6 Haziran 2010 Pazar

Muazzam Bir Belgesel: Global Metal

Bazı önyargılı insanlar için Metal müzik bir pislikten ibarettir. Bu müziği dinleyen, icra eden herkes ahlâksızdır! İnsanlara saygısı yoktur ve yıkıcıdır. Bu ve buna benzer bir çok görüş yer almaktadır. İnsanların bilmedikleri ve korktukları bir şey hakkında, bilgi ve fikir sahibi olmadan, alışık olmadıkları bir konu hakkında direkt bir fikir beyan etmeleri doğal. Baskıcı, faşist yönetimlerin ve çürümüş düzenin dikte edildiği sistemlerde bu sistemi sarsacak her hareket onlar için bir “kötücüllüktür.”

Demin izlemiş olduğum “Global Metal” isimli belgesel beni inanılmaz etkiledi. Bazı yerlerinde gözlerim doldu. Bazı yerlerinde gururlandım, kanım kabardı ve bu müziği dinlerken ne kadar şanslı olduğumu hissettim. Öncelikle bu belgesel Metal müziğin tüm dünya üzerindeki etkileri üzerine çekilmiş. Üçüncü dünya ülkelerinden oldukça baskıcı ve derin sınırlarla çizilmiş kurallara sahip ülkelere kadar nasıl bir gelişim gösterdiği ve aslında tüm dünyanın bir ortaklık içinde olduğuna dair bir atıf yer alıyor belgeselin özünde.


Dünyamız binlerce yıldır yaşıyor. Yıllardır devam eden bir süreç var. Savaşlar, kıyımlar, katliamlar.. İnsanlar birbirini öldürüyor. Bazen petrol, bazen din, bazen çıkar için. Yerküre üzerinde her daim dinler savaşı oldu. Irkçılık yüzünden savaşlar çıktı. İnsanlar hep sınıflara ayrılmak istendi sistemler ve diktatörlükler tarafından. Bizleri bir kenara ayırıp sen şu olacaksın, yoksa ölürsün dediler. Bazen iyilik için değil de çıkarlar, ırkçılık için ölmemizi istediler.

Müslümanlık, Yahudilik, Hıristiyanlık.. Siyah olmak, beyaz olmak, Yahudi olmak, Hindu olmak.. Tüm bunlardan sebep nice savaşlar ve ölümler yaşandı. Ama bu belgeselde görüyoruz ki Metal müzik denen şey, bu vahşi ortamların bir araya getiremediği insanları bir araya getiriyor. Metal müzik dinleyen tüm kitle siyah, beyaz, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan olsun; bunları dikkate bile almıyor. Ona bir insan olarak bakıyor: "Metal müziği seven bir insan. Bir kardeş!" Bu müzikten öte üst bir kimlik haline gelmiş. Metal müzik dinleyicilerinin inanılmaz tutkulu olmaları derin bir bağ oluşturuyor. İster Arap olsun, ister Amerikalı. Tıpkı Mevlana’nın “kim olursan ol, gel” demesi örneğinde olduğu gibi. Yıllardır dinlerin savaştığı, uğruna kan döktüğü şeyi, müzik kan dökmeden yapıyor. Ne ironik..

Şimdi eğer bu yazıyı okuyorsanız, belki de bu blogun en uzun yazılarından birine şahitlik edeceksiniz. Uzun yazıların pek okunmadığını biliyorum. Belki de çok azınız okuyacak bunu. Ama okumayı bırakmadan önce birazdan bahsedeceğim şeylerden inanılmaz dersler çıkaracağınıza, dünya tarihinin üzerinden bile gidileceğine, tüm toplumların kendi içinde ne gibi sorunlar yaşadığına şahit olacaksınız. Bu aslında bir müzik belgeselinden öte toplumsal, küresel bir birliktelik mesajı.. Bütünleşme.. Geri kalmış ülke insanlarının nasıl acılar çektikleri.. Sevdikleri bir şey için nasıl savaştıkları... Dünya bir pislik yuvası zaten. Bu pisliği yaratan Metal değildir. O pisliğin üzerine giden ve birey olmayı, bir araya gelmeyi yücelten bir mecradır bu müzik. O yüzden, eğer bu müziğe az da olsa ilgi duyuyorsanız, hatta duymuyorsanız bile sonuna kadar okuyun. Çünkü belgeseldeki bir çok diyalogu burada yayınlayacağım. Bir çok inanılmaz toplumsal, siyasi ve dini olaylar iç içe girmiş ve toplumların aynasını yansıtıyor. İnanılmaz ayrıntılar ve şoke edici noktalar var. Bunlara şahitlik etmek şaşırtıcıydı kendi açımdan.


Bu belgeseli yapan eleman 12 yaşından beri Metal müzik hayranı olan ve “A Headbanger’s Journey” isimli meşhur belgeseli hazırlayan Kanadalı Sam Dunn. Sam Dunn 12 yaşında bu müzik ile ilgilenmeye başladığında, ailesi bunun geçici bir heves olmasını ümit etmiş. Büyüdü, antropolojiden mezun oldu ve heavy metal kültürü hakkında derin bir belgesel olayına girişti. İlk belgeselde müziğin izlerini İngiltere ve Amerika’nın fabrika kasabalarındaki çalışan sınıf köklerine kadar takip etti. Yine muazzam bir iş çıkarmış. İlk işinde Metal müziğin genel hatlarından bahsetmişken, bu belgeselde Brezilya, Japonya, Hindistan, Endonezya, İsrail, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere gitmiş. İran’a bir türlü girememiş. Bir antropolog olan Sam Dunn, bu ülkelerin toplumsal özelliklerini, çektikleri acıları orada yaşayan insanların dilinden aktararak bu acı çeken ve kısıtlanan insanların Metal müzik ile nasıl mutlu olduklarına ve bir araya geldiklerine şahitlik ediyor.

Sam Dunn’ı bu belgesele yönelten asıl esin kaynağı, “A Headbanger’s Journey” sonrası dünyanın dört bir yanından tebrik mesajları almasıydı. Bu ülkelerin bazılarını bilmiyordu bile. Antropologlar yıllarca küreselleşmenin etkilerini incelemişlerdi ama bu süreçte Heavy Metal’in rolünü hiç düşünmemişlerdi. Metal yerküreye yayılırken bu kadar farklı kültürel siyasî ve dinî geçmişleri olan ülkelerdeki hayranlar için hangi yeni anlamları üstleniyor?

Bu bölümde Breziya, Japonya ve Hindistan’daki genel görünümden diyalogları aktaracağım. Çin, Endonezya gibi diğer ülkelerdeki sorunları ve şaşırtıcı yaşanmış hikayeleri sonraki bölümlerde aktaracağım.



BREZİLYA

Brezilya bir çok sıkıntı yaşayan bir ülke olsa da Rock In Rio gibi muazzam bir festivale sahip olan en büyük Metal kalelerinden biridir. Peki bu ülkede metali bu kadar kitleleştirecek ne oldu?

“70'lerin insanları Brezilya'da diktatörlük yönetimi altındaydılar. Bu diktatörlük neredeyse 25 yıl sürdü. Bu diktatörlük sırasında pek özgürlük yoktu. Bilgiye ulaşmak kolay değildi. Ve bizim yeniyetme olduğumuz o dönemde iyi müzik aletleri bulmak çok zordu. Çünkü piyasa dışarıdan gelen her şeye çok kapalıydı. Brezilya diktatörlüğü 1985'te sona erdi. O anda gruplar Brezilya heavy metalinin ilk albümlerini piyasaya çıkarmaya başlıyorlardı. Ve bunun anlamı, heavy metal demokrasi ile birlikte geldi.”

1985 yılında Rio’da enfes bir Rock festivali gerçekleşti. 10 gün süresince 1.380.000 insan vardı.

“Metal bizi özgürleştirmeye geldi demiyorum, ama uğruna yalvardığımız bir şeydi diyorum. O konuşma, haberleşme özgürlüğün atmosferine sahip olmak için yalvarıyorduk.”

Rock In Rıo için o dönem Brezilya’ya gelen Iron Maiden üyeleri anlatıyor:

“Helikopterle gitmek zorunda kaldık, çünkü bütün yollar tıkalıydı. Ve giderek yaklaştıkça, yani, şeyi görebiliyordunuz bilirsiniz işte, sanki havaya duman yükseliyormuş gibiydi. Ve aslında o, şeyden yükselen buhardı.. Vücutlardan.. Kalabalıktaki vücutlardan. Hepsi senkronize, hepsi iyi vakit geçiriyordu. Kendini kaybeden bir yığın insanı görüyordunuz. Sanki, bizden daha büyük bir şeyin parçası gibiydik. Büyük bir ailenin, bir dinin parçası gibi hissediyorduk. Ve insanlar bunun, Brezilya'nın yeni ve özgür bir ülke olmaya başladığı anın müziği ve o anın film müziği olabileceğini hayal etmeye başladılar.”

Brezilyalı Sepultura şöyle diyor:

“Sanırım birçok ülke, her yönden Amerika'yı taklit etmemiz gerektiğini düşünüyordu. Ve bu müzik için de geçerli. Bu bence berbat, çünkü, Amerika'yı taklit etmeme gerek yok. Bence hepimizin kendi kimliği olmalı.”


JAPONYA



Brezilya'da, bir ülkenin kültürünün nasıl metal müziğiyle bütünleşebileceğini gördüm. Ama peki ya Batı kültürü saplantısıyla tek tipleşmiş bir ülke olan Japonya? Aynı zamanda; maaşlı çalışkan insanlarıyla, kurallara uyumlu halkıyla aşırı organizasyonuyla da ünlüdür. Ki bana hiçbiri pek de metal gibi gelmiyor. Peki, Japon kültürüyle karıştığında metalin isyankar ruhuna ne olur?

Slayer Japonya’ya ilk geldiğinde neler yaşanmış, Tom Araya’dan dinleyelim.

“Japonya'ya ilk gelişimizde bir sinema salonunda çalmıştık. Sanırım 3.000 koltuklu falan bir salondu ve herkes koltuğunda oturuyordu. Her koridorda teşrifatçılar vardı. Buraya, neler olacağını hiç bilmeden, öylece oturacaklarını hiç düşünmeden geldik. ‘Bir Slayer konserini oturarak izlemenizin mümkünü yok ve böyle bir şey olmayacak da’ dedim.

Ve çalmaya başladığımız anda ayağa kalkıp öne fırladılar. Ve o zamanki organizatör çıldırdı. Daha önce hiç koltuklarından kalkıp koşturan seyirci görmemişlerdi. Yani, biz orada durmuş çalıyoruz ve aniden tüm teşrifatçıların şunu yaptığını gördük. Herkesi tekrar koltuğuna oturttular. Ve herkes, konserin kalanında koltuğunda oturdu. Bunu yaptılar. [Kibarca alkışlama hareketini yapar Araya.] Japonlar artık sahne önü şovu yapıyor, Japonlar artık el üstünde kaydırmaca yapıyor. Buna izin verilmeyişinden sıradan hale gelişine kadarki evrimi biz tamamen gördük.”


Japon metalcilerinin düşünüş biçimi batılıların düşünüş biçiminden farklı. Örneğin, eğer onlara metalin, baskı ve tatminsizlik duygularının ifadesi olup olmadığını sorarsanız, çoğu muhtemelen "hayır" diyecektir. Batı'da, eğer isyan ya da toplum içinde yalnızlık hissi arıyorsan metal müziği seni çekecektir. Japonya'daki durum bu değil. Örneğin, rock festivallerindeki hayranlar çok düşüncelidirler. Eğer çöplerini düşürürlerse, sonra alır ve belki de yanlarında eve kadar götürürler. Metal dinleyicisiyseniz, iblisvâri imajınızı korursunuz. Konser sırasında çok iblisvâri görünürsünüz ama konserden çıkar çıkmaz kendi düşünceli kimliğinize dönersiniz.

Bir Japon Metal hayranı şöyle diyor:

“Genelde takım elbise giyer ve kravat takarım. Gündelik hayatım böyledir. Evde ya da konserde metal gibi sert müzik dinlemek gündelik hayatımı dramatik bir şekilde değiştiriyor. Daha mutlu hissetmemi ve hislerimin tamamen patlamasını sağlıyor.”


HİNDİSTAN



Hindistanlı bir Metal hayranı:

“Söylemek zorundayım, burasının Bollywood'un vatanı olduğu aleni. Bollywood kısacası, ağaçlar etrafında bir yığın şarkı ve dansla gerçekten sefil bir film merkezi. Bu, Hindistan'daki en büyük endüstrilerden biri ve bütün Hint çocukları remiks ve İndie pop şarkılarını dinliyorlar. Ve temelde, kanallar neyi gösterirse onlar da onu alıyorlar. Sadece gençler arasında değil, boydan boya yani. Hindistan'da köylülerden en zengin adama kadar, muhtemelen hepsi Bollywood müziğinin hayranı. Ve çekici, zıplatıcı olması gerekiyor. Kalçalarını müziğe göre sallayabilmeliler. Ama günün sonunda, elde var sıfır. Hiçbir anlamı yok. Çok yumuşak, ürkek bir müzik, bilirsiniz, yüreksiz insanlara göre. Kendimi bunlarla bağdaştıramıyorum. Ben müziğimin güçlü olmasını istiyorum. İşte bu yüzden metalle ilgiliyim.”

“Metal özel bir şey. Ben Priest, Maiden, Sabbath, Dio... Bütün bu gruplarla büyüdüm. Ve ne zaman bir Priest CD'si koysam, neredeyse gözyaşlarına gömülüyorum. Metal dinleyen insanlar müzik konusunda çok tutkuludurlar. Sanırım onunla tanımlanabilirler. Bu onlara bir tür kimlik sağlıyor. Bu aynı zamanda bir beyanat da taşıyor, yani, toplumun bizden zorla yapmamızı istediği şeylere rıza gösterecek değiliz, şeklinde. Bizim kendi düşünüş, yaşayış tarzımız var. Biz hayatta kendi yolumuzu izlemek istiyoruz. Özellikle de size ne yapacağınızı, kim olmanız gerektiğini, nerede çalışmanız ve kiminle evlenmeniz gerektiğini söyleyen bir toplumda. Hepsi işte yani. Çocukların 18 yaşına gelince evden ayrıldığı Amerika ya da Batı sistemi gibi değil. Burada insanlar yaşlanana kadar aileleriyle yaşıyorlar. Sanki, ebeveynlerimiz bizim tanrılarımızmış gibi. Söyledikleri her şey bizim için doğru olmak zorunda. Asla düzeltilmesi gerekmiyor.”

“Buranın insanları çoğunlukla dindar. Çok gelenekçi. İnsanlar ancak son zamanlarda yeni şeylere açılıyor, farklılaşıyor, açık fikirli hale geliyor. Ve metal kitlesi aslında onların çoğu mühendisler ya da en iyi üniversitelerden mezun olmuşlar ya da yüksek lisans yapmışlar. Aslında hepsi entelektüel ama tamamı inandıkları şeyi savunmaya hazır. Pek çok ayrımcılık var, buradaki toplumda yani. Kast, inanç sistemi, din, cinsiyet... Adını siz koyun. Ama metal içinde, onlar her kasta, dine, inanca her şeye açık insanlar. Metalde hiçbir tanımlama ya da sınıflama yok. O sadece tüm topluluğu bir arada bütünlüyor. Biz köken olarak ben Hindu'yum. Ve diğerleri Hıristiyan, Maharaştri. Yani, farklı dinlerden insanlar. Yani, müzik yapmamızı engellemiyor bu, ki müzik evrenseldir. Müzik ortak bir dildir. Tıpkı üzerimizdeki gökyüzü gibi. Yani, herkes için bir tane var.

4 yorum:

Dreamtime dedi ki...

Süper yazmışsın, eline sağlık.İlki süperdi fakat bu global'i ben hala izlemedim.Arşivde izlenmeyi bekliyor.Bugün el atayım bari :)

Atilla Çelik dedi ki...

Çok uzun yazılarımdan birini sonuna kadar okudun ya, o yüzden alnından öpüyor, çaktırmadan yanaklarını da kopartıyorum. :)

Sağol canım. Belgesel çok iyi gerçekten. İzler izlemez hemen yazdığım için biraz da duygu yüklü oldu. Bu belgesel "A Headbanger's Journey"e göre daha güçlü, yoğun ve ilginç. Çok toplumsal ve vurucu olmuş.

Serhat dedi ki...

Benim de izleme fırsatım olmamıştı bu belgeseli,bir an önce edinmem lazımmış demekki:)

Bu Endenozyalıların,Hindistanlıların ve diğer benzeri ülkelerde yaşayanların hikayelerini dinledikten sonra kendi ülkem adına karamsarlığa kapılıyorum.Biz onlardan farklı sayıyoruz kendimizi,göya yüzümüz Batı'ya dönük,Avrupalıların yaşam tarzını örnek almışız(daha doğrusu taklit etmişiz)Ama örneğin bu Sam Dunn Türkiye'ye gelse ona hangi hikayemizi anlatabiliriz ki?Dur bir düşünelim:

-70 milyon kişinin yaşadığı ülkede metal albümü satan 7 tane dükkan,metal müzik çalan 17 tane bar,Pentagram dışında müzikte belli bir seviyeyi yakalamış ve dünyaya açılabilmiş 1 tane grubumuzun bulunmadığını,

-Motorhead'e zamanında 50 kişinin bile bilet almadığı için konserin iptal olduğunu,Saxon'u 150 kişinin,Slayer'ı 1000 kişinin izlediğini,Sodom konserini basan ülkücülere kimse sesini çıkaramadığı için konserin iptal olduğunu,

-Birkaç gerizekalının yediği halt yüzünden metal dinleyenlere "satanist" damgası vurulduğunu ve bu yüzden zamanında birçok insanın gözaltına alınıp aşağılamalara maruz kaldığını,sırf uzun saçlı diye birçok kişinin dayak yediğini ama kimsenin sesini çıkaramadığını,

-Bu ülkede sayısı zaten bir avuç olan metal dinleyicilerinin toplumsal dayanışma içinde olmaları gerekirken sürekli birbirleriyle "benim grubum seninkini döver" dalaşı içinde olduklarını falan anlatabiliriz sanırım...

Atilla Çelik dedi ki...

Doğru söze ne denir ki sevgili Serhat. İşte bu böbürlenme meselesidir ki metal ortamından beni tiksindiren ve gıcık ettiren.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails