26 Şubat 2010 Cuma

İlahi Futbol


Lütfen kaba saba üslubumu mazur görün, ben artık gençlik yıllarını geride bırakmış bir forvetim. Ama inanın, taraftarlar kadar açık yürekliyim. Bir Ronaldo’nun, bir Şevçenko’nun veya bir Ronaldinho’nun futboluna artık aklım ermiyor. Hatta Miroslav Klose ve Yıldıray Baştürk bile bana çok uzak. Ben klasik varyasyonları öğrendim:

“rakibi çalımlayıp geçmek”,

“bir veya iki vücut çalımıyla havadan gelen topu ayağının içiyle yumuşatmak”,

“rakibe bir sağ bir sol göstermek”,

“bir ayak topun etrafında çorba kazanındaki kepçe gibi dolanırken birden diğer ayağının dışıyla topu rakibin yanından atıp geçmek”,

“topun üzerine basıp geriye çekerek rakibi çalımlamak”, “beşlik atmak”, “topu rakibin kafasının üzerinden aşırtmak” ve diğerleri…

Yaklaşık 1510 maça çıktım, yani bana acemi diyenin alnını karışlarım.

Başarılarla ve yenilgilerle dolu uzun kariyerim boyunca yalnız bir kez oyundan atıldım; o da kenar mahallerin birinde toprak sahada. Vacilek takımının oğlanlarından biri, fırtına gibi hızlıydı…

Kış aylarını kondisyon antrenmanlarına adadım. Bunun esası dayanıklılık gerektiren uzun koşulardır; işin özü, insan koşudan sonra yaşamı eskisinden daha çok sever. Yoldan geçenler sık sık bana sataşırlardı, liseli kızlar arkamdan kıkırdarlardı, bir keresinde saldırgan bir herif şu anda maratona mı koşuyorsun diye sordu, aklı kıt bir çocuk bir iki, bir iki, yüz milyon, bir milyar, hihihi diye bağırıp güldü.

İnsanların merhametsizliği umurumda bile değil. En ön sıralarda oturan ince ruhlu cici beylerin, eleştirmenlerin, şairlerin, zayıf hanımların bu oyunun anlamını kavrayamamaları da beni hiç ilgilendirmiyor.

Neden müstehcen küfürler eder, apış arasını kurcalar, neden sümkürür, tükürür ve neden ötekine bitiş düdüğünden sonra bile, kanlar reklam panolarına yapışıp kalacak kadar tekme atar ki insan?


Eğer insanlar bir deparın, bir çalımın, eli yüzü düzgün bir driplingin ardında ne cefalar, ne insanüstü çabalar yattığını bilselerdi, bir futbolcunun yaşamı hakkında kesinlikle daha farklı düşünürlerdi. Sıfıra kadar iniyorsun, mükemmel bir orta yapıyorsun, tamam, itiraf edelim ki büyük bir marifet değil bu, ama yine de o ortanın içinde ne kadar kişisel altüst oluş, ne kadar keder, ne kadar umutsuzluk yatıyor!

İnsanlar bunu bir şekilde hissetmeliler!

Daha güçlü, daha güzel, daha zengin olmak için spor yapılmaz. Bu bir yanılgı, meşrulaştırmak için yanlış bir neden, yırtıklarla dolu yan ağlar gibi bir şey.

Kazanmak için spor yapılır. Spor doğası gereği ilkeldir, bir dizi basit hareketten oluşur, çünkü insan eti de ilkeldir, sürekli beslenmesi gerekir, fakat hiçbir besine ihtiyaç duymayan ruhun etrafını kuşatır, oysa ruhu yalnızca sevmek gerekir, bir de ona sevmesi için izin vermek.


Antrenmanda kaleye şut çektiğimde onaltı yaşındaydım. Şut ahım şahım bir sertlikte değildi, üstelik top ayağımın içine güzelce oturmamıştı, buna rağmen top dağlara taşlara gittiğinde apaçık anladım ki, Tanrı’nın varlığına inanıyorum.

Eğer Tanrı olmasaydı, böyle bir gol kaçmazdı.

Çok sonraları kupa finalinde benim son dakikada frikikten attığım golle maçı kazandığımızda ve arkadaşlarım bana sarıldıklarında, Tanrı’nın olmadığı düşüncesine kapıldım.

Hayır hayır, her şeyin olabileceği bir dünyada Tanrı’ya yer yoktu.

Hatta her zaman iyi top oynayamadığım için minnettar olduğumu söyleyebilirim.

Genelde yedek kalmadığım için de minnettarım.


Bir kez ağır, bir çok kez de hafif sakatlık geçirdim, futbol yaşantım devam ediyor. Rüyamda kalenin bir tabut olduğunu gördüm, antrenörüm bir melekti, rakip takımın stoperi gündelik hayatında analitik ekolü halkın anlayacağı dilde uyarlayan bir psikiyatristti, tribünlerde sadece kötü niyetli edebiyat eleştirmenleri oturuyordu, hakem okumasını bilmiyordu ve topa aşık olduğum bir maç oynandı. Bir başka sefer toptan nefret ettim, korktum, oyun esnasında sahada yönümü şaşırdığım da oldu.

Futbol oynuyorsun ve aniden kim olduğun, nerede bulunduğun, hangi mevkide oynadığın aklından uçup gidiyor. Peki ya kaleler? İki kale, birbirine zıt iki taraf, korkunç bir duygu. Şimdi bu kaleyi savunmak mı gerekiyordu, yoksa topu içine sokmak mı?

Kim dost, kim rakip?

Bana kim ihanet edecek?


Bir keresinde maçtan sonra beni iman yoluna sokmaya çalıştılar, işte tam da o maçta sadece mümin çalımlar, dinsel deparlar attığım ve mistik kural ihlalleri yaptığıma dair nafile yeminler ettim de, kimsecikler inanmadı bana.

Bir başka kere aforoz edildim, birçok kez maç satmam için para teklif edildi.

Tüm bunları neden mi anlatıyorum?

Sezonun son maçında, rakip ceza sahasının içinde düşürüldüm. Bu düşüş öyle de böyle de değerlendirilebilecek bir pozisyondu, bu kez hakem takdirini penaltıdan yana kullandı. Penaltıyı kendim atacaktım. Topu kireçle boyalı yuvarlağa titizlikle yerleştirmiştim ki, kaleci, laf aramızda cana yakın biriydi, üzerime gelip kulağıma şunları fısıldadı:

“Sen, yaşlı forvet, beni iyi dinle,
Sakın gol atayım deme,
Senin için o kadar önemli değil,
Zaten öndesiniz, maçı zaten kazandınız,
Ama benim hayatım bu penaltıya bağlı.
Sakın gol atayım deme ulan”, dedi ve görev yerine döndü.


Şimdiye kadar hiç görmediğim bir bakışla baktı bana. Galiba gözlerindeki yaşlar bile parlıyordu.

Umarım, bu mektup, neye karar verdiğimi, sporun ve futbolun anlamı üzerine düşüncelerimi açık bir dille ortaya koyar.



Adsız bir Orta Avrupalı futbolcunun yayınevine gönderdiği mektup…

Dünyaya Nefreti Getiren İnsanoğlu


İnsanoğlu yüzyıllardır medeniyetler kuruyor. Sıfırdan inanılmaz teknolojilere ulaşıyor. Daha 30 yıl önce hayal gözüyle bakılanlar artık gerçeğin ta kendisi. Dünyanın hakimi olmuş insanoğlu. Sevgisi de var kederi de, nefreti de var öfkesi de..

İnsanoğlunun ruhu yeri gelince sevgi işi, yeri gelince nefret işi.. Medeniyetler kurulup çıkarlar çatışmaya başladıktan sonra kavga ve savaşlar eksik olmadı yerküre üzerinden. İlgili teknolojik gelişmeler sadece insanlığın yararları için değildi. En büyük paralar silah sanayisine harcandı. En büyük teknolojik gelişmelere kitlesel ölüm silahlarında ulaşıldı.

Dünyaya savaşı, nefreti, öfkeyi getiren insanoğlu.

Yüzyıllardır nefret ile dünyayı yöneten ve kasıp kavuran insanoğlu..

İnsanoğlunun nefret ile beslendiğini ve dünyaya cehennemi getirdiğini Morbid Angel’ın Hatework isimli parçasından daha iyi anlatabilecek ne olabilirdi? Yerküre üzerinde duyulabilecek en ürkütücü ses, diyaframdan, inanılmaz bir göğüs kafesi gücünü içeren. Yıllar boyu bu sesin üzerine çıkabilecek başka bir ses de duymadım. Savaşın, terörün, cehennem ve nefretin ta kendisi.. Birebir çağrıştıran..

Ölümü çağırıyoruz..

Dünyadaki ürkünç ruh halini ilgili video oldukça iyi yansıtıyor.


Hatework

Hatework.......
Bringer of doom
Hatework......

What I have in store
What has the devil got to do with it
I'm brewing my toil
So the brimstone comes this way

Nightwork......
My life's work
Nightwork......world in flames

This calls for fire
This is a call for ruin
We will be departed
Leave the rot so lonely

Hatework.....
Bringer of doom Hatework........and the turmoil comes.....
Hatework......
My work
Hatework.....and the earth's left burning

I call death....death is answering me


İlk Aşklar



Ortaokul ikinci sınıfa başlamıştım. Ortaokul birinci sınıfa başlayan yeni yüzler vardı. Herkes onu konuşuyordu. Herkes ona hayran hayran bakıyordu. O ana kadar gördüğüm en güzel kızdı. O kadar güzeldi ki! Nedendir bilmem, sürekli onu düşünüyordum. Buna ne diyorlardı, bu hislerime ne diyorlardı bilmiyorum. Herkes büyülenirdi ona bakarken. O kadar güzeldi ki, kimse onun yanına yaklaşamazdı. Yugoslavya göçmeniymiş. Boy desen boy, endam desen endam, güzellik desen güzellik, parlaklık desen parlaklık, ten desen maşallah! Kimse ona bulaşamazdı. O kimseye bakmazdı.

Sürekli onu düşünüyor olmamı anlamlandıramamıştım. Bir gün aynı sırada oturduğum arkadaşıma durumu açıkladım. Çok hareketli, çekingen olmayan, kızlar konusunda çok deneyimli görünen bir tipti. Durumu anlattığımda bana şunu demişti: “Sen aşıksın Atilla!”

Demek aşk dedikleri şey buydu! Daha önce asla başıma gelmemişti. Demek ki o benim ilk aşkım oluyordu. Onu hala unutmuyorsam, telefon numarasını hala hatırlayabiliyorsam, adını soyadını hala hatırlıyorsam, demek ki doğruymuş, ilk aşklar unutulmaz demeleri. Ama tam anlamıyla bir aşk yaşamamıştım ki! Tamamen duygusal!

Kimsenin yanına yanaşamadığı, arkadaşlık teklif edemediği kişiye, arkadaşlarım aracı olmuştu belki ama çok garipti her şey. Arkadaşlık teklifim en başta kabul edilmemişti. Dünyam başıma yıkılmıştı! Hemen ardından bazı başarılarım, namım, okuldaki yerim belirginleştikçe, bazı şeyler değişmişti.

Boru mu? Mükemmel futbol oynardım. Prekazi’nin çok koşan versiyonuydum. O halimle toplara bazuka gibi vururdum. Okul atletizm seçmelerine katılmış, sınıfımızda yer alan 40 civarı erkeğin koştuğu seçmeler koşusunda kocaman futbol sahasının etrafında 20 tur atacaktık. 12., 13. tura gelindiğinde sadece 2 erkek kalmıştı. Biri bendim. En öndeki kişi zaten okul atletizm takımındaydı ve onunla aramızda 30 metrelik bir fark vardı. Bu farkı sürekli korumuş ve son turda muazzam bir depar atmıştım. Ama kıl payı yetişememiştim. Okul atletizm takımının da koçu olan beden eğitimi hocası o son deparıma hasta olmuş, deli gibi alkışlamıştı. Bu başarım okulda yankı yapmıştı. Ayrıca güzel de bir çocuktum, neyim etsikti benim. Atletik biriydim, hih! Yetmedi, derslerinde çok başarılı olan, her dönem takdir getiren süper zeka da!!! bir şeydim!!! Ahahaha, çocukken cidden çok salakça bakıyormuşuz o dönem olaylara. Düşüncelere gel. Aptallık..

Tüm bunların birleşimi ve ısrarcılığım meyvelerini vermiş, milletin rüyasında görebileceği kıza bir teklif daha iletmiş ve evet cevabını almıştım nihayetinde! Ama öyle utangaç ve çekingen bir çocuktum ki, öyle saf bir çocuktum ki, ilişkilere dair öyle saf biriydim ki, güya onunla çıkıyorduk ama onu gördüğüm yerde kaçıyordum resmen!!! Doğru düzgün iki kelime konuşamıyordum. Bu çok garip bir duyguydu. Hiçbir şey paylaşmadan çıkmak diye buna derlerdi herhalde. Sürekli de böyle gitti zaten ve o sadece benim için hissel bir ilk aşk olmaktan öteye gidemedi.


Böyle davranmamın diğer sebeplerinden biri, onun beni sevmediğini düşünmem ve bazı nedenlerden dolayı sözde benimle çıkıyor statüsünde olduğunu kabullenmemdi. Zaten belli bir noktadan sonra da ayrılıyoruz dedik. Sanki çok birlikteydik ya!!! Ama aradan geçen aylar sonrası, aramızı yapan kız arkadaştan onun beni gerçekten sevdiğini öğrenmiştim. Kafama mı sıçmalıydım ya da yoksa gülüp geçmeli miydim?

Şu an için konuşacak olursak, gülümsüyorum tabii ki. İlginç ve bir o kadar da komikti.

Yaşasın çocukluk ve saflık…

Ama her ne olursa olsun, onu aradan geçen yıllar sonrası görmek, tüm bunları konuşmak, o zamanın saflığına deli gibi gülmek, vay be ne günlerdi demek isterdim. Kim bilir evlenmiştir bile. Sağ mıdır, ölü müdür bilemem. Beni görseydi ne kadar değiştiğimi ve o zamanın Atilla’sının kara toprağa girip, tamamen yeni bir varlığın vücuda gelmiş olduğunu görmüş olurdu. Aynı şeyler muhakkak onun için de geçerli olurdu.

Gerçekten de tüm bu saflıkları ve kaçışları konuşmak isterdim. Çocukluğun o saf güzelliğini su yüzüne çıkarmak isterdim.

İlk aşklar bir başka oluyormuş..

25 Şubat 2010 Perşembe

Galatasaray: 1 – Atletico Madrid: 2 - Öfkeye Kurban Gidenler


Eğer bir Avrupa Kupası eleme maçına çıkıyorsanız kendi liginizde oynadığınız oyun anlayışınız ve risk alışınızda bazı farklılıklar olacaktır. Lig maçlarına dair telafi durumundan bahsedebilirken Avrupa Kupası maçlarının telafisi pek mümkün olmayacaktır. Bu noktadan yola çıkarak, güçlü bir Avrupa takımı karşısında deplasmanda alınan gollü beraberlik sonrası, kendi sahanızda çıktığınız maçta gözü kapalı bir hücum anlayışı ile oynamazsınız pek. Eğer ki karşınızda etkili bir kontratak futbolu oynayabilecek ve hızlı, kaliteli oyunculara sahip bir takım söz konusu ise.

Galatasaray, Atletico Madrid deplasmanında aldığı gollü beraberlik sonrası yukarıdaki görüşler ışığında stratejik bir oyun hamlesi belirlemişti. Ne de olsa psikolojik üstünlük Sarı Kırmızılıların elindeydi. Sahaya çıkarken tur atlama ibresi Sarı Kırmızılılardan yanaydı. Haliyle asıl gole ihtiyaç duyan ve avantajlı bir duruma geçmek isteyen Atletico Madrid olacaktı. Bu yüzden Galatasaray’ın maça oldukça kontrollü başlaması ve kontratak futbolunu benimsemesi gayet doğal bir durumdu. Son maçlarda özellikle ilk yarılarda bu tarz bir oyun şablonunu tercih eden Galatasaray’ın kendince haklı sebepleri vardı. Kaliteli, üst düzey ve zaman anlamında süreklilik arz edecek hücum futbolunu oynayabilecek kadro yapısına ve santrfora sahip olmayan bir takımın son maçlarda daha dirençli, kontrollü ve hızlı ataklara dayalı bir oyunu tercih etmesi anlayış çerçevesinde kabullenilebilir. Eğer Kewell, Baros, Sabri gibi oyunculara sahip olunsaydı oynanacak oyunun bu olamayacağını kabul etmekte fayda var. Çünkü böyle bir kadro ile defansif bir oyun anlayışı ile rakibe hükmetmek pek mümkün olmayacaktı.

Galatasaray bu maça tıpkı Atletico ve Beşiktaş deplasmanlarında olduğu gibi başladı. Oyunu kendi sahasında kabulleniyormuş gibi görünüp kalabalık bir şekilde topun olduğu yeri sıkıştıran, riskli hücumlar denemeyen, ileri bölgeye yöneltebileceği ani toplar ve Keita faktörüyle pozisyonlar kovalayan bilinçli, ne yaptığını bilen bir kontratak futbolu. İlk yarı boyunca top her ne kadar daha çok Atletico Madridli oyuncuların ayağında görünse bile, Sarı Kırmızılıların uyguladığı kademeli dirençli futbol anlayışı rakibine pozisyon bile vermedi. Kun Aguero’nun bir duran top organizasyonu sonrası sıfırdan çıkardığı bir pas haricinde. Atletico Madrid’in Galatasaray kalesine ilk şutu 45. dakikada kazanılan bir serbest vuruş sonrasındaydı. Ama daha geriye gömük ve defansif oynuyor görünen Galatasaray ilk yarı boyunca birkaç pozisyonu hanesine yazmıştı. Uğur Uçar’ın sağ kanattan yaptığı etkili ortaya Arda’nın müdahalesi en tehlikeli pozisyondu.

Atletico oyuncularının ön bölgede baskı uygulaması Galatasaraylı defans oyuncularını ister istemez uzun oynamaya sevk etti. Ama Arda’ya atılan uzun toplar, kısa boylu ve kora kor mücadele anlamında güçlü stoperlerle savaşmaya müsait olmayan yapısı nedeniyle tekrar Galatasaray sahasına geri döndü. İlk yarı boyunca Caner’in etkisiz oyunu, Elano’nun ve Keita’nın tam anlamıyla etkili olamaması, Arda’nın her yere koşmaya çalışması ve kendi bireysel becerileriyle savaşması, Uğur Uçar’ın sık sık ileri açılması, Mustafa Sarp’ın pek ortada görünmemesi gibi görüntüler mevcuttu. Son iki maçında aynı görüntüyü sergileyen ama ikinci yarılarda daha iyi bir performans gösteren Galatasaray’dan golsüz geçilen ilk yarı sonrası daha etkili ve efektif bir futbol bekleniyordu. Ne de olsa Atletico ve Beşiktaş deplasmanlarında ikinci yarı rakiplerine doğru düzgün top göstermeyen ve daha etkili olan takım hüviyetindeydi Galatasaraylılar..

İkinci yarı beklendiği gibi Galatasaray kötü de başlamadı oyuna. Etkili bir başlangıç yapmıştı. Ama aynı ölçüde rakip Atletico da oldukça tehlikeli gelmeye başlamıştı. Reyes’in aslında ofsayt olan pozisyonunda Leo ile karşı karşıya kalması ve Leo’nun kurtarışı rakibin daha etkili geleceğinin sinyallerini veriyordu. Galatasaray’da ise ilk yarıya nazaran biraz daha dağınıklık söz konusu idi. Elano’nun 50. dakikada oyundan çıkması aslında Galatasaray için ne denli önemli bir oyuncu olduğunu gösterdi.


Bir çok olumsuzluğa rağmen Galatasaray bu turu geçebilecek potansiyele sahip olsa bile, garip hakem kararları karşısında denge duyusunu kaybeden ve hassaslaşan bir takım olma hüviyetinde olması oyuncuların öfke denen dürtü ile savaşmaya başlamasına neden oldu. Üst üste bazı hakem kararlarının Atletico lehine görülmesi oyuncuları iyice oyundan düşürmeye ve ilgili kararlara sert tepki vererek asıl konsantrasyonlarından uzaklaşmasına neden oldu. Atletico aradığı gole hiç beklemediği bir anda kavuşup Galatasaray da hemen yanıt verince maça hemen ortak oldular Sarı Kırmızılılar.

Fakat oyun üstünlüğü kabul etmek lazım ki Atletico Madrid’li oyunculardaydı. Top daha çok onların ayaklarındaydı, Galatasaray organize gelemiyordu. Bir yandan da hakem kararlarına dayanamayarak asıl oyunlarından düşüyorlardı. İlgili öfke, Caner’in verilmediğini iddia ettiği penaltı pozisyonu ve akabinde gerilen sinirlerin Caner’in üst üste iki saçma hareket yapıp en kritik dakikalarda takımını bir kişi eksik bırakmasına neden oldu. Verilmeyen penaltı kararı maçın kırılma anıydı. O pozisyon aynı zamanda Caner’in atılmasına sebep olan reaksiyonu verme sebebiydi.

Maçın genelini ele aldığımızda Galatasaray bu turu geçmek için ne kadar sarf etti, neler yapabildi, çok etkili olabildi mi sorularına “evet, sonuna kadar elinden geleni yapabildi” diyemeyiz. Galatasaray beklenen oyunu tam anlamıyla sergileyemedi. İlk yarı ne yaptığını bilen bir görüntüde olan takım ikinci yarı dağınık ve düzensizdi. Özellikle ikinci yarı Atletico’lu oyuncuların kalabalık Galatasaray savunma ve orta saha hattını rahatça geçmeleri, çok rahat paslaşabilmeleri ve Galatasaraylı oyuncuların ilgili paslaşmalara ilk yarıdaki reaksiyonlarını gösterememeleri işi iyice zora sokmuştu. Bir de oldukça amatörce hareket yapıp bu derece kritik bir maç ve dakikalarda takımınızı yakan bir oyuncuya sahipseniz ne diyebiliriz? Galatasaray maalesef düz adamların yoğun olduğu maçlarda pas futbolu uygulayamıyor. Elano çıktıktan sonraki görüntü bunu bariz bir şekilde yüzümüze çarptı.

Bu noktadan sonra diyecek bir şey yok. Makine olmayan, kemik, kas ve sinirden oluşan insanoğlunun böyle anlarda sakin kalabilmesi pek mümkün olmuyor. Özellikle böylesi olaylarda oldukça kırılgan yapıya sahip oyuncuları fazlasıyla bünyesinde bulunduran Galatasaray cephesini düşününce. Hakem çok kötü olabilir ama bu Galatasaraylı oyuncuların özellikle ikinci yarıdaki dağınık hallerinin bahanesi olamaz. Olmamalı. Şu iyice belli oldu ki bu takıma bir Baros, Kewell, Sabri her daim şart. Birde bu oyuncular gazör bir hoca mı istiyorlar anlamak mümkün değil..

Vuslat başka bahara kaldı..


24 Şubat 2010 Çarşamba

"Yeni Bir Şey..."


Eğer uyumuyorsak, güneşin doğuşu ve yeni bir günün başlangıcı uzun yolculuklarımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Zihnimizi dolduran düşünceleri özümseyerek, o yolculuk boyunca ne kadar çok şey düşündüğümüzü ve beynimizin tablolarında çizdiğimiz resimleri fark ederiz. Uyuyup uyuyamadığımızı anlamaya çalışırız.

Hafif bir sarhoşluk ve sersemlik hali…

Biraz da yorgun ve uykulu bakışlar…

Böyle bir anda, camdan dışarı baktığımızda parça parça bulutları görürüz. Sanki yumuşacık bir yastık gibidir. Gökyüzüne uçabilseydik nasıl da rahat uyuyabilirdik o bulutların üzerinde, değil mi?

Cansız bir şekilde durmaktadırlar. Sanki hiç değişmeyecekler ve oradan uzaklaşmayacaklar gibi. Belki uçan balinaya benzeyenleri de vardır.

O bulutun renkleri, tembellik ve uyuma hissi verir mi? Yoksa kendisinde hayatın gizlendiğini mi hissettirir? Belki de doğanın özündeki hayatla bağlantılıdır.



Güzellikle mutluluğun kişiye özgü olduğunu unuturuz çoğu zaman. Zihnimizde onların yerine, hoşlanmış olduğumuz çeşitli simaların, tatmış olduğumuz tüm tatların bir tür ortalamasını koyarız. Böyle oluşturduğumuz bir kalıp vardır.

Bunlar belirsiz ve donuk soyut hayallerden öteye gidemezler.

Neden acaba?

Güzellik ve mutluluk o kadar da basit bir şey değildir. O güne kadar görmüş olduklarımızdan farklıdır. “Yeni bir şey” olma özelliğine sahiptir.


Yeni bir kitap?

Yeni bir eser?

Yeni bir tablo?


Güzel bir eser özeldir.

Tahmin edilemezdir.

Kendinden önceki şaheserlerin toplamından oluşmaz. Geçmişe ait toplamları tamamen özümsemiş olsak bile, yeni eserin özünü bulmaya ne kadar yeterli olabilir?

Yetmez…

Neden?

Çünkü, o yenidir.

Bu haliyle de toplamın, ortalamanın dışındadır.


Bundan yola çıkarak; güzel bir şey, zihnimin o zamanlar için çizdiği kalıplardan farklı olduğundan, hemen, oracıkta, belirli bir mutluluğun hazzını tattırır bana. Bu kendine has bir mutluluktur. Onu paylaşmak ve beraber yaşamakla gerçekleşecek bir mutluluk gibidir.

Tıpkı, onun da, o güzelliğin, farklı kalıplara sahip olması ve kendine has güzelliklere sahip olması gibi…


Zaten diğer şeylere benzemeyenler, bu özelliklerinden dolayı büyülerini arttırmıyorlar mıdır? Ona dair olanlar, haliyle, bulunduğu yerlerin büyüsünü arttırıyor. Hal böyle olunca; tüm yaşananlarla hayat daha güzel geliyor benliklere.

O varlıklardan güzellikleri alıyor olurduk. Güzellikleri anlatıyor olurlardı bizlere. O güzelliklerle büyümenin farkındalığına varılıyor, farklı alanlarda serpildiğimizi hissediyoruz.


Tüm bunlar, beni bilinmeyen ve çok daha ilginç bir dünyaya oyuncu olarak sokuyor. İster başrolde, ister figüran olarak…

Benim bildiğim hayattan başka bir hayatın parçası gibi…

Bildiğim hayattan bir şeritle ayrılmış gibi…

O hayattan her zaman için bir kristal kase dolusu enerji alabilirdik belki de…

Ah Şu Karadeniz


İçten ve vurucu olan Karadeniz müziklerine inanılmaz zaafım vardır. İçten bir tulum sesi duyduğumda kilitlenir kalırım. O anki duygularımı ifade etmek benim için güçleşir. Yutkunurum. Boğazım düğümlenir. Memleketim aklıma gelir.

Vefat eden büyüklerim..

Anneannem..

Memleketimde yaşadıklarım..

O engin dağlar, yeşillikler ve Karadeniz..

Sahip olduğumuz çay tarlalarımız, meyve ağaçlarımız ve o yeşil arazilerimiz..

Gelir aklıma..

Çayır çatır Heavy Metal dinleyen biri olabilirim. 18-19 yıldır bu agresif müzikle kendimden geçebilirim. Ama vurucu bir Karadeniz ezgisinde hissedeceklerim farklı olmaz. Kanım tam anlamıyla akmaya başlar. Nevrim döner.

Rizeliyim sonuçta. Bizzat orada doğdum. Kökenim oraya ait. Toplamda 9 yıl orada yaşayan biriyim.

Aşağıdaki videoyu ne zaman izlesem kalbim burkulur. Gülbeyaz’ı hatırlarım.

Kazım Koyuncu’yu hatırlarım. “Sesim gittikten sonra yaşamın bir önemi yok” diyen Kazım’ı.

Onun arkasından Volkan Konak’ın döktüğü göz yaşları aklıma gelir. Kazım’ın ölümünden sonra hastane çıkışında ettiği lafı unutmam Volkan Konak’ın: ““Kardeşimi çekmeceye koymuşlar, ne diyeyim?”

Ne diyebiliriz ki hocam?

Ne diyebiliriz..

Buradan saygıyla anıyorum Kazım Koyuncu’yu..

Wisdom Comes


Kendini, mükemmel hiçliğin ortasında,
tek bir parıltı ile var edebilmek,
gerçekten muhteşem bir bilgeliktir.

***

Pek çok patika Yol’a çıkar.
Ancak, gerçekte Yol’a çıkan iki patika vardır:
Akıl ve uygulama...

***

Aramak acı çekmektir.
Hiçbir şey aramamak mutluluktur.
Hiçbir şey aramadığınız zaman doğru yoldasınızdır.

***

Yaşarken ölümden korkarlar.
Tok olduklarında açlıktan.
Onlardaki büyük kararsızlıktır.
Aydınlanmış kişi geçmişi düşünmez.
Gelecek için de endişelenmez.
Yalnızca yolunu izler.

***

Tüm faziletlerin kaynağı zihindir.

***

Yolunuzda kendinizle eşit biri ile karşılaşamazsanız,
Yolunuza yalnız devam etmek en iyisidir.
Aptallarla dostluk olmaz.

***

Farkına varan yaşıyor.
Farkında olmayan ölüyor.
Farkında olan sonsuz hareketli.
Farkında olmayan zaten bir ölü.

***

Gerçek şu ki; bulunacak ya da olunacak bir şey yoktur.

***

Anlamadan ve çalışmadan anlayabileceklerini düşünenlerin,
siyahı beyazdan ayırt edemeyen o aldanış içindeki insanlardan hiçbir farkları yoktur.

***

Aldanışlara kapılmayın.
Yalnızca kendi zihninizi tanıyın.

***

Onlar, görüntülere bağlı kaldıkları sürece
zihinlerinin boş olduğunun farkında olmazlar.
Ve yanlışlıkla şeylerin görüntülerine yapışıp kalarak
yollarını kaybederler.

***

Kendi kafanızdan tatmin olun.
Kendi kafanızın üstüne
yanlış kafalar koymayın.

***

Aydınlanmış zihin parıltısı dışında
hiçbir kurtarıcı yoktur.

Hayallerinizde Uçmak İster misiniz?

Maceraperestsiniz. Çılgınlıklar yapmak istiyorsunuz. Atlıyorsunuz bir uçağa. Paraşütle atlamak üzere. Çıkıyorsunuz semaya. En uygun yükseklikte bırakıyorsunuz kendinizi aşağıya. Belli bir mesafeye kadar paraşüte dokunmuyorsunuz bile. Havada süzülüyorsunuz. İşte havada süzülürken kulaklarınızı dolduran güçlü bir melodi. O hayalinizi birebir ifade eden ve adeta uçma hissi veren, uçtuğunuzu iyice hissettiren bir melodi. Melodiler bütünü..

Dinleyin. Hayalini kurun ve karar verin.


Uçtuğunuzu hissettiniz mi?

Gökyüzünde..

Kuşlar gibi!

Dünyanın en iyi gitaristlerinden olan Joe Satriani'nin müthiş şaheseri Flying In A Blue Dream eşliğinde... Özellikle 1:59 sonrası...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Başkentleri Göçertmek, Bademcikler ve Zenci Dudakları


İlkokul 4 ve 5. sınıfta okul hayatımda ilginç şeyler olmuyor değildi. Bir gün derste konumuz Coğrafya’ydı. Arkadaşlarım öğretmenime tüm ülkelerin başkentlerini bildiğimi söylemişlerdi. Öğretmen de beni sınamak istemişti. Hangi ülkeyi söylediyse şıp diye cevap veriyordum.

“Öğretmenim, bu kadar basit ülkeleri sormayın, daha zorlarını sorun” diyordum. Her seferinde de yanıtlıyordum.

Dayanamamış, “madem öyle söylediğim ülkeleri göster bakalım dünya haritasında” demişti. Sınıfın arka duvarında dünya haritası duruyordu ve oraya geçmiştik. Tüm arkadaşlar heyecanla oraya dönmüşlerdi. Öğretmen ülke adı söylüyor, şıp diye hemen yerini gösteriyordum, soruyordu şıp, mıçıyordu şıp, depik atıyordu şıp, parende atıyordu şıp, nağ çekiyordu şıp, çükerttirim diyordu şıp.

Her seferinde gösteriyordum. Babayı değil tabii!!! Bayağı şaşırmıştı ve “bravo sana” deyip yerime oturtmuştu. Tabii çocukluğun getirdiği bir zihinle aldığımız o bravo, kıçımızı yeterince tavana dikiyordu. Sırf tüm başkentleri biliyorum diye bana başarı belgesini verdiğini söylemişti. Var mı böyle bir şey kardeşim? Bildiğim onca şey çöpe mi gitti yani?


Uzun yazmak konusunda üzerime yoktu. Öğretmen bile biliyordu bu huyumu ve bize grup çalışmaları verirdi. Her gruba bir çalışma verirdi. Bu çalışmalar bütün bir konudan oluşurdu. O konunun en uzun olanlarını hep bana verirdi. İşimiz o çalışmayı çizgili kağıda geçirmek ve sınıfa anlatmaktı. Anlaşılan uzun yazmak mevzusu o zamanlardan ruhumuza girmiş.


Bu dönemlerden hatırladığım en sık başıma gelen şeylerden biri, sürekli koşturan (top, atletizm ne varsa) bir çocuk olmam sebebiyle sürekli bademciklerimin şişmesi ve 2-3 gün boyunca yatarak ateşler içinde yüzmemdi. Değil yemek yemek, su içmek bile ölüm gibi geliyordu. Sürekli periyodik olarak boğazlarım mahvoluyordu ve ateşleniyordum. O kadar fazla iğne yemiştim ki, delik deşik olmuştum.

Her gün peş peşe yapılan 3-4 maç, maçların ardından yenilen rüzgarlar, içilen soğuk sular o zaman için zaten savunmasız olabilecek bünyeyi mahvediyordu. Şu anki ateşli oluşumun etkisi, o zamanın ateşli hastalıklarından geliyor olmasın!!! Bademciklerimi aldırmadığım halde yıllardır hiç boğaz ağrısı çekmemem garip bir olay öte yandan. Anlaşılan terbiyelenmişti bademcikler. Keşke o zamanlar terbiyeli olsalarmış.


Günlerden bir gün balık yemiştim. Yemek sonrası canım limon yemek istemişti. O zamanlar limon yemeye bayılırdım ve sık sık yerdim. Saat bayağı ilerlemişti ve dudaklarım yavaş yavaş şişmeye başlamıştı. İlk önce anlam verememiştim. Şişlik ineceğine aksine her dakika daha da büyüyordu. Annem ve babam da görmüşlerdi durumu. Sonra elime ayna aldım ve dudağımın yeni şeklini görünce şok olmuştum. Üç adet zenci dudağını birleştirseniz böyle bir şey çıkardı herhalde. Birden ağlamaya başlamıştım. Babam hemen giyindi ve gecenin köründe beni özel hastaneye götürmüştü. İnanılmaz bir sağanak yağmur yağıyordu ve o yağmur altında hastaneye yetişmiştik.

Meğer alerji kapmışız. Balık tuzluydu ve yemek sonrası limon yemem ters tepkimeye sebep olmuş, alerji yapmış, dudağımı şişirmişti. Ertesi gün arkadaşlarım az dalga geçmedi benimle. Öpsene bizi diyorlardı. Şimdi size bir geçireceğim, o olacak diyordum ve şımarık bir şekilde kih kih kih diye gülüp duruyorlardı.

Şerefsizler sizi!

21 Şubat 2010 Pazar

Beşiktaş: 1 – Galatasaray: 1 (Kora Kor Mücadele)


Ankara’da akşam saatlerine doğru inanılmaz bir fırtına olmuştu. Zaten Pazar günü pek bir kasvetliydi Ankara havası. Fırtına sonrası çanak antenimin alıcısı sıyırınca televizyonumda LİG TV kanalı kaybolmuştu. Maçın ilk yarısını maalesef izleyememiş oldum TV’den. İnanılmaz sinir yapmıştım ve sinirden baş ağrısı ile savaşmaya başlamıştım.

Maçın ilk yarısını yarım yamalak farklı platformlardan takip etmeye çalışmıştım. Bu yüzden ilk yarıya dair etkin bir gözlem yapma imkanım olmayacak. Ama izlediklerim kadarından çıkaracağım gözlemler Beşiktaş’ın gayet etkin olduğu, bir çok gol pozisyonunu heba ettiği, Leo Franco’nun Atletico maçından sonraki performansını devam ettirmesi ve takımını ipten almasıydı. İlk yarı itibariyle Galatasaray ileri uç oyuncularını besleyememiş, pas yapamamış, oyun dengesini kuramamıştı. Dönen tüm topları Beşiktaşlı oyuncular alıyor ve karşı atağa dönüştürüyordu.

İkinci yarı ise daha farklı bir Galatasaray vardı. Beşiktaş’a doğru düzgün pozisyon vermediğini, kontrollü oynadığını, biraz daha ayağa pas yaptığını ve ne yaptığını bilen bir görüntüde olduğunu söyleyebiliriz.

Beşiktaş gibi mücadeleci ve sert bir takım karşısında pas futbolunu uygulayabilmek o kadar kolay değildi. Beşiktaş’ın bu maça bir hafta boyunca konsantre bir şekilde hazırlanması, Galatasaray’ın Perşembe günü zorlu bir Atletico deplasmanından çıkması Galatasaray’ın işini çok güç kılıyordu.

Galatasaray’da son maçlarda bazı farklılıklar söz konusu. Son iki maçtır Galatasaray pas futbolundan ziyade taktik, strateji ve mücadele futbolu uyguluyor. Peş peşe iki kritik maçın deplasmanlarda olması böyle bir taktik düzenlemeyi gerekli kılmıştır. Galatasaray’ın takım savunması konusunda yaşadığı sıkıntılar ortadayken orta göbeğe monte edilen Lucas Neill – Emre Güngör faktörü ile birlikte hemen önlerinde Mehmet Topal’ın yükselen form grafiği, Uğur Uçar’ın da iki maçtır üstüne koyan oyunu Galatasaray’ın defansif anlamda mesafe kaydetmesine sebep oluyor. Artık takım mücadele etmesini biraz daha öğrenmeyi bildi diyebiliriz.


Her iki takımın kora kor mücadele ettiğini, önemli enerji sarf ettiklerini görüyoruz. Yumuşak ayaklara sahip Galatasaray’ın kora kor mücadeleye adapte olabilmesi ve aslında son derece zorlu, sert olan iki deplasmandan yenilmeden ayrılması yoluna güvenle devam etmesinin esin kaynağını oluşturuyor. Kaç maçtır santrforsuz, Kewell’sız ve Sabri’siz oynayan bir takımın son derece zorlu maçları mağlup olmadan tamamlaması ve istediğini alabilmesi takımın direnç eşiğinin yüksekliğine işaret ediyor.

Galatasaray 1-0 öndeyken 83. dakikada bir golü kalede görmek sıkıntı verici olabilir. Sonuçta futbol hatalar oyunu. Nasıl Galatasaray golü rakibinin hatasından bulmuşsa, Beşiktaş da rakibinin adam paylaşımında yaptığı bir hata sonucu golü buldu. Leo Franco faktörünü de es geçmememiz gerekiyor. Atletico maçına kadar yerden yere vurulan Leo Franco’daki değişim dikkate değer. Elano ise ikinci yarı Galatasaray adına gerçekten önemli işler yapmaya başlamış ve takıma akışkanlık kazandırmıştı.

Beşiktaş ilk yarı Galatasaray kalesini ablukaya aldığı pozisyonlara sahipti. Çok istekliydi. Gol bulamamaları işten bile değildi. Galatasaray’ı inanılmaz bunalttılar. Ama ikinci yarı şapkalar yer değiştirdi. Galatasaray rakibini kilitlemesini, boş alanlar bırakmamayı ve alan daraltmayı çok iyi bildi. Bu taktik anlayış Galatasaray gibi zor maçlara çıkacak bir takım için kazançtır. İlgili taktik anlayış konusunda sorunlar yaşayan bir takımken hem de. Sonuç itibariyle kora kor mücadelenin olduğu maçta istediğini alan takım Galatasaray’dı. Maç öncesi bu maçın berabere biteceğini düşünüyordum. Düşüncem yerini buldu.

Bundan birkaç hafta önce Atletico ve Beşiktaş maçları Galatasaray’ın kaderini çizecek demiştik. Herkes böyle diyordu. Üç maçlık ilgili seride Atletico ve Beşiktaş deplasmanları yenilgisiz kapatıldı. Geriye Ali Sami Yen’de oynanacak Atletico maçı kaldı. O maçın geçilmesi halinde Galatasaray’ı güzel günlerin beklediğini ve yeni bir çıkışa geçeceğini düşünüyorum. Çünkü ilgili maçları eksiksiz geçmenin ötesinde Sabri, Baros ve Kewell gibi takımın ruhu sayılabilecek üç önemli oyuncunun muhtemel dönüşleri Galatasaray’ın gücüne güç katacak. Diğer takım oyuncularını rahatlatmakla birlikte hedefe ulaşmada önemi yapı taşları olacaklar.

Genel anlamda baktığımızda Galatasaray başarılı olmuştur. En zor maçlarını bir nevi kayıpsız atlatmıştır. Rakibini şampiyonluk potasından biraz daha uzaklaştırmıştır. Perşembe günü tur atlanması halinde ise en stresli ve dikenli yollar aşılmış olacaktır.

Maçın ilk yarısını adam gibi izleyemediğim için çok sinirlendiğimden konsantrasyonumu kaybettim ve ortaya pek doyurucu bir yazı çıkaramadım. Bu anlamda özür dilerim. Bazen fırtınalar yolumuzu kesiyor, önümüze engeller çıkarıyor. Umarım Galatasaray fırtınaya sonuna kadar dayanır ve yüzümüzü güldürür.

Kasvetli Bir Günün Parçası


Bugün yağmur yağdı Ankara’da. Sabah uyanır uyanmaz karanlık ve kasvetli bir mevsim karşıladı beni. Canım sıkıldı birden. Sebepsiz yere. Durup dururken. İklimler insanları çok etkiliyor. Hem de bayağı çok. Baharı diliyor insan. Pek sıcak olmayan ama güneşin yüzünü gösterdiği. Garip bir sinerji verdiği.

Yağmurlu ve karanlık bir Ankara gününde evimi defalarca sarsıyorum Draconian – The Dying ile. Komşuları umursamadan. Ne de olsa tam bir kış şarkısı.

Sert, zalim ve acımasız.. Tıpkı ismi gibi. Ama o acımasızlığın içinde yer yer araya giren harika kadın vokali ve baharı çağrıştıran melodileri de unutmamak lazım. Onu dilediğim.

Ark – Missing You


Rock/Heavy piyasasını az çok yakından takip edenler Norveçli vokalist Jorn Lande’ı yakından tanırlar. Bünyesinde yer aldığı bir çok albümü o harika sesiyle süslemekte, ruh katmaktadır. Her ne kadar karakter anlamında önemli sorunlar yaşasa da. Masterplan, Beyond Twilight, Mundanus Imperium, Millenium, Vagabond gibi projelerde sesini duyduğumuz Jorn Lande’nin kalbimdeki en önemli projesi tartışmasız Ark’tır.

Ark 1999 yılında Ark, 2001 yılında Burn The Sun isimli iki albümüyle çok önemli iki eser bırakıp 2002 yılında dağılmıştı. Geçtiğimiz Aralık ayında tekrar bir araya geldi grup. Burn The Sun isimli eserleri uzun süre dinlediğim harika bir albüm olmuştur. İç dünyamı garip yolculuklara çıkarmış harika eserlerden biridir. İşte bu albümde “Missing You” diye bir parça vardır. Daha ilk dinlediğimde beni darmadağın etmişti. Jorn Lande’ın kullandığı o muhteşem sesi, parçanın son 3 dakikasında adeta kendinden geçmesi, coşması, sesinin sınırlarını zorlaması anlatılır gibi değil. Şarkı içine monte edilmiş o muhteşem sesler de cabası.

Ark elemanlarının ilginç bir özelliği var. O da virtüöz gitarist Yngwie J. Malmsteen'ın albümlerinde yer almaları ve çalmaları. Bu durum yeteneklerinin üst seviyeliğini anlatmak için yeterlidir zannedersem.

Ark dediğim zaman aklıma her zaman önemli dostlarımdan olan Seyhan gelir. Ona gelsin bu 9 dakikalık efsane ölümcül parça.


I don't know you anymore
Behind the shell lies something wounded
Have you found your superman
And does he fit your master plan
I feel it hard to search for something new

I sent you a letter
I thought it be better than calling you


20 Şubat 2010 Cumartesi

Bella – Doğal, İçten ve Vurucu

Büyük annemin bir sözü vardı: “Eğer Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarını anlat!”



Bazı filmler vardır. Bizzat içinde yaşarsınız. Filmin kahramanları sizin bir parçanız gibidir. Onlarla nefes alıp verir, onlarla yürür, onlarla adım atar, onlarla güler ve onlarla üzülürsünüz. Sizden bir parçadır onlar. Aldıkları kokuyu alırsınız.

Bazı filmlerde ise öyle bir doğallık içinde kaybolursunuz ki, dışarıdan izlersiniz her şeyi. Olaylara müdahil bile değilsinizdir. Gerçek hayata dairdir. Bize, size, herkesin başına gelebilecek olaylar silsilesine şahitlik edersiniz. Size sunulan ayrı ayrı karakterler vardır. Her birinden bir nefes alırsınız. Tanımaya çalışırsınız. Hepimizin başına bir şeyler gelebilir. Bunu acıklı kılmadan, romantizmin dibine vurmadan, oldukça hoş ve doğal bir bakış açısıyla gösterebilirsiniz.

Zihinlere..

Bakan gözlere..


- Bu güzel kurbağa nasıl?
- Üzgünüm, üstümde hiç para yok.
- Peki, bugün güzel bir gün, değil mi?
- Sanırım.
- Tasvir et bana.
- Nasıl?
- Bana tasvir et, bu sanat eseri senin olsun.
- Peki. Üstünde sarı çiçekler var.
- Hor çiçeği!
- Evet. Ve birkaç tane de mor var.
- Sümbül.
- Çiçekleri çok seviyorsun.
- Evet. Caddenin karşısında ne oluyor?
- New York'ta her zaman olan şeyler. İnsanlar koşuşturup duruyor. Arabalar geçiyor. Herkesin gitmesi gereken bir yeri var. Kimsenin bir şeyi umursadığı yok. Yaşayan koca bir saat gibi. Hiç durmuyor.
- Keşke bunları ben de görebilseydim. Teşekkürler. Ve sen... Bunu gerçeğe dönüştür. Gözüm üstünde.


Bazen içten ve vurucu bir diyalogtur yaşam geçişleri.

Hayat her an her yerden vurabilir bizleri. Nedenini bilemeyiz. Olur işte. Gerçekleşir birden. Tüm bunları yaşarken çeşit çeşit insan figürleri eşlik eder bizlere.


Bir zamanlar ünlü bir futbolcu olma yolunda olan Jose’nin hayatı bir anda değişir. Menajeri ile milyon dolarlık bir sözleşmeye imza atmaya arabayla giderken bir anda deniz kenarında görürüz onu. Belli ki sözleşme imzalamaya giderken başına hayatını değiştiren bir olay gelir. Saçı sakalı birbirine karışmıştır. O delici mavi gözleriyle sahildeki üç küçük kızı üzgün gözlerle seyreden. Ne zaman küçük bir kız görse hüzünle bakan ve onun için hayatın durduğu. Hemen akabinde bir Meksika Restoran’ında şef olarak görürüz onu. Birbirine karışmış saç ve sakalları ile.

Bir de abisi vardır Jose’nin. Manny. Restoranın sahibi. Personeli umursamayan, sürekli iş, sürekli iş diyen, insanların ihtiyaçlarını umursamayan, hiçbirini tanımayan ve onları bir köle gibi çalıştıran.

Bir de Nina tabii ki. Doğum kontrol tableti alırken görürüz kendisini. Çökmüş bir şekilde restorana geri dönen. İşe yine geç kalmıştır ve Manny çıldırmıştır. Personellerinin 10 dakika geç kalmasına dahi tahammülü yoktur ve Nina üçüncü kez geç kalmaktadır. Hamile olduğunu öğrenen ve bu yüzden hastalanan Nina’ya inanmayan Manny kovar onu restorandan. Dımdızlak kalır ortada Nina.

Ve Jose.. Kardeşine kızar içten içe. Bırakır işi gücü ve kovulan Nina’nın yanına gelir. Başlar konuşmaya, dertlerini paylaşmaya. Jose’nin büyük badireler atlattığı bir gerçektir, çok şey yaşamıştır, başından kötü bir olay geçmiştir. Küçük bir kız çocuğu ile ilgili.


Nina kürtajı düşünür. Çünkü kendisine bile bakamayacak durumdadır. İş yoktur, gücü yoktur. Yorulmuştur. Tatlı Nina.

Jose restorana geri döner. Telefonunu ve cüzdanını almak için. Kardeşi Manny çıldırmış durumdadır. Bir insanın hayatının kararacak olmasının farkında bile değildir. Umurunda bile değildir. Jose hayatın gerçeklerini bir bir yüzüne vurmaya başlar Manny’nin. İşten kovulmayı göze alır. Kovulur da. Bizzat kardeşi tarafından.

Asıl hikaye de bundan sonra başlar.

Hayatlarımız her an değişebilir. Ne zaman vuracağı bilinemez. Tek bir kişi bile hayatımızı değiştirebilir. Bazen oyunlar oynamak, özellikle saklambaç oynamak hayat yıkıcıdır. Hem de çok. Çok ama çok tatlı bir küçük kız çocuğunun bir daha nefes alıp veremeyeceği kadar. O an tüm dünya durmuştur. Hayat kapkaranlıktır. O sahne karşısında eliniz ayaklarınız tutmaz. Kilitlenmişsinizdir.

Yaşanan tek bir gün bile hayata tatlı anlamlar yükler mi? Trende tadılan bir elmanın güzelliğine şahitlik edilir mi? İnsanlar sadece bir kez mi yaşar? İki kez yaşayamaz mı?


Bizzat kendinizden. Hayatın içinden.. Doğal ve saf.. Aksiyona kaçmadan. Boş romantizm işlemeden. Oldukça doğal bir şekilde.

Tatlı bir hayat enerjisi ile dolmak, gülümsemek, huzurlanmak, rahatlamak ister misiniz? Hayatın ne kadar güzel ve içten olduğuna tanıklık etmek! Her andan zevk almak! Aile sıcaklığını/sertliğini/bağlılığını hissetmek ve samimiyetin iksirinden tatmak! Bir hayatın nasıl değişebileceğine, yaşanan tek bir günün doluluğuna şahitlik etmek! Sıcak bir ortamın, samimiyetin yakıcılığı ile kavrulmak! Mükemmel diyaloglar! Anlam dolu muhteşem bir final.

İster misiniz?


Size delicesine huzur veren. Hayatınıza daha fazla bağlanmanızı sağlayan. Kendinizi sorgulatan. Düşündüren. Gülümseten. Bağlayan..

Yaşama..


Belki de Tanrı giden küçük bir meleğin bir yenisini koyacaktır hayatlara..

O halde Bella’ya buyurun. Asla pişman olmazsınız.. Hayatla dolarsınız..

http://www.imdb.com/title/tt0482463/

19 Şubat 2010 Cuma

Şirrefsiz Schuster


İlkokul 4 ve 5. sınıfları İstabul’da Cevizli İlkokulu’nda, ortaokulu Cevizli Tren İstasyonu’nun biraz ilerisinde, villalarıyla ünlü meşhur Dragos Tepesi’nin eteklerine yakın bir yerde olan General Refet Bele Ortaokulu’nda okumuştum. Şimdi isimi değişmiş olabilir.

Cevizli’de spor konusunda tam bir Action Man modeliydik. Futbol, atletizm, ağaçlara tırmanma konusunda üzerime adam tanımazdım. İlkokul 4 ve 5. sınıfta sabahçıydım. Okuldan dağılır dağılmaz evlerimize gider, yemeğimizi yer, tekrar okula gelirdik.

Okulun sahasında futbol oynamak için.

Ama bizler öyle sıradan topçular değildik!

Süper bir sınıf takımı kurma yolundaydık ve antrenman bile yapıyorduk.

Antrenmanlarımızın en büyük ilham noktasını ise, ironiktir, o sırada yayınlanan Milliyet Çocuk dergisindeki bir çizgi roman ve ona bağlı olarak hemen ardından gelen bazı ipuçlarını, teknik bilgileri veren bir sayfaydı. Karakterin adı Eric Castel’di galiba, tam hatırlamıyorum ama karakterimiz Barca’da oynuyor ve her sayıda ayrı bir hikaye geçiyor başından. Böyle beyaz pipi bir şeydi. En sonunda ayrı bir bölümde, topa nasıl vuracağımızı, nasıl frikik kullanacağımızı, penaltı atacağımızı, topa nasıl sert ve teknik vurabileceğimizi, kavis vereceğimizi şekillerle gösterip anlatırdı.


Bir sayısında topa nasıl vurulacağını gösterdiği sayfada efsanevi Alman futbolcu Bernd Schuster’in topa vuruş anı vardı. O pozuna deli gibi hastaydım ve sırf o pozuyla idollerimden olan bir topçuydu. O esnalarda Barca’da oynuyordu. Topa vuruş anındaki pozunu alabilmek için kıçımı yırtardım ama bir türlü onun pozisyonunu alamazdım. Topa vurma anında, bacaklarımın duruşu, vuruş şeklim, duruşum asla onunkine benzemiyordu. Defalarca deniyor ve her seferinde hüsrana uğruyordum. Neredeyse delirecektim. Kafayı yiyordum arkadaşım ya. O yapabiliyor da ben neden yapamıyordum?

Hiçbir zaman da başaramadım zaten.

Sonra öğrendim ki, her topçu kendi tekniğine sahip olabilirdi ve fiziksel özellikleri sebebiyle, topa vuruş anları, top sürüşleri; kendilerine özgü şekilleri ortaya çıkarırdı.

Nereden bilebilirdim ki?

Milliyet Çocuk eşliğinde hem antrenmanlarımızı yapar, hem de onları oynadığımız rakiplere karşı tatbik etmeye çalışırdık.

Bernd Schuster’in o duruşunu beceremedim ya, asıl ben ona yanıyorum..

Atletico Madrid: 1 – Galatasaray: 1 – Strateji Galatasaray’ı!


Tüm Türkiye’ye Galatasaray’ın normal şartlar altındaki oyun şablonunu sorsanız alacağınız cevap bellidir: “Hep hücum, sürekli hücum, atak futbolu.”

Galatasaray bir hücum takımı. Daha çok teknik ayaklardan oluşan, son yıllarda fizik güç anlamında yumuşak bir hal alan, ama bireysel oyuncularıyla hücum futbolu ve pas organizasyonunu sağlamaya çalışan.. Rakip kim olursa olsun kendi futbolunu oynayan bir takım.

Ta ki düne kadar.

Dün bambaşka bir Galatasaray vardı. Frank Rijkaard yönetiminde ilk kez kontrol futbolu oynamaya çalışılıyor, rakibe boş alan bırakmamak için uğraşılıyor, rakibin tehlikeli oyuncuları kontrol altında tutuluyor ve defansif anlayış ön planda tutuluyordu. Asıl amaç olan hücum ise bu maçta asli görev değildi. Defansif şablonu uyguladıktan sonra ani ataklarla gol bulmak hedefleniyordu. Maçı öncelikle bu gözle değerlendirmek gerekiyor. Eğer Galatasaray hücum futbolu oynamak istemişse ve bunun için çabalamışsa başarılı olabildiğini söyleyemeyiz. Fakat bu tür eleminasyon maçlarında asıl hedef istediğini almaktır. İstediğini almak için de doğru stratejiyi uygulamaktır.

Geçtiğimiz Pazar günü Barcelona gibi bir takımı ilk 20 dakikada bitiren Atletico Madrid, Caner tarafından hediye edilen faul pozisyonuna kadar Galatasaray kalesine doğru düzgün gelememişti bile. Galatasaray pas futbolunu bir türlü oturtamadı, kanatları kullanamadı ama rakibi etkisiz hale getirmesini çok iyi bildi. Hatta golü yiyene kadar Arda ile iki pozisyon bulmayı başardı. Atletico golü bulduktan sonra Galatasaray’ın üzerine daha fazla gelmeye başladı ve bunun sonucunda birkaç tehlike yaratmasını bildi. İlk yarıda Keita’nın hiç ortada görünmemesi, aldığı tüm topları ezmesi, Arda’nın tek başına savaşması, Caner’in pas hataları ve kanatta bir türlü etkinliği sağlayamaması, Servet’in dengesiz oyunu derken Galatasaray için çok zor bir ilk yarıydı.

Leo Franco için ayrı bir paragraf açmak lazım. Yediği golde bir çok kişi onu hatalı bulabilir. Evet, belki bir hatadan bahsedilebilir ama orada hatanın büyüğü, ölü bir noktada oldukça gereksiz ve dengesiz bir hareket yapan Caner’e aitti. Sonrasında kabul eder misiniz bilmiyorum, Leo Franco Galatasaray’daki en iyi performansını sergiledi. Kalede çok iyi yer tutması ve doğru yerlerde durması ile bir çok mutlak gol pozisyonunu çıkardı. Leo Franco bir türlü maç kurtaramıyor düşüncesi bu maç için geçerli olmayacaktır muhtemelen.

Caner’in daha 35. dakikada oyundan alınmasının iç yüzünde tek başına yaptığı hatalar ve hatta takımının bir gol yemesine sebep olması değildir kanımca. Son haftalarda Rijkaard’ın yüzündeki gergin ifade çok şey anlatıyordu aslında. Rijkaard gergin. İstediği şeylerin sahada uygulanamamasından rahatsız. Dolmuş iyice. Ve tüm bu birikimler nihayetinde patlayarak böyle önemli bir maçta daha 35. dakikada böyle bir karar almasına sebebiyet verdi. Son zamanlarda taşıdığı gerginliklerin patlamasının tezahürü olarak görüyorum ilgili hamleyi daha çok.

İkinci yarı ile birlikte daha derli toplu, biraz daha iyi top yapan, rakibe pek fırsat vermeyen ve Keita’nın bireysel becerileri ile rakibi zorlayan bir Galatasaray’a şahitlik ettik. Belli ki Rijkaard devre arasında futbolcularını iyi motive etmiş.

Galatasaray’ın pek hücum oynayamaması akıllarda soru işareti yaratabilir ama asıl amaç iyi bir skorla dönmekti. Atletico’nun Galatasaray karşısında bariz bir oyun üstünlüğü kurduğunu sanmıyorum. Galatasaray yer yer savruk görüntü sergilese bile istediği stratejiyi sahaya yansıttı diye düşünüyorum. Rakibi pasifize etmeyi çok iyi başardılar.

Bu noktada Lucas Neill, Elano ve Arda’ya ayrı bir paragraf açmak lazım. Lucas Neill Galatasaray için ne kadar yararlı bir transfer olduğunu bu maçta iyice kanıtladı. Soğukkanlılığı ve hamleleri ile hem defansı rahatlattı, hem de Forlan’ı bitirdi. Elano ise hücum anlamında ortada pek görünmese bile defansif ağırlıklı bir görev anlayışı içinde savaşan bir futbolcu olduğunu gösterdi. Arda ise maçın en ilginç adamıydı. Sahada basmadık yer bırakmamıştı. Bazen en ön bölgede, bazen kanatlarda, bazen orta sahada, bazen ise defansına yardım ederken gördük onu. Çok yönlü bir görev anlayışı ile elinden geleni yapmaya çalıştı.

Bazen bu tür maçlarda muhteşem bir futbol, çok iyi bir futbol bekleyemiyorsunuz. Özellikle bu kadar eksik varken ve sahada tek bir santrforunuz dahi yokken. Bu şartları göz önüne aldığımızda deplasmanda, hem de yıllardır pek başarılı olamadığımız İspanya deplasmanından alınan 1-1’lik sonuç harika bir sonuçtur.

Galatasaray’ın işi tabii ki kolay değil. Ali Sami Yen’de mutlak kazanacağını söyleyemeyiz. Ama bir gerçek var ki onu da yazmadan edemeyiz. Haftaya Ali Sami Yen’e çıkıldığında stresli olan taraf Atletico Madrid olacak. Çünkü şu anki skor ile Galatasaray turu geçiyor görünüyor. Bu rakibine karşı kurduğu psikolojik bir üstünlüktür. Galatasaray kendi sahasında gol yiyebilir, ama sanıyorum ki arkasında güçlü seyirci desteğini alacak olan bu takım turu zorlansa da geçecektir. Yeter ki Galatasaraylı oyuncular bilindik oyunlarını sergilesinler.

Galatasaray bir strateji uyguladı. Futbolu tatmin etmese bile istediği sonucu aldı. Ve geldi. Asıl önemli olan bu. Şu anın şartlarında. Hem de Baros ve Kewell’sız iken.. Galatasaray’ın iki ruhu haftalardır aramızda yokken..

18 Şubat 2010 Perşembe

Vanden Plas - Aslolan Müzikse Eğer..


Alman Progressive Metal grubu Vanden Plas, yaptığı müzik itibariyle türünde gayet başarılı bulduğum isimlerden biri. 24 yıldır yoluna sessiz sedasız devam eden ve gayet iyi kritikler alan grup, 2006 yılında çıkardığı Christ.0 (Alexandra Dumas'ın ünlü romanı Monte Christo Kontu'ndan ilham almış konsept albümdür) albümünden beri hala sessizler. Kendilerini bomba bir albüm ile bekliyorum şahsen.

Bu grup ile tanışmam sayısız grubun aksine farklı oldu. Normal şartlar altında ilk önce albümlerini dinleyerek keşfederim grupları. Bu grubu ise ilk olarak konserde takip ederek öğrendim ve ilk andan itibaren bayılmıştım. Kendilerini canlı olarak iki kez izleyebildim. İkisinde de harika performansları vardı.


Genel müzik tarzları gayet enerjik ve adrenalin doludur. Arada araya hafif balladlar serpiştirirler ama ilgili balladları da muhakkak enerjiye bağlanır. Bazı anlarda senfonik bir tadı da bırakırlar müziklerinde. Genel tarzları, gitar riffleri ve davul uyumu ile beni enerjiye boğan grupların başında gelirler.

İlk parçası çok sesli (yer yer senfonik tatta) bir parçalarına örnektir. Diğer parçası ise konserden olsun.

Missa ignis, missa ultoris
Missa presteris et saltatus

See the beauty in the world
In a clear vermilion sky
One day, one day




17 Şubat 2010 Çarşamba

Enemy Mine & Miki Mouse


1985 yılında “Enemy Mine” isimli bir sinema filmi vardı, “Düşmanımla Birlikte” Türkçe ismine karşılık gelen. Film bilim-kurgu filmi olarak sınıflandırılabilirdi ama filmi baştan aşağıya çizen şey, oldukça duygusal, insancıl olmasıdır. İnsanlar 21. yüzyılda uzayın bazı yerlerinde kanuni yollarla koloniler elde etmektedir.

Bir gün suratları bir kurbağaya benzeyen Drac denen uzaylı ırkla bir koloni üzerinde hak iddia ederler ve insanlarla drac’ler arasında bir savaş başlar. Bu savaşın birinde bir insan ile bir drac ıssız bir dünyaya düşerler. Sonra birlikte yaşamaya başlarlar.

Aralarında inanılmaz husumet, düşmanlık olan iki ırk arasında bir muhabbet kapısı açılır. Öyle diyaloglar vardır ki, göz yaşlarınız farkında olmadan yanaklarınızdan süzülür.

Bir muhabbette ise göz yaşlarınız kahkahaya dönüşür.

İnsanımız, balta yapmak için bir sopanın ucuna keskin bir taşı monte etmeye çalışır. Jeriba Shigan (Jerry) isimli Drac, Davidge isimli insanımıza “sen bunu Shimalayan’dan mı öğrendin” diye sorar. Davidge, onun kim olduğunu sorar ve dracler için bir öğretici, büyük bir adam, büyük bir Ata, bir yol gösterici olduğunu öğrenir. Dracler yol göstericileri ve atalarına çok bağlı bir kavimdir ve Shimalayan onlar için tanrı gibi bir şeydir. İnsanımız da, “hayır ondan öğrenmedim, büyük öğreticimiz Miki Mouse’dan öğrendim bunu” der. Jeriba’mız da “hımmm, Miki Mouse" diye kaba bir şekilde tekrarlar ve "onun ismini öğrendiğime çok sevindim” der.


Bir gün, drac’imiz ve insanımız birbirlerine çok sinirlenirler ve bağırmaya başlarlar. İnsanımız “shimalayan’ın Allah belasını versin,” diye dellenerek o da adam mı diye çıkışır ve saydırır da saydırır. Drac’imiz de dayanamaz ve asıl sizin Miki Mouse’unuz kahrolsun, o da adam mı, bizim yol göstericimiz onun eline verir çıkışına geçer. İnsanımız bu bedduayı aldığında gülme krizine girmemek için kendini zor tutar.

Filmin ilerleyen anlarında Drac, insana kendi öğretilerinin yer aldığı Talman isimli kitabı okuyabilmesi için ona Drac dilini öğretir. İnsanımızı bir gün Talman’ı Drac’e okurken görürüz. Şöyle bir yer geçmektedir: “Karşındaki en azılı düşmanın olsa bile, onun yaptığı kötülüğe kötülükle karşılık verme…”

İnsan, bunların kendileri için de geçerli olduğunu ve kendilerinin de böyle bir öğretiye sahip olduğunu, aynı öğretilere sahip olduğunu söyler.

Uzaylımız az ve öz cevabı yapıştırır:

“Gerçek gerçektir.”



Jerry: "It is no longer my life that matters. I am not fat, I am not lazy. Davidge... I await a new life."

Davidge: "Oh, my God... Oh, my God, are you telling me you're pregnant? You're a woman?"

Jerry: "Yes...Davidge."

Davidge: "So...you and me...we could have been fucking this entire time???"

Köpek, Fobi, İskele, Tren ve Parçalanmış At


Yine ilkokul üçe gittiğim dönemler. Maceralardan macera beğenebilirdim. Evimiz denizin hemen dibindeydi ve bazen sabahları denize giderdik abilerimle. Bazı günler de iskeleye gider ve balık tutmaya çalışırdık. Genelde kaya balığı çıkardı ama olsun, amacımız yenebilir balık tutmak ve onu yemek değildi ki! Yeter ki balık olsundu ve yeter ki avlayabileydik.

Yine bir sabahın köründe iskeleye balık tutmaya gittik, iki abim ve ben. Biraz zaman geçtikten sonra eve dönüyorduk. Tam iskeleden çıkar çıkmaz öfkeden kudurmuş bir köpek saldırmaz mı bize! Neye uğradığımızı şaşırdık.


İlk olarak ufak abim tabanları yağladı, sonra da büyük abim, en son da ben. Tabanları yağladığımız yer ise iskelenin altıydı. İskelenin altına öyle canhıraş girmiştim ki, tavandan sarkmış bir demir parçasına hayvan gibi kafayı geçirmiştim. Ama öyle korkmuştum ki acının en ufak bir hissi dahi yoktu beynimde. Köpek en sonunda bizi oraya sıkıştırmıştı. Ya denize atlayabilirdiniz ya da arkanızdan birkaç gram aldırabilirdiniz. Köpekle direkt karşı karşıya kalan ben olmuştum ve ufak abim nerdeyse denize atlayacaktı, hemen onun ardında büyük abim vardı. Ben köpekle baş başa göt gibi kalmışken, onlar kendi götlerinin derdindeydi. Sonrasında ne olduysa köpeğin sahibi geldi de götümüzü kurtardı.

Hem bu saldırının şoku hem de ağabeylerimin beni hiç düşünmeden kendi kıçlarını kurtarmayı düşünmeleri, geri dönüş yolculuğunda beni öyle düşündürmüştü ki. Bir yandan olayın etkisiyle titriyordum. Zaten oraya taşınmadan birkaç ay önce bir köpeğin saldırısına maruz kalmıştım. Köpek kolumu kapmış ama ısıramadan sahibi çok pis köteklemişti köpeği.

Bu iki olay sebebiyle uzun zaman it fobisi yaşadım. Köpek gördüğümde tırsıyordum ve aklıma bu iki olay geliyordu. Şerefsizlik de cabası!

Şimdi ise köpeklerden zerre korkmam. Oralı bile olmam.



O esnalarda okula gitme maceralarım biraz sıkıntılı olurdu. Tren raylarının üzerinden geçmem gerekiyordu her sabah. Öyle bir yerden geçmem gerekiyordu ki, tam da viraj yeriydi. Bir trenin gelip gelemeyeceğini görebilmek imkansızdı. Tamamen kulak kabartmalıydım. Bu konuda yeterince sorunlu oluşum (kulaklarım ağır işitir) başıma dert açacak gibiydi.



Aslında alt geçit vardı ama iki nedenden dolayı alt geçitten geçemiyordum. Alt geçidin önünde bir şantiye vardı ve geçidin ardından baktığında hemen öbür tarafta eşek gibi bir köpek olurdu.

Hadi, varsayalım onu aştın. Bu sefer de son derece bakımsız, hortlak gibi duran Rum Ermeni mezarlığının önünden geçmem gerekiyordu ki, bu iki sıkıntıyı göz önüne alınca, hemen ileriden rayların üstünden karşıya geçmek bana daha uygun geliyordu.

Bir gün sabah mahmurluğu üzerimdeydi. Herhangi bir şeye konsantre olabilecek bir kafa yapısında değildim. Tam adımımı raylara atıyordum ki, öküz gibi tren düdüğünü duymam ve kendimi geri atmam bir oldu. O bir adımı ileriye doğru atmış olsaydım, şu an belki de bunları yazıyor olamayabilirdim.

Sonuçta buradayım…

Oradaydım değil!


Kötü bir anı olarak bir atın tren tarafından nasıl paramparça edilebileceğine şahit olmuştum. Atın teki rayların üzerindeydi ve tren fren yapmasına rağmen başarılı olamamış, atı altına alarak paramparça etmişti. O parçalanmış cesedi gördüğümde kusmamak için kendimi zor tutmuş ve gerisin geri hayvan gibi kaçmıştım oradan.

9-10 yaşında bir veletken bu kadar şeyi çok yakın zamanlarda yaşamak gerçekten çok kastırıcıydı. Hem de bir kaç aylık süreç içerisinde.

16 Şubat 2010 Salı

Blackfield – Melodinin Derin Güzelliği


Progressive arenasını yakından takip edenler Porcupine Tree isimli grubu çok iyi bilirler. Etkileyici gruplardan biridirler. Bu grubun kurucusu ve vokalisti olan Steven Wilson ile İsrailli Rock şarkıcısı Aviv Geffen’ın kurduğu bir yan proje olan Blackfield, 2004 tarihli Blackfield ve 2007 tarihli Blackfield II albümleriyle garip bir müzikal yolculuğa sevk etmiştir beni. Bu albümlerdeki karamsar ve aşırı melodik yapı, üstün vokaller ruhunuzu tam anlamıyla okşuyor.

Bu bağlamda grubun Blackfield isimli parçasına dikiz diyorum. Boş şarkısı olmayan bir gruptur.


15 Şubat 2010 Pazartesi

Ölüm ve Samuray - Savaş Alanında Ölüm



“Yaşama sıkı tutunanlar ölür, ölüme başkaldıranlar yaşar”

Sengoku Jidai dönemi daimyosu Uesugi Kenshin, ölümünden önce çevresindekilere bu sözleri bırakmıştı.

Ayrıca Hagakure kitabı bilgeliğin kırıntılarını oldukça iyi veriyor: “Düşman oklarına hedef olmak istemeyen bir insan ilahi korumaya sahip olmayacaktır. Bir askerin oklarıyla vurulmaktan korkmayan bir insan eğer büyük bir savaşçıysa, ölmeyi istediği için korunmuş olacaktır.”

Barış zamanında bir samuray ölümü düşünmek için boş olurken, dövüşen bir samurayın daha iyi bir düşüncesi olmayacaktı.

Savaştayken ölümün gölgesinde emniyette olan hiçbir samuray yoktu ve bir çok ünlü isim savaş alanında öldü. Uesugi Kenshin’in babası savaşta öldürüldü ve onun gibi bir çok isim düşman kılıçları karşısında yere düşecekti: Imagawa Yoshimoto, Ryuzoji Takanobu, Saito Dosan, Uesugi Tomosada... Önemli savaşçılar düşman saldırıları karşısında katledileceklerdi. Bazıları savaşı kaybettikleri için intihar edeceklerdi: 12. yüzyılda Minamoto Yorimasa’dan 16. yüzyılda Sue Harukata’ya kadar. Gördüğümüz gibi, samuray ölüme felsefi bir açıdan yaklaştı. Güzellik yada kalıcı bir dokunaklılık, bir samurayın hayatında görülebilirdi. Daha doğrusu savaş alanının iç karartıcı ayrıntılarında bir katliam yaşar ve No Drama eseri Atsumori’yi okursak bunu az çok anlayabiliriz. Bu eserde 1184 yılında Ichi no Tani Savaşı’nda ölen genç savaşçı Taira Atsumori’nin ölümünden bahsedilmektedir ve öldürülen bu adamla onun ruhunun (hayaletinin) karşılaşması anlatılmaktadır.

Taira Atsumori


O zaman onun tüm klanının arkasında,
heybetli gemiler süzüldü.
Gemi içinde olmaktan tedirgin, kıyıyı gördüm.
Ama bütün savaş gemileri ve imparatorluk mavnaları,
uzakta duruyordu, denizin ötesinde.
Karaya çıkmıştım. Atımı dizginledim,
durdum, bir kayıp anında ne yapılabilir diye.
Atıyla arkamdan gelen
Kumagai no Jiro Naozane seslendi.
“Silahımdan kurtulamayacaksın”
Atsumori atını sürdü
ve çabucak korkusuzca kılıcını çekti.
Biz ilk önce hemen yerlerimizi değiştirdik,
sonra, hala at sırtındaydı, boğuşma durdu, düştü
ve dalgalarla yıkanan kıyı üzerinde kapıştılar.
Ama sen benim en iyimdin ve kaybettim.
Karma öğretisi ile yine yüz yüzeydik.
Atsumori seslendi “Sen benim düşmanımsın!”,
Kumagai kılıcını vurmak için kaldırdı; ama
eski düşmanlığını nezaketle değiştirdi,
huzurlu ruhunu vermesi için ismini seslendi.
En sonunda onlar cennette
nilüfer taht üzerinde birlikte yeniden doğdular.
Rensho Kumagai, sen benim düşmanım değildin.
Benim için dua et, özgürlüğüme kavuşmam için dua et!
Benim için dua et, özgürlüğüme kavuşmam için dua et!

Söz konusu Atsumori isimli No dramasının, 16. yüzyılın acımasız lideri Oda Nobunaga’nın favori oyunlarından biri olduğunu not olarak ekleyebiliriz.

Savaş esnasında ölüm ve intihar arasındaki çizgi çok inceydi. Özellikle savaş alanı üzerinde ölmek fikrinin yüceltilmesi ölçüsünün ortaya çıkmasından beri... Kaybeden savaşçıların cesurca ölümlerine şahit oluyoruz. 1575’de yaşanan Nagashino Savaşı’nda Takeda klanı ordusu, Oda Nobunaga ve Tokugawa Ieyasu’nun birleşmiş ordusu karşısında kaybetmişti ve on binin üzerinde ölü adam vardı. Saygın Takeda generali Baba Nobufusa sabah katliamından sağ salim kurtulmuştu ve şimdi geri planda savunma hareketine başlamıştı.

Nobufusa koşarak Takeda klanı daimyosu Takeda Katsuyori’ye seslenir, “Efendim, hemen burayı terk edin, size yalvarıyorum. Ben burada kalacağım ve öleceğim.” O, seksen atlıyla gelmişti ve hepsini kaybetmişti. Bir tepeye tırmandı. Efendisi Katsuyori’nin iyice uzaklaştığını gördü ve düşmanlara haykırdı, “Ben Mino’nun şefi Baba. Beni öldürün ve büyük hediyeyi kazanın.” Düşmanlar onu bıçaktan geçirdi ve o öldü.

Yaşlı generaller ve Baba Nobufusa, Takeda Katsuyori’ye rakibin birleşmiş bir orduya sahip olduğu bilgisini alıp saldırmamasını salık verse de, Nobufusa’nın ölümü ona daha çok acı vermiştir. Katsuyori, Baba’nın ve meslektaşlarının tavsiyesini dinlememiş ve en ünlü adamlarını kaybetmişti.

Tavsiyeleri dinlenilmeyen, görmezlikten gelinen ve savaş alanında ölen bir başka savaşçı Taira klanının en büyük generali olan Taira Tomomori’ydi. Yakın zamanda olan Gempei Savaşı’nı ileri sürerek daimyosu Taira Munemori’ye yeni savaşın gereksizliğini anlattı. Munemori onun önerisini reddetti. 1185 Dan no Ura Savaşı’nda (deniz savaşıydı) bir çok Taira generali hayatını kaybetti. Bütün umudunu yitiren Tomomori kendi yaşamını almayı kararlaştırdı.

“Yeterince gördüm” dedi Tomomori. “Şimdi yaşamımı alma zamanıdır” diyerek kendi yetiştirdiği kardeşi Iga no Heinaizaemon Ienaga’ya emretti. Ienaga’ya “Ne diyorsun? Sen de vaadinde duracaksın, değil mi?” dedi. Ienaga: “Kesinlikle”

Ienaga onun ikinci zırhını giymesine yardımcı oldu, kendisi de başka bir tane giydi ve birbirlerinin ellerini kavrayarak ikisi denize atladı.

Tomomori’nin yardımcısının onu ölümünde takip etmesi, düşüncesizce, olağanüstü bir hareket değildi. Bu aynı zamanda Tomomori’nin, Taira klanının lideri Munemori’ye karşı gelmemesiyle aynı manaya geliyordu.

Kusunoki Masashige'nin Heykeli


Başka bir ölüm konusunu, 14. yüzyıl öncesinin İmparatora sadık isimlerinden ünlü Kusunoki Masashige daha iyi resimleyemezdi. O, iki savunma mevki olan ve inatla çok büyük düşman ordularına karşı direnen Akasaka ve Chihaya’nın savunma mühendisi olarak hatırlanır. Taiheki eseri Akasaka’nın düşüşü hakkında şunları yazar:

"Malzemeyi tedarik etme konusunda zamana sahip olmaksızın Kusunoki Masashige, aceleyle bu kaleyi (Akasaka Kalesi) inşa etmişti. Sadece yirmi gün geçtikten sonra savaş başlamış ve kale kuşatılmıştı, kalede sadece dört ya da beş gün yetecek kadar erzak kalmıştı. Masashige adamına baktı ve şunları söyledi: “Biz birkaç savaş kazandık ve sayısız düşmanı yok ettik. Ama onlar oldukça fazlalar. Bu arada yiyeceksiz koşturuyoruz ve az da olsa yardıma gelecek birlikler yok. Ülkeyi birleştiren efendiye(İmparatora) yardım etmek kararlılığıyla bu şehir kurulduğunda ilk askerlerdendim. Eğer zaman doğruysa ve hareket yerinde olacaksa, hayatımı vermek konusunda tereddüt etmeyeceğim. Yürekli savaşçı önemli fırsatlarda tedbirini alan ve olaylar örgüsünü iyi seçen kişidir. Bu yüzden ben Masashige, bu kaleyi vermek ve düşman eline geçmektense intihar ederim.”

Masashige’nin kararı Chihaya’daki doğu ekiplerini utandırdı, ama kazanamayacağını bildiği bir savaşa mecbur edildi. Savaşı bitirmek için saldırmayı arzulayan İmparator gerekenleri yapmıştı. Önceden hazırlanmış olan Masashige, 11 yaşındaki oğlunu ziyaret ediyor ve ona aynen şöyle diyordu. Aslında bu sözler oğluna son sözleri olacaktı: “...Eğer çok önemli bir sözümü aklında saklamak istersen, şimdi söyleyeceklerim asla kulağından çıkmayacaktır. Şu an yaklaşan savaşın bizim ülkemizin kaderini belirleyeceğini düşünüyorum ve bu yaşamda senin yüzünü son kez görmüş olacağım. İnsanlar savaşta öldüğümü öğrendiği zaman, Ashikaga Takauji’nin bizim topraklarımızı ele geçirdiğini farz edebilirsin. Ne olursa olsun, sadakatimiz yok olmayacak ve kendi yaşamımız için teslim olmayacak. Klanımızda sadece birkaç genç adam sağ kalabilir. Kongo Dağı’nda saklan ve düşmanla savaş. Bu senin ilk evlatlık vazifen olacak”

Bunları söyleyen Kusunoki Masashige 1336 tarihli Minatogawa Savaşı’na gidiyor, altı saat boyunca dövüşüyor ve en sonunda kaybediyordu. Çevresi tamamıyla düşmanlarla çevrelenince intihar ediyordu. Onun oğlu Masatsura da babasının sözlerini kalbine işliyor, onun mücadelesini devam ettiriyordu. Acıdır ki Masatsura bir savaşta hayatını kaybediyordu ama, onun soyunun isimleri bir tapınak kapısının üzerine kazınıyordu:


Dönmeyeceğim, cüret edeceğim
Adımı koruyacağım
Oklarla öldürülmüş bedenlerin arasında

Okuldaki Tümsek ve Galatasaray


İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. O esnalarda Pendik’te Orhan Sinan Hamzaoğlu İlköğretim Okulu’nda okuyordum. Gerçi o zamanlar adı bu değildi. Yanlış hatırlamıyorsam Pendik Doğu İlköğretim Okulu idi.

Okulumuzda bir tümsek vardı. Bir kum yığını tepe halinde bırakılmış ve aylardır öyle duruyordu. Sürekli o tümseğin üzerinde oynanırdı. Bir noktadan sonra o tümsek, bir krallık olarak kabul edilmeye başlandı. Kim ki o tümseğin en tepesinde olursa, yandaşlarıyla bir imparatorluk kurmuş oluyor ve imparator oluyordu. Bunu elde etmek basitti. Zil çalar çalmaz, hemen dışarı fırlamak ve o tümseği ilk ele geçiren olmak yeterliydi.

Günlerden bir gün, tümsekte başka çocuklar vardı. Arkadaşlarım hakimiyeti ele almak istemiş ve başarılı olamamışlardı. Orada duran 3 çocuğu hiç kimse oradan atamıyordu. Nasıl oldu bilmiyorum, birden atağa geçtim! Normalde böyle bir çocuk değildim ama cesaret gelmişti birden. Güçsüz bir çocuk da değildim. Zayıftım ama güçlüydüm bayağı o zamanlar.

O tümseğe fırlamamla birlikte, sanki eline kılıcını almış ve çığlıklar atan bir barbar gibiydim, bir anda üçünü tepelemem ve o tepeden fırlatmam bir oldu. Arkadaşlarım büyük sevinç nidalarıyla bana koşuyorlar ve tepeyi ele geçirmenin sarhoşluğu içindeydiler. O günden sonra ben de sarhoş gibiydim. Çünkü yeni imparator bendim. Herkes beni işaret parmağıyla gösteriyordu.

“Aha imparator bu. Tam 3 çocuğu o tepeden attı, tepeledi.”

Götüm nasıl kalkmıştı anlatamam!

Herkes elle gösteriyordu seni. Senden tırsıyorlardı. Resmen imparatordum işte.

Jul Sezar, İskender kim olaydı ki?


Galatasaray’ı tutmaya da o zamanlar başlamıştım. Nede olsa o zamanlar deli gibi top oynamaya başlamıştım ya! TRT’de bir GS – FB maçı izliyordum. Galatasaray süper oynuyordu. O zamanlar FB’nin ahım şahım zamanları ve GS, Fener’i ezerek maçı kazanıyordu. O gün öyle güzel oynamışlardı ki, o ruh haliyle ben artık Galatasaray’ı tutacağım demiştim.

Zamanla futbolun ve Galatasaray’ın içine girmiştim. Çok güzel bir takımdı ve arkadaşlarım da bu takımı tutmalıydı.

Milli takımın şerefli mağlubiyetler aldığı zamanlardı. Türkiye hangi takımla oynuyordu hatırlamıyorum ama 1- 0 yenikti. O zaman Galatasaray’ın dinamosu olan Yusuf, topu kapmış, sürmüş sürmüş, topu öyle bir çakmıştı ki Türkiye beraberliği yakalamıştı. O zamanki çocuk aklımla, işte Galatasaray farkı demiştim. Eğer GS olmasaydı, Türkiye rezil olacaktı, beraberliği kurtaramayacaktı. Ertesi gün tüm arkadaşlarıma bu olayı anlatmış ve bir çok arkadaşımı Galatasaraylı yapmıştım.

O dönemlerde Türkiye’nin beraberlikleri bile büyük bir başarıydı. Arkadaşlarıma aynen şöyle demiştim:

"-Golü kim attı?

-Yusuf…

-Nasıl attı?

-Süper ötesi…

-Hangi takımda oynuyor?

-Galatasaray…

-İşte Galatasaray böyle büyük bir takım."


Arkadaşlarım da he yaaa deyip hemen cimbomlu olmuşlardı. İlginç bir mantıktı doğrusu! Hay ben bu çocukluk aklının!


Not: O nasıl bir resimdir öyle yareppim. Eski futbolcu pozları da bir alem oluyormuş. :) O zamanlar Bülent Korkmaz yeni yeni parladığı için abileri Yusuf Altıntaş ve büyük kaptan Cüneyt Tanman kucaklarına almış. Bülent Korkmaz da bir eli bacaklarının arasında pek de bir masum durmuş. Aman abilerim ne güzel de kucakladılar beni hesabı. :)

12 Şubat 2010 Cuma

Uyumak Lazım Bazen


Ne kadar erken yatarsak yatalım, ne kadar zımba gibi kalkarsak kalkalım, ne kadar en enerjik müzikler eşliğinde sabah mahmurluğu içinde IPOD ile kendimize gelmeye çalışırsak çalışalım, bu enerjiyle ne kadar coşarsak coşalım; iş yerine varıp, koltuğuma oturduğumda en çok istediğim şeylerden biridir mışıl mışıl uyumak...


Bedenden ziyade zihindir yorgun olan öyle anlarda...

Ne kadar dinlenirsek dinlenelim, fiziğimizi ne kadar sağlıklı tutarsak tutalım, zihin dinlenemiyor; yoruluyor, usanıyor, mutsuz oluyor, düşüyor, kalkıyor, mutlu oluyor, enerji topluyor, sıkıntıyı taşıyor, stresi kavrıyor, üzüntüyü biliyor...

Tüm bunları, tüm bu yükü taşıyan bedenimiz değil...

Zihnimiz...

Gün boyu oturup kadayıf haline gelen bir kıça sahip beden değil...

Gözler dışında...

Ve de beyin dışında...


Beyin zihindir...

Mutluluğu ve zindeliği hissettiren beden değil, zihindir...

Enerjiyi hissettiren de zihindir...

Koltuğa oturduğunda uyumanı isteyen ve bu isteğini körelten de zihindir...

Beden değil...


Beden bir kabuktur ve o kabuğa canlılığını veren zihindir...

O zihini herkes göremez, bizlerden başka...

Hayli hayli taşıdığımız ruh hallerimizi, ani değişimlerimizi de bizden başka kimse bilemiyor. Ufak fısıltıcıklarla yansıtmadığımız sürece...


Müzikler, sinemalar, yaramazlıklar ve diğer seçenekler zihnimi dinlendirebilir mi? Huzuru verebilir mi?

Verebilir, verir de ama an geliyor geçiciliğe mahkum...


Dinlenmek lazım...

Bazen bir çok şeyden uzaklaşmak lazım...

Bir dağın başında kısa süreliğine münzevi yaşama çekilmek lazım...

Kapılara zincirler vurmak lazım...

Soluk alış verişimizi bazen kendimizden başka kimsenin duymaması lazım...

Uyumak lazım bazen...

Münzevi bir dağ evinin örümcek ağlarıyla kaplanmış odun ve küf kokan odasında...

Çıtır çıtır yanan şöminenin salgıladığı sıcaklık ve kokusunun eşliğinde...


Kıçı yakmadan...

Paradise Lost – Erased

Kasvetli kapıyı ve güçlü engelleri çabucak bulduk,
süratlice kapattık;
ama uzun bir süre gürültünün,
dans ya da şarkı sesinden,
eziyetten bize daha fazla yaklaştığını işittik.
..ve güçlü ağıtlar ve şiddetli öfke…


Ünlü İngiliz şairi John Milton'ın 17. yüzyılda epik şiirlerden yarattığı harika bir eseri vardı. Adı Kayıp Cennet'ti. Söz konusu eser birkaç genci çok etkilemişti. Yorkshire Halifax'da yaşıyorlardı. Beş genç ilk kez Yorkshire'da Dewsbury Mezarlığında görüntülenmişlerdi. “John Milton” hayranıydılar ve “Kayıp Cennet” isimli eser onlar için çok şey ifade ediyordu. Nihayetinde 1988 yılında müzik piyasasına, John Milton'ın Kayıp Cennet eserinden esinlenerek Paradise Lost adıyla dahil oluyorlardı.

22 yıl boyunca yapmadıkları müzik türü kalmadı. Ekstrem tarzları da, alternatif dokunuşları da, bazen sampleları da, içli ruh dokunuşlarını da enjekte ettiler müziklerine. Her albümlerinde tamamen farklı bir dünya ile karşılaşıyorduk ve bu ruh halini, değişimi nereden bulabildiklerini sorguluyorduk.


Başlangıçlarda mutsuz çocukları oynuyorlardı; ölüm, korku ve din korkusunu içeren. Sonrasında hayatın içine doğru akmaya başladılar ve kişisel seslerini yansıttılar. Yeri geldi ünlü seri katil Charles Manson’ın sesinden ve ruhundan seslendiler bizlere, bazen Tanrı’nın üzerimize düşen gölgesinden, gün geldi yaşam sembollerinden ve hayata dair atıflarından. Başlangıçlarda yeni tarzlarına pek ısınamamıştım ama aidiyet duygumun ve hayatımda çok önemli bir anlama sahip olmalarının bir getirisi olsa gerek bütün işlerine şapka çıkardım ve o ruha ulaştım.

Bunca müzikal ve ruhsal değişimi 22 yıldır bizlere yaşatan bu gruba saygım asla tükenmedi. Tıpkı bundan 16 yıl önce pazardan aldığım bir tişörte çamaşır suyu ile logolarını çizerken ki heyecanımın tükenmemesi gibi.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails