26 Mayıs 2010 Çarşamba

True Blood: Gizli Six Feet Under Darbecikleri?


Yıllardır sinema ve dizileri yakından takip ederim. Onları izlerken bazen Nirvana’ya ulaştığımı hissederim. Özellikle ruhuma işleyen ve beni çok etkileyen dizileri izlerken hissettiğim ve aklıma gelen şeyleri düşündüğümde kalbim duracak gibi olur. Çünkü aklıma öyle şeyler gelir ki, hayata defalarca geldiğimi, defalarca öldüğümü, her seferinde dirildiğimi, kalbimin sıkıştığını, yüreğimden pençelendiğimi ve en sonunda beynimin en ufak loblarına kadar darbeler yediğimi hissederim. Ama bu karanlık bir darbe değildir. Yaşadığımı hissettirir bana. Çok büyüdüğümü, muazzam bir düşünen organizma olduğumu ve aklıma getirdikleriyle beni her geçen zaman şekillendirdiğini, ruhuma rehberlik ettiğini.

Burada şu ana kadar izlediğim tüm dizilerin çetelesini tutacak değilim. Kimisini eğlenerek izlemişimdir beni çok etkilemeksizin. Ama kimileri vardır ki beni kuyuların en derin dibine atmış ve her seferinde de çıkarmıştır. Ruhuma en sert darbelerden birini, belki de en sertini aldığım tartışmasız bir dizi vardır. O da Six Feet Under’dan başkası değildir.


Peki Six Feet Under’ı bu kadar özel yapan neydi? İzlerken her saniyesinde kendimi neden çok farklı bir dünyada hissederdim? Sanki ben de o dizinin içindeymiş ve hayatta daha önce hiç rastlamadığım şeylere rastlayıp garip bir rahatsızlık içinde yüzüyormuşum gibi. Six Feet Under’ı diğer dizilerden ayıran en önemli özellik insanoğlunun trajedisi, kırgınlığı, öfkesi, mutluluğu, hayata bakış açısı, karakterlerinin çok derin bir şekilde betimlenmesiydi. Gerçek bir aile vardı orada. Gerçek karakterler ve gerçek hayat öyküleri. Her ne kadar kırgın, sıradışı, arıza ve hazin olsalar da..

Bazı dizilerde karakterler pek dikkat çekmez. Keskin çizgilerle beğenimize sunulmazlar. Herkesin görebileceği sıradan ve klişe karakterlerden ibarettirler. Ama Six Feet Under karakterleri öyle değildi. Her birey kendi içinde inanılmaz absürdlükler ve anormallikler taşır, başlarına gelen olaylara çok farklı tepkiler verirdi. İnsan ilişkileri trajik, karanlık, derin ve oldukça sert, keskin virajlar içerirdi. Tek bir normal karakter bulamazdınız. Sevinçleri normal insanlar gibi değildir. Üzüntüleri de.. Dizi boyunca sizi esir alan şey boğazınızı mengeneye almış eller, garip bir karanlık ve suratınıza balyoz gibi inen yumruklardır. Herhalde en keskin tanımlama sizi çok sert bir darbenin beklediği olacaktır.

Başka nelerdir bu dizide bizi garabete sürüklemiş olan şeyler? Serttir. Evet, gerçekten çok sert ve ağır bir dizidir. Her anlamda. Karakterlerden cesurca sahnelere kadar. Bu diziyi yapanlar anlatmak istediklerini anlatabilmek için halka açık bir TV kanalında asla yayınlanamayacak görüntülerden demetler sunarlar. Her bir karakterin kendi içinde diğerlerinden ayrıldığı, ortaklıkların bulunmadığı, ikili diyalog ve hayata dair düşüncelerin şiirselliği ve ağırlığı, insanoğlunu insan yapan özelliklerin dışavurumu derken aslında insana dair ne kadar özellik varsa öğretici edasında olmadan yelpazeyle yüzümüze estiriliyordu ilgili sahneler.


Yanılmıyorsam yaklaşık 3-4 haftadır sinema izlemiyorum. Elimde çok fazla dizi arşivi vardı izlemediğim veyahut ilk bölüm ya da sezonlarını izleyip devamı için beklediklerim; Spartacus’ten The Vampire Diaries’e, Fringe’den Flashforward’a, Supernatural’den True Blood’a kadar.. The Vampire Diaries sonrası True Blood’dan o kadar emin değildim. The Vampire Diaries gibi öylesine bir vampir filmi bekliyordum. Gençlik dizisi havasında olan, insanları pek rahatsız etmeyen, karakterlerin o kadar öne çıkmadığı, öylesine eğlencelik bir dizi bekliyordum. Ama True Blood direkt HBO damgasıyla başlayınca orada bir beklemem gerektiğini düşündüm. Çünkü HBO’nun dizileri normal değildi. Çok iyi işlere imza atıyorlardı.

True Blood kurgusundan senaryosuna, sahnelerinden ışıklandırmasına, yaratılan ev modellerinden insan ilişkilerine, karakterlerin yapısından tavırlarına kadar her defasında bir diziyi aklıma getirdi: Six Feet Under.. Rahatsız edici, yumruk gibi darbeler indiren, karanlık, çılgın, absürd ve cesur! Hatta öyle ki her iki dizideki bazı karakterlerin sevinçleri ve hüzünleri aynıydı neredeyse. Six Feet Under’ı izlerken Nate’i ağlarken görürdünüz. Ve neden ağladığını sorduğunuzda size gözyaşları içinde “Kurt Cobain ölmüş” gibi ebleh cevabını verirdi. Ya da karakterler deli gibi ağlarken veyahut adeta ölmeleri gerekirken birden çılgınlar gibi sevişirken buluyordunuz kendilerini. Dengesiz, şaşırtıcı ve rahatsız edici. True Blood’da olduğu gibi.


Çok ortaklıklar var. Six Feet Under’da en ilgi çekici sahneler Fisher ailesinin mutfağında geçerdi. True Blood’daki Stackhouse ailesinin mutfağının görüntüsü ve oradaki muhabbetlerin yarattığı hissin Fisher ailesi mutfağından bir farkı yoktur. Sookie Stackhouse babaannesini kaybeder. Babaannesinin ölümü sonrası evde toplanan ahaliye babaannesinin ölmeden önce yaptığı turtaya dokundurtmaz bile. Herkesi kovdurur. Alır turtayı, mutfak masasına koyar. Geçer başına. Elinde çatal. Gözyaşı döke döke, tane tane, usulca, minik hamlelerle turtanın tadına bakar. Her tadımda gözyaşları büyür. Siz de büyürsünüz. Gözyaşlarıyla.. Ne kadar da paralel! Aynı keskin ruh hali. En arızasından..

Ve en sonunda şunu sordum kendime. True Blood ile Six Feet Under neden bu kadar ortak? Neden hep karşılaştırma gereği duyuyorum. Bunda olan onda, onda olan neden bunda var? Karakterlerin halleri neden aynı ve keskin çizgilerle ayıklanmış? Bu eşek kafamın yapmadığı bir şey vardı. O da True Blood dizisinin yaratıcısının kim olduğuna hiç bakmayışımdı. Baktığımda ise şok olmuştum. Her şey anlaşılmıştı. Açığa çıkmıştı. Six Feet Under’ı yaratan adam olan dahi, ruh hastası yazar, prodüktör ve yönetmen Alan Ball, True Blood’un da yaratıcısıydı.


Alan Ball bambaşka bir zeka. Yaptığı iş şahsına münhasır. Dibine kadar imzası var. Bu 'Alan Ball İşi' diye haykırıyor. Çok özel. Rahatsız edici ama aslında insanoğlunun gerçek yüzünü öyle yansıtıyor ki bizlere..

True Blood’da da aynı tokatları atmaya devam ediyor. Bu diziye vampir dizisi gözüyle başladım ama hakikat daha farklıymış. Alan Ball vampir, şekil değiştiren, zihin okuyan gibi karakterleri bir araya getiriyor ama yerküre üzerinde nefes alan ya da almayan her organizmanın bir bağ ve iletişim içinde olduğunu, ne olursa olsun duygulara sahip olduğunu, özünde iyilik taşısa da günahları da beraberinde getirebildiğini, insanoğlunun aslında göründüğü gibi olmadığını, bazen kötü görünse de özünde kötü olmadığını ya da iyi görünse de ikiyüzlünün en dik alası olabileceğini söylüyor bizlere. İnsanoğlu kaypaktır. Dönektir. İkiyüzlüdür. Suratımıza çarpıyor bunları.

Yoğun insan ilişkileri, paylaşımlar ve diyalogların çemberinden geçerken tamamen insan olduğumuzu, kusurlarımız, hatalarımız ve aptalca hamlelerimiz ile insanlığın farkına varabildiğimizi fark ediyoruz. Hayatımızda başımıza gelen keskin dönemeçler bizi hiç ummadığımız bir şekle dönüştürebiliyor. Ne olursa olsun önemli olan hayata tutunmak. Hep yanlışlar yapsak da önemli olanın mücadele, huzur ve mutluluk olduğu.. Önemli kusurlarımızla da olsa tutunabilmek hayata.


True Blood’ı ‘eh işte, bir vampir filmi’ diye geçiştirmek ise Alan Ball’ün dehasına hakarettir. Her ne kadar inanılmaz rahatsız edici sahnelerle bezeli olsa da! Six Feet Under çok mu farklıydı peki?

Aslında özünde gerçek bir hikayedir True Blood'daki. Tüm vampirlere, zihin okuyucuya ve şekil değiştiriciye rağmen. O gerçeklik görüntüde değil, zihinde ve derinliklerde.. Hakikatı alabilmek algılama antenlerimize bakıyor. İnsanoğlu olarak hep aç değil miyiz zaten?

1 yorum:

WarBlood dedi ki...

favorim russel eddington.5.sezon geri dönecek ve herşey daha sıradışı olacak.hem burda vampirler gündüzde gezemiyo en azından kısa bir süreliğine gezebiliyorlar,hemde boktan bir yüzük sayesinde değil,per kanıyla.kesinlikle daha orjinal...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails