28 Ağustos 2010 Cumartesi

Müzik Hayatın Derinliğine İnebilmeli: The Soloist


Müzik tam olarak nedir? Daha doğrusu gerçek müzik nedir ve insanoğluna neler hissettirir? Tek fonksiyonu insanoğlunu eğlendirmek olan ve yorgun yaşamında ona haz veren bir eğlence aracı mıdır? Hayatla ne kadar iç içedir? Ne kadar ulvidir ve aynı zamanda insanın, toplumun, dünyanın kendisidir?

İnsanoğlu duygularla var olan bir varlık. Nice medeniyetler, imparatorluklar kurmuş, dünyayı şekillendirmiş insanoğlu çok güçlü bir varlıktır. Her türlü güce sahip olsa da bir de duyguları vardır. Bu duyguların gün yüzüne çıkmaya ihtiyacı vardır. Bazen yazılarla, bazen de müzik yaparak insanoğlu ruhunun en yüksek noktalarına erişebilmekte ve Nirvana’ya ulaşabilmektedir.

Müzik insanların duygu ve düşüncelerini aktaran bir aracı olsa bile, çok daha büyük bir fonksiyonu vardır aslında. Bazen insanüstü, bu dünyanın ötesinde bir ruhu temsil eder. Belki Tanrı’ya yakınlaşmayı, bilinenin ötesindeki zerreciklere dokunabilmeyi ifade eder. Gerçek müzik ise, daha Tanrısal bir şeydir. İnsanları çevreleyen doğanın, dünyanın, yerdeki küçük bir karıncanın, yaprak ve rüzgar seslerinin, çevremizde olup biten ve bizi sarmalayan yüce bir ruhun tercümanlığını yapar. Evrensel bir dokunuşa sahiptir. İnsan ruhunun en üst seviyesini işaret eder. Yeri gelince de toplumun aynasını yüzümüze tutar. Salt eğlenceden değil, aynı zamanda büyük bir hazdan, hayatın kendisinden, iç dünyamızdan ve gerçekliklerden demetler sunar.

Tüm bunlar müzik için geçerlidir. Ama gerçek müzik için. Popüler müziğin bu kadar üst seviyede bir ruha sahip olduğunu düşünmüyorum. Toplumsal anlamda derin izler taşıdığını da. İnsanlara salt aşk, sevgi, ayrılık gibi şeyler veren duygunun bir yönüne ait düşünce tarzı hayatın tamamı değil. Müzik hayatın en derin noktalarına inebilmeli ve Tanrısal bir ruh taşımalıdır.

Dünyayı ve doğanın seslerini, evren ötesi bir olguyu hissettiren, neredeyse Tanrı’ya yakınlaşmayı, Cennet ve Cehenneme dokunmayı sağlayan bir müzik derken Seda Sayan, Hande Yener, Mahsun Kırmızgül veyahut Lady Gaga’yı falan kastetmiyorum. Şablonlarla uğraşamam. Bu öyle güçlü bir şey olmalıdır ki tınıları duyduğumuzda apışıp kalabilmeli ve iliklerimize kadar donmalıyız. Böyle bir güç 1700’li yıllardan beri, yüzyıllardır hala ilk günkü gibi güçlü bir şekilde yaşıyor: Klasik Müzik..


Birden fazla enstrümanın bir araya gelerek muazzam bir harmoninin adeta dünyanın cennetini ve cehennemini yaşattığı bir düzlemde, özellikle çello ve kemanın sesleri daha ulvi bir güce ışık yakar. Bu güç, günümüzde Bethoveen, Mozart, Bach gibi isimlerin hala ölümsüz olmasına neden olur. Onların müziğini, yazdıkları çello ve keman partisyonlarını dinlerken Tanrı’nın bize dokunduğunu hissederiz. Bu dünyanın çok ötesinde bir yere gideriz. Artık burada değilizdir. Kimsenin olmadığı bir yerde, kendi başımıza, oldukça güçlü bir şekilde astral yolculuğa çıkmışızdır.

Bu ruh, 19. yüzyılda Paganini’nin keman partisyonlarına o kadar güçlü bir şekilde sinmiştir ki, zamanın insanları Paganini’nin ruhuna şeytanın girdiğini düşünüyorlardı. O yüzden Paganini dediğinizde sık sık şeytanı da aklınıza getirirsiniz. Zamanın ötesinde olmak böyle bir şey.


Lirik içermeyen bu müziğin gücü ortada. Yıllar boyu nice güçlü müzisyenler iç ruhlarına klasik müziğin o şehvetli dokunuşlarını dokudular. Bunu bir rehber edindiler. Zamanla bunu iyice toplumsallaştırdılar. İçine lirikler monte ettiler ve müziğe de güç verdiler. Heavy Metal bile bunu yaptı yeri gelince.

Hayatın derinliğine inmeyen müziğe güçlü bir müzik gözüyle bakmam. Lirikler müzik kadar güçlü olabilmelidir ki, binlerce yıl önce insanların duvarlara çizdikleri resimlerin, sembollerin bir anlamı olsun. O yazıtlar ve semboller eğlenmek için değil, geleceğe, yeni nesillere bir şeyler öğretebilmek içindi, bizi hayata tutabilmek ve dünyayı anlayabilmek için. Şaklabanlık olsun ya da eğlenmek için değil!

Müziğe ait lirikleri hayatın tek bir yönüyle sınırlandırmak, popülist bakış açısının, dejenere olmuş yorgun ruh halinin bir göstergesi olabilir. İçinde derin bir sanat varsa, o melodiler bile yeter artabilir öte yandan. Tıpkı Zeki Müren’in sesinde, Barış Manço’nun söylemlerinde çok daha derin bir şeyleri bulabileceğiniz gibi.

Guns’n Roses’ın liriklerinde yer alan sefil hayatı, köhnemişliği, bazen ırkçı gibi duran söylemleri anlayabilmek için bu grubun yaşadığı Los Angeles’a bakmak gerekir. Bu günahlar şehri, yerkürenin en absürd şehirlerinden biridir. Yoksullar ve zenginlar arasında derin uçurum olan ilginç bir şehirdir. İnanılmaz zenginlerin şehri olarak bilinen bu günahlar şehrinde, aynı zamanda yüz binlerce evsiz insan var. Bu insanları yerlerinden eden göçmenler var. O yüzden grubun geçmişte göçmenlere dair sert söylemlerini anlayabilmek kolay olmasa gerek. Söylemleri dikkate almadan “vay be, Guns’n Roses be, çılgın gibiler, ay ne güzel” demek de saçmalığın daniskasıdır. Çünkü grubun söylemlerinin ilgili içeriği ve yaşadıkları yer, bize bazı anlamlarda uzak olsa bile evrensel bir duruma çıkarım yaparız.

Ya da Grunge denen oldukça karamsar, ağır ve bunalımlı bir tarzın öncüsü olan Alice In Chains, Soundgarden gibi grupların daha çok neden Seattle’dan çıktığını anlayabilmek için, ilgili eyaletin karanlık, sürekli yağmurlu, kasvetli hava ve yapısını bilmek gerekir.

Ya da Death’in vefat eden filozof müzisyeni Chuck Schuldiner, insanlara umut verebilmek için bir misyon edindiğini, bu işten para kazanamadığını ama evdeki kedi ve köpeklerine yemek götürebilmenin ve kalan parayla gitarına tel takımı alabilmenin kendisine yettiğini söylerken, bu müziği sadece eğlenmek için yapmadığının altını çiziyordu.


“The Soloist” isimli filmi izlediğimde aklımdan geçenler bunlardı. Aslında çok şey geçti aklımdan. Sayfalarca dolusu yazmaya da devam edebilirdim. Kilitlenip kaldım ama filmi izlerken. Müziğin gücüne, insanların yardım dürtüsüne, kimsesizlerin durumuna, toplumun çöküşüne şahitlik ettim.


Los Angeles Times’ın önemli yazarlarından Steve Lopez (Robert Downey JR.), Beethoven Heykeli’nin bulunduğu parkta yemeğini atıştırırken bir keman sesi duyar. İçinde bir çok ıvır zıvır ve çöpün olduğu arabanın yanında kimsesiz bir adamı görür: Nathaniel (Jamie Foxx). O sefil haliyle keman çalmakta ve kendinden geçmektedir. O sıralarda hikaye sıkıntısı çeken Lopez, Nathaniel ile yaptığı sohbetten çok etkilenir ve onun hikayesi üzerine yoğunlaşır.

Nathaniel çok özel bir yeteneğe sahip evsizdir. Daha çocukken mükemmel Çello çalıyordu ve yıllar önce bir müzik okuluna kayıt olduktan sonra, akıl sağlığını kaybetmeye, kapalı alanlarda duramamaya başlar. Kafasının içinde sürekli sesler duyar ve şizofrene bağlar. O yüzden okuldan ayrılır ve bir evsiz olur. Dahiliğinden ve zekasından hiçbir şey kaybetmez. Beethoven ile yatıp kalkmaktadır. İki telli kemanını çalarken dünyanın en mutlu insanıdır. Lopez istediği bir şeyin olup olmadığını sorduğunda aldığı cevap ilginçtir. Diğer evsizler sigara, alkol, para veya yemek isteyecekken o sadece kemanına iki tel daha ister. Bu hikayeden çok etkilenen yaşlı bir kadın, 50 yıl boyunca kullandığı çelloyu Lopez yoluyla Nathaniel’e yollar. Her şey ondan sonra başlar.

Nathaniel o çelloyu eline alır ve doğanın, dünyanın, dünyadaki en büyük hissin bizi kavradığını hissederiz. Hissettim. O an burada değildim. Bambaşka bir yerdeydim. Bedenimdeki en ufak bir hücre bile tepki vermiş, tüylerim diken diken olmuştu.

Nathaniel her yönüyle özel biridir. Dünyaya bakışından hayat anlayışına kadar. İnanılmaz naif ve dünya ötesi görüşleri olan bir evsizdir. Doğa seslerinin çok yoğun olduğu ortamlarda inanılmaz çalar. Ama kapalı alanlara geldiğinde şizofren hali onu esir alır. Lopez sayesinde Beethoven’ın 3. senfonisinin çalındığı bir provaya gider. Müzik girer ve dünya durur. Tanrı’nın ve Beethoven’ın eli başına usulca dokunur. İlikler donar.

O an hissettiklerini, ben de sevdiğim müziği dinlerken hissederim. Ve film boyunca kulağıma boca edilen doğaüstü klasik müzik tınılarını dinlerken bu dünyadan uzaklaşmıştım. Nathaniel Tanrı’yı, yüceliği ve daha ulvi şeyleri nasıl hissedip diken diken oluyorsa ben de hissettim. Ve hissediyorum da her zaman.


Bütün olan biten inanılmaz bir tecrübeydi. Bu ruhu görebilseydiniz, neler hissedebildiğini ve hissedebildiğimi hissedebilseydiniz. Aynı konser salonunda aynı müziği dinleriz. Ama aynı değildir işte. Aynı olmayız. Siz beni ya da onu izlerdiniz, ben ve o ise müziği. Müziğin o derin harmonisi bir araya gelip çaldığında düşünürsünüz ki,

“Oralarda bizden çok daha büyük şeyler var. Bizden çok daha büyük bir şey var ve o bunu yaşıyor, o bununla yaşıyor. Kendini müziğe teslim ediyor.”

Sizler hiç böyle hissedemeyebilirsiniz belki de. Herkes hissedemeyebilir. Hissedebilenler için bu bir lütuf. Bir meziyet.. Doğumunda ruhuna yerleştirilmiş mükemmel bir leke gibi.

Bu filmin bir müzik filmi olduğunu düşünmeyin. Aslında yaşanmış gerçek bir hikaye ve bir biyografi. Steve Lopez’in ‘The Soloist’ isimli kitabından derlenen etkileyici bir biyografi filmi. Müzik bu filmde çok güçlü bir araç, ama asıl dokumalar kimsesizlerin, toplumun yapısı üzerine yapılıyor. Filmi izlerken dünyada ne kadar çok çaresiz, hasta, evsiz ve kimsesiz insanlar olduğunu görüyorsunuz. Onların ruh haline şahitlik ediyorsunuz. Bazıları o kadar masum ve o kadar şahsına münhasır karakterlerdir ki, onlarla muhabbet ederken neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Normal bir insanın yapamayacağı muhabbetin çok daha ötesinde, çok zekice ve masumane bir bakış açısı. Bu film aslında müziğin yüceliği altında bir toplum panoraması. Bir mücadelenin öyküsü. Jamie Foxx ve Robert Downey JR. oyunculuklarıyla silip süpürüyorlar


Filmin sonlarında Nathaniel çatır çatır çalmıyor. Dünyaca tanınan bir ünlü olmuyor. Zenginlere solo konser vermiyor. İnsanları müziğiyle şok etmiyor. Bu üstün meziyetine şahitlik eden, artık hayatında her daim bir arkadaşı olarak kalacak olan Steve Lopez’den başkası değildir. Hayatın çok içinden ve derinliklerinden..


Müziğin derinliklerine inebilmek ve bu filmi seyredebilmek; Tanrı’ya, kutsal ve yüce bir şeye, bu dünyanın çok üzerindeki bir şeye ulaşabilmekle eşdeğer.

Dahiler normal olamaz. Normal olsalardı, bu dünyanın ötesinde olan bir şeye imza atamazlardı. Tıpkı zamanın çok ötesinde bir zihne sahip olduğu için yarattığı melodiler nedeniyle şeytan tınıları diye töhmet altında tutulan ve ruhuna şeytan kaçmış denen Paganini gibi..

2 yorum:

Dreamtıme dedi ki...

Fena değildi film.Ama sanırım daha başarılı olabilirdi.

Atilla Çelik dedi ki...

Zannedersem buna neden olan en büyük etken Nathaniel'in hünerine diğer insanların şahit olamamasıdır. :) Bu filmin sonlanışında psikolojik anlamda negatif bir etkide bulunuyor.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails