Çocukluk zamanlarımdan hatırladığım en ilginç şeyler, ta o zamandan hayal gücü ile beslenen, sürekli kafasında bir şeyler tasarlayan ve anlamlandırmaya çalışan, hayal gücü yüksek bir velet olmam.
Yatağımda uyurken bakışlarım sürekli halının ve perdenin desenlerine takılırdı. Halı ve perdede gördüğüm desenlerden anlamlar çıkarırdım. Halının üstündeki her şekil bana bir şeyler ifade ederdi.
Bir şekil vardı ki, ondan çok korkardım. Onu bir yaratık, bir canavar olarak değerlendirirdim. Sanki halıdaki bir desen olmaktan çıkıp birden bir yaratığa dönüşecekmiş gibi hissederdim ve yorganı kafama çekerdim. Nefes nefese kalırdım, terlerdim.
Gördüğüm rüyalar çok ürkünç olurdu. Sanki rüya değil de gerçekleri yaşamışım gibi. Hatta öyle ki, gördüğüm bazı rüyaları gerçekten yaşadığımı düşünürdüm. Anneme ve ağabeylerime durumu anlatırdım, ama oralı bile olmazlardı. Gerçekleri nasıl göremezler derdim.
O rüyalar hala aklımdadır. Bir tanesi hele hiç aklımdan çıkmaz. Rüyamda, yatağımdan kalkıyorum ve hole giriyorum. Ufak ağabeyimi sadece şortla görüyorum ve bedeni çıplak. Birden göbek deliğinin olduğu yerde acayip bir ağız çıkıyor. Kocaman bir ağız içi ve oldukça ıslak bir dilden ibaret. Elimi o ağza doğru götürüyorum ve o dil elimi kavrıyor, elim yapış yapış oluyor, iğrenç bir duygu ve hissediş.
Altıma ediyorum nerdeyse korkudan.
Ve ben bu rüyayı aslında bir rüya değil de bir gerçek olarak kabulleniyordum. Haliyle bunu anlatınca, oralı bile olmuyorlardı.
Diğer kabuslarımdan biri ki, bu gerçek bir kabustu, rüya değildi; babamın işten gelmesiydi. Eğer babam bir çikolatayla, fındıkla ya da basit bir oyuncakla gelirse dünyanın en mutlu çocuğuydum. Ama daha sonrasında yaşanacaklar benim için kabustan farksızdı. Çünkü, babam ne zaman üstünü değiştirip yemeğini yeyip divana kurulsa, beni hemen yanına yatırır ve elini erkekliğimin gücüne bırakırdı.
Sürekli oynardı.
Sürekli…
Ya o yatana kadar ya da ben yatana kadar.
Öyle rahatsız edici bir duyguydu ki.
Bazen oynamayı kessin diye uyuyor numarası yapardım.
Çocukken tam anlamıyla bir zeytin canavarıymışım. Deli gibi yermişim. Ne zaman misafirliğe gitsek, hemen bir kase zeytini önüme sürerlermiş ve hepsini ekmeksiz afiyetle götürürmüşüm. Öyle sessiz, sakin, yumuşak başlı, kedi gibi bir çocukmuşum ki, komşular hastaymış bana. Keşke bizim de böyle çocuğumuz olsa derlermiş.
Annem beni nereye uyumaya bıraksa, kedi gibi sinip uyurmuşum. Sallamalarına, ninni söylemelerine ya da “eee eee eee eee, uyusun bebeğim” demelerine gerek yokmuş. Bırakılır bırakılmaz, Bezgin Bekir gibi uykuya dalmam uzun zamanı almazmış. Annem benim gibi 10 çocuğu bir anda büyütebilirmiş!
Hey gidi hey! O velet, ileride huysuz bir ihtiyar olacakmış da kimse bilmiyormuş! Ne de olsa annemizin karakteri! Ondan da genetik bir şeyler kapmışsak ne yapalım yani…
Ruhuma en çok işleyen şeylerden biri ise, deli bir okuma ve yazma isteğiydi. 4 yaşında bir velettim, okula daha vardı ve okuyabilmem imkansızdı. Ta o yaştayken, anneme bir defter, kalem ve silgi aldırmış, ağabeylerimin kitaplarına bakarak, aynısını yazmaya çalışıyordum.
Yazar olacak çocuk, daha o yaştan belliymiş!
O kalemin görüntüsü, o silginin kokusu, defterin kendisi bana öyle muazzam gelirdi ki, hiçbir şey olmasın onlara isterdim. Onlar benim için muazzam bir şeydi. Paylaşılamazdı. Bu dünyanın ötesinde şeylerdi.
O dönemler aynı zamanda Shogun isimli bir diziye kendimi garip bir şekilde kaptırdığım bir dönemdir. Dizi ne zaman başlasa dünyadan yalıtıyordum kendimi. Ama dikkatimi çekiyor ki, televizyonda diziyi izlerken konuşulanları net duyamıyordum! Kulaklarım ta o zamandan sorunluydu ve ben bunun farkında bile değildim. Bana normal geliyordu.
Çünkü aslında şöyle düşünüyordum: “Televizyonun sesi aşırı kısık, evde zaten kimse duymuyor, baba böyle istiyor, riayet edilmeli!”
Shogun’a dönersek, Skinoski karakterinin hastasıydım. Hele bir de abim, o samurayların kendilerini zamanı gelince öldürdüklerini söyleyince, ben şok olmuştum. O an abim gözüme çok farklı bir varlık olarak görünmüştü. Vay be, bunu biliyor diye. Ve daha fazla açıklama yapmasını isterdim. Tabii o da ufak olduğundan fazla açıklama yapamazdı.
Bir akşam babam eve aksaya aksaya gelmişti. Kış mevsimiydi, her taraf buz tutmuştu. Elbiselerini değiştirirken kalçasında koca bir bandaj görmüştüm. Meğer buzlu yolda ayağı kaymış ve kıçına koca bir kıymık batmış. Çocukluğun saf düşüncesi zihnimden ayrılmadığı için fesatça ve dalga geçilecek şeyleri düşünebilecek bir yapıda değildim. Yoksa şimdi olsa nasıl da dalga geçerdim!
Bir de ufak ağabeyimin evimizin balkonundan düştüğünü hatırlıyorum. Hem de 4. kattan. Hemen aşağısı yumuşak bir toprak ve çimenlik olduğu için ucuz yırttı.
Ufak ağabeyim muazzam yaramazdı. Belki de dünyanın en yaramaz çocuğuydu. Bir keresinde, dışarıdan uzun bir kablo ve ucuna bağlı lamba getirmişti. Banyoya girmiş, güya o ışık altında romantik bir banyo yapacaktı. Ben de onu izliyordum. Girdi leğenin içine, elinde o kablo ve ucunda lamba. Kablo elektriğe bağlanmış, lamba romantik ve seksi bir şekilde yanıyor. Sonra o lamba çat diye leğene düşer ve abim bir anda çığlıklar atarak titremeye başlar.
Acayip bir titremedir bu. Break dansının kralı gibiydi.
Ben de şok gözlerle anneme bağırırım:
“Anneeee, abim çok feci titriyoooooo!”
Tabii çığlığı duyan anne zaten koşturmuştur ve bir anda fişi prizden çıkarması bir olur.
Ufak ağabeyimiz yine şanslıdır, yırtar.
Ama onun ufak kardeşi Atilla çok şerefsizdir. Söz konusu olayı tüm arkadaşlarına anlatır ve o titreme anını taklit ederken tüm arkadaşlarını gülme komasına sokar. Sanki velet orada ölümden dönmemiş gibi (nerden bilecektik, çocukluk işte) ben o titremelerinden ta**ak konusu çıkarıyordum. Arkadaşlarım da her seferinde o titreme anını taklit etmemi istiyorlardı. Benim de hoşuma gidiyordu!
Boru mu!
Arkadaşlarım bana taptı. Yaptığım bir şeye bayıldı! Süperim ben ulan! Abim çarpılmış, titremiş, ölümden dönmüş; umurumda mı!
Nereden bilecektik ki?
Hayat böyle sürüp gidiyordu. Gün geldi, babam, “İstanbul’a gidiyoruz, tayinim oraya çıktı” dedi. Ki 6 yaşıma kadar Rize'de yaşamıştık.
“Hımmm, İstanbul” demiştim.
Acaba nasıl bir yer?
Öyle bir bahsediyorlardı ki, sanki ayrı bir şehir, ülke, bambaşka bir gezegendi. Köprüsü vardı, trenleri vardı. Acayip bir yermiş!
Görecektik tabii ki…
İstanbul’u…
Not: “Resimde Küçük Ömer’e benzemişsin lan” diyeni vururum!
Yatağımda uyurken bakışlarım sürekli halının ve perdenin desenlerine takılırdı. Halı ve perdede gördüğüm desenlerden anlamlar çıkarırdım. Halının üstündeki her şekil bana bir şeyler ifade ederdi.
Bir şekil vardı ki, ondan çok korkardım. Onu bir yaratık, bir canavar olarak değerlendirirdim. Sanki halıdaki bir desen olmaktan çıkıp birden bir yaratığa dönüşecekmiş gibi hissederdim ve yorganı kafama çekerdim. Nefes nefese kalırdım, terlerdim.
Gördüğüm rüyalar çok ürkünç olurdu. Sanki rüya değil de gerçekleri yaşamışım gibi. Hatta öyle ki, gördüğüm bazı rüyaları gerçekten yaşadığımı düşünürdüm. Anneme ve ağabeylerime durumu anlatırdım, ama oralı bile olmazlardı. Gerçekleri nasıl göremezler derdim.
O rüyalar hala aklımdadır. Bir tanesi hele hiç aklımdan çıkmaz. Rüyamda, yatağımdan kalkıyorum ve hole giriyorum. Ufak ağabeyimi sadece şortla görüyorum ve bedeni çıplak. Birden göbek deliğinin olduğu yerde acayip bir ağız çıkıyor. Kocaman bir ağız içi ve oldukça ıslak bir dilden ibaret. Elimi o ağza doğru götürüyorum ve o dil elimi kavrıyor, elim yapış yapış oluyor, iğrenç bir duygu ve hissediş.
Altıma ediyorum nerdeyse korkudan.
Ve ben bu rüyayı aslında bir rüya değil de bir gerçek olarak kabulleniyordum. Haliyle bunu anlatınca, oralı bile olmuyorlardı.
Diğer kabuslarımdan biri ki, bu gerçek bir kabustu, rüya değildi; babamın işten gelmesiydi. Eğer babam bir çikolatayla, fındıkla ya da basit bir oyuncakla gelirse dünyanın en mutlu çocuğuydum. Ama daha sonrasında yaşanacaklar benim için kabustan farksızdı. Çünkü, babam ne zaman üstünü değiştirip yemeğini yeyip divana kurulsa, beni hemen yanına yatırır ve elini erkekliğimin gücüne bırakırdı.
Sürekli oynardı.
Sürekli…
Ya o yatana kadar ya da ben yatana kadar.
Öyle rahatsız edici bir duyguydu ki.
Bazen oynamayı kessin diye uyuyor numarası yapardım.
Çocukken tam anlamıyla bir zeytin canavarıymışım. Deli gibi yermişim. Ne zaman misafirliğe gitsek, hemen bir kase zeytini önüme sürerlermiş ve hepsini ekmeksiz afiyetle götürürmüşüm. Öyle sessiz, sakin, yumuşak başlı, kedi gibi bir çocukmuşum ki, komşular hastaymış bana. Keşke bizim de böyle çocuğumuz olsa derlermiş.
Annem beni nereye uyumaya bıraksa, kedi gibi sinip uyurmuşum. Sallamalarına, ninni söylemelerine ya da “eee eee eee eee, uyusun bebeğim” demelerine gerek yokmuş. Bırakılır bırakılmaz, Bezgin Bekir gibi uykuya dalmam uzun zamanı almazmış. Annem benim gibi 10 çocuğu bir anda büyütebilirmiş!
Hey gidi hey! O velet, ileride huysuz bir ihtiyar olacakmış da kimse bilmiyormuş! Ne de olsa annemizin karakteri! Ondan da genetik bir şeyler kapmışsak ne yapalım yani…
Ruhuma en çok işleyen şeylerden biri ise, deli bir okuma ve yazma isteğiydi. 4 yaşında bir velettim, okula daha vardı ve okuyabilmem imkansızdı. Ta o yaştayken, anneme bir defter, kalem ve silgi aldırmış, ağabeylerimin kitaplarına bakarak, aynısını yazmaya çalışıyordum.
Yazar olacak çocuk, daha o yaştan belliymiş!
O kalemin görüntüsü, o silginin kokusu, defterin kendisi bana öyle muazzam gelirdi ki, hiçbir şey olmasın onlara isterdim. Onlar benim için muazzam bir şeydi. Paylaşılamazdı. Bu dünyanın ötesinde şeylerdi.
O dönemler aynı zamanda Shogun isimli bir diziye kendimi garip bir şekilde kaptırdığım bir dönemdir. Dizi ne zaman başlasa dünyadan yalıtıyordum kendimi. Ama dikkatimi çekiyor ki, televizyonda diziyi izlerken konuşulanları net duyamıyordum! Kulaklarım ta o zamandan sorunluydu ve ben bunun farkında bile değildim. Bana normal geliyordu.
Çünkü aslında şöyle düşünüyordum: “Televizyonun sesi aşırı kısık, evde zaten kimse duymuyor, baba böyle istiyor, riayet edilmeli!”
Shogun’a dönersek, Skinoski karakterinin hastasıydım. Hele bir de abim, o samurayların kendilerini zamanı gelince öldürdüklerini söyleyince, ben şok olmuştum. O an abim gözüme çok farklı bir varlık olarak görünmüştü. Vay be, bunu biliyor diye. Ve daha fazla açıklama yapmasını isterdim. Tabii o da ufak olduğundan fazla açıklama yapamazdı.
Bir akşam babam eve aksaya aksaya gelmişti. Kış mevsimiydi, her taraf buz tutmuştu. Elbiselerini değiştirirken kalçasında koca bir bandaj görmüştüm. Meğer buzlu yolda ayağı kaymış ve kıçına koca bir kıymık batmış. Çocukluğun saf düşüncesi zihnimden ayrılmadığı için fesatça ve dalga geçilecek şeyleri düşünebilecek bir yapıda değildim. Yoksa şimdi olsa nasıl da dalga geçerdim!
Bir de ufak ağabeyimin evimizin balkonundan düştüğünü hatırlıyorum. Hem de 4. kattan. Hemen aşağısı yumuşak bir toprak ve çimenlik olduğu için ucuz yırttı.
Ufak ağabeyim muazzam yaramazdı. Belki de dünyanın en yaramaz çocuğuydu. Bir keresinde, dışarıdan uzun bir kablo ve ucuna bağlı lamba getirmişti. Banyoya girmiş, güya o ışık altında romantik bir banyo yapacaktı. Ben de onu izliyordum. Girdi leğenin içine, elinde o kablo ve ucunda lamba. Kablo elektriğe bağlanmış, lamba romantik ve seksi bir şekilde yanıyor. Sonra o lamba çat diye leğene düşer ve abim bir anda çığlıklar atarak titremeye başlar.
Acayip bir titremedir bu. Break dansının kralı gibiydi.
Ben de şok gözlerle anneme bağırırım:
“Anneeee, abim çok feci titriyoooooo!”
Tabii çığlığı duyan anne zaten koşturmuştur ve bir anda fişi prizden çıkarması bir olur.
Ufak ağabeyimiz yine şanslıdır, yırtar.
Ama onun ufak kardeşi Atilla çok şerefsizdir. Söz konusu olayı tüm arkadaşlarına anlatır ve o titreme anını taklit ederken tüm arkadaşlarını gülme komasına sokar. Sanki velet orada ölümden dönmemiş gibi (nerden bilecektik, çocukluk işte) ben o titremelerinden ta**ak konusu çıkarıyordum. Arkadaşlarım da her seferinde o titreme anını taklit etmemi istiyorlardı. Benim de hoşuma gidiyordu!
Boru mu!
Arkadaşlarım bana taptı. Yaptığım bir şeye bayıldı! Süperim ben ulan! Abim çarpılmış, titremiş, ölümden dönmüş; umurumda mı!
Nereden bilecektik ki?
Hayat böyle sürüp gidiyordu. Gün geldi, babam, “İstanbul’a gidiyoruz, tayinim oraya çıktı” dedi. Ki 6 yaşıma kadar Rize'de yaşamıştık.
“Hımmm, İstanbul” demiştim.
Acaba nasıl bir yer?
Öyle bir bahsediyorlardı ki, sanki ayrı bir şehir, ülke, bambaşka bir gezegendi. Köprüsü vardı, trenleri vardı. Acayip bir yermiş!
Görecektik tabii ki…
İstanbul’u…
Not: “Resimde Küçük Ömer’e benzemişsin lan” diyeni vururum!
9 yorum:
Cocuklugunun bile garip senin:)
Ayrıca iyi ki küçükken ufak abinle aynı ortamda karşılamamısız dünya tehlikede olurmuş:)
Ayrıca küçükken cok sevimliymissin şimkinden halinden eser yok:)
BNak hele bak anne olacak şeye sen. Şimdiki halime kurban ol sen :)
Yatak odamızda desenli kalın bir perde vardı. Üzerinde miki maus olduğunu iddia ediyordum. Miki ve arkadaşları bir kuyunun içine bakıyordu. Kuyunun dibinde ise başkaları vardı onlarda başka kuyulara bakıyordu. Ormanın içinde kaybolmuş gibilerdi. Her gece buna bakıyordum :)
Kabuslara gelince en sinir bozucusu benimde babamla iligili olandı. Babam eve gelir. Eğer onu öpersem bir melek gibi olurdu. Eğer canını acıtırsam o da bir canavara dönüşürdü :) Bilinçaltı babaya iyi davran ki o da sana iyi olsun :)
Ayrıca abiyle dalga geçilir mi ya valla çarpılırsın :)) Bu banyo yaparken elektrikli birşeyin küvete düşmesiyle çarpılma hikayesi sadece filmlerde olur sanırdım :))
Resimde de çok tatlısın :)
Abiyle dalga geçilmez ama ben geçtim bi kere. Hem o dalga geçtiğim abim şu an benim yanımda olan, ilgilendiğim abim :)))))
:))) Çarpılmışsın işte Atillacım, dalga geçmiycektin :))
Sen de az değilsin ha. :) Doğru. Farklı bir anlamda çarpılmış oluyorum. Neymiş? Hiçbir zaman, hiçbir konuda dalga geçmemek lazımmış.
Yorumlar konusunda neden sıkıntı çektiğin hakkında net bir şey söyleyemeyeceğim. Bilmiyorum, neden öyle bir sıkıntı yaratıyor. Belki net ile ilgili bir sorun olabilir diyeceğim ama bilemiyorum.
Atilla abi şimdiki imajına bakınca pek benzemiyorsun ama çocukluk resimlerinde tam bir Karadenizli hem de has Karadenizli dedirtiyorsun :)
:))) Bildiğin gavur çocukları gibi durmuşum be Burakçığım. :)
muazzam :)
Yorum Gönder