışmam ilginç bir yolla olmuştu. Uzun zaman öncesi.. Her zamanki gibi bir şeyler karaladığım dönemler. O zamanlar daha bol vakte sahibim. Sürekli yazıp duruyorum. Her gün sayfalar dolusu. Özellikle sevgim, öfkem, nefretim tavan yaptığında tamamen ayrı dünyalara gidiyorum. Birinin tek bir lafından sayfalar dolusu yazabiliyordum. Ya da minik bir olayı gözlemlemem sayfalar dolusu karalamama yetiyordu. Haddinden fazla derine, gözlemlere ve duygulara sızıyordum. Gün geldi. Bir arkadaşım geldi ve Proust’tan mı öykünüyorsun dedi. İsim olarak bildiğim ama okumadığım bir isimdi. Araştırır araştırmaz şok olduğumu hatırlıyorum. Olaylara bakış açısı ve gözlemler, yaşam şekli, yazı yazma sanatına yaklaşım, hayatı kendi içimizde yaşayış, odamıza ve iç dünyamıza aşkla bağlı olmamız, fiziksel yaşamdan ziyade zihinsel yaşama önem verişimiz, melankoli, yengeç erkeği oluşumuz ve ölene kadar bu duygularla ve yazı yazmaya duyulan aşkla kaplanış derken benzeşen büyük ortaklıklar şoke ediciydi.

Proust’un muazzam gözlemleri, insan ruhunu sarmaşık gibi sarmalayıp hücrelerin en minik huzmelerine kadar inip şoke edici tespitleri ve bunu anlatırken sahip olduğu tarz, insanoğlunun aklı konusunda beni korkutmuştur. Böyle şeyler yazmanın nasıl bir ruh halini işaret edeceğini tasavvur dahi edemem. Büyük bir akıl, enfes bir ruh. Yaptığı tespitlerin üzerine çıkabilmek mümkün olmasa gerek.

Zamanın dev katedralinde yolculuk eden, hayatından demetler sunan Proust, hayatını ve hislerini anlatırken bizlere çok şey anlatıyordu. Böyle bir tarz, bakış açısı ve duygular karşısında, kendisini çok minik hissediyor insanoğlu. Marcel Proust yedi kitaplık dev yolculuğunu “Kayıp Zamanın İzinde Yakalanan Zaman” ile tamamlarken şunu söylüyordu:

“Böyle bir kitabı yazmayı başaran kişi ne kadar mutlu olurdu! O kitabı yazmak ne büyük emek gerektirirdi! Bir fikir verebilmek için, en yüce, birbirinden en farklı sanatlarla karşılaştırma yapmak yerinde olur; çünkü böyle bir kitaptaki karakterlere hacim kazandırabilmek için her birinin farklı yönlerini göstermek zorunda olan yazarın, kitabını titizlikle, birliklerini sürekli yeniden gruplandırarak, tıpkı bir saldırı gibi hazırlaması, bir yorgunluk gibi ona tahammül etmesi, bir kural gibi kabullenmesi, bir kilise gibi inşa etmesi, bir perhiz gibi ona uyması, bir engel gibi aşması, bir dostluk gibi fethetmesi, bir çocuk gibi aşırı beslemesi, bir alem gibi yaratması ve üstelik, açıklaması muhtemelen ancak başka alemlerde bulunabilecek, önsezisi bizi hayatta ve sanatta en çok duygulandıran şey olan o muammaları da göz ardı etmemesi gerekir. Bu tür büyük kitaplarda öyle bölümler vardır ki, zamansızlıktan, taslak halinde kalmışlardır ve mimarın planı fazlasıyla kapsamlı olduğundan, muhtemelen hiçbir zaman tamamlanamayacaklardır. Tamamlanmamış nice büyük katedral mevcuttur.”

Kendisi tamamlanamayacağından dem vursa bile kesinlikle tamamlamıştır.


Mükemmel bir duyumsayıcı olarak neden Proust sorusuna, aynı kitaptan aşağıda alıntılayacağım “sıradan” düşünceleri, bölük pörçük alınmış paragrafları yeterli cevap olacaktır. Bu önemli gözlemlere kesinlikle tanıklık etmenizi isterim. Adeta bir algı dersi.. Ya da aşka, sevgiye bakış açısı.. Veyahut acılardan bile hayatı öğrenme düsturu.. Günümüz sanatçılarını değerlendirmek anlamında da müthiş tespitler içerir:

“Bir edebi eserin oluşturulmasında hayalgücüyle duyarlılığın birbirinin yerini tutamayacağı ve duyarlılığın, pek büyük bir sakınca yaratmadan hayalgücü yerine kullanılamayacağı kesin olarak ileri sürülemez; midesi sindirim işlevini yerine getiremeyen kişilerde de, bağırsaklar bu görevi üstlenir. Doğuştan duyarlı, ama hayalgücünden yoksun biri, buna rağmen dikkate değer romanlar yazabilir. Başkalarının sebep olacağı ıstırap, bunu önlemek için göstereceği çabalar, ıstırabın ve karşısındaki acımasız şahsın yaratacağı çelişkiler bir araya gelip zihin tarafından yorumlandığında, hayal edilmiş, uydurulmuş bir kitap kadar güzel olmakla kalmayıp, sanki yazar kendi başına bırakılmış ve mutluymuş gibi onun tahayyüllerine yabancı, kendisi için, hayalgücünün beklenmedik bir fantezisi kadar şaşırtıcı ve tesadüfi bir kitabın malzemesini oluşturabilir.”

“En aptal insanlar bile, hareketleriyle, sözleriyle, istemeden ifade ettikleri duygularıyla, kendilerinin algılamadığı, ama sanatçının onlarda yakaladığı yasaları açığa vururlar. Sıradan insanlar, bu tür gözlemler yüzünden yazarların fesat olduğunu düşünürler, ama bu hatalı bir düşüncedir. Çünkü sanatçı gülünç bir davranışta, genel olanın güzelliğini görür ve nasıl ki bir cerrah, oldukça yaygın bir dolaşım bozukluğu yüzünden hastayı küçük görmezse, yazar da gözlediği kişiyi bu davranışı yüzünden kınamaz; dolayısıyla, gülünçlüklerle herkesten daha az alay eder. Ne yazık ki, fesat olmaktan çok bedbahttır; kendi tutkuları söz konusu olduğunda, genelliğinin farkında olduğu halde, yol açtığı kişisel ıstıraptan kurtulması zordur. Elbette münasebetsizin biri bize hakaret ettiğinde, ondan hakaret yerine övgüler duymayı tercih ederiz; hele taptığımız bir kadın bize ihanet ettiğinde, sadık kalması için nelerden vazgeçeriz! Ama bunlar olmasa, hakaretin uyandırdığı hınç, terk edilmenin acısı, asla tatmadığımız duygular olurdu; bu duyguların keşfi ne kadar ıstıraplı olsa da, sanatçı için değerlidir.”

“Albertine’e aşık olduğum sıralar, onun bana aşık olmadığını pekala fark etmiş, onun aracılığıyla sadece acı çekme, sevme duygularını ve bir de, başlangıçta mutluluğu tanımaya razı olmuştum mecburen.”

“Öylesine değer verdiğim aşkımın, kitabımda bir insandan tamamen bağımsız olacağını ve bu yüzden de çeşitli okurların, başka kadınlara duydukları hislerle bu aşkı birebir özdeşleştireceklerini düşünmek beni üzüyordu. Ama daha ben hayattayken, hatta yazmaya başlamadan önce bir ihanet, aşkın bir çok kişiye bölünmesi söz konusu olmuşken, ölümümden sonraki ihanet, başkalarının benim duygularımı tanımadığım kadınlara yakıştırması niçin beni dehşete düşürüyordu? Sırasıyla Gilberte uğruna, Mme de Guermantes uğruna, Albertine uğruna acı çekmiştim. Yine sırasıyla hepsini unutmuştum; sadece farklı insanlara yönelen aşkım kalıcı olmuştu. Tanımadığım okurların kirleteceği hatıraları ben zaten onlardan önce kirletmiştim.”


“Bir kitap, çoğu mezar taşının üstündeki isimlerin artık okunamadığı büyük bir mezarlıktır. Bazen de aksine, ismi gayet iyi hatırlar, ama isim sahibinden, kitabın sayfalarında bir iz kalıp kalmadığını bilemeyiz. O çukur gözlü, tekdüze sesli kız burada mıdır? Gerçekten bu mezarlıkta yatıyorsa, kim bilir ne taraftadır, çiçeklerin altında nasıl bulunabilir?”

“Aşkta, mutlu rakibimiz, bir başka ifadeyle düşmanımız, velinimetimizdir. Bizde sadece sıradan bir fiziksel arzu uyandıran kişiye, bir anda muazzam, bilinmedik, ama bizim o kişiyle karıştırdığımız bir değer katar. Rakibimiz olmasa, haz aşka dönüşmez. Olmasa veya biz olmadığını zannetsek. Çünkü rakiplerin gerçekten var olması şart değildir. Bizim iyiliğimiz açısından, şüphemizin ve kıskançlığımızın, olmayan rakiplere hayalî bir hayat vermesi yeterlidir.”

“Nasıl ki ressamın, bir tek kiliseyi resmedebilmek için birçok kilise görmesi gerekirse, yazarın da hacim ve yoğunluk kazanmak, genelliğe ve edebi gerçekliğe ulaşmak amacıyla bir tek duyguyu tasvir edebilmek için bir çok insana ihtiyacı vardır. Sanat uzun, hayat kısadır; buna karşılık ilham kısaysa, tasvir edilmesi gereken duyguların da pek daha uzun olmadığını söyleyebiliriz. Kitaplarımızın taslağını çizen, tutkularımız, kaleme alan ise, aradaki dinleme süreleridir. İlham yeniden doğduğunda, tekrar çalışmaya koyulabileceğimiz zaman, bir duygu için bize modellik etmiş olan kadın artık bizde o duyguyu uyandırmaz. Aynı duyguyu başka bir kadına bakarak devam etmemiz gerekir; insan açısından bu bir ihanet olsa da, edebiyat açısından, bir eserin hem geçmiş aşklarımızın hatırası, hem de yeni aşklarımızın kehaneti olmasını sağlayan duygularımız arasındaki benzerlik sayesinde, bir insanın yerini bir başkasıyla doldurmamızda bir sakınca yoktur.”

(Kayıp Zamanın İzinde Yakalanan Zaman, YKB Yayınları, Çevirmen Roza Hakmen, Sayfa 208-215)

Marcel Proust bu yüzden emsalsiz..

2 yorum:

pink dedi ki...

Çok güzel bir yazı olmuş gerçekten.Uzun zamandır Proust'un kitaplarına başlamak istiyorum ancak aklımda başka düşüncelerin ve kitapların da olması nedeniyle-Fowles'un Büyücü'sü-odaklanma sorunu yaşayacağımdan korkarak henüz fırsat bulamıyorum.Bu arada Proust'la ilgili Alain de Bottom'un 'Marcel Proust Hayatınızı nasıl değiştirebilir'adlı kitabı okumanızı öneririm.Proust'la olan benzerlikleriniz annenizi düşkünlüğe olan noktada devam ediyor mu acaba =))).

Atilla Çelik dedi ki...

Teşekkürler Falagar,

Yakında ben de Fowles'un Büyücüsü'ne başlayacağım ama öncelikle bitmesi gereken 750 sayfalık Deniz Katedralı var :)

Anneme düşkünlüğüm o kadar üst seviye değil diyeceğim ama uzun zamandır kendisiyle ilgilenen ve ona bakan benim. Bu da hayatın getirisi daha çok diyelim. :)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails