Thales amcayı oldu olası anlamamışımdır. Her şeyin canlı olduğunu söylüyordu. Bir taşın, toprağın, bir nesnenin insanlar gibi canlı olduğunu, bir ülkenin türkülerini yapanların kanunlarını yapanlardan daha değerli olduğunu, “hiçbir şey yoktan var olmaz, varken de yok olmaz” gibi bir kelamı ettiğini, kendisine “madem canlılarla cansızlar arasında bir fark yok, o halde neden ölü değilsin?” diye sorulduğunda “çünkü arada fark yok” dediğini, evrenin temelini suya dayandırdığını biliyorum bilmukabele. Ama anlamıyorum işte herifi. Bir de dünyanın en zor şeyinin bir insanın kendisini bilmesi olduğunu söylemiyor mu, dalasım geliyor.
Thales amcaya takık olduğum söylenebilir. Ne zaman, hangi gün, hangi ay doğduğumu bile bilmiyorum. Doğdum mu onu da bilmiyorum. Bir kış günü müydü, bir yaz gecesi miydi anne rahminden fırladığım gün? O kadar bilmek isterdim ki. Neden bilmiyordum? Kafa kağıdım bile yoktu en mavisinden, üzerinde bana sormadan yazacak oldukları dini İslam diye.
Ömrüm boyunca fark edilen bir insan olmadım. Kimse bana “lan Hıdır, ne haber?” bile demedi. Ufacık bir çocukken elimde en kral adidas futbol topuyla dolansam bile yüzüme bakmazlardı. Halbuki elinde bir topla seni görseler havaya fırlatmaları gerekirdi. Kaleye bile geçirmezlerdi seni.
Yedi kardeştik. Ne zaman sofraya oturacak olsam bir tabak eksik olurdu. Annem ve babam tüm kardeşlerime isimleriyle seslenir, bana ismimle seslenmezlerdi. Hep aç kalırdım, bana yemek vermediklerinden.
Elimde misketler, bir kolumun altında futbol topu boş gezenin boş kalfasıydım. Götümde minicik şort, sıcak yaz günlerinde kendi kendime oynardım. Giderdim çocukların yanına, “bakın, bir sürü misketim var benim” derdim. Oralı bile olmazlardı. Geçerdim duvarın karşısına, alırdım topu ayağımın altına, başlardım duvarla paslaşmaya. Bir keresinde çok feci abanmıştım. Duvar da kızmış olacak ki o da çok pis abandı. Ağzım burnum kan revan içinde kaldı. Ağlaya ağlaya eve geldim. Anneme kanadığımı söyledim. Oralı bile olmadı. Ufak kardeşim Muharrem’e hikaye kitabı okumakla meşguldü. Yüzüme dönüp bakmadı bile.
Bir gün evden kaçmaya karar verdim. Belki bu sefer yokluğumu fark ederlerdi. Olur da beni yemekte ve sofrada görmezlerse. 9 aylık kardeşim Bıdır’a anlattım fikrimi. Agubugu cugubugu gibi laflar etti, yüzüme bile bakmadı. Bir hafta ortada görünmedim. Allah bilir beni nasıl da merak etmişlerdir, aramadıkları mecra kalmamıştır. Büyük bir hevesle geldim eve. Üstüm başım pislenmiş ama gururlu bir endamla kollarımı kavuşturarak “ben geldim” diye bağırdım odanın ortasında. Annem gözyaşları içinde soğan doğruyordu, babam ise radyoda dinlediği bir maça sövüp duruyordu. Ruslar bize bir gol daha atmış.
Okulda da farkımda olmazlardı. Çalışkan öğrenciydim. Hocaların her sorusuna parmak kaldırır, bir kere bile söz hakkı vermezlerdi bana. Hocamdan “353 Hıdır, tahtaya gel, sözlü yapacağım seni” lafını duyabilmek için nelerimi vermezdim. Bütün yazılılarda full çekerdim ama bir tanesi bile açıklanmadı. Karne bile vermediler bana.
Ergenliği de aşmıştık. Bıyıkları terlemeye başlamış genç bir delikanlıyım. Artık beni görsünler istiyordum. Ama kimse yüzüme bakmıyor bile. Öyle bir şey yapmalıydım ki artık benim farkıma varmaları gerekirdi. Hani eskiden bir laf vardı, manyakça işler yapan birini ifade etmek için zemzem kuyusuna işedi derlerdi. Öyle bir şey yapmalıydım ki, “vay be Hıdır’a bak, zemzem kuyusunu en pisinden pisledi” demelilerdi. Bizim mahallenin kabadayısı Hüso’ya diklenmeliydim. Uyuşturucu taciriymiş, mafyaymış, umurumda değildi. Bir gün yakaladım kendisini bir restoran çıkışında. Yanında iri yarı korumalar, iki kafam kadar pazulu. İşte, fırsat bu dedim. Kaçmaz. Geçtim karşısına. Başladım ana avrat sövmeye, ama nasıl sövüyorum. Oralı bile olmadı Hüso. Adamları sanki karşılarında değilmişim gibi davrandılar.
Üniversitede de zeki bir öğrenciydim. Felsefeden başka bir şey düşünmeyen gürbüz bir delikanlıydım. Profesörlerin sorduğu kazık marka ne kadar soru varsa hepsinin cevabını biliyorum ama söz hakkı vermiyorlar. Vishishtadvaita’nın üç ana prensibini soruyor hoca. Tattva diye başlayıp Hita diye devam edeceğim ama PurushArtha bile dedirtmiyor mendebur profesör.
1968’li yıllar. Acayip yeni bir güruh kaplamış dünyayı. Hippi midir nedir öyle bir şey diyorlar kendilerine. Savaşmayıp sevişecek misin nedir, öyle bir şeymiş. Fena da değildi aslında. Hep çiçekli, dantelli şeylerle takılırlardı. Bir de ot mu ne içerlerdi. Neriman’a aşık oldum bir gün. Ama ayrı dünyanın insanlarıyız. O hippi, ben ise bildiğin yağız Anadolu delikanlısı. Ne zaman yanından geçsem pas bile vermiyor. Sen misin bakmayan yüzüme? Saçlarımı uzatmaya başladım, sağ pazuma çiçek, sol pazuma da barış işareti dövmesi yaptım. En kral otu buldum. Cebimde ne kadar para varsa hepsini harcadım. Geçtim Neriman’ın karşısına. Yaktım otumu. Kaliteli otun kokusunu alan her hippi anında yanıma damlamış olurdu. Ama yok! Yaptım mı kafayı? Dizlerimin üstünde eğildim Neriman’ın karşısında, çiçekli gömleğimi bağrımdan yırtmaya başladım “Nerimaaannnğğğ” diye. Tık yok. Alay etseler bile mutlu olacaktım. En azından fark ettiler lan beni diye düşünür ve mutlu olurdum. Hippilik de hikayeymiş anasını satayım. Ne savaşıyorlar ne sevişiyorlar ne de fark ediyorlar.
Baktım kimse benimle konuşmuyor kendimle konuşmaya karar verdim. İyi de konuşuyordum hani. Ama fark ettim ki çok sıkıcıymışım, kendimle konuşmamın hiçbir keyfi yokmuş. Direkt tavır koydum kendime. Muhabbeti kestim.
Ne zaman uykulara dalsam her zaman rüya görürdüm. Rüyalarımda bile tüm olaylar benim dışımdaki kişiler arasında geçerdi. Kendimi arardım bir köşede, ama yok bulamazdım. Yoktum rüyalarımda bile.
Askerlik hayatı da pek farksız değildi. Onca sene tecil ettirmişiz, sonra el mahkum gitmek durumunda kalmışız. Manyak bir çavuşumuz vardı. Bazen karşılıklı eşleşerek talimler yapmamız gerekirdi ama ne hikmetse kimse benimle eşleşmezdi. Kendi başıma bir şeyler yapmaya çalışırdım. Çavuş herkesin omzunu gururla sıkarken beni görmeden geçerdi. Çavuş’un nasıl dikkatini çekmek gerekirdi ki? Ondan şöyle on araba dolusu sopa yesem bile kafiydi benim için, sevinecektim. Düzgün sıra hazır olda dururken dikkat çekmek için çavuşa bakıp sağ elimin avuç içiyle sol yumruğumun üstüne çatırt diye geçirdim. Azmantor çavuşun gözleri birden döndü, üzerime koşturmaya başladı elinde koca bir meşe odunuyla, yanımdaki gariban Necmettin’in ağzını burnunu kırdı.
Evlilik yaşamım da pek farklı değildi aslında. Karımla hiç konuşmuyorduk. Kavga bile etmiyorduk. Günlerce ortada görünmesem bir kere bile “sen neredeydin bakayım Hıdır?” bile demiyordu. Sonra çocuğumuz oldu. Garip. Hangi ara oldu onu da bilmiyorum ya. Bir kere bile aynı yatakta yatmamıştık karımla. Şu bebek çok mu farklı? Eve hangi erkek gelse hepsine baba dedi pezemenk, bir bana demedi. Bir kere bile kucağıma gelmedi.
En sonunda dayanamadım. Boğaz Köprüsü’nden atlamaya karar verdim. Asıldım parmaklıklara. Kimse beni durdurmaya çalışmadı. Güvenlik görevlisi bile bana bakmadan yanımdan öylece geldi geçti. Olsun. Yarın muhakkak gazetelerde çıkardım. O bile fark edilmekti. Bıraktım kendimi aşağıya. Boğazın soğuk sularına. Aşağıda kocaman şilep, kocaman ayna taşıyor. Tam aynanın üzerine doğru düşmeye başlıyorum. Ama yokum! Yokum aynada. Aynada yansımamı göremiyorum!
Nasıl laann?
Birden açtım gözlerimi. Ter içinde kalmışım. Bilgisayarın karşısında uyuya kalmışım. Durdurmuşum oyunu nasıl becermişsem. Diablo oynarken uyunur mu be? Tam da Diablo’nun yedi kuşak soyunu kırarken uyuya kalmışım. Birden bir bağırma sesi duydum, odamın kapısı açıldı.
Annem..
“Allahın cezası Hıdır, sabah akşam bilgisayar başındasın, deminden beri sofraya çağırıyorum, duymuyorsun bile. Ömrümü yedin bitirdin. Olmaz olsun senin gibi evlat.”
“Anneee, tamam, fırlatma o terliği..”
Çotaaannkkkk..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder