Yıllardır Japonya ve Samuray tarihi, kültürü, felsefesi ile iç içe oldum. Uzun yıllar araştırmış ve 2002 yılı sonunda buna dair araştırmalarımı bir nevi kitap formatına indirgemiştim. Bu eserim başlangıçta 1000 sayfaya tekabül ederken oradan buradan kırparak 350 sayfaya indirmiş ve bazı yayınevleri bulmuştum. Sonrasında bazı problemler olmuş, iş ve ailevi hayat, şirkette her geçen gün yetkilerimin artması, ağır sorumluluklar derken bunca emeği kitaplaştırmak konusunda tam bir azimsizlik örneği sergilemiştim. Onca bilgi ve emek hala bir kenarda duruyor. Kitaplaştırma konusundaki tembelliğim had safhada.
Tüm bunlar yaşanırken daha yeni izlediğim bir film olan “Goemon” beni görselliği ile birlikte uzun yıllar araştırdığım bir konunun parçası olması nedeniyle etkiledi. Uzakdoğu filmlerinin kendine has görselliğini, müthiş renk kullanımını, usta bir şekilde çekilmiş aksiyon sahnelerini, muhteşem görsel manzaralarını az çok bilirsiniz. Bu güzellikleri Japonya ve samuray tarihinin gerçekliğiyle iç içe geçirdiğinizde haliyle benim gibi konu hakkında çok bilgisi olanların etkilenme katsayısı artıyor. Sizler için bahsi geçecek bir çok isim çok yabancıyken ve isimleri hep aynıymış gibi görünürken, benim için her bir isim çok farklı şeyler anlatıyor. Çünkü birazdan adlarını tek tek geçeceğim tarihi kişiliklerin her birinin tek tek gerçek hayat öykülerini ayrıntılı bir şekilde biliyorum.
Öncelikle filmin senaryosu ya da konusu müthiş diyemem. Çok özel de diyemem. Bu anlamda etkilenebilirsiniz diyemem. Ama görsellik açısından etkilenmemek imkansız. Avatar gibi görselliklerin yanında bu filmdeki görsellikler daha fazla hoşuma gidiyor.
Film Japonya tarihinin kırılma anlarından birine karşılık gelen 1582 yılı ile giriş yapıyor. O dönemlerde geçiyor. Filmin asıl özelliği, o dönemde yaşamış en önemli Japonya tarihi karakterlerinin filmde yer alması. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini incelerken en paşa üç padişah kimdi diye sorulsa, verilecek cevap bellidir: Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman. Bu üç isim Osmanlı İmparatorluğu’nu ne kadar büyütmüş ve etkide bulunmuşsa Japonya feodal dönemine aynı anlamda damgasını vurmuş üç isimden bahsedebiliriz: Gaddarlığı ve otoritesi ile nam salmış Oda Nobunaga, tam bir politikacı olan ve Japonya’yı kendi döneminde birleştiren Toyotomi Hideyoshi ile oldukça ılıman bir politika benimseyerek yüzyıllar süren Japon iç savaşları dönemine son noktayı koyarak iki yüz yıllık barış dönemini getiren Tokugawa Ieyasu. Sengoku Ciday olarak isimlendirilen İç Savaşlar Dönemi’nin sonlandırılması o kadar da kolay değildi. Çünkü yüzyıllardır kendi içinde savaşan sayısız klanın varlığını, samuray ruhlarını ve akabinde tek bir çatı altında toplanabilmelerini kabul edebilmek, o dönemi çok iyi bilen kişiler için kolay değil.
Karakterler bu üç isimle sınırlı değil.
Japonya’ya çay töreni ve sanatını getiren Rikyu Sen, dönemin en önemli ninja eğiticilerinden biri olan Hattori Hanzo, Oda Nobunaga’yı öldürerek Japonya tarihini kökten değiştiren isimlerden biri olan Akechi Mitsuhide, Japonya tarihinin diğer önemli figürlerinden biri olan Mitsunari Ishida.
Bu karakterlerin hepsi filmde yer alıyor ve gerçek tarih örgüsü filmde bir nebze yerli yerine oturuyor. Hattori Hanzo şu Kill Bill’deki eleman değil mi, o hayal ürünü değil mi diye sorabilirsiniz. Kill Bill’de fantastik bir dokunuş vardı. Halbuki Hattori Hanzo Japonya tarihi için çok önemli olan, 1542 – 1596 yılları arasında yaşamış zamanın çok meşhur bir istihbarat ajanıdır. Tokugawa Ieyasu’nun hayatını kurtararak aslında 200 yıllık barış döneminin gizli kahramanıdır.
Japonya tarihini bilmeyenler için içerik üstü kapalı gelebilir. Ama konuya oldukça hakim olduğum, o dönem inanılmaz şeyler yaşandığı ve bunlar beni çok etkilediği için, o dönemin karakterlerine beyaz perdede abartılı bir görsellikle tanımlanmış bile olsa tanıklık etmek benim için hoş bir sürpriz oldu.
Filmin konusunu uzun uzun anlatmama gerek yok aslında. Akechi Mitsuhide suikastla Oda Nobunaga’yı öldürünce ipler Toyotomi Hideyoshi’nin eline geçer ve Tokugawa Ieyasu da arka planda sağlam hamlelerini yapmaktadır. Tıpkı gerçek Japonya tarihinde olduğu gibi. Ama Akechi’nin ilgili suikastının arka planında gizemli olaylar yatmaktadır. Çocukluk arkadaşlıkları ve çocukluk aşkları da işin tadı, tuzu, biberidir.
Goemon, sadece görselliğiyle bile ilginizi fazlasıyla çekebilecek bir filmdir. Bir çok insan için görsellik anlamında belki Avatar rakipsiz olacaktır ama beni daha fazla etkileyen görsellikler ve renk kullanımı bu be kardeşim! Tıpkı Jet Li’nin Hero’sunda kullanılan müthiş görsel efekt ve renklerde olduğu gibi…
Filmin özünü anlayabilmek için Japonya’yı, tarihini, Japon toplumunun yüzyıllar boyunca yaşadığı acıları bilmek gerekiyor. Film aslında fantastik öğeleri barındırsa bile özünde gerçekliğin ta kendisini yansıtıyor. Bu gerçeklik şiirsel ve epik bir destan havasında yansıtılıyor.
Japonya yüzyıllar önce bitmek bilmeyen savaşlar, dökülen kanlar, veba, verem, salgın hastalıklar ve depremlerden dolayı her zaman ölüm ile iç içe olmuş ve ölüm ile kardeş olmuştur. İnsanlar çok acılar çekmiştir. O dönemin feodal beyleri (daimyo) sinsi planlarıyla klanlarını ön planda tutmak istemiş, politik bir çok oyunlarla suikastlara, cinliklere imza atıp durmuş. Yüzyıllar boyu ego çekişmelerinin acısı halktan çıkarılmış. Filmde verilen mesajlar günümüz dünyasına çok şey ifade edecektir. Göreceksiniz, dünyanın bir köşesinde, 15-16. yüzyılda dünyanın kendisinden bir haber olduğu ufak bir adasında yüzyıllar önce yaşananlar ve o insanların kaderi günümüz insanlarından pek farklı değil. Çekilen acılar evrensel!
Filmin final sahnesinde yaşananlar, Hideyoshi’nin ihanetinin iç yüzü, doymak bilmeyen ego ve kişisel hırslar, toplumlar üzerinde yaratacağı infialler nedeniyle oldukça evrensel. Aslında gerçek bir Japonya tarihi ama yaşananların özünden gelen bir!
Filmin sonunda donup kaldım, inanılmaz etkilendim. Çünkü verdiği her mesajı dibine kadar alıyor ve hissediyordum. Finalde kahramanımız Tokugawa Ieyasu'ya yemin etmesini söylüyor, bu savaşlara son vermesi, artı kan dökülmemesi, daha mutlu bir dünya kurulması için. Japonya savaşlar dönemine son veren bir isim olan ve 200 yıllık müthiş bir barış dönemini getiren Ieyasu'ya bu sözü, isteği iletmek ustaca bir manevraydı. Oldukça etkileyici bir sahneydi ve dizlerimin bağı çözüldü.
http://www.imdb.com/title/tt1054122/
3 yorum:
İştah açan bir yazı daha :) Bu filmi izlemen bir rastalantı mı Atilla? yoksa bu bir işaret mi kitabın için? :)
Bu arada japon ve kore filmlerinde renklerin çarpıcılığı ve detaylara verilen önem her zaman bir avrupa ya da hollywood filmden daha ön plandadır. Avatarı beğenmiş olsam da bu tarz filmlerle karşılaştıramam. Bunun doğu ülkelerinin renklere ve ayrıntılara verdikleri anlamla ilişkili olduğunu düşünmüşümdür. Tabii bir araştırmam olmadı bu konuda.
:)
Kitap için bir işaret değil. :) Sadece, elimde yeterince Uzakdoğu filmi var ama geçtiğimiz bir kaç günde 30-40 tane daha indirdim ve dünden itibaren onları izlemeye başladım. Hatta aslında bu yazıyı da filmin yarısına geldiğimde yazmıştım. Çünkü dayanamamıştım. Ama hata etmişim. Filmin yarısından sonra olan şeyler daha da etkileyici ve film ilerledikçe epik destan örneklemesinin ve şiirselliğin dibine vurmuştu. Demin bir kaç paragraf daha ekledim o yüzden yazının sonuna.
Uzakdoğu'nun doğaya ve manzaraya karşı ayrı bir hevesi, önem verişi söz konusudur. O insanlar için doğa bir çok şeyin özü. Filmlerde olayın bu yönünü çok görürüz. Özellikle epik tarzı filmlerinde. Ayrıca Japonlar için sanat denen şey bir nevi yaşama nedeni. Dünyaya sundukları bir çok şeyin özü sanatın kendisine işaret eder. Geyşalık mesleği bile özünde derin sanatları içeriyor. Onlar için güzel, etkili ve içten yapılan her şey sanat. Bu üçünü barındırmalı.
Bu güzel posta ve yoruma ekleyecek birşey bulamıyorum. Tek dileğim insanlığın bu ekonomi-reklam ve satış deliliğinden çıkıp kendilerini daha çok kültürlerini geliştirmeye adamaları. Doğudaki doğaya saygı ve dünyaya olan bağlılık herkes de gelişmeli.
Japonların bu yoğun sanat anlayışı ve her olaya her güne adadıkları özel anlam hayatı daha yaşanır kılıyor. Bunlar filmlerle aktarıldığında gözlerim parlamaya başlıyor. İnsanın özünde yaşaması içselliği hissetmesi ve hayata anlamını vermesi önemli. Amerikanın hatası da bu: yaşam sevincini insanların işlerinde bulması için çaba harcamaları.
Konudan sapmama ramak kaldı :)
Son olarak: yetişemiyorum tüm yazdıklarını okumaya ne olur biraz yavaş :)) güzel postların göremediğim için kaynıyor diye üzülüyorum. :(
Yorum Gönder