Çocukluğumdan beri kitaplara aşık olduğum söylenebilir. Hiç unutmam. İlkokula başlamıştım. Daha okumayı sökememiştik. Harfleri hecelemekle uğraşırdık. Başlangıçta biraz zorlanmıştım. Bir gün öğretmenim sınıf kitaplığından bir kitap uzattı. Yavru fil ile ilgili öyküydü. Dilimi dişlerimin arasında sıkıştıra sıkıştıra, afacan çocuklar gibi dilimi zorlanıyormuş gibi oynata oynata okumaya başlamıştım. Okuduğum ilk kitaptı ve çarpılmıştım. İlgili öyküyü okurken çok etkilenmiştim.
Bu öyle bir etkide bulundu ki, o yaşımdan sonra sürekli bir şeyler okurken buldum kendimi. Annem ben çocukken ne zaman beni yanına alıp misafirliğe gitse, ne bir oyuncakla oynardım, ne de yaramazlık yapardım. Nereye koyulmuşsam orada put gibi dururdum. Sonra annemi hafiften dürterek “anne, okuyacak bir şeyler var mıdır?” diye sorardım. Konuk olduğumuz ev sahibi de bana bir kitap verirdi ve annem kalkıp gidene kadar büyük bir zevkle, hiç sıkılmadan kitabı okurdum.
Bunun getirdiği bazı alışkanlıklar var yaşamımda. Yemeğimi yerken önümde muhakkak okuyacak bir şey vardır. Ne zaman yatağa girsem, uykum gelene kadar kitap okurum. Sürekli kitap satın alırım, odamdaki kütüphanemde yer kalmasa bile almaya devam ederim ve onların olmadığı bir yaşam düşünemem. Tıpkı müziksiz bir hayat düşünemeyeceğim gibi.
Hayatımın yazarı Marcel Proust’tur ama akabinde beni çok etkileyen önemli yazarlar vardır. Onlardan biri günümüzde 81 yaşında olan ve hala büyük bir aşkla yazmaya devam eden Ursula K. Le Guin’dir. Bilim Kurgu ve fantezi türünde yazıları olan yazarın şiir, tiyatro, çocuk ve genç edebiyatına dair eserleri de vardır. Yerdeniz Serisi ile birlikte Sesler, Marifetler, Güçler, Mülksüzler gibi kitaplarıyla beni çok etkilemiş bir yazardır.
Ursula’nın yarattığı dünya kendine hastır. Yaptığı betimlemeler ile kendinizi yaşadığınız bu dünyadan daha uzakta başka bir dünyada buluyorsunuz. Yarattığı karakterler ise öyle ahım şahım, müthiş özellikli, ortalığı yakıp yıkacak karizmada karakterler değildir. Yeri gelince çulsuz ve fakirlerden, sakat ve tecavüze uğramışlardan oluşur. Klasik kahramanların yapısından uzak karakterlerdir bunlar. Kitabın içeriğindeki gidişat hep bu kahramanların gözünden, dilinden anlatılır.
Ursula hayatı boyunca asice hareket ettiği için günümüz dünya profiline dair ilginç teoriler atar. Sık sık kölelikten bahseder. Kahramanlar köle olduklarının farkındadırlar ama bir yandan da bundan rahatsızlık duymazlar. Ama özünde bir çok şeyi sorgulamadıklarını, yeniliklere kapalı olduklarını ve yeniliğe dair bazı kelamlar geçtiğinde bunu bir nevi şeytan işi sayan ataerkil bir toplum yapısından demetler sunar. Özündeki teoriyi okuyucuya çaktırmadan aktarır. Toplumların cehaletini, saflığını, yardımseverliğini ve çarpıklaşmış düşüncelerini aynı potada çok iyi eritmesini bilir. Bunları yaparken Yunan mitolojisi, Taoizm, Varoluşçuluk, Jung etkilerinden faydalandığını fark edersiniz.
Yazarın en başarılı olduğu konulardan biri, sizi şu an yaşadığınız dünyadan alıp bambaşka bir dünyaya götürmesi. Yaratılan bu dünyanın aklınızda bir resmini çizersiniz ve kahraman, kendi dilinden fikirlerini, yaşadıklarını, kaygılarını anlatırken siz hemen yanı başında onu izliyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Kitabı kapattığınızda ise kendinizi şu an yaşadığınız dünyada, tekrar sorunlarla ve mutluluklarla kapsanmışken bulursunuz. Özgürlüğün ne demek olduğunu çok iyi anlarsınız. Sade ve akıcı bir dilin kendine has büyüleyiciliği ile kapsanmışken, garip bir şiddeti, karamsarlık ve karanlığı da tadarsınız. Tüm bu büyüleyici dünyaların içerisinde kahramanlarla birlikte yolculuk ederken tezatlıklarla karşı karşıya kalırsınız. Toplumlar içerisinde erkekler ve kadınların yeri, köleler ve efendiler, çocuklar ve erişkinler, mutluluklar ve hüzünler, hayatın ak ve kara yönleri..
Feminizm, anarşi, başkaldırı, özgürlük ütopyalarını muazzam bir dille bir araya getiren Ursula’nın asıl temeli dünya insanlarıdır. Tarzı belki bilim kurgu olarak geçer ama bu ne makinedir, ne uzay gemisidir ne de herhangi bir robottur. Sadece insandır.
Ursula, feminist düşüncelerin en derinliklerini benliği ve yazılarında taşısa bile diğer feministler gibi salt kadınlığın derinliğinde kaybolmaz.
Şöyle demiştir Ursula Teyzem:
“Apollo, ışığın, aklın, orantının, uyumun ve sayıların tanrısı olan Apollo, tapınırken kendisine çok yaklaşanı kör eder. Güneşe çıplak gözle bakmayın. Her fırsat bulduğunuzda karanlık bir bara gidip Dionysos ile beraber kafaları çekin. Tanrılardan söz edene bakın. Ben! Bir ateist. Ama aynı zamanda bir sanatçıyım ben, o yüzden de yalancıyım. Söylediğim her şeyden şüphe edin. Gerçeği söylüyorum. Anlayabildiğim ya da ifade edebildiğim tek gerçek, mantık açısından tanımlanacak olursa bir yalan, psikoloji açısından bir simge, estetik açısından bir metafor.”
Bu yaşında hala çatır çatır yazan ve hafıza kaybının ‘h’sinin görülmediği bu teyzeme ne diyebilirim ki?
2 yorum:
eline sağlık kardeşim döktürmüşsün yine. benim için de edebiyat her zaman bir sığınak, nefes alma yeri olmuştur.
özellikle şu bunalım günlerinde, galatasaray'ın verdiği kasaveti biraz silecek, hatta bırak silmeyi insanın aklını alacak bir kitap: john fowles'tan "büyücü". bilmiyorum okumuş muydun ama şiddetle tavsiye ederim. tek kelime ile kusursuz bir başyapıt...
en azından buraya not düşmüş olduk. iyi okumalar dilerim...
Teşekkürler sevgili cino.. Alışveriş sepetime eklenen kitaplardan biri John Fowles'dan büyücü olacaktır. Onu da listeye alıyorum o halde. Önerin için teşekkürler.
Yorum Gönder