4 Mart 2010 Perşembe

Shrink – Huzur Nerededir?


Mutluluk…

Mutluluk bir hissi anlatmak için kullanılan bir sözcüktür. Hisler nadiren ana bağlı olarak anlaşılır. Çabucak unutulur. ...ve neredeyse bir daha hatırlanmazlar.

Bunun yanında hisler saçmalığın bir ürünüdür.

“Bence hayat saçma değil. Bence hepimiz büyük bir amaç için buradayız. Bence burada... bence burada olma amacımızın sınırsızlığından çekiniyoruz.”


Her zaman arayış içerisindeyizdir. Bazen bir çok şeye sahip olsak bile mutluluğun ne olduğunu bile bilmeyiz. Çoktan unutmuşuzdur ne olduğunu. Huzur desen zaten yoktur. En büyük hedefimiz gerçeklerden ve acılardan kaçmanın bir yolunu bulmaktır. Bazen alkol, bazen ot, bazen uyuşturucu ile. Hayattan kopuk kopuk. Amaçsızca.. Sabahları ağır bir baş ağrısı ile uyanılan.

Bir çok karakter düşünün. Birbirine girmiş biçimde. Hepsinin ortaklıkları var. Takıntıları var. Mutsuzlar. Hayata dair bir amaçları yok pek. Kimisi otla, kimisi kafa buldurucu kimyasallarla kendisini bulduğunu sanıyor. Acılarından kaçıyor. Birden fazla karakter iç içe geçmiş vaziyette. Hepsini tek tek ifade etmek, anlatmak uzun bir hikaye.

Ama aslolan bir şey varsa hepsinin de kendi çapında ruh hastası olması ve bir çıkış araması. Ruh hastası olanların çaresini aradığı mecra ve doktor ise kendi çapında ruh hastasıdır. Hayattan kopmuştur.


Ruh doktoru Henry Carter zamanında mutluluk üzerine harika bir kitap yazmış, Hollywood ünlülerine çalışan ruh doktorudur. Karısı sebepsiz yere intihar ettikten sonra hayatı mutsuzluk kuyusunun dibine düşmüştür. Sürekli karısının neden intihar ettiğini sorgulamaktadır. Geçmişte yazmış olduğu kitaba alaycı bir şekilde bakmaktadır.

Tüm bunlar yaşanırken diğer karakterler de buna benzer çemberlerden geçmektedir. Annesi sebepsiz yere intihar eden, her gün okulu asarak sinemaya giden, sinema biletlerini odasının tavanlarına asan, okulu iplemeyen, bir film yönetmek isteyen Jemma isimli kızımız.


Patrick isimli bir çok şeye takıntısı olan, temizlik titizi, kimseye dokunmayan ve kendisine dounulmasını istemeyen, panik atak, bakterilere kıl olan, buzulların eridiği haberlerine bile deli gibi kaygılanan, her konuda endişelenen, bir gün bir çalışanını gıcık olduğu bir rakibinin evinin verandasına sıçması için gönderen ama aynı şekilde kendi evine misillemeyi alınca “Aman Tanrım! Neden insanlar böyle şeyler yaparlar. Verandama sıçtılar” diyen film yapımcısı.

Jeremy isimli kendi çapında takılan, bir film senaryosu yazmak isteyen bir yazarımız. İstediği senaryoyu aklında bir türlü oturtamamaktadır ve en iyi arkadaşı Henry Carter ile bazı akşamlar dışarıda takılmaktadır.


Bu ve buna benzer bir çok karakter aslında aynı ortam içerisinde dönüp duruyor ama bazıları birbirlerinin farkında bile olmuyor. Henry Carter’ın yaktığı sigaraların ve bıraktığı kirli sakalın karamsarlığı çemberinde dönüp dururken buluyorsunuz kendinizi. Aslında olayların merkezindeki insanların kesiştiği nokta Henry Carter’dır. Olaylar peşi sıra gerçekleşir ve her şeyin kötü bir şekilde sonlanacağını sanıyorsunuzdur. Bu film mutlu bitemez, bu filmde huzur olamaz diyorsunuz.

Nasıl desem!

Pekala. Kabul ediyorum. Mutlu bir film değil. Hareketli bir film hiç değil. Huzursuzluk ve sorgulamalar diz boyu. Ama çaktırmadan öyle garip bir derinlik veriyor ki kilitlenip kalıyorsunuz filme. Eğer doğru kafa yapınsındaysanız hiç sıkılmıyorsunuz. Merakla izliyorsunuz. Film mutsuzluğuyla mutluluk veriyor adeta. Kendisiyle alay edercesine ve ironik bir şekilde. Henry Carter doktordur. Ama asıl hasta kendisidir. En zor hastası kendisidir.

Nevrotizm, takıntılar, depresiflik iç içe. Farklı insanlar ama kesişen hayatlar.. Uyuşturucu satıcısının adının Jesus olması ise ayrı bir ironi. Öyle sessiz ve sedasız bir filmdir ki dikkat edilmediği sürece bakmadan geçersiniz.


Hele o müzikleri yok mu?

Filmin içine sık sık monte edilmiş Sigur Ros, Moist, Pelican, God is An Astronaut tarzı Soft Rock ezgileriyle adeta neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Sürekli çalsın istiyorsunuz. Kilitlenip kaldım o anlarda. Kendinden geçerken buldum ruhumu o müzikler karşısında.


Filmin sinema sektörüyle iç içe olması, senaryolardan, aktris ve artistlerin ruh hallerinden örnekler sergilemesi, bir senaryoda aranabilecek özellikler ve bazen yapımcıların ne menem insanlar olduklarını bilmek noktasında ilgi çekici sekanslardan da bahsedebiliriz.

Senaryo ve Kevin Spacey’in performansı karşısında şapkamı çıkardım. Spacey’ın oyunculuğu bize çok şey haykırıyor. En sessiz sahnelerde bile bir şeyler söylüyor bizlere. Beni delicesine içine çekti filmin her bir karesi. Sizi bilemem tabii ki..

Filmin sonunda Jeremy’imiz öyle bir senaryo yazıyor ki farklı insanlar ortak bir yerde kesişiyor. Bir çok şey yerli yerine oturuyor.

Nihayetinde mi?

En sonunda beri gelen kocaman bir huzur. Asıl olan bu değil midir zaten?

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails