Makine…
İnsanoğlunun en büyük yardımcısı.
İnsan ‘amacı’nın yegane temellerinden.
Gök kubbeyi dört koldan saran, amaca ulaşmayı kolaylaştıran. Adem ve Havva’nın ekonomi, teknoloji, sanayi, tarım ve gıda alanında tüm amaçlarına ulaşmasında mihenk taşıdır makineler. Gerekli hammadde işbilirler tarafından toparlanır, mühendisler projesini yaratır, işçiler çalışarak projeyi madde haline getirir ve ortaya çıkar:
Makine…
Makineler tembellik göstermedikleri, aksamadıkları ve sorunsuz çalıştıkları sürece her işi yoluna koyar. İlgili makinenin sorunsuz olması için hammaddenin sağlıklı olması, mühendisin kusursuz proje yaratması, makine parçalarının aksamaksızın temizlenmesi, yağlanması ve gerekli aksamların dengeli bir şekilde çalışması gerekir. Bir makine yaratmak istersiniz. Parçalarını şekillendirir, parçaları doğru yerlere monte eder, bağlantılar, kayışlar ve çarkları kusursuzluğa ayarlarsınız.
Sadece bununla kalmazsınız. Makinenin içine biraz ruh, biraz disiplin, biraz çalışma, biraz paniksizlik, biraz güç, biraz beceri, biraz muntazamlık ve içtenlik üfürürsünüz. Ve makine çalışmaya başlar. ‘Amaç’ları gerçekleştirmek üzere…
Aslolan amaçtır. Üretmektir. Üreterek amaca ulaşmaktır. Tek gerçek budur.
Makine ilk çalışmaya başladığında ve yeterli ilk ürünlerini verdiğinde kitleler makinenin işleyişinde bir kusur bulmaya çalışır. Onlara göre makine asıl amacı gerçekleştirememiştir. İlk ürünlere bakarak bir şey söylemek erkendir. Ürün sayısı her geçen gün artmaya başlar, kalite artar. Ama makinenin yaptığı işe hala kulp takılmaya çalışılmaktadır. Makine daha zor ürünleri de verimli bir şekilde üretir, elinden geleni yapar, parçalar bozulmaya uğramaz dahi. Ama dışarıdan bakanlara göre bu makine hala asıl ürünü vermemiştir.
İnsan doğası işine gelmediği noktalarda hiçbir şeyi beğenmez. Savaşları yaratan da, insanları ölüme gönderen de, insanoğludur. Açgözlülük alamet-i farikasıdır.
Doyumsuzluk değildir bahsi geçen, çekememezliktir. İlgili makineyi… Kusursuzluğa doğru giden aksamları çekememezlik. İlgili makine onlara göre bir türlü asıl canavarla karşı karşıya gelmemiştir. Ama atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir.
Makine test edildi.
…ve onaylandı!
Bu makineyi Antep’e, Ankara’ya, İstanbul’a, İsrail’e, Estonya’ya götürmüşsünüzdür. Hepsinde amaca ulaşılmıştır. İstanbul’un göbeğinde zorlu canavarlarla da savaşmıştır makine. Hepsinden verimli ürünlerle çıkmıştır.
Atina’nın göbeğinde de…
Peki bu makineyi bir türlü beğenmeyen ve daha güç yaratıklarla savaşmadı diyen kitleler, Atina sonrası ne diyeceklerdir?
Evet, makine..
Sarı kırmızı bir makine.
Hammaddeyi yani futbolcuları sağlayan yöneticiler, bir nevi kusursuz çalışan mühendis Rijkaard ve ekibi.. Futbolcular işlenmiş ve sahaya sürülmüştür.
Amaç nedir? Futbolda amaç goldür. İngilizce’de ‘goal’ olarak bahsi geçer. Kelime anlamı ise ‘amaç’tır.
Avrupa arenasında görece zayıf ekipleri gole boğan makine beğenilmemiştir bir çok kesim tarafından. Çünkü o maçlar ölçü değildir.
Ülkenin en zor deplasmanlarından biri olan Antep’te amacı sağlayan üç vuruş da ölçü olmamıştır. Ülkenin en dişli ve zorlu savunma takımlarından olan Kayseri’ye vurulan 4 şiddetindeki darbe de. Keza o maç öncesine kadar ligin en az gol yiyen ekibin kanatlarına fazla kendini sıkmadan sıkılan üç kurşun da ölçü olmamıştır. O futbol bilirlere göre, Hanya ve Konya Atina’da görülecektir.
Sonuç?
Atina’nın göbeğinde muntazam bir şekilde çalışan sarı kırmızılı makinenin, akıllı futbol denen literatürle gereğini yerine getirmesi: 1-3..
Yine bu maç ölçü değildir, Panathinaikos iyi değildi edebiyatlarına girilecek. Çünkü bu yurdum çekemeyen futbol kitlesinin en derin korkularının yansıması ne zaman son bulacaktır ki? Daha hazırlık maçlarında ben geliyorum diyen makineyi görmezlikten gelmeleri! Kabullenememeleri! Futbol kitabını renklere göre ayrımlaştırmaları ve gerçekleri görememeleri!
Nereden beslenmeli bu cenahlar ve zevatlar?
Renklerin savaşından, kavgalardan, futbol dışı kelamlardan, ses getirecek mesnetsiz çıkışlardan, ülke dinamiğini besleyen kaoslardan, insan ruhuna işlemiş karmaşadan, bilimsel ve mantıklı süzgeç eksikliğinden ve geliyorum diyen makineyi kabullenememekten.
Hepsi bu mu?
Hayır..
Haddini bilerek oynayan, sabırla ne yaptığını bilen, paniklemeyen bir takım görüntüsünde Aslanlar. Ya karşılarına çıkan rakipler? Bilindik bir sinema filmi ile Metallica’nın en önemli eserlerinden biri olan ‘unforgiven’ terimi ile aynı kaderi paylaşıyorlar. Sarı kırmızılılar belki 90 dakika boyunca saldırı düzeninde olmuyor, belki yeri gelince top ayağında olmuyor ama rakiplerini affetmiyorlar. Kendilerine karşı yapılan hataları affetmeyen bir takım görünümünde cimbomlular. Kendileri hata yaptıkları zaman belki bunların değerlendirilemediği oluyor ama aynısını rakipleri yaptığında bu rakiplerinin sonu oluyor.
Beşiktaş maçının farklı bir versiyonu sergilendi Atina’nın dibinde. Ama Beşiktaş maçının 15-20 dakikasında olduğu gibi rakibe karşı bir şey yapamıyormuş görünümünde değildi Galatasaray. Maçın başından sonuna kadar ne yaptığını bilen, disiplinli, tam bir takım savunması yapan, pas trafiği anlamında sıkıntı yaşasa bile özünde total futbol oynayan taraftı.
Top hünerli ayaklara gelir gelmez aniden atağa kalkış ve toplu hücum. Top rakibe geçtiğinde ise deplasman stratejisini kusursuza yakın bir şekilde uygulayarak takım olarak topun arkasına geçiş. Rakip ilk yarı boyunca Galatasaray defansını hırpalamak, dövmek istedi ama bunda hiç başarılı olamadılar. Kaleyi bulan tek bir tane gollük pozisyonları yoktu bile. Halbuki Galatasaray daha ağırdan alan taraf gibi görünmesine rağmen yaptığı darbeli ve akıllı ataklarla hem ilk golü bulmuş, hem de kaleyi bulan üç-dört şutu vardı. Bunlardan ikisi ise kesin gol olabilecek pozisyonlardı.
Top Galatasaray’ın yarı sahasına çok geldiği için belki bazı gözler savunmada sıkıntımız olduğunu düşünebilirler. İdeal savunma örgüsü Gökhan Zan – Servet ikilisi olarak görünürken, bu iki isimin yerinde 36’lık delikanlı Emre Aşık ve sakatlıklardan belini doğrultamayan Emre Güngör, sakatlık tiyatrosu tarihinin tekerrüründen ibaret bir perdelik oyun sahnelenirken Güngör’ün bizi yanıltmayıp Balta’nın ilgili bölgeye sap olması ve her şeye rağmen savunma organizasyonunun hiç sırıtmaması ne ile açıklanabilir?
Söz konusu defans örgüsünde organizasyon olmasaydı ve başarısız olsalardı ilk yarı boyunca çok organize bir sistemi gerekli kılan ofsayt taktikleri nasıl işleyebilirdi? Hem de muntazam bir şekilde… Rakibin ilk yarı boyunca etkili olamamasının nedeni Galatasaray’ın takım olarak mükemmel defansı ve özgüveninde yatıyordu. Saysınlar futbol ilahları Yoncaların kaç kere taktik ofsaytına düştüklerini.
Peki Leo Franco?
Kaleciliği sorgulanan Leo Franco?
Maçı getiren ilk makine parçacıklarından biriydi. Kendisini çizgi kalecisi olarak nitelendiren entelektüel futbol yorumcularına öpücüğünü göndermiştir Franco. 25. dakikada, sahada kaleci hariç sadece 10 kişinin değil, kendisi de dahil 11 kişinin olduğunu yüzümüze çarpa çarpa göstermiştir. Total futboldur bunun adı. Kaleciler her zaman oyunun içinde olmalı ve diğer oyuncular kadar önemli bir dama taşı fonksiyonunu taşımalıdır. Eğer Leo bu fonksiyonunu maç boyu çalışır durumda kılmasaydı, rakip 25. dakika’da beraberliği yakalayabilirdi.
Sabri konusunda ise kelimeler kifayetsiz kalır bu noktadan sonra. Kusursuzluğa doğru yelken açtı bu mavi gözlü çocuk, bilinmeyen bandıralı bir vapur üzerinden. Kendisini eleştiren ve yerden yere vuran kitlelere o mavi gözleri ve garip bakışlarıyla saygıyla el sallıyor küpeşteden. Saygıyla karşılık veriyoruz kendisine kara parçasından.
Total futbol hala sonlandırılamamıştır. Daha tamamlanmamıştır. Ne Rijkaard, ne futbolcular ne de taraftarlar ‘tamam, oldu bunlar, olduk biz’ demiyorlar. Verilen pozisyonların olması o kadar ürkütücü değil. Hiç pozisyon vermemek fizik kurallarına ve insan anatomisine ters bir kere.
O sağanak yağış altında iradeli bir şekilde dimdik durabilmek, on binlerce kem bakışlı Yoncaların ağırlığı altında onları umursamadan oynayabilmek, maç boyu ne yaptığını bilebilmek, yere sağlam basabilmek ve sisteme paniksiz bir şekilde sadık kalabilmek belki tamam gibidir. Ama daha her şey tam değil. Amaçlanan şeye ise ulaşılmaktadır. Makinenin gücü bunu kaldırabilmektedir.
12 kez üretime girdi bu takım. Hiçbirinde teklemedi. Tüm partiler sonucunda 10 parti başarıyla, 2 partide yeterli bir şekilde kayıpsız atlatıldı. Makine amaca yönelik 38 ürün yarattı. Müthiş bir makine ivmesidir bu.
Nerededir ölçü artık?
Yatağımızın tozlarla kaplı altına mı süpürdük? Marangoz Cevdet Efendi’nin alet rafında mı kaldı? Oturduğu yerde masa başı haber sallayıp, ona buna laf yetiştirerek futbolu anlattığını sanan zevatların lüks ceket ceplerinde mi gizlenmiştir ölçü?
Nerede bu ölçü?
Ölçü olamamazlık…
Ölçü olmak yada olmamak!
Ardasız olmaz denilen sarı kırmızılılar, şu ana kadar oynadığı en zor iki maçı Arda faktörü olmadan cebine koymuş ve paketleyerek götürmüştür futbol hanesine. İki galibiyeti yazarak. Toplamda 6 gol atarak. Sadece 1 gol yiyerek… Deplasman maçları olan Tobol ve Ankara maçları hariç üç golden aşağı düşmedi bu takım. İlk maçın çocuklarla oynandığını unutmamacasına.
Rijkaard belki de bilge bir dede tadında. Ya da bizi esrarlı ve gizemli hayal gücü masallarına götüren bir Storyteller. Tüm çocuklarını Noel Baba misali kucağına oturtarak hem neler istediğini hem de çocuklarının isteklerini konuşup duruyordur. Başlarını okşayarak onları mutlu kılacak hikayeler anlatıyordur.
Söz dinleyen çocuklar bunlar. Sarı kırmızı aura ile alevlenmiş ve yeşil çimler üzerinde sönmek bilmeyen bir ateş belki de. Alev ve ateş.. İkisi bir arada; üfürüyor kıvırcık saçlı adam afacan ama söz dinleyen çocuklarının gözlerinden içeri. Yanmıyor ama bu gözler. Alevleniyor. Yutuluyor alevler; futbola doyamayan aç çocuklar tarafından.
Belki de bu ihtirastır içeride ve dışarıda rakip ayırt etmeyen. En ufağından en büyüğüne ciddiyetle bakan. Takım olarak hücum eden ve savunan. Futbol sahasında tahterevalli oynayan aç çocuklar. Biri bir mevkiden uzaklaştığında diğerinin yerini doldurduğu. Sürekli saha içinde iletişim içinde kaldığı ve birbirini uyardığı. Yıldız ya da savaşçı futbolcu ayrımının olmadığı. Hepsinin takımın bir parçası ve neferi olduğu.
Sistemmiş, 4-3-3’müş, Kewell’mış, Baros’muş, Elano’ymuş, tek tek anlatmaya gerek var mı?
Her şey makine olma isteklerinden.
Gözlerinden içeri üfürülen alev ve ateşten..
Hataları affedememe duygularından..
Oyun süresi boyunca küsmemeleri ve paniklememelerinden..
Birbirlerinin açıklarını tahterevalli ve akerdiyon gibi esnekleştirmelerinden…
Kıvırcık bilgelerini dinlemelerinden..
Cehalet korkudan gelir buyurulmuş. Bilgelik de cesaretten.. Belki de 12 partilik süreci anlatan sadece bu…
Bize daha hangi masalları anlatacaksın bilge adam? Anlatacağın daha çok masal var değil mi? Söz veriyorum, yaramazlık yapmayacağım ve can kulağıyla dinleyeceğim. Ama bana sakın kızma. Asla kızma. Çünkü uyumayacağım. Bir masalın ardından başka bir masalın başlamasını isteyeceğim.
Ne sen yorul!
Ne de ben uyuyayım..
Gözlerimdeki alev asla sönmesin.. Sizlerin de ..
İnsanoğlunun en büyük yardımcısı.
İnsan ‘amacı’nın yegane temellerinden.
Gök kubbeyi dört koldan saran, amaca ulaşmayı kolaylaştıran. Adem ve Havva’nın ekonomi, teknoloji, sanayi, tarım ve gıda alanında tüm amaçlarına ulaşmasında mihenk taşıdır makineler. Gerekli hammadde işbilirler tarafından toparlanır, mühendisler projesini yaratır, işçiler çalışarak projeyi madde haline getirir ve ortaya çıkar:
Makine…
Makineler tembellik göstermedikleri, aksamadıkları ve sorunsuz çalıştıkları sürece her işi yoluna koyar. İlgili makinenin sorunsuz olması için hammaddenin sağlıklı olması, mühendisin kusursuz proje yaratması, makine parçalarının aksamaksızın temizlenmesi, yağlanması ve gerekli aksamların dengeli bir şekilde çalışması gerekir. Bir makine yaratmak istersiniz. Parçalarını şekillendirir, parçaları doğru yerlere monte eder, bağlantılar, kayışlar ve çarkları kusursuzluğa ayarlarsınız.
Sadece bununla kalmazsınız. Makinenin içine biraz ruh, biraz disiplin, biraz çalışma, biraz paniksizlik, biraz güç, biraz beceri, biraz muntazamlık ve içtenlik üfürürsünüz. Ve makine çalışmaya başlar. ‘Amaç’ları gerçekleştirmek üzere…
Aslolan amaçtır. Üretmektir. Üreterek amaca ulaşmaktır. Tek gerçek budur.
Makine ilk çalışmaya başladığında ve yeterli ilk ürünlerini verdiğinde kitleler makinenin işleyişinde bir kusur bulmaya çalışır. Onlara göre makine asıl amacı gerçekleştirememiştir. İlk ürünlere bakarak bir şey söylemek erkendir. Ürün sayısı her geçen gün artmaya başlar, kalite artar. Ama makinenin yaptığı işe hala kulp takılmaya çalışılmaktadır. Makine daha zor ürünleri de verimli bir şekilde üretir, elinden geleni yapar, parçalar bozulmaya uğramaz dahi. Ama dışarıdan bakanlara göre bu makine hala asıl ürünü vermemiştir.
İnsan doğası işine gelmediği noktalarda hiçbir şeyi beğenmez. Savaşları yaratan da, insanları ölüme gönderen de, insanoğludur. Açgözlülük alamet-i farikasıdır.
Doyumsuzluk değildir bahsi geçen, çekememezliktir. İlgili makineyi… Kusursuzluğa doğru giden aksamları çekememezlik. İlgili makine onlara göre bir türlü asıl canavarla karşı karşıya gelmemiştir. Ama atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir.
Makine test edildi.
…ve onaylandı!
Bu makineyi Antep’e, Ankara’ya, İstanbul’a, İsrail’e, Estonya’ya götürmüşsünüzdür. Hepsinde amaca ulaşılmıştır. İstanbul’un göbeğinde zorlu canavarlarla da savaşmıştır makine. Hepsinden verimli ürünlerle çıkmıştır.
Atina’nın göbeğinde de…
Peki bu makineyi bir türlü beğenmeyen ve daha güç yaratıklarla savaşmadı diyen kitleler, Atina sonrası ne diyeceklerdir?
Evet, makine..
Sarı kırmızı bir makine.
Hammaddeyi yani futbolcuları sağlayan yöneticiler, bir nevi kusursuz çalışan mühendis Rijkaard ve ekibi.. Futbolcular işlenmiş ve sahaya sürülmüştür.
Amaç nedir? Futbolda amaç goldür. İngilizce’de ‘goal’ olarak bahsi geçer. Kelime anlamı ise ‘amaç’tır.
Avrupa arenasında görece zayıf ekipleri gole boğan makine beğenilmemiştir bir çok kesim tarafından. Çünkü o maçlar ölçü değildir.
Ülkenin en zor deplasmanlarından biri olan Antep’te amacı sağlayan üç vuruş da ölçü olmamıştır. Ülkenin en dişli ve zorlu savunma takımlarından olan Kayseri’ye vurulan 4 şiddetindeki darbe de. Keza o maç öncesine kadar ligin en az gol yiyen ekibin kanatlarına fazla kendini sıkmadan sıkılan üç kurşun da ölçü olmamıştır. O futbol bilirlere göre, Hanya ve Konya Atina’da görülecektir.
Sonuç?
Atina’nın göbeğinde muntazam bir şekilde çalışan sarı kırmızılı makinenin, akıllı futbol denen literatürle gereğini yerine getirmesi: 1-3..
Yine bu maç ölçü değildir, Panathinaikos iyi değildi edebiyatlarına girilecek. Çünkü bu yurdum çekemeyen futbol kitlesinin en derin korkularının yansıması ne zaman son bulacaktır ki? Daha hazırlık maçlarında ben geliyorum diyen makineyi görmezlikten gelmeleri! Kabullenememeleri! Futbol kitabını renklere göre ayrımlaştırmaları ve gerçekleri görememeleri!
Nereden beslenmeli bu cenahlar ve zevatlar?
Renklerin savaşından, kavgalardan, futbol dışı kelamlardan, ses getirecek mesnetsiz çıkışlardan, ülke dinamiğini besleyen kaoslardan, insan ruhuna işlemiş karmaşadan, bilimsel ve mantıklı süzgeç eksikliğinden ve geliyorum diyen makineyi kabullenememekten.
Hepsi bu mu?
Hayır..
Haddini bilerek oynayan, sabırla ne yaptığını bilen, paniklemeyen bir takım görüntüsünde Aslanlar. Ya karşılarına çıkan rakipler? Bilindik bir sinema filmi ile Metallica’nın en önemli eserlerinden biri olan ‘unforgiven’ terimi ile aynı kaderi paylaşıyorlar. Sarı kırmızılılar belki 90 dakika boyunca saldırı düzeninde olmuyor, belki yeri gelince top ayağında olmuyor ama rakiplerini affetmiyorlar. Kendilerine karşı yapılan hataları affetmeyen bir takım görünümünde cimbomlular. Kendileri hata yaptıkları zaman belki bunların değerlendirilemediği oluyor ama aynısını rakipleri yaptığında bu rakiplerinin sonu oluyor.
Beşiktaş maçının farklı bir versiyonu sergilendi Atina’nın dibinde. Ama Beşiktaş maçının 15-20 dakikasında olduğu gibi rakibe karşı bir şey yapamıyormuş görünümünde değildi Galatasaray. Maçın başından sonuna kadar ne yaptığını bilen, disiplinli, tam bir takım savunması yapan, pas trafiği anlamında sıkıntı yaşasa bile özünde total futbol oynayan taraftı.
Top hünerli ayaklara gelir gelmez aniden atağa kalkış ve toplu hücum. Top rakibe geçtiğinde ise deplasman stratejisini kusursuza yakın bir şekilde uygulayarak takım olarak topun arkasına geçiş. Rakip ilk yarı boyunca Galatasaray defansını hırpalamak, dövmek istedi ama bunda hiç başarılı olamadılar. Kaleyi bulan tek bir tane gollük pozisyonları yoktu bile. Halbuki Galatasaray daha ağırdan alan taraf gibi görünmesine rağmen yaptığı darbeli ve akıllı ataklarla hem ilk golü bulmuş, hem de kaleyi bulan üç-dört şutu vardı. Bunlardan ikisi ise kesin gol olabilecek pozisyonlardı.
Top Galatasaray’ın yarı sahasına çok geldiği için belki bazı gözler savunmada sıkıntımız olduğunu düşünebilirler. İdeal savunma örgüsü Gökhan Zan – Servet ikilisi olarak görünürken, bu iki isimin yerinde 36’lık delikanlı Emre Aşık ve sakatlıklardan belini doğrultamayan Emre Güngör, sakatlık tiyatrosu tarihinin tekerrüründen ibaret bir perdelik oyun sahnelenirken Güngör’ün bizi yanıltmayıp Balta’nın ilgili bölgeye sap olması ve her şeye rağmen savunma organizasyonunun hiç sırıtmaması ne ile açıklanabilir?
Söz konusu defans örgüsünde organizasyon olmasaydı ve başarısız olsalardı ilk yarı boyunca çok organize bir sistemi gerekli kılan ofsayt taktikleri nasıl işleyebilirdi? Hem de muntazam bir şekilde… Rakibin ilk yarı boyunca etkili olamamasının nedeni Galatasaray’ın takım olarak mükemmel defansı ve özgüveninde yatıyordu. Saysınlar futbol ilahları Yoncaların kaç kere taktik ofsaytına düştüklerini.
Peki Leo Franco?
Kaleciliği sorgulanan Leo Franco?
Maçı getiren ilk makine parçacıklarından biriydi. Kendisini çizgi kalecisi olarak nitelendiren entelektüel futbol yorumcularına öpücüğünü göndermiştir Franco. 25. dakikada, sahada kaleci hariç sadece 10 kişinin değil, kendisi de dahil 11 kişinin olduğunu yüzümüze çarpa çarpa göstermiştir. Total futboldur bunun adı. Kaleciler her zaman oyunun içinde olmalı ve diğer oyuncular kadar önemli bir dama taşı fonksiyonunu taşımalıdır. Eğer Leo bu fonksiyonunu maç boyu çalışır durumda kılmasaydı, rakip 25. dakika’da beraberliği yakalayabilirdi.
Sabri konusunda ise kelimeler kifayetsiz kalır bu noktadan sonra. Kusursuzluğa doğru yelken açtı bu mavi gözlü çocuk, bilinmeyen bandıralı bir vapur üzerinden. Kendisini eleştiren ve yerden yere vuran kitlelere o mavi gözleri ve garip bakışlarıyla saygıyla el sallıyor küpeşteden. Saygıyla karşılık veriyoruz kendisine kara parçasından.
Total futbol hala sonlandırılamamıştır. Daha tamamlanmamıştır. Ne Rijkaard, ne futbolcular ne de taraftarlar ‘tamam, oldu bunlar, olduk biz’ demiyorlar. Verilen pozisyonların olması o kadar ürkütücü değil. Hiç pozisyon vermemek fizik kurallarına ve insan anatomisine ters bir kere.
O sağanak yağış altında iradeli bir şekilde dimdik durabilmek, on binlerce kem bakışlı Yoncaların ağırlığı altında onları umursamadan oynayabilmek, maç boyu ne yaptığını bilebilmek, yere sağlam basabilmek ve sisteme paniksiz bir şekilde sadık kalabilmek belki tamam gibidir. Ama daha her şey tam değil. Amaçlanan şeye ise ulaşılmaktadır. Makinenin gücü bunu kaldırabilmektedir.
12 kez üretime girdi bu takım. Hiçbirinde teklemedi. Tüm partiler sonucunda 10 parti başarıyla, 2 partide yeterli bir şekilde kayıpsız atlatıldı. Makine amaca yönelik 38 ürün yarattı. Müthiş bir makine ivmesidir bu.
Nerededir ölçü artık?
Yatağımızın tozlarla kaplı altına mı süpürdük? Marangoz Cevdet Efendi’nin alet rafında mı kaldı? Oturduğu yerde masa başı haber sallayıp, ona buna laf yetiştirerek futbolu anlattığını sanan zevatların lüks ceket ceplerinde mi gizlenmiştir ölçü?
Nerede bu ölçü?
Ölçü olamamazlık…
Ölçü olmak yada olmamak!
Ardasız olmaz denilen sarı kırmızılılar, şu ana kadar oynadığı en zor iki maçı Arda faktörü olmadan cebine koymuş ve paketleyerek götürmüştür futbol hanesine. İki galibiyeti yazarak. Toplamda 6 gol atarak. Sadece 1 gol yiyerek… Deplasman maçları olan Tobol ve Ankara maçları hariç üç golden aşağı düşmedi bu takım. İlk maçın çocuklarla oynandığını unutmamacasına.
Rijkaard belki de bilge bir dede tadında. Ya da bizi esrarlı ve gizemli hayal gücü masallarına götüren bir Storyteller. Tüm çocuklarını Noel Baba misali kucağına oturtarak hem neler istediğini hem de çocuklarının isteklerini konuşup duruyordur. Başlarını okşayarak onları mutlu kılacak hikayeler anlatıyordur.
Söz dinleyen çocuklar bunlar. Sarı kırmızı aura ile alevlenmiş ve yeşil çimler üzerinde sönmek bilmeyen bir ateş belki de. Alev ve ateş.. İkisi bir arada; üfürüyor kıvırcık saçlı adam afacan ama söz dinleyen çocuklarının gözlerinden içeri. Yanmıyor ama bu gözler. Alevleniyor. Yutuluyor alevler; futbola doyamayan aç çocuklar tarafından.
Belki de bu ihtirastır içeride ve dışarıda rakip ayırt etmeyen. En ufağından en büyüğüne ciddiyetle bakan. Takım olarak hücum eden ve savunan. Futbol sahasında tahterevalli oynayan aç çocuklar. Biri bir mevkiden uzaklaştığında diğerinin yerini doldurduğu. Sürekli saha içinde iletişim içinde kaldığı ve birbirini uyardığı. Yıldız ya da savaşçı futbolcu ayrımının olmadığı. Hepsinin takımın bir parçası ve neferi olduğu.
Sistemmiş, 4-3-3’müş, Kewell’mış, Baros’muş, Elano’ymuş, tek tek anlatmaya gerek var mı?
Her şey makine olma isteklerinden.
Gözlerinden içeri üfürülen alev ve ateşten..
Hataları affedememe duygularından..
Oyun süresi boyunca küsmemeleri ve paniklememelerinden..
Birbirlerinin açıklarını tahterevalli ve akerdiyon gibi esnekleştirmelerinden…
Kıvırcık bilgelerini dinlemelerinden..
Cehalet korkudan gelir buyurulmuş. Bilgelik de cesaretten.. Belki de 12 partilik süreci anlatan sadece bu…
Bize daha hangi masalları anlatacaksın bilge adam? Anlatacağın daha çok masal var değil mi? Söz veriyorum, yaramazlık yapmayacağım ve can kulağıyla dinleyeceğim. Ama bana sakın kızma. Asla kızma. Çünkü uyumayacağım. Bir masalın ardından başka bir masalın başlamasını isteyeceğim.
Ne sen yorul!
Ne de ben uyuyayım..
Gözlerimdeki alev asla sönmesin.. Sizlerin de ..
9 yorum:
usta nolur saygısızlık olarak algılama bu sözü sen nasıl bi adamsın bu nasıl bir maç yazısı şiir gibi akıcı,betimlemeli belliki zeki eğitimli bi adamın kaleminden çıkma.vallaha yazının bitmemesi için korkudan sayfayı alta getiremiyordum normal olarak uzun bir yazı ama bitmesini istemedim artık sürekli takip edeceğim seni gala coşturdu sen üstüne ekledin ve bu gece çok güzel oldu.
Merhaba Sevgili Anıl,
Ben bir şey yapmadım. Hepsinin sebebi bu takım, bu oyuncular, bu eğiticiler... Bizi bu hale onlar getirdiler.
Görüşmek üzere..
Abi eyvallah 2 senedir GSCimbom'dan bu yana keyifle okuyorum yazılarını. Belki de bu takımı CL'ye layık gördüklerinden hala bu takımın ne kadar güçlü olduğuna dari fikir edinemiyordur gereksiz medya çevreleri. Bilmem bu da bi bakış açısı tabi :)
Bu arada sen şarkını dinledin mi Atilla Abi.
Şimdi gördüm o klibi blogunda. Bayılıyorum o parçaya, çok teşekkür ederim. :)
Rica ederim abi
Ilgiyle takip ediyorum blogunu abi.. eline koluna saglik.
Çok teşekkür ederim ilgin ve yorumun için sevgili İlyas...
Kükreye kükreye gidiyoruz maşallah!!!!
Mükemmel bir yazı, yenilerini yazmak için heves vermesi açısından takip ettiğimizi belirtelim. Bu da bloga ilk yorumum olsun.
Yorum Gönder