2 Şubat 2010 Salı

Avcı Mağara Adamının Zihninden...


Nedir yıldızlar?

Bu soruları hep sormuştum kendime...


Ağaçlardan meyve yiyoruz, ot yiyoruz. Yaprak yiyoruz. Adını bilmediğimiz şeyleri de yiyoruz. Ölü hayvanlar yiyoruz. Bazı hayvanları öldürüyoruz. Hangi yiyeceklerin iyi, hangilerinin zararlı olduğunu biliyoruz. Bazı yiyecekleri ağzımıza koyunca yerde debelendiğimizi biliriz. Bazı zehirli otlar sizi öldürebilir. Çocuklarımızı ve arkadaşlarımızı severiz. Onları bu gibi yiyeceklere karşı uyarırız.


Hayvan avına gittiğimizde avlanıp öldürülebileceğimizi de biliriz. Boynuz yiyerek ya da çiğnenerek ölebiliriz. Ya da doğrudan doğruya bizi yiyen hayvanlar da olabilir. Hayvanların davranış biçimleri bizim için ölüm kalım meselesidir. Nasıl çiftleştiklerini, yavruladıklarını, otladıklarını, hangi yolları izlediklerini bilmeliyiz.

Çocuklarımıza öğretiriz bütün bunları. Onlar da bu bilgileri çocuklarına aktarırlar.

Hayatımız hayvanlarınkine bağlıdır. Onları iyice izleriz, özellikle kışın yenecek bitki azalınca. Hayvanların peşinde koşan ve toplayıp saklayan avcılarız.

Bu gökkubbenin altında bir ağaçta ya da dallarında uyuruz. Giyim için hayvanların derisini yüzeriz. Bazen de hamak için kullanırız derisini. Hayvan derisi giydiğimizde o hayvanın gücünü hissederiz. Karaca ile birlikte sıçrarız. Ayı postunu üstümüze geçirince hayvan avına çıkarız.

Bizimle hayvanlar arasında bir bağ var sanki.

Hayvan avlayıp yeriz. Hayvanlar da bizleri avlar ve yer. Birbirimizin parçalarıyız.


Araç gereç yaparak yaşayabiliriz. Kimimiz iyi odun yarar, kimi iyi eğeler, kimi iyi cilalar, kimi de iyi taş bulmakta ustadır. Tahta sapa taş parçasını hayvan derisiyle bağlayarak balta yaparız. Baltayla ağaç deviririz.

Bazen de hayvan.

Bazen hayvana uzaktan ok saplarız.


Et çabuk bozulur. Bazen kokmuş etin tadını gidermek için otla pişiririz. Bazı yiyecekleri hayvan derisi içinde ya da genişçe yapraklara sararak saklarız. Bir kenarda yiyecek bulundurmak iyidir. Hepsini şimdi yersek ileride aç kalabiliriz. Bu nedenle birbirimize yardımcı olmalıyız. Bu ve daha başka birçok nedenle kurallar koyarız. Herkes kurallara uymalıdır. Kurallar her zaman varolmuştur. Kutsaldırlar kurallar.


Bir gün fırtına vardı. Şimşek çakmış, gök gümbürdemiş ve yağmur yağmıştı. Küçükler fırtınalardan korkarlar. Bazen ben de korkarım.


Fırtınanın sırları gizlidir…

Gök gürleyişi derinden gelir ve gürültülü olur. Şimşek çakışı kısa süreli ve parıltılıdır. Çok kudretli biri fena halde kızmış olmalı!

Göklerden biri, sanırım…


Fırtınanın ardından civardaki ormanda bir çıtırtı duyuldu. Gidip baktık.

Parıldayan, sıcak, sıçrayan, sarı ve kırmızı renkte bir şey gördük. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştik.


“Alev” adını verdik ona…

Değişik bir koku çıkarıyor. Bir bakıma canlı sayılır. Bitkileri, ağaçları yiyip bitiriyor. Eğer bunu yapmasına izin verirseniz…

Gücü var ama aklı yok. Önüne gelen her şeyi bitirdiğinde, kendi de son buluyor. Yolu üzerinde yiyecek bir şey bulamazsa bir ağaçtan ötekine sıçrayamaz bile…

Ne kadar dokunaklı..


Aramızdan birinin aklına cesur fakat tehlikeli bir fikir geldi: Alevi yakalayıp ona yemini vermek ve dost kılmak!

Kuru ağaç dalları bulduk. Alev bu dalları yiyip bitiriyordu, ama ağırdan yapıyordu bu işi. Dalların yanmayan ucundan tutabiliyorduk. Hafif yanan bir dalı eline alarak hızlıca koşarsan alev sönüyor. Koşmadık o yüzden. İyi dileklerimizi bildirerek yürüdük onunla. Aleve, “ölme” diye tembih ettik. Öteki avcılar gözlerini faltaşı gibi açarak şaştılar bize.

O zamandan bu yana onu beraberimizde taşıdık. Yanımızda hep bir “Ana Alev” taşıdık ki, alevleri ağırdan emzirsin diye. Böylece alevin yaşamasını sağladık.


Alev soğuk gecelerde bizi ısıtıyordu. Bize ışık veriyordu. Ay yeni çıktığı zamanlarda karanlığı deler. Ertesi günün avı için ok hazır edebiliriz ateşle.

İyi bir yanı daha!

Alev hayvanları uzak tutar. Geceleyin bizi yiyebilen hayvanlar yaklaşamaz ateş sayesinde.

Biz alevi koruruz, alev de bizi.



Gökyüzü önemlidir.


Yukarıya başımızı kaldırınca gökyüzünü görürüz. Bize seslenir adeta. Alevi bulduğumuz günlere dek gecenin karanlığında sırtüstü uzanır ve gökyüzündeki ışıklı her noktaya gözümüzü dikerdik. Işıklı noktaların bazıları bir araya getirilince önümüzde şekiller çizilirdi. Aramızdan biri gökyüzündeki şekilleri ötekilerden daha iyi görebilirdi. Bize yıldızların çizdiği resimleri öğretti; onlara ne adlar vermemiz gerektiğini fısıldadı. Işıklı noktalar gerçekten de bir hayvanın şeklini andırıyordu.

Gece geç vakitlere kadar oturup gökte gördüğümüz şekiller için öyküler uydurduk: Aslanlar, köpekler, ayılar, avcılar. Ve daha başka garip şeyler.

Bunlar gökteki kudretli varlıkların resimleri olabilir miydi?

Kızdıklarında bizlere fırtınalar yağdıranlar olabilir miydi?


Genellikle gökyüzü değişmez. Yıldızların çizdiği resimler hep oradadır. Her yıl aynen. Hiç yoktan hilal gözükür. Yuvarlak bir top olur, sonra yine bir hiç olur. Ay değiştiği sıralarda kadınlardan kan gelir.


Ay başı dedik biz bu kana…

Bazı kabileler ayın ilk doğuşunda ve kayboluşunda cinsel ilişki yapılmasına karşı kurallar getirmişlerdi. Bazı kabileler aylı günleri ya da kadınların ay başı olduğu günleri boynuzlarına işaret ederler. Ona göre plan program yapıp kuralları saptarlar.

Kurallar kutsaldır.


Yıldızlar çok uzaktadırlar. Bir tepeye ya da ağaca tırmandığımızda onlara yakınlaşmış olamıyoruz. Bulutlar da bizlerle yıldızlar arasında. Yıldızlar bulutların arkasında. Acaba orada mı uyuyorlar?

Ay yavaş yavaş devinirken, yıldızların önünden geçer. Daha sonra görürsünüz ki, yıldızlar duruyorlar. Ay yıldızları yemiyormuş.

Yıldızlar titreşip dururlar. Garip, soğuk, beyaz, uzak bir ışıktırlar.

Ne kadar çok yıldız var. Gökyüzünü doldurmuşlar. Ama yalnızca gece görünüyorlar.

Ne olduklarını öyle merak ediyorum ki…


Alevi bulduktan sonra açıklıktaki bir ateşin yanında oturmuş, yıldızlar hakkında düşünüyorum. Yavaştan bir düşünce belirdi zihnimde.

Yıldızlar alevdirler.

Sonra aklıma başka bir fikir geldi.

Yıldızlar başka avcıların gece açıkta yaktıkları ateştir. Yıldızlar kamp yerinde yaktığımız ateşten daha az ışık veriyorlar.

“Fakat,” diye soruyorlar bana.

“Gökte ateş nasıl yakılır? O ateşin çevresindeki avcılar nasıl oluyor da gökten düşmüyorlar? Oradaki garip kabileler neden gökten aşağı düşmüyorlar yanımıza, bizim ateş yaktığımız kampa?”


Bunlar esaslı sorular.

Zihnimizi kurcalayan sorular.

Bazen göğün bir büyük yumurta ya da fındık kabuğunun yarısı olduğu geliyor aklıma. O uzak kamp yerlerinde yakılan ateşin çevresinde oturanların bize baktığını düşünüyorum. Onlar da bizim neden düşmediğimizi soruyor olabilirler kendilerine.

Anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi?

Ama avcılar, “Aşağısı aşağısıdır, yukarısı da yukarısıdır,” diyor. Bu da iyi bir yanıt sayılır.


Bizlerden birinin aklına başka bir düşünce gelmiş. Onun düşüncesine göre, gece göğün üstüne örtülen kocaman, siyah bir hayvan derisidir. Deride delikler var. Biz deliklerden bakıyoruz. Ve alev görüyoruz. Ona göre ateş yalnızca yıldızları gördüğümüz birkaç yerde değil. Her yerde alev var. Ona göre alev bütün göğü kaplıyor. Ne var ki, deri alevi örtüyor. Delikli yerler dışında…

Belki de bizi koruyordur bu hayvan derisi onların ateşinden…


Bazı yıldızlar dolaşırlar. Bizim avladığımız hayvanlar gibi. Eğer dikkatle ve birkaç ay süreyle gözlerseniz, yıldızların kımıldadığını görürsünüz. Bunların sayısı yalnızca beştir. Tıpkı elimizdeki parmak sayısı kadar. Öteki yıldızların arasında ağır ağır kımıldarlar.

Eğer kamp ateşi düşüncesi doğruysa, dönüp dolaşan avcı kabilelerin kocaman ateşler taşıdıkları yıldızlar olmalı onlar.

Fakat dolaşan yıldızların derideki delikler olması fikrine aklım ermiyor. Delik açtın mı, o bir delik olarak orada kalır. Delikler dolaşmaz ki…

Hem sonra, alev dolu bir gök tarafından sarılmak istemem. Eğer deri düşerse, geceleyin gökyüzü çok parlak olur, hem de pek parlak, her yanımız alev almış gibi. Sanırım alevlerden bir gök hepimizi yer bitirirdi.


Kanımızca gökyüzünde iki tür kudretli varlık bulunuyor.

Kötüler, ki bunlar alevin bizi yiyip yok etmesini istiyorlar.

Ve iyiler.

Bunlar da alevi bizden uzak tutmak için üzerlerine giyiyorlar. İyilere teşekkür etmenin yolunu aramalıyız.


Yıldızların gökte kamp dolaylarında yakılan ateşler olup olmadığını bilemiyorum. Bazen şu şekilde düşünüyorum, bazen de bu şekilde. Bir defasında da kampta yakılmış bir ateş olmadığını ve deliğe benzer bir şey bulunmadığını düşündüm.

Bu, benim anlayamayacağım kadar zor bir şeydi.


Bir ağaç kütüğüne başınızı dayayın. Başınız arkaya doğru kayar. O zaman yalnızca göğü görürsünüz.


Ne tepeler, ne avcılar, ne ağaçlar, ne kamp ateşi…

Gökten başka bir şey yoktur görülecek. Bir ara yukarıya, göğe doğru düşebileceğim geldi aklıma.

Eğer yıldızlar kamp yerinde yakılan ateşse, bu avcıları ziyaret etmek isterdim.

Şu bizim dolaşıp duran avcıları…

Hadi düşeyim diyorum…

Ama eğer yıldızlar derideki deliklerse korkarım.

İçinde alevin beklediği delikten içeri düşmek istemem.


Bu düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu bilmeyi ne kadar çok isterdim.

Bilmemek hoşuma gitmiyor…

Hoşuma gitmiyor…

Gitmiyor…




C. SAGAN baba..

1 yorum:

LLuvia dedi ki...

Çok fazla bilmenin felsefeyi yok ettiği bu dünyada saf naif düşünebilmenin kolaylığını bir sende gördüm. Kaybolup gitmek istedim senin düşlerinde, gözlerimi kapatıp alevi bulmak istedim. Uzanıp gökyüzünü izlediğimde avcıların kamp yerine düşebileceğimi hayal etmeye çalıştım. Sonra keşke dedim keşke hiçbir şeyi öğrenmeseydim. Dünya'yı bir de kendi başıma keşfedebilseydim...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails