5 Haziran 2010 Cumartesi

Delicatessen – Varolmayan Yerin Görsel, Ritmik, Trajikomik Senfonisi


Belirsiz bir gelecekte, varolmayan bir yer. Bilinmeyen bir zamanın tam içerisinde, savaşın ortasında kalınmıştır. Paralel bir evrendir burası. Lidyalılar'ın bu evrende yaşamış olduğu söylenemez. Para denen bir şeyden söz edilemez. Delicatessen adı verilen bir kasap dükkanında başlar bu trajikomik, kara mizah silsilesi. İnsanlar yokluk içindedir. İhtiyaçlarını karşılamaları için satın aldıkları şeyleri yiyecek, giyecek ya da eşya ile takas etmeleri gerekmektedir. Sanki tarih öncesinin fi yıllarında yaşıyormuş gibi.

Delicatessen Almanca delikat (güzel, hoş) ve essen (yemek) kelimelerinden oluşmuş bir cümledir. Akabinde Fransızca’ya, oradan İngilizceye geçmiştir ve şarküteri anlamına gelir.

Jean-Pierre Jeunet ve Michael Caro imzalı 1991 yılı yapımı Fransız filmi, daha başlar başlamaz bıçak, metal malzemeler, kağıt gibi maddelerden yayılan ritmik seslerle kuşatıyor bizleri. Nevrotik, takıntılı ruh haliyle fırına verilip kirli sarı, koyu kahverengi, koyu altın rengi yoğunluklu görüntü kurgusuyla kıyametimsi bir dünyanın içine girdiğinizi hissediyorsunuz.

Fransız filmlerinin genel bir yönü vardır. Doğal kalıplar tercih edilmez ve normların dışına çıkılır. Klişe kavramlar kapı dışarı edilip insan ruhunun en derinliklerine ve en rahatsız bölgelerine sıradan bir şeymiş gibi yaklaşılır. Bu yönüyle göz attığınız her sahnede bir mesaj olduğunu anlamak zorunda kalırsınız. Bu derinliği ve mesajları yakalayamadığınız an izlediğiniz karanlık dünyadan bir anlam çıkartamazsınız. Tıpkı Delicatessen’de çıkartamayacağınız gibi.

Savaş ortamında ya da hayatın zorlaştığı anlarda ilgili mekanda her daim bir egemen olacaktır. Söz konusu egemen şahsiyet olayları kendi kurgusuna göre düzenleyecektir. Kendisi istediği şeyi yapmakta özgürdür ve diğerlerinin bir çöp kadar değeri bile yoktur. Aslında her şeyin merkezi insandır. İnsanın kendisi.. Benliği, ruhu ve özü.. Hayatı güzelleştiren, yücelten, çekilmez kılan da insandır. Bu çekilmez sistemleri hayatımızın içine sokan ve buna bir köpek gibi uymayı emreden yine insandır. Bunlar sistemin köpekleri diyen de insandır.

Bu filmi izlerken hiçbir şeye emin olamazsınız. Ne yanlış, ne doğru uzun süre sorgulayamazsınız. Film boyunca mesajlar, simgeler ve ritmik sesler esir alır sizi. Gözünüze ısrarla sokulan simgeler, an gelir antitezleri sunularak gözünüzden geri çıkarılır. Film boyunca normalliğin ne olduğunu unutur, anti vejetaryen dünyanın karanlık dehlizlerinde garip insan tavırları, yöntemleri, testere ve yatak yayından yayılan harmoniden yaratılan karanlık senfonileri dinlerken bulursunuz kendinizi. İnsan korkulacak bir varlıktır gerçekten. Bu yönüyle iç karartır, her ne kadar kara komedi yoğunluklu derin darbelere sahip bir sanat eseri olsa da.

Bir kasabın vahşeti ve açlığın getirdiği mecburiyet, hayatta kalma ülküsünün öncelikli insan ihtiyacı olduğunu ve söz konusu ortam içinde bunu ne kadar imkansız kılan şartlar var olsa bile o anda yapılanların doğal sayılması gerektiği üzerine sıkı vurguyla karşılaşırsınız. Söz konusu insan doğrayıcı kasabın yerine günümüz dünyasında koyabileceğimiz öyle rol modelleri vardır ki, hatta, şu an, hemen yanı başınızda bile görebilirsiniz. Belki de hiç fark etmemişsinizdir o saklanmış sinsileri ve kaypakları.

Jean-Pierre Jeunet’in ne kadar takıntılı, ayrıntılara düşkün olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Bu film ile birlikte sinema dünyasında açtığı çığır ve yeni bakış açısı ile Hollywood’a bile kapağı atmış, Alien serilerinin en sonuncusuna sarsılmaz bir damga vurmuştu. Alien’ın son serisindeki rahatsız insanların iç yüzünü, muazzam ayrıntıları, çarpıcı, akılda kalıcı sahneleri bu yönetmende aramak gerekiyor.

Hani olur ya, bir sanat eseri konu olarak belki size hiçbir şey sunmaz. Bunu varsayım olarak söylüyorum. Filmde konuya kayıtsız kalmak zaten mümkün değil. Ama salt konuyu bir kenara bıraksanız bile, film sahip olduğu muazzam görsel efekt, ışık oyunları ve kullanılan özel filtre yöntemiyle alternatif bir evrenin rahatsız edici ve boğucu tozlarını genizinize tıkıyor. Yavaş yavaş öyle bir orgazma ulaşmaya başlıyorsunuz ki, bu görsellik karşısında mükemmelliğe adım adım yaklaşan bu ivme sizi rahatsız bir kuyuya bırakıyor. Tam bir sanat eseri izlediğinizi iliklerinizde, en ufak hücrelerinizde bile hissediyorsunuz.

Doğada bin bir türlü ses var. Kimisi anlamlı, kimisi anlamsız gelir bizlere; dikkat kesilmediğimiz sürece. Kendinizi verdiğinizde aslında doğanın, çevrenin, içinde bulunduğumuz mekanın kendine has ritmik bir müziğe sahip olduğuna şahitlik edebilirsiniz. Her bir elementin birbiriyle dansı, birbirine sürtünmesi, yatak yayları, dikiş makinesi, akan su.. Anlamsızdır belki tek başlarına. Ama hepsi bir araya gelip bir armoniye sebebiyet verip bir ritim tutturduğunda duyumsarsınız. Ortada enfes bir senfoni orkestrası vardır. Kendiliğinden var olan.. İcracılara ve bir şefe ihtiyaç duymayan. Kulaklarınızı ilgili ritmi almaya zorlayan. Çellonun gizemli dokunuşunu kulak zarlarınıza akıtan.. Hayatın bilinmeyen gizemleri, sesleri ve ritimlerini sizlere armağan eden.

Hayatın tüm olumsuz, çözücü etkilerine karşı intihar etmek isteyip bir türlü edememek de vardır. Defalarca denenir. Ölüme gitmek istenir. Ölüm bile kabul etmez sizi. Kendisini rahat bırakmanızı ister. Hayatın kucağına atar ilgili nevrotik ruhu. Siz bu trajikomik durum karşısında üzüleceğinize, kahkahalarla gülerken bulursunuz kendinizi.

Bazı filmler için hikayeye bile ihtiyaç duymazsınız. Gerek bile yoktur. Olsa da olur, olmasa da olur. Eğer bu 100 dakikalık filmi 5 parçaya da 50 parçaya da ayırsanız her birinden ayrı bir zevk alacaksınızdır. Ama bu parçaları birleştirip, bütünleştirilmiş bir yapıya getirdiğinizde sevme katsayınız tavan yapıyor. Ne gariptir ki normal hayatta görsek uzaklaşacağımız, tiksineceğimiz, inanılmaz rahatsızlık duyacağımız yaşanmış anlar sahnelerine, burada şahit olduğumuzda tiksinemiyoruz. Vahşet sahnelerinde bile eğlendiğinizi hissediyorsunuz. Ne de olsa sinema tarihinin en kült, benzersiz ve kalıplaşmış göstergeleri delik deşik eden filmlerinden biri olan Delicatessen’den bahsediyoruz.

Filmin konusunu, her ayrıntısını, yaşananları anlatma gereği duymuyorum bile. Çünkü hiçbir sahnesini atlamak isteyebileceğimi sanmıyorum. Hepsini anlatmak isterim. Her sahnesinde bir mesaj taşıyan, absürd bir ruhla çevrilen, beklenmedik anormallikleri zihnimize sokan ve sayısız delice ayrıntıyı yakalayabileceğiniz bir sanat eserinden söz ediyoruz.

Kasap diyoruz. İnsan eti diyoruz. Çaresizlik diyoruz. Ritim diyoruz. İki çocuğun manyaklığı diyoruz. İnsanlığın karanlık ruhu ve trajedyası diyoruz. Kurbağa diyoruz. İntihar diyoruz. Ve susuyoruz..

Normal şartlar altında Fransız filmlerinden pek haz etmem. Rahatsız eder bazı yönleriyle. Ağırdır. Bazı filmlerini izlerken balyoz tadını alırsınız, başınızdan ağzınıza akan kanda. Kendimi Fransız filmlerini izlemeye zorlasam bile rahatsızlık dürtüm bırakmaz beni. Delicatessen rahatsız edici bir çok sahneye ve ruh haline sahip olsa bile benden mükemmel bir not aldı. Ama en kral Fransız filmi deyince “La science des rêves” der, orada dururum. “The Science of Sleep” İngilizce adıyla yayımlanmış olan bu film en tepeye koyduğum Fransız filmidir ve beni çok etkilemiş Delicatessen’den daha vurucu bir ruha sahiptir. Fransızların ruhunda, spermlerinde bir rahatsızlık var ama nedir çözemedim. Belki de kibirleri onların şeytani ve rahatsız edici yüzüdür.

2 yorum:

LLuvia dedi ki...

Bu benim en sevdiğim filmlerden. Absürdlüğüne bayıldığımı söylemeliyim. Güzel bir yazı olmuş ama bu fimi sanırım anlatmaya hiçbir yazı yetmez :) En güzeli izlemek.

Filmin her saniyesinde başka bir olay olması filmi acaip sürekleyici ve zevkli hale getiriyor. Umarım sen de aynı zevkle izlemişsindir. Beğenmene sevindim. Tavsiye ederken anlamsız bulabileceğini düşünmüştüm açıkcası ama görüyorum ki anlamlardan anlam yüklemişsin :)

Atilla Çelik dedi ki...

Teşekkür ederim görüşlerin için. Böyle anormal filmleri her daim sevmişimdir. Görsellik, konuların sürekli değişmesi, o ritim duygusu derken anlamsız bulmak imkansız. Film sürekli değişip durduğu ve inanılmaz değişimlere gittiği, her sahnesinde özel bir şeyler olduğu için zaten ne yazarsak yazalım bir şeyler eksik kalacaktır. Daha ötesini yazmak da gözleri yoracaktır ve benim de o kadar zamanım yok :p Hemencecik, bir çırpıda yazılan yazı anca bu kadar oluyor. :)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails