4 Ağustos 2010 Çarşamba

Heeeey Paradise Lost Yeaaah Paradise Lost

Beni az buçuk tanıyanlar Gojira, Textures, Atheist, Death, Gorefest, Paradise Lost, Riverside gibi grupları çok ayrı bir yere koyduğumu bilirler. Aslında bu sadece bu zamanlarda, yaşadığımız bu günlerde görünen yüzdür. 19-20 yıllık heavy müzik dinleme süresini göz önüne alınca kalbimde özel olarak yer alan sayısız grup vardır. İnsanoğlu taşıdığı kapasite haddi nedeniyle kendisine yakın bulduğu ve özel gruplar hanesine yazdığı bir çok sanatı saklamıştır. Kimisi sadece kendisine saklar, kimisi paylaşmak ister.

Doğrusunu söylemek gerekirse teknoloji çağında, o mistik yılları ve her gün aylarca durmadan dinlediğimiz plastik kasetlerin o çekiciliğini kaybettik sanki. Kasetlerimizi binlerce kez döndürürken MP3’ler ve yeni ses teknolojileri kısa süreli ömürlere karşılık gelmeye başladı sanki.

1994 yılına gidiyorum. Yaz mevsimi boyunca sürekli Testament – Low albümünün ülkemize gelmesini beklediğim zamanları hatırlıyorum. Bu albüm öncesi Testament’de gitara James Murphy geçmiş, bu bizi derin bir heyecana sevk etmişti. Çünkü James Murphy’nin olduğu yerde her zaman arıza bir şey beklemeye hazır olmalıydık. Tabii bir de o zamanlar çok sert, ateşli ve gümbür gümbür şeyler arayan biri olduğumuz için, yeni Testa albümünün bu açıdan çok başarılı olacağını bekliyorduk. Haftalarca Low albümünü kasetçiye sorduğumu hatırlıyorum. Kasetçi canından bezmişti.

O zamanlar mp3’ler yoktu ve şimdiki gibi, daha albüm çıkmadan albümü dinleyebilme şerefine erişemiyorduk. Peki bu durum nasıl bir etkide bulunuyordu? Ortada bir kere psikolojik bir süreç vardı. Bir şeye erişememenin acısı, çekiciliği.. Bilirsiniz ki zor elde ettiğimiz, zor eriştiğimiz şeyler bizi her zaman daha çok tahrik eder, bizleri daha çok ateşler. İçimizdeki isteği daha fazla körükler. Zar zor elde ettiğimiz bir şeyin nihayetinde bizlere yansıtacağı ve vereceği ruh doğal olarak daha fazla olacaktır.

Bir de eskiden her istenen albüme ulaşılamadığı için dinleyebileceğimiz albümlerin çeşitliliği fazla değildi. Haliyle elimizde az ve öz albüm olduğu için ister istemez onlara çok bağlanıyor, aylarca her gün dinlemek kaydıyla kendimizden geçiyorduk. Bu manada benim için çok özel albümler olmuştur ve o albümlerin tadı hala aklımda. Daha doğrusu o zamanlar aldığım tadı aklımda.

Nasıl dinlediğim! O albümleri dinlerken neler hissettiğim! Neler düşündüğüm! Ne gibi hayaller kurduğum! O anki yaşam seyrimin nasıl olduğu, nasıl bir yol üzerinde yürüdüğüm ve yolların nihayetindeki perdeleri nasıl araladığım!

Tüm bunların hepsi o albümlerin içine gizlenmişti. Bize seslenen müzisyenlerin yansıttıkları müziğin ruhu kendi ruhumuzla birleşmişti. Zor elde edebilmiştik. İstediğimiz gibi ulaşamıyorduk. Ve bunun acısını çok feci çıkarıyorduk.

Peki ne gibi sanatlar vardı bizlere aylarca, yıllarca eşlik eden?

Bu manada hayatımın en güzel dönemlerinin 1993 – 1999 yılları arasında geçtiğini söyleyebilirim. Belki de hayatımızın en deli dolu anlarını onlarla paylaştığımız, kalbimizi açtığımız içindir.

1993 yılında beni hangi albüm perişan etmişti?

Hiç düşünmeden Paradise Lost – Icon cevabını verebilirim. O denli kendimi kaptırmıştım ki, bir tişörtün üzerine kendi ellerimle çamaşır suyuyla Paradise Lost yazısını logosuyla yazacak kadar. O zamanlar Paradise Lost ülkemizde hiç tanınmıyor gibi bir şeydi ve MTV Headbanger’s Ball aracılığıyla yeni yeni ülkemiz underground piyasasına girmişti bile. Sonrasını söylememize gerek yok bile. Şu an dünyanın her bölgesinde tanınacak kadar devasa bir hal aldılar.

Akabinde keratalarımın Draconian Times diye muazzam bir albümleri çıkmıştı. Üniversite ikinci sınıftaydım yanlış hatırlamıyorsam. Bu albümü her gün, sürekli dinlerdim. Kulağımdan eksik etmezdim. "Elusive Cure" gibi bir parçada gözlerimin dolduğunu bile hatırlıyorum. Nedense asla bıkmamıştım ve koskoca ikinci sınıf boyunca hayatımdan eksik etmemiştim bu harikulade eseri.

Paradise Lost’u ilk dinlediğim zamanlar gerçekten deli gibi bağlıydım heriflere. Gerçi hala bağlıyım ama o zamanlarki bağlılık daha farklıydı. Daha bir ateşli, çocuksu ve olgunluktan uzaktı. Mahallede bu müziği çok seven bir arkadaşım vardı. Sürekli Akmar Pasajı’na takılırdı. Onu ne zaman görsem metal işareti horned’ımı çeker, “heeey Paradise Lost yeaah Paradise Lost” derdim. O da bana bakar, gülümser ve horned’ını çekerdi. Arkadaşla uzun süre görüşememiştik. Aradan yıllar geçtikten sonra karşılaştık bir gün. Muhabbete başladık ayak üstü. Ve bana ilk söylediği şeylerden biri ona bakarak sürekli “heeey Paradise Lost yeaah Paradise Lost” diye celallenmemdi. Gülme krizine girmiştik tabii. Uzun zamandır artık böyle bir tepki vermem mümkün bile değil.

1995 – 1996 yılı dediğim zaman aklıma onlarca albüm gelebilir: My Dying Bride – As The Flower Withers, Turn Loose The Swans, Malevolent Creation – Eternal, Death – Individual Thought Patterns ve Symbolic, Morbid Angel – Domination, Suffocation – Pierced From Within, The Gathering – Nighttime Birds, Bolt Thrower – The Fourth Crusade, Exodus – Impact Is Imminent... Daha uzar gider bu.

1980'li yıllar adından söz ettiren bazı grupların çığır açtığı, yeni sayfalar açtığı bir dönemdir. Hemen ardından gelen 90’lı yılların en başları ise, Death Metal bazında en mükemmel eserlerin çıktığı döneme rast gelir kanımca. 90’lı yılların başında çıkmış Death Metal eserlerinde çok derin ve absürd bir etki vardır. Ama bu manada Thrash Metal kabuk değiştirmiştir. Çünkü Thrash Metal’in en popüler olduğu dönem 1985-1990 arasına denk gelmiştir.

Geçmiş zamanlarda müzik adına en çok korktuğum şeylerden biri, şu an aldığım tadı gelecekte de alıp alamayacağım üzerineydi. Hiçbir şey şimdiki gibi ve 80’li dönemlerdeki gibi olmaz diyordum. Aradan yıllar geçti. Bu konuda fazla bir şey söylememe de gerek kalmadı aslında. Çünkü bazı yeni gruplar gerçekten de müziğin üzerine bir şeyler koyarak geliyorlar. Eskiden hissettiğim şeyleri öyle ya da böyle hissettirebiliyorlar. Belki daha teknolojikler, belki o plastik kaset kokusunu alamıyorum, cızır cuzur diye her zaman arka planda gelen kötü sesleri duyamıyorum belki ama müzik dünyası gittikçe canavara dönüşüyor. Ve bu canavar ile başa çıkabilmek imkansız.

O kadar grup ve albüm var ki, hangimizin ömrü bunları dinlemeye yeter ki. Yapılacak işlem basittir aslında: “Kendimizi bulduğumuz tarzlarda kendi saltanatımızı sürdürmek...”

Bu saltanat ne kadar mükemmeliyetçi olursa, elemine etme gücümüz o kadar fazla olacak ve ömrümüz hayli hayli bizlere ait sanatlarımıza, dünyamıza, ruhlarımıza yetecektir.

Sonuç olarak daha nice Gojiralar, Deathler, Gorefestler, Atheistler peydah olacak. Ama kim bilir bir gün kopup gideceğiz bu dünyadan. Bunca zaman mücadelesini verdiğimiz bir şeyin ki, mücadele demek illa silahlı, bedeni mücadele demek değildir, ruhi ve emeksel mücadeleyi de barındırır, bir gün kopup gidersek sanki yıllarımızı boşuna harcamışız gibi hissedeceğiz. Ama aslolan müzik olunca korkumuz olmayacak. Nice dev sanatlara şahitlik etmeye devam edeceğiz.

Ruh kaybolacak mı?

Belki evet, belki hayır, hatta belki de daha fazla ruhla dolacağız!

Ama görünen bir gerçek var ki, her geçen gün büyüyen bir canavar var karşımızda. 10 yıl sonraki dinleyicileri düşünmek bile istemiyorum. Hepsini devasa bir canavardan oluşmuş bir müzik piyasası bekliyor...

6 yorum:

Code-444 dedi ki...

Sıkı bi müziksever olduğumu düşünürüm ben. O kaset zamanlarına yetişemedim tabi de yetişseydim çok daha farklı biri olabilirdim.

İnternet ve müzik birleşince devasa bi boşluk oluşuyor. Bir de yeni yeni müzik zevkiniz olgunlaşıyorsa, vay halinize. Kısa bir araştırma sonucu, insanların yemeyip içmeyip müzik yapmış olduğunu görüyorsunuz.

En önemlisi de herhangi bir türü sevdiğinizde -teknik death metal olsun bu mesela- diğer türlere kapınızı kapatıp kapatmayacağınız. Binbir türü severek dinleyen arkadaşlarım da oldu, müzik konusunda aşırı tutucu olanlarda.

Ben; sevdiğim bi grubun, sanatçının yaptığı müzikten hoşlanmışsam tür mür demem yardırırım. Hal böyle olunca çok çeşitli bir arşiviniz, bir sürü albümünüz oluyor. Çeşitli tarzları dinleye dinleye, hangisini daha çok sevdiğinizi unutuyorsunuz. Ya da bana olan şey bu oluyor genelde. Hem iyi hem de kötü bi durum olabilir bu hele benim gibi takıntılı ve üstüne üstük kararsız birylerseniz.


Demem o ki; sahip olduğumdan çok daha azına sahip olup; müziği ilk dinlediğim zamanki kadar zevk almayı istiyorum. O dev yaratık; bana bir sürü şey sundu ama beni doyumsuz ve daha mutsuz yaptı.

Ha bi de en dandik indie rock'tan tutun, nu-jazz'a, shoegaze'e, etnik müziğe, metalin en teknik ve çekilmez haline -Brain Drill vs- bir sürü müzik yapan insan var; peki bu ülkede yapanın sayısı neden az??

Ah işte geldik işin özüne; istediğin kadar iyi ve nitelikli müzik yap, pazarlama olmadan hiçbir yere varamıyorsun. İki akor basmaktan öteye geçemeyen;

-bu durum gitarın klavyesinde gezmedik, parmak basmadık yer bırakmayan; davulun her köşesini kullanayım derken tuşedir, tamamlayıcılık nedir bilmeden; teknik olma kaygısıyla kişiliksiz bir müzikal yapı oluşturan gruplar için de geçerli yanlış anlaşılmasın-

retro giyimli vasıfsız İngiliz indie gençliğine yeniliyorsun...

Atilla Çelik dedi ki...

Yorumlarından kesinlikle haklısın canım. Her gün sitelere onlarca yeni albüm düşüyor. O kadar çok grup ve eser var ki kim yahu bunlar diye hayıflanırken buluyorsun kendini. Ben her şeye rağmen şans tanımaya çalışıyorum yeni isimlere. Gerçekten iyi olanlara yapışıyorum. Ama aslında çok iyi müzik yapıp bilinmeyen o kadar grup var ki. Bu senin de dediğin gibi pazarlama başarısında bitiyor. Piyasa tarafından pompalanıp, ismi bilinmeyen gruplardan kat kat kötü, niteliksiz ve boş öyle isimler var ki..

Adsız dedi ki...

Ülkemiz için sorunlardan öenmli bir oranı da insanlar fazla alet edavata veya müzisyenlik kasmaya uğraşmaları. Her ikiside sonu olmayan bir tuzaktır bence müzik olayında. Halbuki bestelemek apayrı bir çalışma gerektiren apayrı bir olaydır. Öyle ben çok çalıştım harika çalarım şimdi oturup bir beste yaparım demekle olmaz. Nice adamlar biliyorum gördüm belki bir Steve Vai hayvanlığında çalıyor yada tesisat bilgisi amfiler gitarlar hakkında yalayıp yutmuş ama gel gelelim bir şarkı yazmasına hali içler acısı. Mesela Joe Satriani'nin son 3-4 albümü akıl almaz derecede kendi besteleme standartlarına göre kötü.

Yabancı gruplar bu konuda daha mantıklı bir My Dying Bride'da solo duyamazsın. Zaten gerekde yoktur duymana yada bakarsın Shape Of Despair 3 ritmden harika şarkı yapmıştır.Ama biz gidip saatlerce acaip teknikler egzersizlerle uğraşırken yada daha farklı gitar alayım bir de şu amfiye bakayım derken adam parça yazmakla uğraşıyor.

Atilla Çelik dedi ki...

Ülkemiz profili açısından kesinlikle haklısın. Bir şeyin birebir kopyasını icra edebilmek ayrı bir şey, tamamen yeni bir şey üretmek farklı bir şey. Kendine özgü bir şeyler oluşturmak anlamında genel kitlenin sorun yaşadığı bir gerçek. Bu his, ilham ve yetenek meselesi biraz. Aslında Pentagram'ın son albümlerde yaptığı şeyler bizzat kendine özgür bir şeyleri üretmesi ki, belki de bu yüzden tarzında Türkiye'nin en iyisiler.

Serhat dedi ki...

Üstad müthiş bir yazı olmuş bu ellerine sağlık.Okurken geçmişe yolculuk yaptım.
Icon albümünü Hammer Müzik basmıştı.(Galiba kaset formatında basılan tek Paradise Lost albümü bu ülkemizde.Draconian Times'ın da kasetini görmüştüm bir kere ama o orjinal Music for Nations baskısıydı,bir de EMI'nin getirttiği Host kaseti vardı)Müzikte tam "gaz" zamanlarımı yaşadığım dönemde Hammer Müzik'te kaseti elime alıp "güzel midir bu albüm?" diye sormuşum..Hammer'ın patronu Haluk (o zamanlar uzun saçlıydı) "sen ne diyosun,en iyi albümleridir bu" diye cevap vermişti.Belki basit bir pazarlama taktiğiydi yaptığı ama adam sapına kadar haklıymış!Hayatımda ilk defa bu albümde ağlayan gitarlarla karşılaştım..Hele ilk dinlediğimde True Belief'in girişinde tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyorum.Kaseti 5-6 kere geriye sarıp o büyülü nağmeleri tekrar dinlediğimi hatırlıyorum..Sonuç itibariyle Icon'ın gelmiş geçmiş en baba PL albümü olduğunu düşünenlerdenim ben de(Draconian Times cidden çok zorlar bu konuda Icon'ı ama geçemez bence) ve kesinlikle zamana yenik düşmeyecek bir sanat eseri bu aynı zamanda..Neyse lafı fazla uzattım ama cidden dolu olduğum bir konuya parmak basmışsın,yazmadan duramazdım:)
Testament - Low'un kasetini 2.el kaset satan bir dükkandan almıştım ben de o zamanlar.Music For Nations basmıştı onu da zannedersem.Bayağa sevdiğim bir albümdür.Yanlız sonradan albümde drum machine kullanıldığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım..
Şu "o zamanlar mp3ler yoktu.." diye başladığın paragrafta tam da yıllardır aklımdan geçen düşüncelere dokunmuşsun..Zor olana ulaşma çabasının yarattığı çekicilik ve sonunda oluşan tatmin duygusu çok özel şeyler bence..Belki de kendimizi şanslı saymalıyız..Her istediğine çok kısa süre içinde ulaşan,istediği albümü,filmi,oyunu hiçbir bedel ödemeden indiren yeni jenerasyonu düşünüyorum da,90'ların o belli bir bedel ödeme gerektiren ama ulaştırdığı tatmin duygusu hiç bir şeyin yerini alamayacak düzenini yaşamış,havasını solumuş olduğum için gurur duyuyorum..Öğle yemeğinden arttırdığım paralarla çekme kaset almaya gittiğim zamanlar geldi şimdi aklıma:)

Atilla Çelik dedi ki...

Ahh ahh, o Icon'ı ilk duyduğumuzda orijinal alabilmek mümkün olmamıştı. Klasik olarak Akmar Pasajı'nın yolcusu olmuş ve mecbur çekim almıştık. Dediğin gibi vah vahlı gitarlar alışık olduğumuz bir şey değildi. True Belief'ın o hastalıklı rifflerini geçtim, Embers Fire'ın solo partisyon bölümleri ilk dinlediğim zamanlarda şoke olmama sebebiyet vermişti. O soloyu duyduğumda bu hayvan herif dünyalı demiştim. :)

Dediğin gibi PL'un bana göre en iyi albümüdür Icon. Muazzam bir lezzettir. Buradan bir selam gönderelim rahmetli Pete Steele abimize. O albümün Shallow Seasons'ında yer aldığı için.

Ne de olsa tüm müzikler ve aranjmanlar Mackintosh'tandı. O da ayrı bir insan evladı. :)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails