26 Şubat 2010 Cuma

İlahi Futbol


Lütfen kaba saba üslubumu mazur görün, ben artık gençlik yıllarını geride bırakmış bir forvetim. Ama inanın, taraftarlar kadar açık yürekliyim. Bir Ronaldo’nun, bir Şevçenko’nun veya bir Ronaldinho’nun futboluna artık aklım ermiyor. Hatta Miroslav Klose ve Yıldıray Baştürk bile bana çok uzak. Ben klasik varyasyonları öğrendim:

“rakibi çalımlayıp geçmek”,

“bir veya iki vücut çalımıyla havadan gelen topu ayağının içiyle yumuşatmak”,

“rakibe bir sağ bir sol göstermek”,

“bir ayak topun etrafında çorba kazanındaki kepçe gibi dolanırken birden diğer ayağının dışıyla topu rakibin yanından atıp geçmek”,

“topun üzerine basıp geriye çekerek rakibi çalımlamak”, “beşlik atmak”, “topu rakibin kafasının üzerinden aşırtmak” ve diğerleri…

Yaklaşık 1510 maça çıktım, yani bana acemi diyenin alnını karışlarım.

Başarılarla ve yenilgilerle dolu uzun kariyerim boyunca yalnız bir kez oyundan atıldım; o da kenar mahallerin birinde toprak sahada. Vacilek takımının oğlanlarından biri, fırtına gibi hızlıydı…

Kış aylarını kondisyon antrenmanlarına adadım. Bunun esası dayanıklılık gerektiren uzun koşulardır; işin özü, insan koşudan sonra yaşamı eskisinden daha çok sever. Yoldan geçenler sık sık bana sataşırlardı, liseli kızlar arkamdan kıkırdarlardı, bir keresinde saldırgan bir herif şu anda maratona mı koşuyorsun diye sordu, aklı kıt bir çocuk bir iki, bir iki, yüz milyon, bir milyar, hihihi diye bağırıp güldü.

İnsanların merhametsizliği umurumda bile değil. En ön sıralarda oturan ince ruhlu cici beylerin, eleştirmenlerin, şairlerin, zayıf hanımların bu oyunun anlamını kavrayamamaları da beni hiç ilgilendirmiyor.

Neden müstehcen küfürler eder, apış arasını kurcalar, neden sümkürür, tükürür ve neden ötekine bitiş düdüğünden sonra bile, kanlar reklam panolarına yapışıp kalacak kadar tekme atar ki insan?


Eğer insanlar bir deparın, bir çalımın, eli yüzü düzgün bir driplingin ardında ne cefalar, ne insanüstü çabalar yattığını bilselerdi, bir futbolcunun yaşamı hakkında kesinlikle daha farklı düşünürlerdi. Sıfıra kadar iniyorsun, mükemmel bir orta yapıyorsun, tamam, itiraf edelim ki büyük bir marifet değil bu, ama yine de o ortanın içinde ne kadar kişisel altüst oluş, ne kadar keder, ne kadar umutsuzluk yatıyor!

İnsanlar bunu bir şekilde hissetmeliler!

Daha güçlü, daha güzel, daha zengin olmak için spor yapılmaz. Bu bir yanılgı, meşrulaştırmak için yanlış bir neden, yırtıklarla dolu yan ağlar gibi bir şey.

Kazanmak için spor yapılır. Spor doğası gereği ilkeldir, bir dizi basit hareketten oluşur, çünkü insan eti de ilkeldir, sürekli beslenmesi gerekir, fakat hiçbir besine ihtiyaç duymayan ruhun etrafını kuşatır, oysa ruhu yalnızca sevmek gerekir, bir de ona sevmesi için izin vermek.


Antrenmanda kaleye şut çektiğimde onaltı yaşındaydım. Şut ahım şahım bir sertlikte değildi, üstelik top ayağımın içine güzelce oturmamıştı, buna rağmen top dağlara taşlara gittiğinde apaçık anladım ki, Tanrı’nın varlığına inanıyorum.

Eğer Tanrı olmasaydı, böyle bir gol kaçmazdı.

Çok sonraları kupa finalinde benim son dakikada frikikten attığım golle maçı kazandığımızda ve arkadaşlarım bana sarıldıklarında, Tanrı’nın olmadığı düşüncesine kapıldım.

Hayır hayır, her şeyin olabileceği bir dünyada Tanrı’ya yer yoktu.

Hatta her zaman iyi top oynayamadığım için minnettar olduğumu söyleyebilirim.

Genelde yedek kalmadığım için de minnettarım.


Bir kez ağır, bir çok kez de hafif sakatlık geçirdim, futbol yaşantım devam ediyor. Rüyamda kalenin bir tabut olduğunu gördüm, antrenörüm bir melekti, rakip takımın stoperi gündelik hayatında analitik ekolü halkın anlayacağı dilde uyarlayan bir psikiyatristti, tribünlerde sadece kötü niyetli edebiyat eleştirmenleri oturuyordu, hakem okumasını bilmiyordu ve topa aşık olduğum bir maç oynandı. Bir başka sefer toptan nefret ettim, korktum, oyun esnasında sahada yönümü şaşırdığım da oldu.

Futbol oynuyorsun ve aniden kim olduğun, nerede bulunduğun, hangi mevkide oynadığın aklından uçup gidiyor. Peki ya kaleler? İki kale, birbirine zıt iki taraf, korkunç bir duygu. Şimdi bu kaleyi savunmak mı gerekiyordu, yoksa topu içine sokmak mı?

Kim dost, kim rakip?

Bana kim ihanet edecek?


Bir keresinde maçtan sonra beni iman yoluna sokmaya çalıştılar, işte tam da o maçta sadece mümin çalımlar, dinsel deparlar attığım ve mistik kural ihlalleri yaptığıma dair nafile yeminler ettim de, kimsecikler inanmadı bana.

Bir başka kere aforoz edildim, birçok kez maç satmam için para teklif edildi.

Tüm bunları neden mi anlatıyorum?

Sezonun son maçında, rakip ceza sahasının içinde düşürüldüm. Bu düşüş öyle de böyle de değerlendirilebilecek bir pozisyondu, bu kez hakem takdirini penaltıdan yana kullandı. Penaltıyı kendim atacaktım. Topu kireçle boyalı yuvarlağa titizlikle yerleştirmiştim ki, kaleci, laf aramızda cana yakın biriydi, üzerime gelip kulağıma şunları fısıldadı:

“Sen, yaşlı forvet, beni iyi dinle,
Sakın gol atayım deme,
Senin için o kadar önemli değil,
Zaten öndesiniz, maçı zaten kazandınız,
Ama benim hayatım bu penaltıya bağlı.
Sakın gol atayım deme ulan”, dedi ve görev yerine döndü.


Şimdiye kadar hiç görmediğim bir bakışla baktı bana. Galiba gözlerindeki yaşlar bile parlıyordu.

Umarım, bu mektup, neye karar verdiğimi, sporun ve futbolun anlamı üzerine düşüncelerimi açık bir dille ortaya koyar.



Adsız bir Orta Avrupalı futbolcunun yayınevine gönderdiği mektup…

3 yorum:

nihansu dedi ki...

Çok benzemiyor, sizinki çok daha profesyonel ama ben de buna benzer bir yazı yazmıştım ve tabi izninizle;

http://nihansum.blogcu.com/hayatimizin-maci/3660088

Atilla Çelik dedi ki...

Bu yazıyı ben yazmamıştım. Bir kitabın girişinde yer alan yazıydı. O yüzden yazının sonuna "Adsız bir Orta Avrupalı futbolcunun yayınevine gönderdiği mektup…" ibaresini koymuştum. Çünkü kitapta da öyle yazıyordu.

nihansu dedi ki...

Son cümle gözümden kaçmış :))

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails