Adil ya da değil, ölüm samurayla daima bağlantılı olmuştur. Hayal gücünü aştığı ve diğer savaşçılardan daha kararlı olduğu için, samuray ölüme daha yakındır. Ölüme gitme konusunda kesinlikle en ufak bir tereddüt içinde olduğu dahi düşünülemez. Ama biz her ne kadar inanamasak da, samuraylar gözlerini kırpmadan ölümlerine dair yazı-tura atmaya her an hazır mıydı? Bushi öğretisinde, hece olarak geçen shi kelimesi “savaşçı” anlamına geliyordu. Samuraylara aynı zamanda bushidoka denilmektedir. Bushidoka, ölüm korkusunu yenmiş kişi, savaşçı anlamına gelmektedir.
Samuraylar için değişmez noktalardan biri şuydu: “Ya öldürecekti ya da ölecekti”. Daha farklı bir durumu düşünme lüksü yoktu. Onur ve gururlarına çok düşkün oldukları için, savaş anında esir düşeceğini anlarsa, esir düşmemek için kendisini öldürecekti. Verilen görevi layıkıyla yapamamak, başarısız olmak ve utanç verici bir duruma sebep olmak durumunda da aynı eylemi yerine getirecekti. Nereden bakarsak bakalım, tek seçenek görünüyordu: Öldürmek ya da ölmek. Bu Bushido prensiplerinin en önemli yönlerinden biriydi. Öldürmek ya da ölmek “Savaşçının Yolu” idi.
Japonya dediğimiz zaman aklımıza gelen en önemli şeylerden biri, ilkbaharda Japonya’da açan kiraz ağacı çiçekleridir. Ortaya muhteşem güzel renkli dokumalar çıkmakta, böyle bir manzara karşısında huzurla dolmaktayızdır. O anki görüntünün cennetten farkı yoktur. Günümüz Japonya’sında kiraz çiçekleri açtığı zaman çeşitli festivaller, gezintiler ve etkinlikler yapılmaktadır. İnsanlar objektiflerine harika manzarayı almakta, gezinmekte ve doğayla baş başa kalmaktadır. Bu gelenek samuraylardan gelmiştir. Söz konusu ağaçları diktirenler ve uzun uzun düşünerek açan çiçeklere bakanlar samuraylardı. Doğayla her zaman iç içeydiler. Özellikle kiraz ağacının açan çiçeğiyle... Peki savaş alanında acımasız, gaddar olan ve kelleler toplayan bir samuray nasıl oluyordu da doğayla iç içe olup inceleşebiliyor ve farklı dünyalara gidebiliyordu?
“Kiraz çiçekleri, en güzel, en güçlü ve en olgun zamanında solmadan düşmektedir. Samuraylar bu görüntüye bakarak, savaş anında en güçlü zamanında her an ölebileceğini aklına getirmekte ve felsefe dolu bir boyuta gitmektedir. Kiraz çiçekleri ona hem yaşamı hem de her an ölebileceğini hatırlatıyordu.”
Eski Japonya klanlarının inşa ettikleri kalelere bakarsanız, çevresinde kiraz ağaçlarını görürsünüz. Örneğin Kamakura’da bir geçit vardır ve geçidin yolu üzerinde karşılıklı dizilmiş kiraz ağaçları vardır. Bu ağaçlar yüzyıllar önce ilk şogun Minamoto Yoritomo tarafından diktirilmiştir. Kendi varisini sağlıklı olarak dünyaya getirecek eşi Masako’ya hediyesi olmuştur.
Samurayların ölüm ile iç içe olduğunu bilmemizde 18. yüzyılda oluşturulmuş bir kitap olan Hagakure eserine çok şey borçluyuz. Son samuray ordusu savaşa gittikten sonra Hagakure, uzun uzun samuray sınıfını süsleyen savaşçı ruhunu yazdı. En bilinen örnek Hagakure’nin ilk bölümünde veriliyor: “Samuray yolunu ölümde bulmuş olur. Ölüm gelirken, ölümü en iyi şekilde karşılamalıdır..”
Samuray savaşçısının bütününü anlayabilmek için bir samurayın yaşamının her yönüne dikkat etmek ve bu gözle bakabilmek çok önemlidir. Bir samuray savaşçısının bedeni ve fiziksel yapısı; sahip olduğu bilgi, gelenek-görenek, inançları ve düşünce bakış açılarından daha önemli değildir. Samuray yaşamının sonunun esrarengiz şekilde edebi yoldan aktarılması Hagakure’de işlenmiştir ve bu kitapta bir samurayın yolunu ölümle bulduğu yazılmıştır.
Kitabın dikkat çekici yönü, samurayların ve Japonya’nın kendi içinde bin yıllık süre boyunca yaptığı savaşların resmi olarak sonlanmasından sonra 1716 yılında derlenmesidir. Ama aksi bir durum düşünülmeksizin, her ne kadar savaşlar dönemi geride kalsa da, kitap, içinde yansıttığı tarzla savaşçı bir edayı yansıtmıştır. Bu eser samurayların davranışlarının ve kurallarının muazzam yönlerini tüm derinliğiyle içinde barındırmaktadır.
Hagakure eseri yer yer direkt ölümden söz eden pasajları fazlasıyla bünyesinde bulundurur ve bu noktada şan kaybetmek diye bir şeyin söz konusu olmayacağını bildirir. Ölümden kaçınmanın mümkün olmadığının ve ölüm denen kavramın gün boyu sürekli beyinlerde tutulması gerektiği, hatta meditasyonlarla akıllardan çıkartılmaması hatırlatılmaktadır. Her gün birinin vücudu ve aklı huzurluyken öyle meditasyonlar ortaya çıkar ve öyle şeyler düşünülür ki oklar, tüfekler, mızraklar ve kılıçlar beynin içinde çarpışır, dalgalar büyüyerek beynimizde helezonlar yaratmaya başlar, büyük bir ateşin ortasında buluruz kendimizi. Şimşekler çakar, büyük bir yer sarsıntısıyla ölüm sarsmaya başlar, uçurumlardan aşağıya binlerce asker düşer. Bu aslında akılda sürekli tutulan bir algılama bütünüdür ve birinin harakiri yapmasıyla bu düşünceler daha fazla anlam kazanır. İşte gerçek bir samuray her gün bunu beyninin içinde taşımalıdır. Ölümün nasıl bir şey olduğu hakkında güzelleştirmeler yaparak, ölüme ulaşabilmek için kendisini yüreklendirecektir.
“Hepimiz yaşamak isteriz. Ve neyi yapmak istiyorsak çoğunlukla mantığımızı ona göre şekillendiriyoruz. Ama bizim amacımız hedefine ulaşmazsa, yaşamaya devam etmek korkaklıktır. Bu çok ince, tehlikeli bir çizgidir. Birinin amacını kazanamadan ölmesi, bir köpeğin ölümü ve bağnazlığıdır. Ama bunda bir utanç yoktur. Bu samuray yolunun asıl anlamıdır. Ama herhangi biri her sabah ve akşam kalbini doğru kullanırsa, onun bedeni ölü olsa bile güçlü bir şekilde yaşayabilir, bu yolda özgürlüğünü kazanır. Tüm yaşamı suçsuz olacak ve hevesi başarıya ulaşacaktır.”
Edo dönemi samurayı Daidoji Yuzan şöyle yazmış :
“Bir samuray, daha önce yaşadığı tüm şeyleri sabitçe aklında tutmalıdır. Ölmek zorunda olduğu gerçeğini... Eğer o buna dikkat ederse, evlatlık görevini ve sadakatini başarılı bir yaşamla uyumlaştıracak, sayısız kötülükler ve güçlüklerden uzak kalacak, kendisini hastalık ve felaketten uzak tutacak, hayattan zevk alacaktır. Çok övgüye değer, kaliteli, iyi bir kişilik olacaktır. Varoluş için savaşçının yaşamı, kesinlikle akşamın çiyi, sabahın kırağısı gibi süreklidir...”
Lakin barış zamanlarında samurayların ölümleri ne kadar ilgi çekebilirdi? Edo samurayının efendisini gücendirdiği ya da saygın kişilere karşı geldiği zaman intihar etmesi muhtemeldir. Ayrıca, Edo Japonya’sı günlük yaşama ek olarak yangınlar, depremler, hastalıklar gibi zor yaşamın her türlü çeşidine sahipti. Aslında Japonya’da sayısız savaşlar olmasına rağmen bir savaşta ölü sayısı göreceli olarak bini geçmezdi. Ölümlerin büyük bir çoğunluğu veba salgınından, yangın ve depremlerden kaynaklanmıştır. Bu noktada yaşam Kamo no Chomei’nin yazdığı gibi biraz farklılık göstermiştir: “Huzurlu bir yer nerede bulunur? Ve kısa yaşamımızda kalplerimize huzuru nasıl getirir?”
Samurayın ölüm fikri ve görüşü yönlendirilmiş değildi. Yaşam gerçekleri gibi savaşın yollarından kaynaklıydı. Japon yaşamının her yönü, ansızın dayanılmaz ve şok edici bir ülkede uygun yaşam biçimini yeniden şekillendirdi. Depremler, devrilen kaleler, kırsal alanı kırıp geçiren salgın hastalıklar, vebalar ve yanan şehirler... Chomei şöyle demiş: “İnsanların yaptığı bir çok iş anlamsızdır, ama servetini tüketir ve kendine eziyet eder. Bu tehlikeli şehirde bir ev inşa etmek akılsızlıktır”
Açlık mevcut olan bir tehlikeydi ve 1181-82 yılındaki eziyetlere Chomei bizzat şahit olmuştu: “Ticaret çok ufaktı ama tahıl altından değerliydi. Sokaklar dilenci doluydu, eziyet yaygaraları kederlice havayı doldururdu. Sen bunları izlerken hastalık taşıyan insanlar ansızın düşerdi. Açlıktan ölen bedenler sokakta evlerin duvarlarına serilirdi. Çıkmaz korkunç bir leş kokusu vardı. Çürümüş cesetlere bakmaya katlanılmalıydı.”
Samuraylar için değişmez noktalardan biri şuydu: “Ya öldürecekti ya da ölecekti”. Daha farklı bir durumu düşünme lüksü yoktu. Onur ve gururlarına çok düşkün oldukları için, savaş anında esir düşeceğini anlarsa, esir düşmemek için kendisini öldürecekti. Verilen görevi layıkıyla yapamamak, başarısız olmak ve utanç verici bir duruma sebep olmak durumunda da aynı eylemi yerine getirecekti. Nereden bakarsak bakalım, tek seçenek görünüyordu: Öldürmek ya da ölmek. Bu Bushido prensiplerinin en önemli yönlerinden biriydi. Öldürmek ya da ölmek “Savaşçının Yolu” idi.
Japonya dediğimiz zaman aklımıza gelen en önemli şeylerden biri, ilkbaharda Japonya’da açan kiraz ağacı çiçekleridir. Ortaya muhteşem güzel renkli dokumalar çıkmakta, böyle bir manzara karşısında huzurla dolmaktayızdır. O anki görüntünün cennetten farkı yoktur. Günümüz Japonya’sında kiraz çiçekleri açtığı zaman çeşitli festivaller, gezintiler ve etkinlikler yapılmaktadır. İnsanlar objektiflerine harika manzarayı almakta, gezinmekte ve doğayla baş başa kalmaktadır. Bu gelenek samuraylardan gelmiştir. Söz konusu ağaçları diktirenler ve uzun uzun düşünerek açan çiçeklere bakanlar samuraylardı. Doğayla her zaman iç içeydiler. Özellikle kiraz ağacının açan çiçeğiyle... Peki savaş alanında acımasız, gaddar olan ve kelleler toplayan bir samuray nasıl oluyordu da doğayla iç içe olup inceleşebiliyor ve farklı dünyalara gidebiliyordu?
“Kiraz çiçekleri, en güzel, en güçlü ve en olgun zamanında solmadan düşmektedir. Samuraylar bu görüntüye bakarak, savaş anında en güçlü zamanında her an ölebileceğini aklına getirmekte ve felsefe dolu bir boyuta gitmektedir. Kiraz çiçekleri ona hem yaşamı hem de her an ölebileceğini hatırlatıyordu.”
Eski Japonya klanlarının inşa ettikleri kalelere bakarsanız, çevresinde kiraz ağaçlarını görürsünüz. Örneğin Kamakura’da bir geçit vardır ve geçidin yolu üzerinde karşılıklı dizilmiş kiraz ağaçları vardır. Bu ağaçlar yüzyıllar önce ilk şogun Minamoto Yoritomo tarafından diktirilmiştir. Kendi varisini sağlıklı olarak dünyaya getirecek eşi Masako’ya hediyesi olmuştur.
Samurayların ölüm ile iç içe olduğunu bilmemizde 18. yüzyılda oluşturulmuş bir kitap olan Hagakure eserine çok şey borçluyuz. Son samuray ordusu savaşa gittikten sonra Hagakure, uzun uzun samuray sınıfını süsleyen savaşçı ruhunu yazdı. En bilinen örnek Hagakure’nin ilk bölümünde veriliyor: “Samuray yolunu ölümde bulmuş olur. Ölüm gelirken, ölümü en iyi şekilde karşılamalıdır..”
Samuray savaşçısının bütününü anlayabilmek için bir samurayın yaşamının her yönüne dikkat etmek ve bu gözle bakabilmek çok önemlidir. Bir samuray savaşçısının bedeni ve fiziksel yapısı; sahip olduğu bilgi, gelenek-görenek, inançları ve düşünce bakış açılarından daha önemli değildir. Samuray yaşamının sonunun esrarengiz şekilde edebi yoldan aktarılması Hagakure’de işlenmiştir ve bu kitapta bir samurayın yolunu ölümle bulduğu yazılmıştır.
Kitabın dikkat çekici yönü, samurayların ve Japonya’nın kendi içinde bin yıllık süre boyunca yaptığı savaşların resmi olarak sonlanmasından sonra 1716 yılında derlenmesidir. Ama aksi bir durum düşünülmeksizin, her ne kadar savaşlar dönemi geride kalsa da, kitap, içinde yansıttığı tarzla savaşçı bir edayı yansıtmıştır. Bu eser samurayların davranışlarının ve kurallarının muazzam yönlerini tüm derinliğiyle içinde barındırmaktadır.
Hagakure eseri yer yer direkt ölümden söz eden pasajları fazlasıyla bünyesinde bulundurur ve bu noktada şan kaybetmek diye bir şeyin söz konusu olmayacağını bildirir. Ölümden kaçınmanın mümkün olmadığının ve ölüm denen kavramın gün boyu sürekli beyinlerde tutulması gerektiği, hatta meditasyonlarla akıllardan çıkartılmaması hatırlatılmaktadır. Her gün birinin vücudu ve aklı huzurluyken öyle meditasyonlar ortaya çıkar ve öyle şeyler düşünülür ki oklar, tüfekler, mızraklar ve kılıçlar beynin içinde çarpışır, dalgalar büyüyerek beynimizde helezonlar yaratmaya başlar, büyük bir ateşin ortasında buluruz kendimizi. Şimşekler çakar, büyük bir yer sarsıntısıyla ölüm sarsmaya başlar, uçurumlardan aşağıya binlerce asker düşer. Bu aslında akılda sürekli tutulan bir algılama bütünüdür ve birinin harakiri yapmasıyla bu düşünceler daha fazla anlam kazanır. İşte gerçek bir samuray her gün bunu beyninin içinde taşımalıdır. Ölümün nasıl bir şey olduğu hakkında güzelleştirmeler yaparak, ölüme ulaşabilmek için kendisini yüreklendirecektir.
“Hepimiz yaşamak isteriz. Ve neyi yapmak istiyorsak çoğunlukla mantığımızı ona göre şekillendiriyoruz. Ama bizim amacımız hedefine ulaşmazsa, yaşamaya devam etmek korkaklıktır. Bu çok ince, tehlikeli bir çizgidir. Birinin amacını kazanamadan ölmesi, bir köpeğin ölümü ve bağnazlığıdır. Ama bunda bir utanç yoktur. Bu samuray yolunun asıl anlamıdır. Ama herhangi biri her sabah ve akşam kalbini doğru kullanırsa, onun bedeni ölü olsa bile güçlü bir şekilde yaşayabilir, bu yolda özgürlüğünü kazanır. Tüm yaşamı suçsuz olacak ve hevesi başarıya ulaşacaktır.”
Edo dönemi samurayı Daidoji Yuzan şöyle yazmış :
“Bir samuray, daha önce yaşadığı tüm şeyleri sabitçe aklında tutmalıdır. Ölmek zorunda olduğu gerçeğini... Eğer o buna dikkat ederse, evlatlık görevini ve sadakatini başarılı bir yaşamla uyumlaştıracak, sayısız kötülükler ve güçlüklerden uzak kalacak, kendisini hastalık ve felaketten uzak tutacak, hayattan zevk alacaktır. Çok övgüye değer, kaliteli, iyi bir kişilik olacaktır. Varoluş için savaşçının yaşamı, kesinlikle akşamın çiyi, sabahın kırağısı gibi süreklidir...”
Lakin barış zamanlarında samurayların ölümleri ne kadar ilgi çekebilirdi? Edo samurayının efendisini gücendirdiği ya da saygın kişilere karşı geldiği zaman intihar etmesi muhtemeldir. Ayrıca, Edo Japonya’sı günlük yaşama ek olarak yangınlar, depremler, hastalıklar gibi zor yaşamın her türlü çeşidine sahipti. Aslında Japonya’da sayısız savaşlar olmasına rağmen bir savaşta ölü sayısı göreceli olarak bini geçmezdi. Ölümlerin büyük bir çoğunluğu veba salgınından, yangın ve depremlerden kaynaklanmıştır. Bu noktada yaşam Kamo no Chomei’nin yazdığı gibi biraz farklılık göstermiştir: “Huzurlu bir yer nerede bulunur? Ve kısa yaşamımızda kalplerimize huzuru nasıl getirir?”
Samurayın ölüm fikri ve görüşü yönlendirilmiş değildi. Yaşam gerçekleri gibi savaşın yollarından kaynaklıydı. Japon yaşamının her yönü, ansızın dayanılmaz ve şok edici bir ülkede uygun yaşam biçimini yeniden şekillendirdi. Depremler, devrilen kaleler, kırsal alanı kırıp geçiren salgın hastalıklar, vebalar ve yanan şehirler... Chomei şöyle demiş: “İnsanların yaptığı bir çok iş anlamsızdır, ama servetini tüketir ve kendine eziyet eder. Bu tehlikeli şehirde bir ev inşa etmek akılsızlıktır”
Açlık mevcut olan bir tehlikeydi ve 1181-82 yılındaki eziyetlere Chomei bizzat şahit olmuştu: “Ticaret çok ufaktı ama tahıl altından değerliydi. Sokaklar dilenci doluydu, eziyet yaygaraları kederlice havayı doldururdu. Sen bunları izlerken hastalık taşıyan insanlar ansızın düşerdi. Açlıktan ölen bedenler sokakta evlerin duvarlarına serilirdi. Çıkmaz korkunç bir leş kokusu vardı. Çürümüş cesetlere bakmaya katlanılmalıydı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder