26 Ağustos 2010 Perşembe

İnatçı ve Savaşçı Bir Kız: The Ramen Girl


Hayatta karşımıza her zaman sorunlar çıkar. Bu hayata bir kere gelmişsek eğer; benliğimizi bulduğumuzda, ellerimiz cebimizde hayat basamaklarını çıkamayacağımızı deneyimlerimizle öğreniriz. Hayatın karşımıza çıkardığı sorunların bir son bulması mümkün değil. Hal böyle olunca insanoğlunun her türlü şartlara karşı göstereceği direnç ve sağlayacağı uyum devreye girer. Eğer insanın ruhunda inatçılık ve savaşçılık varsa, her ortama, her soruna direnç gösterir ve uyum sağlar. Ruhunda inatçılık ve savaşçılığın gram ağırlığı yoksa, hadi geçmiş olsun.

İnsanoğlu karşısına bir yol çıktığı zaman bunu nasıl karşılar? Durumun genel perspektifini çıkararak olayın tekniğini kapmaya mı çalışır, yoksa inat ettiği o işin ruhunu kapmaya mı? Görüntü ve teknik belki önemlidir ama o işin içinde yürekten gelen bir dokunuş, iç sesten gelen bir hamur yoksa ortaya çıkacak şey sıradan bir şeydir.

Sevgilisi yüzünden Japonya’ya giden Abby’nin başından geçenler o kadar kolay olmasa gerek. Sırf bir sevgili yüzünden tüm hayatını değiştirecek bir karar alarak Japonya’ya giderseniz ve sevgili daha birkaç ay olmadan Japonya’dan çıkıp giderse sap gibi kalırsınız bir anda ortada. Ya geri döneceksinizdir, ya yabancı bir ülkenin topraklarında yalnızlık tohumlarını yutkunursunuz gözyaşları içinde ya da bir gün balkonunuzdan bakarken, köhne bir Ramen lokantasının karanlık içindeki o çekici kırmızı ışıklarına ve sıcaklığına şahit olur ve oraya gitmek istersiniz. Gidersiniz de..


İnanılmaz bir sağanak yağmur yağarken Ramen lokantasına girersiniz. Kapatılmıştır aslında. Orta yaşı biraz geçkin karı koca işletmektedir orayı. Size Japonca kapalı olduklarını söylerler. Siz Japonca’nın J’sinden bile anlamamaktasınız. Gözyaşları içerisinde ne kadar yalnız olduğunuzdan, dertlerinizden bahsedersiniz. Söylediğiniz tek kelimeyi bile anlamazlar. Sizler de onların söylediği tek kelimeyi anlamazsınız. Neler söylendiği hiç anlaşılmasa bile bazen beden dili, gözyaşları, o masumiyet bir şeyler anlatır. Sizi deli sansalar bile! Önünüze bir tas ramen koyarlar.

Ramen.. Bir yemek. Makarnanın çorbalısı gibi bir şey. Domuz eti suyuna, soya sosuna veya tavuk eti suyuna yapılan ve bir çok malzeme eklenen makarna yemeği. Rameni silip süpürür kızımız. Hemen karşısındaki kedi heykeli el sallar ona. Gülümser. Gözyaşlarından eser kalmaz.

Ertesi gün tekrar gelir ve orada çalışmak ister. Ramen ustasının öğrencisi olmak istediğini söyler. Usta öyle çok çektirir ki! Başlangıçta ne kadar pis iş varsa yaptırır. Tuvaletten kapkacaklara kadar. Çok gaddar bir ustadır kıza karşı. Ama hepsinin bir nedeni vardır.


Filmin sıcaklıkla beni kavradığını, Brittany Murphy’nin oldukça sevimli oyunculuğuyla beni kendisine aşık ettiğini söylemeliyim. Film boyu usta ne kızın söylediklerinden bir şey anlar, ne de kız ustanın bir şey söylediğinden anlar. Bir taraf sürekli Japonca konuşur, diğer taraf İngilizce. Birbirimizin kelimelerini anlamasak bile sanki bir şeyleri hissederiz. Asıl anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu, neleri anlamamız gerektiğini ve duygunun sesinin olduğu yere bakmamız gerektiğini.

Bir insanın güçsüz ve ağlak bir ruh haline sahipken, saçma sapan kararlar almışken, başlangıçta aptal gibi görünürken, savaşçı ve inatçı bir ruha bürünüp, kimsenin o güzelliğiyle tuvalet taşlarında dahi sürünmeyeceği bir ruh halinin her şeye göğüs gererek idealist bir yaşamın kollarına atıldığını görmek nasıl bir etkide bulunabilir iç dünyamıza? Devasa bir güzelliğe rağmen hiç burnu büyük davranmamak, çirkin ve sıradan insana bile büyük bir alçakgönüllülükle yaklaşmak, onlara bile sevgi vermek, koca bir kalbe sahip olmak içimizi sıcak tutan bir olgu.


Görüntüsüyle, o zamana kadar olan yaşantısıyla, başlangıçtaki yumuşaklığı ve ağlaklığıyla Japonya’nın ruh ve karakterine tamamen ters olan bir Amerikalı’nın özünde çok inatçı ve savaşçı bir ruh olarak ortaya çıkması, idealistliğinin peşinden koşturması sonucunda asıl mutluluğu ve huzuru yakalaması ve nihayetinde aslında tam bir Japon ruhuna sahip olduğunu kanıtlaması, insanoğlunun her ortama ayak uydurabileceğinin simgesi. Tabii ki inatçı ve savaşçı olmak koşuluyla..

Yıllar boyu nice Amerikalı'ya Japonlar tarafından Uzakdoğu sporları öğretildi filmlerde. Her seferinde bir intikam mücadelesi vardı. Klişe halini almış bir görüntü. Bu sefer yine bir Japon hoca, Amerikalı bir öğrenci. Ama konu dövüş değil. Ruhunu ortaya koyacağın, insanları tadıyla ağlatacağın bir yemek..

Bazılarına göre belki sıradan bir film, bazıları belki hoşlanmaz bile. Bu bakış açısıyla ilgili. Japon ruhuna karşı bir sevgim olduğu aşikar. Önemli olan hayata dair bir şeyler yakalayabilmek. O samimiyet ve alçakgönüllülük.. İçimizin sesini dinlemek. Bazen öfkeyi, bazen de inatçılığı yakalayabilmek.. Sonuna kadar inatçı olmak.

Not: Brittany Murphy 20 Aralık 2009 tarihinde 32 yaşındayken kalbindeki rahatsızlık nedeniyle vefat eden bir sanatçı. 1970 doğumlu kocası Simon Monjack ile 1,5 yıl evli kalabilmişlerdi. Ölüm onları ayırmıştı. Ama Monjack de 6 ay sonra 23 Mayıs 2010'da vefat etti. Bu anlamda çok üzücü bir yaşam öyküsüdür Murphy - Monjack birlikteliği..

4 yorum:

lifegoeson dedi ki...

en kısa zamanda izleyecegim nedense ,görup kesin kotu cıkar dıye almadıgım bir filmdi simdi merak ettim iyice...

Atilla Çelik dedi ki...

Film belki şaheser değil ama bana iyi şeyler hissettirdi. Sıcak geldi. Bir de Japon kültürüne bir hayranlığım olduğu için ekstra motivasyon oldu benim için.

Code-444 dedi ki...

Madem öyle tam GS-Karpaty maçı sonrası izlemelik demektir. Kaza maza olursa diye yani. Ben hiçbir deplasmana bu kadar umutsuz gittiğimizi hatırlamıyorum, olacak iş değil. Neyse konu o değil. Yeri de gelmişken Brittany Murphy'yi analım. Mekanı cennet olsun. Sıcak sıcak; harareti ve gerginliği bi nebze alır umarım...

Atilla Çelik dedi ki...

Bu kadar genç insanların bu yaşta, daha 32 yaşındayken kalp rahatsızlığından gitmesi inanılmaz üzücü bir olay. Kocası da ondan 6 ay sonra öldü. İnanılır gibi değil.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails